İki savaş ve iki İntifada: İsrail yerleşim yerleri altında gömülü Filistin haritası

İsrailliler 1967’den sonraki süreçte Filistinlilerin topraklarının yüzde 78’ine el koydu.

Kudüs yakınlarında ayrım duvarı, Sağda Şufat mülteci kampı, solda Pisgat Zeev Yahudi yerleşim yeri (AFP)
Kudüs yakınlarında ayrım duvarı, Sağda Şufat mülteci kampı, solda Pisgat Zeev Yahudi yerleşim yeri (AFP)
TT

İki savaş ve iki İntifada: İsrail yerleşim yerleri altında gömülü Filistin haritası

Kudüs yakınlarında ayrım duvarı, Sağda Şufat mülteci kampı, solda Pisgat Zeev Yahudi yerleşim yeri (AFP)
Kudüs yakınlarında ayrım duvarı, Sağda Şufat mülteci kampı, solda Pisgat Zeev Yahudi yerleşim yeri (AFP)

Ahmed Abdulhakim
Filistin toprakları iki büyük savaş ve iki İntifada (topyekûn halk başkaldırısı) ile sarsıldı. BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) ‘iki devletli çözüm’ esasına dayanan 242 sayılı kararı, uluslararası girişimlere rağmen uygulanamadı.
Bu dosyada, Haziran 1967'de başlayan Altı Gün Savaşı’ndan, Ekim 1973'teki Yom Kippur Savaşı’na kadar olan süreçleri ele alacağız.
Filistin haritası Altı Gün Savaşı sonrasında büyük değişimler yaşadı. BMGK’nın 242 sayılı kararı: İsrail’in 4 Haziran 1967’deki sınırlarına çekilmesini öngörüyordu. İsrail’in savaş sonrasındaki işgalci pozisyonu bugün bile birçok devlet tarafından gayrı meşru olarak değerlendiriliyor. Şarku'l Avsat'ın Independent Arabia'dan aktardığı habere göre İsrail ayrıca bu iki savaşın ardından, neredeyse kesintisiz bir şekilde uyguladığı yasadışı ‘yerleşim politikalarıyla’ Filistin haritasını değiştirmeye devam ediyor.
İki savaş ve toprak ilhakları
İsrail kimsenin beklemediği bir şekilde, 5 Haziran 1967'de başlayan Altı Gün Savaşı'nda, Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze Şeridi, Suriye’deki Golan Tepeleri ve Mısır’ın Sina Yarımadası’nı işgal etti.
Bu gelişmeler üzerinde BMGK 22 Kasım 1967'de 242 sayılı kararı aldı. Bu karar uyarınca İsrail’e, ‘’son savaşta işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesi" ve "bölgedeki tüm devletlerin güvenli ve tanınmış sınırlar dâhilinde var olma hakkına saygı duyması" çağrısı yapıldı.
Söz konusu karar, İsrail-Filistin çatışmasına çözüm bulunmasına dair tüm Arap ve uluslararası müzakerelerin ‘çekirdeğini’ oluşturdu. Ekim 1973 Savaşının durdurulması da bu karar uyarınca gerçekleşti. 1979’daki Mısır’la barış anlaşması, 1993’te Filistin Otoritesi’nin kurulması ve İsrail ile Ürdün arasında 1994’te gerçekleşen Vadi Araba Anlaşması’nın temelini de bu karar oluşturdu.
Her ne kadar BMGK’nın bu kararı, ‘iki devletli çözüm’ için uluslararası meşruiyet çerçevesini belirlemiş olsa da, İsrail tarafı bir kavram kargaşası yarattı. Tel Aviv yönetimi, kararın İngilizce metninde yer alan İsrail’in ‘işgal ettiği topraklardan çekilmesi’ ibaresinin, ‘işgal edilen tüm topraklardan çekilmek’ anlamını taşımadığını ileri sürdü. Buna karşın Arap müzakereciler, İsrail tarafını ciddiyetsizlikle suçlayarak, kararın gayet açık olduğunu ve ‘işgal edilen tüm topraklardan’ çekilmeyi içerdiğini savunuyordu.
Birleşmiş Milletlerin resmi sitesine göre: 242 sayılı karar BM Sözleşmesinin altıncı bölümüne göre alınmıştı. Yani tavsiye niteliği taşıyordu. Eğer sözleşmenin yedinci bölümüne göre alınmış olsaydı, ‘uygulanması gereken bir emir’ anlamına gelecekti.
Mısır ve Suriye’nin İsrail’e karşı başlattığı 6 Ekim Savaşı ya da İsraillilerin adlandırmasıyla Yom Kippur Savaşı’nın ardından, BMGK 22 Ekim 1973 tarihinde 338 sayılı kararı aldı.
Güvenlik Konseyi, çatışmaların tüm taraflarına şu anda bulundukları konumlarda, kararın kabul edildiği andan itibaren, acilen ateşkes yapmaları ve tüm askeri etkinliğe son vermeleri çağrısında bulundu. 338 sayılı kararda ayrıca, 242 sayılı kararın tüm bölümlerinin uygulanması çağrısı yapıldı. Yani İsrail’in 1967’de işgal ettiği bölgelerden çekilerek, Filistinli mülteciler meselesinde ‘adil bir çözüm’ yaklaşımında bulunması isteniyordu.


Yom Kippur Savaşı sırasında Golan cephesinde Suriye kuvvetleri tarafından esir alınmış İsrailli subaylar (AFP)

BM’nin resmi sitesinde yer alan söz konusu karara göre, İsrail, Sina Yarımadası, Golan Tepeleri, Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ten çekilmeliydi. Buna ek olarak karar, uluslararası denetim dâhilinde Ortadoğu’da kapsamlı adil ve sürekli bir barışın ikame edilmesi için taraflar arasında müzakerelerin başlatılmasını içeriyordu. 
Edward Said "Filistin Sorunu" kitabında şöyle diyor:
"Araplar ile İsrail arasında yaşanan ilk savaşın ardından, İsrail, İngiliz Manda yönetiminin sona ermesine müteakip ‘paylaşım planına’ göre kendisine ayrılan bölümlerden yüzde 56’dan daha fazlasını işgal etmişti. İsrail, tüm Celil bölgesini ve Kudüs’ün büyük bölümlerini kendi topraklarına katmıştı. İsrail 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından Filistinlilere kalan yüzde 22’lik bölümü ve Doğu Kudüs’ü de kanunsuz bir şekilde kendi topraklarına kattı. Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki 1 milyonu aşkın Filistinli üzerinde sıkı bir askeri yönetim uyguladı. Bu süreçte sistematik bir şekilde Filistinlilerin özel mülkiyetlerine el konuldu. Filistinlilerin binlerce evi yıkıldı. Köyler haritadan silindi, Kudüs ve Nasıriye’de çok sayıda Yahudi yerleşim yeri inşa edildi."


