Cezayir’in siyasi camiler ve meyhaneler arasındaki hikayesi

Başkent Cezayir’deki Keçiova Camii. (AFP)
Başkent Cezayir’deki Keçiova Camii. (AFP)
TT

Cezayir’in siyasi camiler ve meyhaneler arasındaki hikayesi

Başkent Cezayir’deki Keçiova Camii. (AFP)
Başkent Cezayir’deki Keçiova Camii. (AFP)

Emin ez-Zavi
Cezayir’in eski Cumhurbaşkanı Huari Bumedyen, ülkenin petrol sahalarını 24 Şubat 1971 tarihinde Fransız şirketlerin egemenliğinden alarak millileştirdi. Bumedyen tarafından tek taraflı ve sürpriz şekilde alınan bu karar çok uluslu şirketler aracılığıyla tamamen Cezayir petrolüne el koyan Fransa’yı kızdırmıştı. Fransız rejimi, Cezayir’i ekonomik, ticari ve siyasi olarak kuşatmaya başladı. Bu durum, Fransa’da ikamet eden Cezayir toplumuna karşı ırkçı faaliyetler düzeyinde de görüldü. Aynı şekilde Fransız yetkililerin Cezayir’i ekonomik ve ticari olarak cezalandırmak üzere aldığı önlemler arasında (Fransa, Avrupa ve ABD pazarlarında seçkin bir marka olarak kabul edilen ve Fransızların masalarında en sevilen içecek olan) Cezayir şarabının ithalatını boykot etme kararı da vardı. Cezayir’in yıllık şarap üretiminin büyük ve çeşitli miktarlarda olduğu göz önüne alındığında Cezayir rejimi bu miktarların nasıl harcanacağı hususunda şaşkındı. Bu çerçevede yakıtı millileştirme kararına, 19 Haziran 1965 tarihinde Huari Bumedyen’in Cumhurbaşkanı Ahmed bin Bella’ya karşı önderlik ettiği askeri darbenin nedenlerini unutturan ‘popülist söylemlerden, büyük ulusal direnişten’ sert bir dalga eşlik etti. Eski sömürgecilere karşı millileşmeye eşlik eden bu vatansever coşku, devrimci başkana ulusal meşruiyet ve liderlik tacını giydirdi. Hidrokarbon rezervlerinin millileştirilmesi, birçok aydının da askeri devrimci cumhurbaşkanının etrafında toplamasını sağladı. Bu aydınların arasında, Cumhurbaşkanı Ahmed bin Bella’nın birkaç yıl önce sağ kolu olan solcular ve Cezayir şaraplarının Fransa tarafından boykot edilmesine yanıt veren popülistler de bulunuyordu. Cumhurbaşkanı Huari Bumedyen’e karşı siyasi bir fetvadan dolayı düşmanlığıyla bilinen solcu entelektüellerden Tahir bin Aişe (2016 yılında öldü), Fransa’nın boykot kararına şu ifadelerle yanıt vermişti;
“Sömürgeci Fransa’nın ulusal ekonomiye ve özellikle de alkol üretimine karşı uyguladığı kuşatmayla yüzleşmek, ülkenin harika şarabını pazarlayabilmesi için hepimiz açısından ulusal bir görevdir. Her vatandaş günde bir şişe şarap tüketmelidir. Bu şekilde Fransa’nın kuşatmasına karşı gelebiliriz. Ulusal ürünü tüketip ülke ekonomisini koruyabiliriz!”
Cumhurbaşkanı Bumedyen, Fransa’nın Cezayir şarabına uyguladığı kuşatmaya yanıt olarak kızgın ve kötü düşünülmüş popülist bir tarzda, tarım uzmanlarına başvurmadan ‘küresel şarabın üretimi ve tüketimi için en iyi üzümleri sağlayan tüm bostanların sürülmesi emrini verdi. Sürülen bu topraklara ise üzüm yerine buğday dikilmesi çağrısında bulundu. Hemen ardından da üzüm bağları, batıda, doğuda ve yüksek platolarda tamamen yerle bir edildi ve bir sonraki dönem yerlerine buğday ekildi. Ancak daha sonra bu toprakların buğday yetiştirmeye elverişli olmadığı anlaşıldı. Hiçbir ürün alınamadığı için de tarlalarda çalışan yüz binlerce tarım işçisi işsiz kaldı ve toprak ihmal edildi. O sıralarda yükselen İslami eğilim, bu fırsatı (alkole karşı kampanya) popüler sahnedeki varlığını güçlendirmek için kullandı.
Bumedyen rejimi ise zaman zaman komünistlere darbe vurmak için harekete geçti. ‘Bazen de Beşir Hacı Ali ve daha sonra Sadık Hacras liderliğindeki ‘Öncü Sosyalist Partisi’, Huseyin Ayet Ahmed liderliğindeki ‘Sosyalist Kuvvetler Cephesi’, Muhammed Budiaf liderliğindeki ‘Sosyalist Devrimci Parti’ gibi yasaklanan solcu ve aktif partiler’, bazen de ‘başkentteki evinde düzenlediği fikri seminerler sırasında Malik bin Nebi etrafında toplanan isimlerin oluşturduğu İslami eğilim’ arasında bir denge kurmak için siyasi bir eğirme girişimine başladı. Bu İslami eğilim, Müslüman Alimler Birliği’nin (daha sonra Cezayir’de Müslüman Kardeşler doğdu) ve İslami Kurtuluş Cephesi’nin (FIS) doğuşuna kadar gelişen selefi davası akımının bir kalıntısıdır.
