Eksileri ve artılarıyla Yüzyılın Anlaşması

Filistinli göstericiler, ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun fotoğraflarını yakarken. (AFP)
Filistinli göstericiler, ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun fotoğraflarını yakarken. (AFP)
TT

Eksileri ve artılarıyla Yüzyılın Anlaşması

Filistinli göstericiler, ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun fotoğraflarını yakarken. (AFP)
Filistinli göstericiler, ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun fotoğraflarını yakarken. (AFP)

Amerika Birleşik Devletleri yönetimi 28 Ocak Salı akşamı İsrail-Filistin meselesiyle ilgili "Yüzyılın Anlaşması" olarak adlandırdığı ‘barış planını’ İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun katıldığı büyük bir törenle duyurdu.
Bu planın duyurulmasının zamanlaması, ABD ve İsrail’deki iç politik nedenlerle ilişkilendirildi.
Başkan Donald Trump yaklaşan seçimlerde, gündemi, Demokrat Parti'nin ‘azil’ girişimlerinden uzağa taşımak için bu planı açıkladı. Aynı durum İsrail sahnesi için de geçerli: Herhangi bir Amerikan-İsrail yakınlaşması, yolsuzlukla suçlanan ve Mart ayında yeniden seçime girecek olan Başbakan Netanyahu'ya hizmet ediyor. Bu yüzden en önemli rakibi Benny Gantz, ‘barış girişiminin’ zamanlamasına karşı çıkmış, ancak Washington'un davetine de icabet etmek zorunda kalmıştı. Nitekim ABD ile arası kötü olan adayların İsrail’de seçilme şansı son derece azdır.
Manidar zamanlamaya ek olarak, ‘’barış planının’’ ilan edilmesinde izlenen yöntem de dikkat çekiciydi. ‘Yüzyılın Anlaşması’nın’ duyurulduğu törende sadece İsrail tarafının yer alması, ABD yönetiminin tarafgirliğini ve Filistin pozisyonuna kayıtsızlığını yansıttı. ABD geçmişte bu gibi planlarında Filistin tarafının da yer almasına özen gösteriyordu. 1973 savaşından sonra Filistin Kurtuluş Örgütü’nü tanımadığı zamanlarda dahi başta Mısır olmak üzere Arap ülkelerini muhatap almıştı. ABD ve İsrail’in tek başlarına aynı karede yer alması, açıklanan planın amacı hakkında şüphelerin oluşmasına ve haklı sorular sorulmasına neden oldu. ABD’nin İsrail yanlısı bu görüntüyü vermesi; Filistin tarafının, açıklanan ‘barış planını’ objektif bir şekilde değerlendirmesini adeta imkânsız hale getirdi. ABD ve İsrail gerçekten çözüm istiyor muydu? Yoksa ABD ve İsrail’deki sağ partilerin şiddetle muhalefet ettiği iki devletli çözüm çabalarına güçlü bir darbe vurmak için mi, böyle bir hikâye kurgulamıştılar? 
ABD’nin açıkladığı “Yüzyılın Anlaşması” adı verilen planın zamanlaması ve sunuluşundaki sorunları (önemlerine rağmen) bir kenara bırakırsak ki dünyada diplomatik ve politik kurallara uyulmayan bir dönemi yaşıyoruz. Öne sürülen planın içeriğine dair, eksileri ve artılarıyla bir değerlendirme yapmamız kaçınılmaz.
İlk olumlu nokta, ABD’nin Filistinliler için 50 milyar dolar tutarında destek sağlama niyetinin olmasıdır. Yabancı ya da Arap, kaynağı ne olursa olsun bu meblağın sağlanması nispeten olumludur.
İkinci olumlu nokta ise; İsrail’in yasadışı yerleşim yerlerini dört yıl boyunca genişletmeyeceği yönündeki taahhüdüdür. Ancak bu taahhüt çok da olumlu değildir zira Filistin tarafının geniş topraklardan feragat etmesini şart koşmaktadır. Bunun yanı sıra, ABD hiçbir İsrailli ya da Filistinlinin evini terk etmeyeceğini belirtmektedir ki bu da; İsrail’in Filistin topraklarındaki yasa dışı yerleşimlerinin devam edeceğini göstermektedir.  Filistinliler tarafından reddedilen, George W. Bush'un İsrail Başbakanı Şaron'a verdiği bölgeler de bu kapsamda değerlendirilmiştir. Şahsi kanaatim; bu şartlar ışığında hiçbir İsrailli yetkilinin uluslararası hukuka göre yasa dışı addedilen mevcut yerleşim yerlerini tahliye etmeye yanaşmayacağıdır.