ABD Başkanı Carter, İsrail Başbakanı Menahem Begin ve Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat Camp David barış görüşmelerinden bir kare (Getty Images)

Kudüs Uygulamalı Araştırma Enstitüsü'nün çalışmasına göre: İsrail’in ‘yerleşim yerlerinin’ yüzde 51’i İsrail’in kamu arazisi olarak addettiği topraklarda inşa edildi. Yerleşim yerlerinin yüzde 49’u ise, özel Filistin mülkiyetleri üzerine kuruldu. O dönemlerde sadece Kudüs’teki yerleşim alanı 40868 dönümdü. Bu toprakların yüzde 73’ü Filistinlilerin özel mülkiyetindeydi. İsrail ayrıca Kudüs belediyesi sınırları dâhilinde geri kalan bölgeleri de kamulaştırdı.


İsrail Başbakanı Menahem Begin, Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın katıldığı Knesset toplantısında konuşurken 20 Kasım 1977 (AFP) 

Mısır-İsrail barış anlaşmasında Filistin’in konumu
1973 savaşından beş yıl sonra, ABD Başkanı Jimmy Carter, İsrail Başbakanı Menahem Begin ve Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ı, barış görüşmeleri için Maryland'deki Camp David başkanlık tesisine davet etti. Bu görüşmelerden önce 1977 yılında Enver Sedat Kudüs’ü ziyaret etmiş ve İsrail parlamentosu Knesset'te bir konuşma yapmıştı.
Washington DC yakınlarındaki Camp David başkanlık tesisinde, 12 gün süren görüşmelerin ardından taraflar arasında ABD yönetiminin gözetiminde bir dizi anlaşma gerçekleşti. O zamanlar Mısır’ın Dışişleri bakanı olan Butros Gali, ‘Mısır’ın Kudüs yolu’ adlı kitabında, "Enver Sedat ve Begin, uzun müzakerelerin ardından Ortadoğu’da barış taslağı üzerinde anlaşmaya vardı. Bu anlaşmaya göre İsrail, aşamalı olarak işgal ettiği Sina Yarımadası’ndan çekilecek ve geçici olarak Batı Şeria ve Gazze’de Filistinlilere ‘özerklik’ verilecekti" diye yazdı.
Mısır Dışişleri Bakanlığı web sitesine göre, Sedat ve Begin arasında ‘Ortadoğu Barış Çerçevesi Taslağı’ adı verilen 1978’deki ilk görüşmelerde, BMGK’nın 242 sayılı kararının kapsamının genişleterek barışın temellerinin atılması hedefleniyordu. Bu görüşme Mısır-İsrail ile sınırlı kalmayıp, İsrail’in komşularıyla da barışmasını içeriyordu. Her ne kadar Filistinliler anlaşmanın içinde yer almamışsa da, Filistinliler için Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde ‘özerk’ bir yönetim kurulması planlanıyordu.
‘İkinci anlaşma’ olarak bilinen Camp David Anlaşması 26 Mart 1979'da sonuçlandı. Bu anlaşmaya göre İsrail üç yıl içinde tamamıyla Sina Yarımadası’ndan çekilmeyi kabul etmiş oluyordu. Bu sözleşme ile ilk kez bir Arap ülkesi İsrail'i resmen tanımış ve ele geçirdiği topraklar üzerindeki varlığını meşru olarak kabul etmiş oluyordu. Böylelikle otuz yıl süregelen düşmanlık sona ermiş oldu. İsrail Başbakanı Menaham Begin, söz konusu anlaşmanın uygulanma sürecinde, Filistin’deki ‘yerleşim politikalarına’ ara verdi.
Camp David’deki Ortadoğu Barış Çerçevesi Taslağı uyarınca, Ürdün, Mısır ve İsrail ile Filistin halkı temsilcilerinin Filistin sorunun çözümü için ‘barış müzakerelerini’ başlatması öngörülüyordu. Mısır ve İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin İsrail’in askeri yönetiminden, beş yıl içinde ‘tam özerkliğe’ geçiş sürecini birlikte organize etmesi üzerinde uzlaşılmıştı. Özerk yönetiminin mahiyetinin ise, Ürdün, Mısır ve İsrail arasında, Filistin halkı temsilcilerinin de görüşlerine başvurularak kararlaştırılması hedefleniyordu. 1967 yılından sonra Filistin’den göç edenlerin bireysel olarak geri dönebileceği hususunda da uzlaşılmıştı. Mısır ve İsrail diğer taraflarla birlikte ‘mülteci meselesinin’ çözümü için çaba göstereceklerini taahhüt etmişti. Ancak daha sonra bu anlaşmalara uyulmadı.
1948’deki kuruluşundan bu yana Arap ülkeleriyle savaş halinde olan İsrail ile Mısır’ın ‘barış anlaşması’ gerçekleştirmesi ve İsrail’in Sina Yarımadası’ndan çekilmesi Arap kamuoyunda öfkeye neden oldu. Mısır’ı Arapların birliğini sarsmak ve İsrail’le mücadeleden çekilerek, Arap tutumunu zayıflatmakla suçladılar.