Bostan tarlaları sürüldükten ve Cezayir şarap üretimi çeşit ve miktar düzeyinde çöküşe ulaştırıldıktan sonra ülke küresel pazarda rekabet edemez hale geldi. İslami akımlar, toplumu temizleme bahanesi altında büyük günahlardan, Akdeniz’in en güzel barları sayılan (başkent Cezayir, Vahran, Annaba, Bejaia, Tilimsan, Konstantin, Skikda, Cicel şehirlerindeki) gece kulüplerinin kapatılması taleplerine yöneldi. Bu barlar, yüzlerce tanınmış yazar, ressam, film yapımcısı ve politikacının uğrak mekanları olarak biliniyordu. Fransızların ve Avrupalıların 1962 yılında ülkeden ayrılması sonrasında ve özellikle de 19 Haziran 1965 darbesinin ardından saf bir Cezayir İslami topluluğu arama bahanesi altında bu barlara el konuldu. Cezayir’de aynı zamanda meyhanelere karşı da açıktan bir savaş başlatıldı. Bu savaş bugüne kadar da süregeldi. Bu alanların kapatılması ve uyuşturucuyla mücadele kapsamında gelen bu eğilim, toplumun İslamlaştırılmasının bir teşvikiydi. Cezayir toplumu “küfürden” önceki haline dönüştürülecekti! Dini eğilimin yaygınlaştırılması için ‘ahlaki söyleme’ yatırım yapılmaya başlandı. Cezayir’in geri kalmışlığının nedeninin bu barlar olduğu söylendi. Bu akım, barlar kapanana kadar çağrılarını ve tehditlerini durdurmadı. Nihayetinde Cezayir’de oldukça az sayıda bar açık kaldı.
Dikkate değer olan durum, Cezayir şarabının üretiminin çökmüş ve kalitesinin de düşmüş olmasına, meyhanelerin kapatılmasına rağmen ülkenin halen her çeşit alkollü içeceğin en büyük tüketicilerinden biri olması. Öyle ki Cezayir bu içecekleri en çok tüketen ülkeler arasında yer alıyor. Ama garip ve şaşırtıcı olan soru Cezayirlilerin meyhaneler ve bunları satan dükkanlar kapatıldıktan sonra bu şarapları ve alkollü içecekleri nasıl ve nereden temin ettikleriydi. İslami eğilimin baskısı altındaki bazı vilayetler, bu alkollü içeceklerin Cezayir topraklarında satışını yasaklayan kararnameler ve yasalar yayınladı. Bu emir, ülkenin farklı bölgelerinde yaşayanlar arasındaki vatandaşlık ve eşitlik haklarına aykırı. Ancak siyasi yetkililerin İslami siyaset baskısı altında resmi barları kapattığı ülke, tamamen meyhanelere açık bir kapı haline geldi. Ormanlar, alkol içenler için bir yuva oldu. Yollar, sokaklar ve belediye önleri boş şişeler için açık çöplüklere dönüştü. Nihayetinde bilinçsiz tüketim nedeniyle trafik kazalarında ve saldırılarda artış yaşandı.
Meyhanelerin ve lisanslı alkollü içecek satan dükkanların kapatılmasına paralel olarak bu maddelerin ticaretini yapan komisyonlar ordusu baş gösterdi. Bunlar, kalite kontrolü dışındaki bu malların kaçakçılığında imparator oldular. Ürünler, bazı şehirlerde ve köylerde gerçek fiyatları çarpıtılarak kurgusal fiyatlarla satıldı. Bu ekonomik parçalanmada durumun stabil tutulması için baskı yapılmaya başlandı. Çünkü bu ürünün piyasasını yasallaştırma düşüncesi, söz konusu imparatorluğu çökertecekti. Diğer taraftan bazı taraflar camiler inşa etmek, dernekler ya da kişilere destek olmak için para harcamaya başladı. Tüm bunlar, kendilerine ideal bir imaj oluşturmak için ortaya koyuluyordu.
Cezayir, tüm vilayetlerde ve bazı şehirlerde meyhanelerin ve alkollü içecek satan dükkanların kapatılması karşısında cami sayısı bakımından ilk sırada yer alan Mağrip ve Arap ülkelerinden biri haline geldi. Örneğin Tizi Vuzu ve Buyra vilayetlerindeki camilerin sayısı, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki (BAE) cami sayısından fazla. Ancak Ras Cebel’deki her mahallede, her sokakta ve her köyde görülen cami sayısındaki artışla beraber alkol kullanma alışkanlığı azalmadı. Ayrıca yolsuzlukla mücadele edilemedi ve Ramazan Ayı’nda ve sonrasında dolandırıcılık da azalmadı. Bu çok sayıda cami vatana, işe ve topluma dair olumlu bir vatandaş oluşturamadı. Sokaklardaki kirlilik devam etti ve kadınlara yönelik taciz arttı. Aynı şekilde bazı taraflar zekat fonlarının açılması çağrısı yaparken şehirlerde de kargaşa baş gösterdi.
 