Üçüncü olumlu varsayım ise, ABD ve İsrail tarafının prensipte bağımsız bir Filistin Devleti’ni tanıyacak olmasıdır. Burada da yeni bir şey yoktur zira daha önce Başkan George W. Bush, 2008’deki Annapolis Konferansı’nda bu hususu dile getirmişti. Başkan Clinton da görevi terk etmeden birkaç hafta önce şahsi görüşünün Filistin’in bağımsız bir devlet olmayı hak ettiği yönünde olduğunu açıklamıştı.  
Öyleyse asıl soru şudur: gerçekten de bağımsız bir Filistin devleti mi teklif edilmektedir? Filistin halkının vatan topraklarının kaynakları ve çıkarları üzerinde egemen haklara sahip olduğu, ulusal kimliklerini yaşayabilecekleri bir Filistin devleti mi önerilmektedir?
Devleti tanımlarken en önemli iki husus, toprağın mülkiyeti ve siyasi kararların bağımsızlığı olarak öne çıkmaktadır. Bu açıdan değerlendirirsek; ABD’nin önerisi daha çok son derece kısıtlanmış bir özerkliğe yakındır. Zira böyle bir devlet kurulursa; İsrail, girişleri ve çıkışları kontrol edecektir, üstelik güvenlikten de sorumlu olacağı için her istediği an müdahale etme hakkına sahip olacaktır.
Ekim Savaşı'ndan bu yana İsrail ile Filistin arasındaki müzakereler dört ana nokta etrafında gerçekleşmiştir.
İlk olarak; Filistin toprakları meselesi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararına göre; kimse kimsenin topraklarına zorla el koyamaz. Bu da Filistinlilerin 1967 sonrasında işgal edilen toprakları geri alma hakları olduğunu gösterir. Geçmişte coğrafi koşullar nedeniyle söz konusu toprakların % 3 ila % 6 oranında mübadele edilmesi ya da aynı büyüklük ve değerdeki köylerin birleştirilmesi hususları müzakere konusu olmuştu. Şu anda teklif edilen şey ise Batı Şeria’daki mevcut topraklarının % 30’undan fazlasının İsrail’e bırakılmasıdır.
Kudüs meselesi de geçmişteki müzakerelerde başlıca konular arasındaydı. Bilindiği üzere Kudüs sadece Filistinliler için değil, İslam ve Hristiyan dünyası için de son derece ehemmiyeti haizdir. Geçmişteki müzakerelerde şehrin yeniden planlanması ve genişletilmesi, egemenlik alanlarının belirlenmesi önerilmişti. En büyük ihtilaf ise eski Kudüs, özellikle kutsal bölgeler hakkındaydı. Şimdi önerilen ise, Filistin Devleti’nin Güvenlik Duvarı’nın arkasında kurulmasıdır. Ki bu bölgenin kutsal mekânlarla bir ilgisi bulunmamaktadır.
Mültecilerin geri dönüşü ve tazminatı konusu, insani ve zorunlu bir mesele olduğu için üzerinde uluslararası fikir birliğinin olduğu konulardandır. Filistinliler ve Arap dünyası bu konuda çeşitli tavizler vermiştiler. Arap barış girişimlerinde bu hususun ‘pratik ve adil’ bir şekilde çözülmesi öneriliyordu. Yani ya mülteciler geri dönecek ya da tazminat ödenecekti. Geri dönüş ise muammaydı, İsrail’e mi dönecektiler yoksa Filistin’e mi? ya da her ikisine birden mi. Geri dönecek mültecilerin sayısı ve tazminat rakamları üzerinde Filistin ve İsrail tarafları arasında en üst düzeyde müzakereler yapılıyordu.
Güvenliğin sağlanması, bu husus da geçmişteki müzakerelerde önemli bir konuydu. Her ne kadar BMGK’nın 242 sayılı kararı, işgalin sona ermesinin ardından toplumların kendi topraklarında özgürce yaşayabileceğini vurguluyor olsa da İsrail, komşuları olan Arap ülkeleriyle savaştığı için bu meseleyi farklı değerlendirmişti. Mısır ve Ürdün’le yaptığı barış anlaşmaları ve Filistinlilerle yaptığı Oslo Anlaşması uyarınca ‘güvenlik koordinasyonu’ başlığı altında birtakım imtiyazlar elde etti.