Filistinli bir mülteci, Batı Şeria'daki bir atölyede 10 metrelik devasa bir anahtarın yanında duruyor (AFP) 

Birinci Filistin İntifadası
1982'de İsrail'in Lübnan’ı işgal etmesi, Filistin meselesini yeniden dünya gündemine getirdi. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) unsurlarının bu işgal sonucu komşu ülkelere çekilmesi, 1987’deki Birinci İntifadaya yol açan süreci başlatmış oldu. 8 Aralık 1987'de Gazze’yi diğer Filistin topraklarından ayıran bir kontrol noktasında, bir İsraillinin kamyonetini Filistinli işçilerin üzerine sürerek 4 kişiyi öldürmesi Filistin kamuoyunun öfkesine neden oldu. Filistinliler bu olayın kasıtlı gerçekleştirildiğini belirterek, ülke genelinde protesto gösterileri düzenledi.
İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki Cibaliya askeri kampına taşlarla saldırılması üzerine, İsrail güvenlik güçleri göstericilere müdahale etti ve böylelikle Birinci İntifada başlamış oldu. Bazıları bu kamyonet olayının, bardağı taşıran son damla olduğunu savunuyor. Nitekim İntifadanın İsrail’in işgalini tanımamak başta olmak üzere birçok haklı gerekçesi vardı. Filistinliler zorla yerlerinden ediliyordu ve ekonomik durumları da oldukça kötüydü.


Isaac Shamir ve İsrail heyeti Madrid Barış Konferansı'nda. 30 Ekim 1991 (Getty Images)

Birinci İntifada (halk ayaklanması) sürecinde Filistinliler, ‘ulusal haklar ve talepler’ doğrultusunda bir dizi hedef belirlemişti. Başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulması bu hedeflerin başında yer alıyordu. Ayrıca Filistinlilerin kendi geleceklerini tayin etme hakkı, yasadışı yerleşim yerlerinin kaldırılması, mültecilerin kayıtsız şartsız geri dönüş haklarının verilmesi ve Filistin ekonomisinin canlandırılması, bu hedefler arasındaydı. İntifada bir sivil itaatsizlik olarak tüm Filistin sathına yayıldı. 1991’de İspanya’nın ev sahipliğinde gerçekleşen ve Oslo Anlaşması sürecine giden yolu başlatan Madrid Konferansı’na eş zamanlı olarak intifadanın dozu düşürüldü.
Filistin Enformasyon Merkezi’nin verilerine göre; Birinci İntifada da 1300 Filistinli ile 160 İsrailli hayatını kaybetti. İntifadaya 1991’de katılım azaldı ve 1993’te Oslo Anlaşması’nın ardından tamamıyla sona erdi.


BM’nin Filistin Paylaşım Planı’na dair bir harita (Wikimedia)

Tamamlanamayan müzakere süreci
Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde patlak veren Filistin İntifadasının üzerinden 4 yıl geçtikten sonra İspanya’nın ev sahipliğinde, Uluslararası Madrid Barış Konferansı düzenlendi. İsrail ile FKÖ yetkilileri tarihte ilk defa bir toplantıya birlikte iştirak etti. Bu konferansta herhangi bir çözüm sağlanamasa da, ortam İsrailliler ile Filistinlilerin temasına hazırlanmış oldu.
ABD’li müzakerecilerden Dennis Ross'un 2004 yılında yayınlanan ‘Kayıp Barış’ adlı kitabında yazdığı gibi, ABD ve Sovyetler Birliği'nin gözetiminde gerçekleşen Madrid Konferansı’nın amacı, Mısır-İsrail barış anlaşmasının bir benzerinin diğer Arap ülkeleriyle İsrail arasında yapılmasını teşvik etmekti.  
30 Ekim 1991 yılında başlayan ve üç gün süren Madrid Konferansı’nın iki hedefi vardı: İsrail ile Arap ülkelerinin barışması, İsrail ile Filistinlilerin BMGK’nın 242 (1967) ve 338 (1973) sayılı kararları çerçevesinde doğrudan müzakerelere başlaması. Görüşmelerde ayrıca, silahlanmanın kısıtlanması, mülteci meselesi, su ve ekonomi meselelerini ele alan çok taraflı müzakereler gerçekleştirildi. Bu konferans Araplar ile İsrail arasında gerçekleştirilen geniş kapsamlı ilk toplantı olma özelliğini taşıyordu.
Birleşmiş Milletler'e göre Madrid Konferansı’na müteakip süreçte 1993’te İsrail hükümeti ile Filistin tarafını temsilen FKÖ karşılıklı olarak birbirini tanıdı. Ayrıca Filistinlilere ‘özerk yönetim’ vadeden Oslo Anlaşması’na giden süreçte bir dizi ön anlaşma yapıldı. Bu anlaşmalar uyarınca İsrail askeri güçleri bazı bölgelerden çekildi, bazı mahkûmlar serbest bırakıldı, Filistin Otoritesi’nin bölgelerinde kurumsal faaliyetler başlatıldı. BM’nin bu süreçteki katılımı uluslararası meşruiyetin takipçisi olarak önemliydi.
13 Eylül 1993'te FKÖ Başkanı Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı İzak Rabin’in ABD Başkanı Bill Clinton'un himayesinde el sıkışması, İsrailliler ile Filistinliler arasındaki çatışmayı sonlandıracak müzakerelerin başarılı olacağına dair bir umut yaratmak için yeterliydi.