Dinden önce ahlak, dinden önce vatandaşlık...
Cezayir şehirlerinde rejim tarafından meyhanelerin kapatılması, şarap ve alkollü içecekleri tüketenlerin sayısını azaltmadı ve tüketimi durdurmadı. Aksine ülkeyi tüm risklere açık bir kapı haline dönüştürdü. Aynı şekilde yaklaşık 2 kilometrede bir minareleri yükselen çok sayıda cami de vatandaşlık hissiyatını güçlendiremedi. Bunların aksine siyasi din tüccarlarının Allah’ın evlerine sızmasına izin verdi. Toplumda insani ve ekonomik yolsuzluk kaosu ve çeşitliliği arttı. Vatandaşlar dinlerinden uzaklaşarak politikacıların dinine girdi.
Ciddi bir zihinsel ve demokratik kültürün olmadığı bir toplumun siyasi bir dini de olamaz.

 


Fransa: Hamas Gazze Şeridi'nin kontrolünü yeniden ele geçirdi

Hamas savaşçıları, 13 Ekim 2025'te Han Yunus'ta İsrail tarafından serbest bırakılan Filistinli mahkûmları taşıyan otobüslere eşlik ediyor. (DPA)
Hamas savaşçıları, 13 Ekim 2025'te Han Yunus'ta İsrail tarafından serbest bırakılan Filistinli mahkûmları taşıyan otobüslere eşlik ediyor. (DPA)
TT

Fransa: Hamas Gazze Şeridi'nin kontrolünü yeniden ele geçirdi

Hamas savaşçıları, 13 Ekim 2025'te Han Yunus'ta İsrail tarafından serbest bırakılan Filistinli mahkûmları taşıyan otobüslere eşlik ediyor. (DPA)
Hamas savaşçıları, 13 Ekim 2025'te Han Yunus'ta İsrail tarafından serbest bırakılan Filistinli mahkûmları taşıyan otobüslere eşlik ediyor. (DPA)

Fransa hükümeti bugün, Hamas'ın Gazze Şeridi'nin kontrolünü yeniden ele geçirdiğini belirterek, Filistin topraklarında güvenliği ve yönetimi yeniden tesis etmek için ‘acil’ önlemlerin alınması çağrısında bulundu.