Tuhaf olan şey ise, Arapların İsrail’e yönelik güvenlik tehdidinin azalmasına paralel olarak İsrail’in güvenlik taleplerinin artmasıydı. İsrail Arap ülkelerinden kendisine karşıt olan koalisyonlarda yer almamalarını, sınır bölgelerindeki silahlarını sınırlandırmalarını istedi. Son olarak da tüm Filistin sınırlarını kontrol etme arzusunu ilan etti. Egemenlik sınırlarını Ürdün Vadisi’ne kadar genişletme istekleri, Filistin’i ekonomik ve askeri olarak kuşatarak, tam bir vesayet altına almayı hedeflemekteydi.
Şahsen İsrail'in bitmek tükenmek bilmeyen istekleri konusunda ikna olmamama rağmen, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Japonya ve Almanya’da olduğu gibi Filistinlilerin askeri olarak kısıtlanmasını anlıyor gibiydim. İsrail daha önce kendisiyle savaşan Ürdün ve Mısır’dan sınır bölgelerindeki askeri varlıklarını azaltmasını istiyordu, ancak Filistin’in askeri gücü hem İsrail’e zarar verme bakımından hem de bu ülkelerin güçlerine kıyasla zaten son derece kısıtlıydı. Anladım ki İsrail’in bu yaklaşımı Batı Şeria’ya tamamen egemen olmak için oluşturulmuş ideolojik, politik bir yaklaşımdır. Mesele güvenlik meselesi değildir, Filistinlilerin kimliklerini ve devletlerini yozlaştırma meselesidir.
Bu nedenlerden ötürü ‘Yüzyılın Anlaşması’ olarak adlandırılan ABD ‘barış planının’ İsrail ve Filistin taraflarını tatmin edecek bir çözüme ulaşmak için uygun bir platform sağladığını düşünmüyorum. Mübalağasız ve objektif olarak değerlendirdiğimde; planın risklerinin ve eksilerinin, olumlu taraflarına göre çok daha ağır bastığını gözlemliyorum. Müzakere en iyi yöntemdir, daha doğrusu Filistinliler için mümkün olan tek yöntemdir. Barışçıl çözüm iki taraf içinde en iyisidir. Eğer barış iradesi varsa önemli olan budur, müzakereler ise detaylar üzerine olur.
Eşit büyüklükte ve değere sahip bazı toprakların değişimi için müzakere yapılmasına kimsenin itiraz ettiği yok. İsrail ve Yeni Filistin’e döneceklerin sayısı müzakere edilebilir, dönmeyecekler için tazminat miktarının belirlenmesi için müzakere yapılabilir. İsrail ya da Filistin’in ani bir güvenlik sorunuyla karşılaşmaması için güvenlik koordinasyonu yapılmasına da kimsenin itiraz ettiği yok. Filistin devletinin belirli bir süreliğine silahlarını sınırlı tutması da konuşulabilir. Kadim Kudüs’teki dini alanlarda Yahudilerin ve Müslümanların serbestçe ibadet edebilmesine imkân tanıyan düzenlemeler üzerinde de müzakere edilebilir. İsrail'in Arap topraklarını işgali sona erdiğinde yeni kurulacak devletteki vatandaşlığın nasıl belirleneceği de tartışılabilir. Arap normalleşmesi biçiminde müzakere etmek için hiçbir itiraz yoktur.
Şimdi gereken şey; sırf dünyanın en güçlü ülkesi tarafından öne sürüldü diye başımızı eğip her şeyi kabul etmemiz değildir. Ancak sorunun çözümünde müzakerelerden kaçınmamaya da özen göstermeliyiz.
En iyisi, Batı Şeria ile Gazze Şeridi’ndeki Filistinlileri yeniden bir araya gelerek, birleşik bir Filistin hükümeti oluşturmasıdır. Arap Birliği’nin 2002 yılındaki barış planı çerçevesinde İsrail ile müzakerelere hazır olunduğu duyurulmalıdır. İsrail tarafının tutumundan bağımsız olarak da, 1967 sınırları içinde bağımsız bir Filistin devleti ilan edilmeli ve Filistin haklarını garanti eden uluslararası hukuka başvurulmalıdır. 
*Mısır Eski Dışişleri Bakanı Nebil Fehmi'nin Şarku'l Avsat tarafından çevirisi yapılan makalesi Independent Arabia'da yayınlanmıştır.