BM Filistin temsilcisi Ralph Bunch , 14 Ekim 1948'de BM Genel Merkezi'nde (AFP)

Resmi adıyla, Geçici Yönetim Düzenleme İlkelerinin Bildirgesi, Oslo Anlaşması’nda Filistin ve İsrail tarafı birbirini karşılıklı olarak tanıdı. Anlaşmanın ilk bendinde, Filistin İsrail’in var olma hakkını, İsrail’de Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) Filistin halkının meşru temsilcisi olarak tanıdı. Anlaşmanın ikinci bölümünde, ‘barışın gerçekleştirilmesi’ için temel ilkelerin belirlenmesi, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’den aşamalı olarak çekilmesi ve sınırlı yetkilerle bir Filistin Otoritesi’nin seçilmesi kararlaştırıldı. İki tarafın mülteciler ve yerleşim yerleri gibi tartışmaları hususların en fazla üç yıl içinde çözüme kavuşturması üzerinde anlaşmaya varıldı. Bu kararlara istinaden geçiş süreci için beş yıllığına Filistin Otoritesi oluşturuldu. Beş yılın ardından BMGK’nın 242 ve 338 sayılı kararları çerçevesinde nihai bir çözüme varılması hedefleniyordu.
1994’teki Gazze-Eriha Anlaşması, Oslo Anlaşması’nın uygulanması amacıyla yapılmıştı. Bu karara göre İsrail Gazze ve Eriha’dan çekilecek, Filistin Otoritesi’nin kurumları bu bölgelerde yapılandırılacaktı. 1995 yılında Taba Anlaşması ya da İkinci Oslo Anlaşması çerçevesinde işgal altındaki Batı Şeria, A, B ve C bölgelerine ayrıldı. Yüzde 18'i kapsayan "A bölgesi"nin yönetimi idari ve güvenlik olarak Filistin'e, yüzde 21'lik "B bölgesi"nin idari yönetimi Filistin'e, güvenliği İsrail'e, yüzde 61'ini kapsayan "C bölgesi"nin idare ve güvenliği ise İsrail'e bırakıldı. C bölgesindeki her projenin İsrail tarafından onaylanması gerekiyordu. Bu anlaşmaya göre İsrail, 1996’da 6 Arap kentinden ve 400 Arap köyünden çekilecekti. İsrail hapishanelerindeki tutukluları serbest bırakacak ve Yasama Meclisi’ne 82 Arap üyenin seçilmesine izin verecekti.
Wye River-1 Bildirisi
Ancak bu ve önceki anlaşmaların çoğu bendinin uygulamada karşılık bulmaması nedeniyle iki taraf bir kez daha 1998’de ABD’nin gözetiminde bir araya geldi. ABD’nin Maryland eyaletinin Wye River şehrinde  sekiz gün süren görüşmeler sonrasında, İsrail ve FKÖ Wye River-1 Bildirisi'ni imzaladılar. Bu bildiriye göre İsrail güvenlik güçleri daha önce terk ettikleri bazı bölgelere yeniden girdi. Filistin Otoritesi de, ‘terör örgütlerinin faaliyetlerini kısıtlayacak’ bir dizi önlem alma taahhüdünde bulundu. Aynı zamanda İsrail ile Filistin yönetimi arasında güvenlik koordinasyonunu sağlayacak bir komite oluşturulması konusunda uzlaşıldı. ABD’nin de içinde yer aldığı terörizmle mücadele kapsamında ikinci bir güvenlik komisyonun kurulması da kararlaştırıldı. 1999 Haziran’ından önce nihai uzlaşma sağlanması üzerinde duruldu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Wye River Bildirisi’ndeki bazı bentleri uygulayıp bazılarını uygulamaması üzerine, 1999 yılında Wye River-2 toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda İsrail’den, birinci bildiride söz verildiği gibi, tutukluları serbest bırakması, Gazze’ye güvenli bir koridor açılmasına izin vermesi, Gazze limanının inşasına engel olmaması istendi.


Fransa ve İngiltere arasındaki bölge paylaşımını gösteren Sykes-Picot haritası (AFP)

Ancak taraflar arasındaki derin görüş ayrılıkları nedeniyle, söz konusu görüşmeler başarısız oldu. Özellikle ‘mültecilerin dönüş hakkı’, Kudüs ve kutsal bölgelere dair uzlaşma sağlanamıyordu.  11 Temmuz Camp David görüşmelerinden de uzlaşma çıkmayınca, 28 Eylül 2000 tarihinde İkinci İntifada başlatıldı. Mart 2001'de eski ABD Senatörü George Mitchell başkanlığında uluslararası bir komisyon oluşturuldu. Bu komisyon, İsrail yerleşim yerlerinin durdurulması ve iki taraflı şiddet olaylarının sonlandırılması çağrısında bulundu. Ancak Likud Partisi lideri Ariel Şaron’un 7 Şubat 2001’de seçimleri kazanmasıyla bu girişim de sonuçsuz kaldı.


İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres 13 Eylül 1993'te Washington'da Oslo Anlaşması’nı imzalarken (AFP) 

Eski ABD Başkanı Bill Clinton'un ifadesine göre, 2000 yılında Camp David’de gerçekleşen görüşmelerde, İsrail tarafı Gazze Şeridi’nden çekilmeyi, Batı Şeria’daki bazı bölgeler ile Negev Çölündeki bazı kısımları Filistinlilere vermeyi önerdi. İsrail ayrıca Eski Kudüs’teki ‘kutsal mekânların’ denetimini Filistin tarafına bırakmayı ve Filistinli mülteciler için oluşturulacak özel bir fona mali destek vermeyi teklif etti. İsrail’in ön koşulu ise Filistinlilerin, İsrail’in Doğu Kudüs’teki egemenliğini ve ‘yerleşim yerlerinin meşruluğunu’ kabullenmesiydi. Filistin tarafı ise, 1967 sınırları çerçevesinde, ‘mültecilerin geri dönüş hakkının’ tanınmasını ve İsraillilere Doğu Kudüs’teki Yahudi yerleşim yerlerine ulaşım hakkı verilmesini önerdi.  Ancak Dennis Ross, ‘Kayıp Barış’ adlı kitabında, ABD'nin Camp David'de ortaya koydukları uzlaşma teklifini yansıttığını ileri sürdüğü bir haritaya yer verdi. Bu haritaya göre Batı Şeria'nın yaklaşık yüzde 97'si Filistinlilerin kontrolünde görünüyordu. Taraflar İsrail’in Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi hususunda uzlaştı.