Fransa Hükümet Sözcüsü Maud Bregeon, kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada, “Amerikalılar Gazze Şeridi'ni istikrara kavuşturmak için biraz zamana ihtiyaç duyulacağını belirttikten sonra Hamas, Gazze Şeridi ve idaresinin kontrolünü yeniden ele geçiriyor ve muhaliflerine karşı baskı kampanyası yürütüyor” dedi.

Bregeon, “Bu bağlamda, insani yardım, güvenlik ve son olarak idare olmak üzere üç öncelikli alanla ateşkesin ikinci aşamasının uygulanması gerekmektedir” ifadesini kullandı.

ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance bugün Kudüs'te yaptığı açıklamada, Gazze Şeridi'nde Hamas'ı silahsızlandırma ve Filistin topraklarını yeniden inşa etme görevinin ‘son derece zor’ olacağını söyledi.

ABD Başkanı Donald Trump'ın geçtiğimiz eylül ayında Gazze Şeridi'ne barış getirmek için açıkladığı planın, Hamas'ı silahsızlandırma konusu da dahil olmak üzere birçok maddesi henüz uygulanmadı.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron dün yaptığı açıklamada, ateşkesin ‘çok kırılgan’ olduğunu belirterek, yardımların ulaştırılabilmesi için ‘insani yardım köprüleri ve çeşitli insani yardım yollarının açılmasına acilen geçilmesi’ çağrısında bulundu ve bunu ‘son derece acil bir mesele’ olarak nitelendirdi.


Trump'ın Gazze Şeridi’ne ilişkin planıyla ilgili notlar ve öneriler (2)

Trump, Şarm eş-Şeyh zirvesinde Gazze’de ateşkes anlaşması hakkında konuşurken (AFP)
Trump, Şarm eş-Şeyh zirvesinde Gazze’de ateşkes anlaşması hakkında konuşurken (AFP)
TT

Trump'ın Gazze Şeridi’ne ilişkin planıyla ilgili notlar ve öneriler (2)

Trump, Şarm eş-Şeyh zirvesinde Gazze’de ateşkes anlaşması hakkında konuşurken (AFP)
Trump, Şarm eş-Şeyh zirvesinde Gazze’de ateşkes anlaşması hakkında konuşurken (AFP)

Nebil Fehmi

İsrail ve Hamas Hareketi, Mısır, Katar, Türkiye ve ABD’nin çabalarıyla Gazze'de ateşkes anlaşması ve esir takası konusunda anlaşmaya vardı. ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs ve Şarm eş-Şeyh’i ziyaret etti ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed Al Sani ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte ‘barış bildirisi’ olarak adlandırdığı belgeyi imzaladı. İki olayın biçim ve içeriği önemli sonuçlar çıkarılmasına olanak tanıyor. Özellikle de Filistinlileri yerinden etme çabaları başarısız olduktan sonra İsrail'in hedefinin, Filistin devleti kurulmasına yönelik her türlü çabayı başarısızlığa uğratmak olduğu düşünülürse, barışın sağlanması için dikkate alınması gereken zorunluluklar hakkında önemli sonuçlara varılabilir.

İlk adım olarak ve Gazze’de ateşkes anlaşmasına eşlik eden siyasi ivmeden yararlanmak için esir takası ve Gazze'nin bazı bölgelerinden kısmi çekilmeyi öngören anlaşmanın ilk aşamasını uygularken, kararların sağlam bir şekilde yorumlanmasını sağlamak ve güçlendirmek gerekiyor.

Çatışan taraflar arasında garantörlerin katılımıyla bir anlaşma imzalandı. Anlaşmanın bazı maddeleri ile Netanyahu ve Hamas'ın uzun süredir açıkladıkları tutumlar arasında bazı çelişkiler olsa da Gazze'deki kahraman Filistin halkının acılarını hafifletmek için çeşitli adımlar atıldı. Netanyahu, Hamas silahsızlandırılıp tamamen ortadan kaldırılana kadar askeri operasyonları durdurmamakta ısrar ederken Hamas, savaş tamamen sona erene ve İsrail Gazze'den tamamen çekilene kadar tüm tutukluları ve cesetleri teslim etmemekte ısrar ediyor. Tüm bunlar çatışan tarafların hem insani hem de maddi olarak yorgun düştüğünü ve uluslararası toplumun, tüm insani kaygıları aşan devam eden operasyonların zulmünden bıkmış olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda anlaşma, belirsizliği ve genel ifadeleri olmasına rağmen, ileriye doğru atılmış yararlı bir adım olarak karşımıza çıkıyor.