ABD ve Japonya, nadir toprak minerallerinin tedarikini güvence altına almak için anlaşma imzaladı

Trump ve Takaichi, bugün Tokyo'da nadir toprak elementleri tedarik güvenliği anlaşmasını imzaladıktan sonra (Reuters)
Trump ve Takaichi, bugün Tokyo'da nadir toprak elementleri tedarik güvenliği anlaşmasını imzaladıktan sonra (Reuters)
TT

ABD ve Japonya, nadir toprak minerallerinin tedarikini güvence altına almak için anlaşma imzaladı

Trump ve Takaichi, bugün Tokyo'da nadir toprak elementleri tedarik güvenliği anlaşmasını imzaladıktan sonra (Reuters)
Trump ve Takaichi, bugün Tokyo'da nadir toprak elementleri tedarik güvenliği anlaşmasını imzaladıktan sonra (Reuters)

ABD Başkanı Donald Trump, bugün Asya turunun en yoğun günlerinden birine, yeni Japonya Başbakanı Sanae Takaichi ile yaptığı görüşmeyle başladı. İki taraf, nadir toprak minerallerinin "tedarikini güvence altına almak" için bir anlaşma imzaladı.

Trump, Amerika Birleşik Devletleri'nin Asya'daki en yakın müttefiklerinden birini ziyaret ediyor olsa da ziyareti belirsizliklerden uzak değil. Birkaç gün önce Japonya'nın ilk kadın başbakanı olan Sanae Takaichi'nin, ülkesinin ekonomik çıkarlarını savunurken aynı zamanda Trump ile ilişkilerini güçlendirmesi bekleniyor. Bu arada Trump, ABD tarifelerini düşürmeyi amaçlayan ticaret anlaşması kapsamında 550 milyar dolarlık Japon yatırımı sağlamayı hedefliyor.

Bugün gerçekleşen görüşmede Trump ve Takaichi el sıkışırken Trump, "Bu çok sağlam bir el sıkışma" yorumunu yaptı. Takaichi ise, Dünya Serisi'nin 3. maçını etkinlikten önce ABD'de izlediğini söyledi ve Japonya'nın gelecek yıl ABD'nin kuruluşunun 250. yıl dönümünü kutlamak için Washington'a 250 kiraz ağacı bağışlayacağını, ayrıca 4 Temmuz kutlamaları sırasında Akita Eyaleti'nde havai fişek gösterisi düzenleyeceğini duyurdu.

Takaichi, sözlerine, Trump'ın ilk döneminde golfe olan ortak ilgileri sayesinde yakın bir ilişki kuran muhafazakâr akıl hocası merhum Japonya Başbakanı Shinzo Abe'den bahsederek başladı. Takaichi, "Aslında Başbakan Abe bana sık sık aktif diplomasinizden bahsederdi" dedi.

Trump ise Takaichi'nin Japonya'nın ilk kadın başbakanı konumuna yükselişini "büyük bir başarı" olarak nitelendirerek, Amerika Birleşik Devletleri'nin Japonya'ya olan derin bağlılığını vurguladı. "Japonya'ya yardım etme konusunda yapabileceğim her şey için orada olacağız. En güçlü müttefiklerden biriyiz" ifadelerini kullandı.

Takaichi, olası Ford F-150 kamyonet alımı da dahil olmak üzere Trump'a yönelik diplomatik bir hamleye hazırlanıyor. Toplantıya geldiklerinde gazeteciler, Tokyo'daki devlet başkanlarının resmi konukevi olan Akasaka Sarayı'nın önünde park halinde duran altın renkli bir Ford F-150 kamyonet ve beyaz renkli ABD yapımı Toyota'ları fark ettiler.

Trump, Japonya'yı, geniş tasarımları nedeniyle Japonya'nın dar sokaklarına uygun olmayan Amerikan arabaları satın almadığı için sık sık eleştirmesiyle biliniyor. Asya'daki dış politikasını gümrük vergileri ve ticarete odaklasa da Tokyo yakınlarındaki bir ABD deniz üssünde demirli olan USS George Washington gemisinde de bir konuşma yapacak.

Trump dün Japonya'nın başkentine geldiğinde, imparatorla protokol ziyareti kapsamında bir araya geldi. Trump, daha önce Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği'nin (ASEAN) yıllık zirvesine katılmak üzere Malezya'nın başkenti Kuala Lumpur'da bulunmuştu.