13 Eylül 1993'te Oslo Anlaşması'nın ardından Filistin lideri Yaser Arafat ve ABD Başkanı Bill Clinton (AFP)

Dennis Ross, kitabında Aralık 2000’de Washington’da yapılan görüşmelerin, herhangi bir anlaşmayla sonuçlanmadığını aktarıyor. Başkan Clinton’ın, iki tarafın görüşlerini yakınlaştırmak için önerilerde bulunduğunu ve taraflara 22 Aralık tarihine kadar uzlaşmaları için süre tanıdığını yazan Ross, Clinton’ın batı Şeria’nın yüzde 97’sini ve hava sahası egemenliğini Filistinlilere teklif ettiğini ileri sürüyordu.
İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un, 2000 yılının eylül ayında, kalabalık bir işgal gücü eşliğinde Mescid-i Aksa’ya girmesi ve burada saldırgan ifadeler kullandığı bir konuşma yapması,  İkinci İntifadanın fitilini ateşledi. Camide ibadet eden Filistinlilerle güvenlik güçleri arasında çatışmalar yaşandı. İkinci İntifada, Birinci İntifadan, çatışma dozunun daha yüksek olmasıyla temeyyüz etti. Filistinli silahlı direniş grupları, askeri olarak İsrail ordusuna karşı çatışmalara girdi. Filistin Enformasyon Merkezi’ne göre: İkinci İntifada sürecinde 4412 Filistinli hayatını kaybetti, 48322 Filistinli yaralandı. Öte yandan 1069 İsrailli yaşamını yitirirken, 4500 İsrailli yaralandı.
İkinci İntifada, Mısır’ın ev sahipliğinde düzenlenen Şarm eş-Şeyh Zirvesi’nde, Filistin Otoritesi’nin yeni seçilmiş başkanı Mahmud Abbas ile İsrail Başbakanı Ariel Şaron arasındaki ateşkes anlaşmasıyla, 8 Şubat 2005’te sona erdi.
ARAFAT'IN KEFİYESİ ABBAS'IN KRAVATI VE FİLİSTİN DEVLETİ DÜŞÜNÜN MİRASI -1-



Fırat’ın doğusunda tansiyon Suveyda'daki çatışmaların etkisiyle yükseldi

İsrail'in Suriyeli Dürzileri Suriye'den Golan Tepeleri’ne geçmelerini engellemek için aldığı önlemler ve göz yaşartıcı gaz kullanıldı, 16 Temmuz 2025 (AFP)
İsrail'in Suriyeli Dürzileri Suriye'den Golan Tepeleri’ne geçmelerini engellemek için aldığı önlemler ve göz yaşartıcı gaz kullanıldı, 16 Temmuz 2025 (AFP)
TT

Fırat’ın doğusunda tansiyon Suveyda'daki çatışmaların etkisiyle yükseldi

İsrail'in Suriyeli Dürzileri Suriye'den Golan Tepeleri’ne geçmelerini engellemek için aldığı önlemler ve göz yaşartıcı gaz kullanıldı, 16 Temmuz 2025 (AFP)
İsrail'in Suriyeli Dürzileri Suriye'den Golan Tepeleri’ne geçmelerini engellemek için aldığı önlemler ve göz yaşartıcı gaz kullanıldı, 16 Temmuz 2025 (AFP)

Sobhi Frangieh

Suriye'nin güneyindeki Suveyda ilinde yaşanan çatışmalar ve gerginlikler, Fırat'ın doğusunda tansiyonu yükseltti. Suriye Demokratik Güçleri (SDG), 15 Temmuz Salı günü Deyr Hafir bölgesine büyük bir takviye güç gönderdi ve Suriye ordusu ile bölgede saatlerce süren çatışmanın ardından Rakka sokaklarında askeri güç gösterisinde bulundu. Bu olaydan kısa bir süre önce Suriye hükümeti, büyük bir seferberlik ilan etmiş ve SDG ile temas hatlarına yönlendirmek üzere askeri güçlerini toplamıştı.

Bu gelişme, Suriye hükümeti ile SDG arasında Şam'da, ABD'nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın da katıldığı bir toplantının ardından yaşandı.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Suriye Savunma Bakanlığı'nın Suveyda iliindeki çatışmalarla eş zamanlı olarak SDG ile temas hatlarına doğru asker ve teçhizat takviyesi talebinde bulunduğunu öğrendi. Bu talebe SDG'nin Suveyda'daki gerginliklerden yararlanarak Suriye ordusuna karşı saldırılar düzenlemesinden duyulan endişeler neden oldu. Bu endişeler, iki taraf arasında Halep kırsalında yaşanan çatışmaların ardından ortaya çıktı. Takviye güçler, Halep'teki mevcut kuvvetlerin yanı sıra Şam ve Hama kırsalından gönderildi. Al Majalla'ya konuşan kaynaklar, Suriye hükümetinin SDG ile çatılmaya girmek istemediğini, ancak Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile SDG lideri Mazlum Abdi arasında varılan anlaşmanın uygulanması için tüm yolların, müzakerelerin ve arabuluculukların başarısız olması durumunda çatışmadan kaçınmayacağını söylediler.

Tıkanan müzakereler ve Batılı ülkelerin arabuluculuğu

Suriye devleti ile SDG arasında 9 Temmuz Çarşamba günü ABD'nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Barrack’ın da katıldığı toplantıdan Suriye hükümeti operasyonel düzeyde bir sonuç çıkmasını beklemiyordu. Şara ve Abdi arasında 10 Mart'ta imzalanan anlaşmanın öngördüğü komitelerin önceki toplantıları hiçbir pratik düzeyde ilerleme sağlamamıştı. Çünkü her iki taraf da ülkenin geleceği için en uygun olduğunu düşündüğü görüşte ısrarcıydı.

Edinilen bilgilere göre Suriye hükümeti, Barrack’ın Şam'da yapılan toplantıya katılmasını olumlu bir şekilde karşıladı. Barrack’a SDG'nin geçtiğimiz mart ayında Washington'ın teşvik ettiği ve kolaylaştırdığı anlaşma üzerinde pratik bir uzlaşmaya varılmasını geciktirdiğini açıklamak isteyen Suriye hükümetinin hedefi gerçekleşti ve Barrack, SDG'yi ‘oyalamakla’ suçladı. Müzakerelerin yolunun Şam'a çıktığını söyleyen Barrack, “Bağımsız bir devletin içinde ayrı veya vatansever olmayan bir yapı olamaz” diye ekledi. ABD’li yetkili, ‘tek bir ulus, tek bir halk, tek bir ordu ve tek bir Suriye’ye ulaşmak için taviz vermenin önemini vurguladı.