Hem Kudüs hem de Şarm eş-Şeyh'teki etkinlikler, tüm uluslararası toplumun ABD’nin rolünü takdir ettiğini ve Başkan Trump'ı memnun etmeye ve onun tüm emsalleri ve gelenekleri aşan aşırı narsisizmine karşılık vermeye çalıştığını gösterdi. Buna, Trump'ın ustaca kullandığı önceki narsist liderler de dahildi ve narsist diplomasi ve kişilik, onun ve diğerlerinin hesaplarının bir parçası haline geldi.

Kudüs’teki toplantıya yalnızca ABD ve İsrail’den yetkililer katılırken, Şarm eş-Şeyh toplantısı, çok sayıda bölgesel ve uluslararası lideri bir araya getirdi. Toplantıda Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas hazır bulunurken, Netanyahu ve Hamas liderleri katılmadı. Bu durum, ABD ve İsrail'in tutumlarının birbirine yakın olduğunu ve Şarm eş-Şeyh toplantısına geniş katılımla temsil edilen ve yansıtılan uluslararası meşru tutumun dışında kaldıklarını gösterdi.

Trump, Kudüs'te İsrail'in tutumlarını ve Netanyahu'yu kişisel olarak övmek konusunda aşırıya kaçarken, Netanyahu da bu olayı İsrail'in siyasi sağı için kendi lehine kullanmaya çalıştı. Trump'ın ABD büyükelçiliğini Kudüs'e taşıma ve İsrail'in Golan Tepeleri'ni ilhakını tanıma kararının yanı sıra kendisine yönelik İsrail'in siyasi ve hukuki baskısını hafifletme girişimleri, anlaşmayı kapsamlı bir şekilde uygulamayacağını ve Filistinlilerin beklentilerini karşılamayacağını gösteriyor.

Trump, arabuluculuk sürecine ve Şarm eş-Şeyh törenine katılan liderlerin rolünü ve tutumlarını övgüyle karşılarken, anlaşmanın içeriğine veya uygulanması ve nihai hedefleri ile ilgili beklentilere ayrıntılı olarak değinmedi. Filistin halkının meşru umutları ve beklentilerini gerçekleştirebilmesini sağlamak olan son maddeden ve nihai hedeften ise hiç bahsetmedi.

Buna karşın Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, ülkesinin, Arap dünyasının ve uluslararası toplumun siyasi tutumunu tam olarak ortaya koydu. Sisi, nihai hedefin, ateşkesle başlayıp İsrail ile güvenlik ve emniyet içinde bir arada yaşayabilecek bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıyla sonuçlanacak, Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmek olduğunu açıkça vurguladı. Bu konuda başarılı da oldu. Bu da büyük bir uluslararası toplantıda önemli bir tutumun açıklanması ve Trump’ın da katıldığı bu önemli ve siyasi açıdan anlamlı ortamda, bu tutumun meşruiyeti ve gerekliliğinin geniş çapta desteklendiği anlamına geliyor. Mısır yönetimi, Filistinlilerin yerinden edilmesine karşı çıkmış ve Trump'ın bu fikrini geçici de olsa değiştirmesini sağlamıştı.

Trump’ın barış bildirisi ve Hamas-İsrail anlaşmasının maddeleri, ilk aşamalarda esir takası ve ateşkesle ilgili açık hükümler içerirken, sonraki aşamalarda içerik ve mekanizmalar açısından daha az açık ve ayrıntılı unsurlar içeriyordu. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bunlar arasında ‘Hamas'ın silahlarının imha edilmesi’ gibi çeşitli unsurlar yer alıyordu. ‘Silahların imha edilmesi’ (arms decommissioning) terimi teknik olarak idari komitenin rolü ve çalışma kuralları, geçici uluslararası güvenlik güçlerinin oluşumu, görevleri ve bir aşamadan diğerine geçmeden önce her bir maddenin uygulanmasının güvenliğini değerlendirmede İsrail'in rolünün sınırları anlamına geliyor.