Jamaika Başbakanı, Melissa Kasırgası'nın "önemli hasara" yol açacağı konusunda uyardı

Kasırga Melissa, şimdiye kadarki en güçlü fırtına olan 5. kategoriye ulaştıktan sonra uzaydan böyle görünüyor (Reuters)
Kasırga Melissa, şimdiye kadarki en güçlü fırtına olan 5. kategoriye ulaştıktan sonra uzaydan böyle görünüyor (Reuters)
TT

Jamaika Başbakanı, Melissa Kasırgası'nın "önemli hasara" yol açacağı konusunda uyardı

Kasırga Melissa, şimdiye kadarki en güçlü fırtına olan 5. kategoriye ulaştıktan sonra uzaydan böyle görünüyor (Reuters)
Kasırga Melissa, şimdiye kadarki en güçlü fırtına olan 5. kategoriye ulaştıktan sonra uzaydan böyle görünüyor (Reuters)

Jamaika Başbakanı Andrew Holness, dün CNN'e verdiği röportajda, ülkenin batısına yaklaşan Melissa Kasırgası'nın "önemli hasara" yol açabileceği uyarısında bulunarak, bölge sakinlerini gerekli tüm önlemleri almaya çağırdı.

Başbakan, "Bu bölgedeki hiçbir altyapının 5. kategori bir kasırgaya dayanabileceğini sanmıyorum, bu yüzden ciddi hasar olabilir," dedi. Melissa, şimdiye kadar kaydedilen en güçlü 5. kategori kasırga şiddetiyle Jamaika'ya yaklaşıyor. Onu daha da tehlikeli kılan şey, çok yavaş hareket etmesi ve verebileceği hasarın son derece ciddi olması.

Melissa, son iki günde sadece 24 saat içinde önemli ölçüde güçlendi ve cumartesi sabahı 110 km/s rüzgar hızına sahip tropikal bir fırtınadan, pazar sabahı 225 km/s rüzgar hızına sahip 4. kategori bir kasırgaya dönüştü.

O zamandan beri kasırga, Saffir-Simpson ölçeğindeki en yüksek seviye olan 5. Kategoriye ulaştı. Şu anda rüzgar hızı 280 km/sa (175 mil/sa) seviyesinde seyrediyor. Bu güçteki bir kasırga, sağlam yapılara bile ciddi hasar verebilir. Kasırganın bu sabah erken saatlerde Jamaika'ya ulaşması bekleniyor.

O zamana kadar zayıflamazsa, meteoroloji gözlemlerinin başlamasından bu yana Karayipler'i vuran en şiddetli kasırga olacak. Kasırganın yıkıcı sellere ve toprak kaymalarına neden olması muhtemel.


Maduro, Trinidad ve Tobago ile gaz anlaşmasını askıya aldı

Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, ülkesi ile komşusu Trinidad ve Tobago arasındaki doğalgaz anlaşmalarının askıya alındığını duyurdu (Reuters)
Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, ülkesi ile komşusu Trinidad ve Tobago arasındaki doğalgaz anlaşmalarının askıya alındığını duyurdu (Reuters)
TT

Maduro, Trinidad ve Tobago ile gaz anlaşmasını askıya aldı

Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, ülkesi ile komşusu Trinidad ve Tobago arasındaki doğalgaz anlaşmalarının askıya alındığını duyurdu (Reuters)
Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, ülkesi ile komşusu Trinidad ve Tobago arasındaki doğalgaz anlaşmalarının askıya alındığını duyurdu (Reuters)

Venezuela Devlet Başkanı Nicolás Maduro, dün akşam yaptığı açıklamada, ülkesinin komşusu Trinidad ve Tobago ile olan doğalgaz anlaşmalarının askıya alındığını duyurdu. Bu karar, Karakas ile Washington arasındaki gerginliğin artması üzerine İngilizce konuşulan küçük takımadaların bir ABD destroyerine ev sahipliği yapmasına tepki olarak alındı.

Maduro televizyonda yaptığı açıklamada, "Başbakan'ın (Kamla Persad-Bissessar) Trinidad ve Tobago'yu Venezuela'ya karşı Amerikan imparatorluğunun uçak gemisine dönüştürme tehdidi karşısında... iki ülke arasında imzalanan ve gaz alanında önemli anlaşmalar içeren enerji anlaşmasının tüm etkilerinin derhal askıya alınmasını öngören geçici bir önlemi onayladım" dedi.