Suriye hükümeti, Suveyda'daki gerginliğin kendi lehine ve sosyal ve askeri düzeyde kayıpsız bir şekilde sona ermesini, SDG ile müzakerelerde imajını ve elindeki kozları korumak için önemli bir faktör olarak görüyor.

Suriye hükümeti tarafından toplantının ardından yapılan açıklamada, ‘Suriye Arap Cumhuriyeti'nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne aykırı her türlü bölünme veya federalleşme biçiminin’ reddedildiği belirtildi. Açıklamada, “Ayrılıkçı projeler veya dış gündemlere bahis oynamak, kaybeden bir bahistir ve Suriye ordusu, tüm vatandaşları birleştiren ulusal bir kurumdur” sözlerine yer verildi. Bunun yanında Suriye hükümeti, ‘Suriyeli SDG üyelerinin onaylanmış anayasal ve yasal çerçeve içinde saflarına katılmasını’ memnuniyetle karşıladığını da vurguladı. Suriye hükümeti, bu üç temel ilke üzerinden müzakere kurallarını ‘tek ordu, bireysel katılım, federalizm veya ademi merkeziyetçiliğe geçit vermeme’ olarak belirledi. Ancak bu üç kural, SDG'nin gelecek dönem için öngördüğü senaryolarla tamamen çelişiyor. Yani pratik olarak başlangıç noktasına geri dönülüyor.

Al Majalla'nın edindiği bilgilere göre taraflar müzakerelere açık olmaya devam ediyor ve ABD'nin arabuluculuğuna olumlu yaklaşıyor. Buna son olarak, Suriye devleti ile SDG arasında anlaşmanın uygulanmasına yönelik mekanizmanın oluşturulmasını kolaylaştırma sürecinde daha büyük bir rol oynamak isteyen Fransa'nın güçlü isteği de eklendi. Suriye devleti, SDG'ye düşman olan bölgelerdeki unsurların durumu karmaşıklaştıracak askeri hareketlerde bulunmasından endişe duyduğu için dosyanın etkili bir şekilde ilerlemesini istiyor gibi görünüyor. Ayrıca hükümet, Suveyda'daki gerginliklerin kendi lehine ve sosyal ve askeri düzeyde kayıpsız bir şekilde sona erdirilmesini, SDG ile müzakerelerde imajını ve elindeki kozları korumak için önemli bir faktör olarak görüyor.

dfbghyju
İsrail'in Suriyeli Dürzileri Suriye'den Golan Tepeleri'ne geçmelerini engellemek için aldığı önlemler, 16 Temmuz 2025 (AFP)

Suriye hükümeti birçok dosya üzerinde aynı anda çalışıyor ve askeri hazırlık yapıyor

Suriye hükümeti, Fırat'ın doğusu ile ilgili birkaç dosya üzerinde aynı anda çalışıyor. Bu dosyaların başında ABD'nin DEAŞ dosyasını ve terör örgütü üyeleri ile ailelerinin tutulduğu hapishaneleri kapatma isteğine güvenmesi geliyor. Suriye hükümeti, ABD'nin Suriye'deki güçlerini azaltmasını bir fırsat olarak görüyor ve ABD'ye müttefik olarak örneğin, DEAŞ’la Mücadele Uluslararası Koalisyonu’na (DMUK) katılmak veya DMUK’la koordinasyon sağlamak gibi bazı teklifler sunuyor. Heyet Tahrir’uş-Şam (HTŞ) ve eski lideri Şara terör listesinden çıkarıldıktan sonra bu yol açılmış oldu. ABD tarafıyla Suriye'deki askeri varlığının niteliği konusunda bir uzlaşma sağlanması ise bir diğer koz olarak görülüyor. Buna göre Washington'ın, İran'ın nüfuzunun yeniden yayılmasını engellemek ve bölgedeki müttefiklerini koruma imkânı sağlayan stratejik öneme sahip et-Tanf Askeri Üssü’nün yakın ve orta vadede varlığını sürdürmek istediği belirtiliyor.

Şam ile Washington arasındaki yakınlaşma Şam tarafından ABD’nin SDG'ye verdiği desteğin önemli ölçüde gerilemesi ve Beyaz Saray'ın SDG ile Suriye devleti arasındaki uzlaşıyı destekleme eğilimi olarak görülüyor. Şam bugün buna güveniyor, çünkü SDG ile savaşın alternatifinin yavaşlamak ve ABD'nin SDG üzerindeki baskısına boyun eğmek olduğuna inanıyor. Öte yandan Şam bu baskının karşılıksız olmadığının tamamen farkında.

SDG saflarında yer alan üçüncü bir taraf ise çözümün Şam ile müzakere etmek olduğuna ve Washington ile Şam arasındaki yakınlaşmanın SDG'ye yönelik uluslararası desteğin devamını tehdit ettiğine inanıyor.

Suriye hükümetinin üzerinde çalıştığı ikinci dosya ise Fırat'ın doğusunda bulunan ve SDG tarafından silah altına alınan Arap ve Kürt unsurları pasifize etmek suretiyle güvenliği sağlama dosyası olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle de SDG’nin kontrolü altındaki bölgelerde, binlercesi yabancı uyruklu olmak üzere DEAŞ üyelerinin tutulduğu yaklaşık 24 hapishanenin yanı sıra birkaç yıl önce DMUK tarafından DEAŞ’a karşı yürütülen operasyonlar sırasında bu kamplara sığınan DEAŞ üyelerinin ve Suriyeli sivillerin ailelerine ev sahipliği yapan El Hol ve Roj kampları bulunduğundan, bölgenin sahneyi daha da karmaşık hale getirecek bir savaş durumuna sürüklenmesini ve bunun Suriye'nin geri kalan bölgelerine yansımasının önlenmesi amaçlanıyor.

Al Majalla’nın edindiği bilgilere göre 9 Temmuz Çarşamba günü Şam'da hükümet heyeti ile SDG heyeti arasında yapılan toplantının ardından Suriye devleti tarafından yapılan açıklamanın amaçlarından biri de SDG'ye kızgın olan kesimlere, Suriye devletinin onlar adına da müzakere ettiği, dolayısıyla şu anda Arap ya da Kürt tarafların heyetlerinin üçüncü bir taraf olarak SDG ile müzakere etmesine ya da SDG'ye karşı çıkmasına gerek olmadığı mesajını vermekti.

Üçüncü dosya ise ekonomik dosya. Çünkü Şam, SDG ile petrol ekonomisi konusunda varılan mutabakatı kaybetmek istemiyor. Suriye hükümetinin tükettiği petrolün bir kısmı SDG'nin kontrol ettiği bölgelerden geldiğinden SDG ile çatışmaya girmek ekonomik, siyasi ve güvenlik düzeyinde maliyetli olur. Bu da hükümetin sona erdirmeye çalıştığı güvenlik tehditlerinin varlığıyla ilgili şu an istemediği bir durum ortaya çıkarıyor.

uı
Suriye'nin doğusundaki Deyrizor ilindeki Ömer Petrol Sahası’nda düzenlenen askeri geçit törenine katılan SDG üyeleri, 23 Mart 2021 (AFP)

Şam aynı zamanda müzakere sürecinin başarısız olması durumunda askeri çözüm seçeneklerini ve bunun sonuçlarını da değerlendirmeye çalışıyor. Askeri planlar hazırlamaya ve bölgeye takviye güçler göndermeye başladı. Ayrıca askeri operasyonların uluslararası ve bölgesel etkilerini de değerlendiriyor. Bunun yanında DEAŞ'ın kaosu kendi lehine kullanarak Fırat'ın doğusundaki hapishanelere veya askeri güçlere saldırılar düzenlemesi açısından askeri operasyonların yansımalarını da dikkatle inceliyor.

SDG içinde anlaşmazlıklar ve en kötü senaryolara karşı hazırlık

Al Majalla, SDG'nin karar alma merkezlerinde iç anlaşmazlıklar olduğu bilgisine ulaştı. Edinilen bilgilere göre bölünme, SDG’nin bazı üst düzey isimlerinin PKK lideri Abdullah Öcalan'ın silahlı mücadeleyi sonlandırıp Türk devletiyle çözüm yoluna gitme yönündeki eğilimine yakın durmalarından kaynaklanıyor. Öte yandan SDG içindeki bazı çevreler, PKK'nın Türk devletiyle olan deneyiminin SDG'nin deneyimiyle tamamen uyumlu olmadığını ve SDG'nin bugünkü gücünün uluslararası destek ve uluslararası güvenlik alanında büyük ilgi gören dosyalar, özellikle DEAŞ ile mücadele ve DEAŞ üyeleri ile ailelerinin bulunduğu hapishanelerin ve kampların yönetimi üzerine kurulu olduğunu düşünüyor.

PKK lideri Abdullah Öcalan, 8 Temmuz Salı günü, yaklaşık 26 yıl sonra ilk kez bir videoda göründü ve videoda Türkçe olarak “Silahlı mücadele dönemi sona erdi, ulusal kurtuluş savaşı dönemi sona erdi. Bugün silahın değil, siyasetin ve demokratik mücadelenin gücüne inanıyoruz” ifadelerini kullandı. Öcalan ayrıca PKK'nın tüm destekçilerine ve Kürt güçlerine barışa yönelmeleri ve şiddetten uzak durmaları çağrısında bulundu.

Rusya arabulucu rolünü oynamaya, bir yandan SDG ile iletişim kanallarını açık tutarken diğer yandan Suriye'de siyasi ve ekonomik kazanımlar elde etmek için Şam ile müzakere gücünü artırmaya çalışıyor.

SDG ve Fırat'ın doğusundaki Kürt güçlerin önümüzdeki günlerde birkaç toplantı düzenleyerek Öcalan'ın mektubunu, bölgenin geleceğini ve Öcalan'ın barışa yönelme talebine dayalı Kürt meselesini ve bunun SDG'nin askeri ve siyasi yapısı içindeki Kürtlerin birliği üzerindeki etkilerini tartışmaları bekleniyor.

Bu arada SDG, Rakka ve Kamışlı'da yeni silahlı üyeler yetiştirmek için çeşitli askeri eğitim kursları düzenliyor. Bu üyelerin çoğu, Suriye rejiminin eski mensupları. Al Majalla'ya konuşan birkaç kaynak, SDG'nin geçtiğimiz aylarda yüzlerce eski rejim mensubunun SDG bölgelerine gelmesine izin verdiğini ve ailelerini bölgeye getirmelerini kolaylaştırdığını söyledi. Bu kişilerin Şam ile geri dönüşü olmayan bir noktaya gelinmesi ve savaş kararı alınması durumunda SDG'nin yararlanacağı yeni bir güç olması bekleniyor. SDG, bu kişilerin hükümetin kontrolündeki bölgelere geri dönemeyeceklerinden dolayı kendisi için daha güvenli olduğunu düşünüyor. Bu kişiler de SDG ile Şam arasında bir anlaşma sağlanmasının kendi çıkarlarına aykırı olduğunu düşünüyor.

Rusya, Fırat'ın doğusundaki karmaşık durumu sessizce kullanmaya çalışıyor

Rusya, Suriye rejiminin düşmesinden bu yana Fırat'ın doğusunda sessiz ve sakin bir şekilde hareket ediyor. Son aylarda Kamışlı Hava Üssü’ndeki güçlerine takviye gönderen Rusya, Fırat'ın doğusunda bulunan eski Suriye rejimi ordusu komutanlarıyla iletişim kanallarını açtı ve onları üsse davet ederek iş birliği teklifinde bulundu. Ayrıca hava üssünde her iki taraf arasında neredeyse haftalık olarak yapılan toplantılarla SDG ile temas ve müzakere kanallarını açık tutmaya devam ediyor.

Al Majalla'nın edindiği bilgilere göre Rusya, Suriye'nin Batı eksenine kaymasının kaçınılmaz olmadığını ve Suriye hükümetine yeni Suriye ordusunu güçlendirmek için Rus silahları satın alması için kolaylıklar sağlayarak Şam ile askeri açıdan temas kurma ve anlaşma fırsatı olduğunu düşünüyor. Bunun Rusya'nın Şam'ın Lazkiye'nin güney doğusunda yer alan Hmeymim Hava Üssü’nde ve Kamışlı'da kalmasına onay vermesini sağlamasını bekliyor.

dfgthy
Suriye güvenlik güçleri güneydeki Suveyda’da, 16 Temmuz 2025 (AFP)

Suriye hükümeti, Fırat'ın doğusunda Rusya'nın faaliyetlerini endişeyle izliyor. Özellikle Rusya'nın Hmeymim üssünden Kamışlı havaalanına askeri personel ve teçhizat nakli faaliyetlerini. Al Majalla'ya konuşan birçok kaynak, Suriye Dışişleri Bakanlığı'nda bugün, Şam'ın Fırat'ın doğusundaki Rus faaliyetlerinden memnun olmadığını belirten açık bir mesajın Ruslara gönderilmesi yönünde seslerin yükseldiğini söyledi. Fırat'ın doğusundaki halkın ruh hali çelişkilerle kaynıyor ve siviller arasında gerginlik hâkim. Bu durum bölgede çatışmayı alevlendirmek isteyenler için elverişli faktörler oluşturuyor. Bu faktörler de bölgede çatışmayı alevlendirmek isteyen her türlü güce yardımcı oluyor.

Rusya arabulucu rolünü oynamaya, bir yandan SDG ile iletişim kanallarını açık tutarken diğer yandan Suriye'de siyasi ve ekonomik kazanımlar elde etmek için Şam ile müzakere gücünü artırmaya çalışıyor. Rusya'nın SDG ile ilişkisi ve Suriye devletinin otoritesinden uzak olan Kamışlı havaalanındaki askeri varlığı, Rusya'nın elindeki güçlü kozlardan biri. Bu da Suriye devletinin, bir yandan Rusya’nın varlığını ve bunun güvenlik ve sosyal açıdan doğurduğu sonuçları, diğer yandan da siyasi boyutu ve bu varlığın Suriye devletinin Batı eksenindeki güçlerle, Rusya'nın Suriye'deki nüfuzunu zayıflatmaya çalışan anlaşmaları üzerindeki etkisini gündemine eklemesine neden oluyor. Buna siyasi boyut ve bu varlığın Suriye devletinin, Suriye'deki Rus nüfuzunu zayıflatmak isteyen Batı eksenindeki güçlerle olan mutabakatları üzerindeki etkisi de ekleniyor.

SDG de çatışmaya girmek için acele etmiyor. Daha önce Rusya’nın arabuluculuğunda Beşşar Esed rejimi ile yapılan müzakerelerde elde edemediği kazanımları yeni Suriye devleti ile elde etmeye çalışıyor.

Herkes sabırla beklerken Suriye Halk Meclisi oluşuyor

Suriye hükümeti, askeri çözümün Fırat'ın doğusu sorununu çözmede en etkili yol olmadığının farkında. İç, bölgesel ve uluslararası düzeydeki karmaşıklıkların farkında olan Suriye, PKK'nın silah bırakması ve siyasi yollara yönelmesi için atılan adımların başarısı veya başarısızlığının SDG ve devam eden müzakere süreci üzerinde etkisi olacağını düşünüyor. Şam, SDG ile yapılan anlaşmanın sadece iç mesele olmadığını, bölgesel ve uluslararası tarafların (Türkiye ve Batı ülkeleri) endişelerini de dikkate alması gerektiğini de çok iyi biliyor.

Öte yandan Al Majalla'nın edindiği bilgilere göre Suriye Halk Meclisi üyelerinin seçilmesi ve atanması için hazırlık yapan komite, Cumhurbaşkanlığının talimatı doğrultusunda çalışmalarını yavaşlatarak, Fırat'ın doğusundaki güçlerin içinde etkili olan kişilerin katılımına imkan tanımak ve bu kişileri değerlendirmeye almak için zaman kazanıyor. Bu hamle, Şam’ın müzakere sürecini kolaylaştırmak ve bir anlaşmaya varmak için attığı yeni bir adım olarak görüldü.

SDG de savaşa acele etmiyor ve daha önce Rus arabuluculuğunda Esad rejimi ile yapılan müzakerelerde elde edemediği kazanımları yeni Suriye devleti ile elde etmeye çalışıyor. Ancak aynı zamanda savaş senaryosuna da hazırlanıyor ve elinde uluslararası düzeyde sıcak dosyalar var: Irak sınırları, DEAŞ ve Kamışlı havaalanında Ruslarla varılan mutabakatlar.

SDG de çatışmaya girmek için acele etmiyor. Daha önce Rusya’nın arabuluculuğunda Beşşar Esed rejimi ile yapılan müzakerelerde elde edemediği kazanımları yeni Suriye devleti ile elde etmeye çalışıyor. Ancak aynı zamanda savaş senaryosuna da hazırlanıyor ve elinde Irak ile ortak sınırlar, DEAŞ, Kamışlı Hava Üssü ve Ruslarla varılan mutabakatlar gibi uluslararası düzeyde önemli dosyalar bulunuyor.

Dosyanın karmaşıklığı, Şara-Abdi anlaşması uyarınca yıl sonuna kadar dosyanın çözülmesini zorlaştırıyor, ancak uluslararası arenadaki ve Suriye'deki koşullar baskı yaparsa bu mümkün olabilir. Bunun yanında Türkiye ile PKK arasındaki müzakerelerin sağlıklı bir şekilde sonuçlanması ve iç diplomasi yolunun tercih edilmesi, özellikle de askeri çözümlere yönelmenin hem iç hem dış olmak üzere her açıdan maliyetli olacağı düşünüldüğünde önem kazanıyor. Diplomatik çabaların arasında, barışçıl yolların tıkanması durumunda her türlü duruma hazırlanan iki taraf arasında askeri çatışma ihtimali de göz kırpıyor.