Anlaşmanın sonlarına doğru, Filistin halkının meşru talepleri ve özlemlerini gerçekleştirebilecek koşulların yaratılmasına ilişkin maddeye yaklaşırken belirsizlik ve genel nitelik artıyor. Bu konuda, bir yandan İsrail'in tutumu ile diğer yandan Filistin ve uluslararası toplumun tutumu arasında, özellikle uluslararası hukukun onayladığı hususlarda büyük farklılıklar bulunuyor.

Tüm bu nedenlerden dolayı, söz konusu anlaşmanın başarılı ya da başarısız olmasının ve uluslararası toplumun istediği sonuçları elde etme kabiliyetinin, uluslararası toplumun, Batı Şeria ve İsrail'in buradaki eylemlerini göz ardı etmeden, uluslararası hukuk ve BM kararları uyarınca anlaşmayı istikrara kavuşturmak, güçlendirmek ve netleştirmek ve uygulanmasını sağlamak için bazı tutumlar sergilemesine ve önlemler almaya devam etmesine bağlı olduğuna inanıyorum. Bunlara şu örnekleri verebilirim:

1- Daha önce önerildiği gibi, New York'ta düzenlenen ABD-Arap ve İslam toplantısında uluslararası meşruiyete uygun anlaşmayı ve buna eşlik eden tutumları BMGK’ya onay için sunmak, güvenlik ve insani yardım tedbirleri için bir çerçeve ve meşruiyet sağlamak.

2- İnsani gıda yardımının sürekliliğini sağlamaya özel önem vererek, bu sektörün vatandaşlarına asgari insani yardımı politikleştirmeden sunmanın bir parçası olarak sektörün yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunmanın yanında, BM ve sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği içinde Filistin'in himayesinde uluslararası bir mekanizma kurularak İsrail'in neyin girişine izin verileceğini veya neyin yasaklanacağını belirleme hakkının güçlenmesini önlemek.

3- Hedef, İsrail güçlerinin Gazze Şeridi’nden tamamen geri çekilmesi olduğuna göre İsrail'in Gazze Şeridi'ndeki askeri konuşlanmalarını sağlamlaştırma yönündeki her türlü girişimini reddetmek.

4- İsrail’in Ürdün Nehri'nin Batı Şeria'sındaki eylemleri göz ardı edilmemeli. İsrail'in yayılmacı hamleleri vurgulanmalı ve reddedilmeli, İsrail bu eylemlerden sorumlu tutulmalı. Çünkü nihayetinde, adaletsiz ve yasadışı işgal devam ederken istikrarlı bir barışın imkansızlığı ve İsrail'in sahada başka gerçekler yaratmaya yönelik sayısız politikası ve uygulaması göz önüne alındığında, Filistin-İsrail çatışmasına nihai bir çözüm bulunmasını engelliyor. İsrail’in resmi olarak ilhak etmeyi istemediği veya ilhak edemediği aşamalarda bile, en belirgin örneği daha sonra geliştirilen ve ideolojik olarak istismar edilen Allon güvenlik planları ve Ariel Sharon'un Batı Şeria'ya odaklanmak için Gazze'den tek taraflı olarak çekilmesi gibi durumlarda, Trump'ın resmi ilhakı reddettiğini açıklamasına rağmen, bu yaklaşımı sürdürmekten çekinmeyeceği kesin.

Burada, İsrail'in aşırı sağcı bakanlarının ve ulusal güvenlik ve ilgili kaynakları yöneten yetkililerin, Netanyahu'nun hükümetinin istikrarını korumak istemesi ve bu yaklaşımı ideolojik olarak benimsemesinden yararlanarak, bu yıl içinde bu tür adımlara hız vereceklerini düşünüyorum. Öte yandan her ne kadar sorun ve çatışmalar çözülmemiş ve İsrail’in işgali sona erip Filistin devleti kurulana kadar da çözülmeyecek olsa, uluslararası toplumun Gazze’de ateşkes anlaşmasının hemen ardından İsrail'i kızdırmak konusunda öngörülebilir isteksizliği kullanmasını bekliyorum.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.


Esed'in ordusundan ayrılan subaylar orduya geri dönüyor

Suriye ordusunun mevcut durumu, kapasitesinin neredeyse yüzde 80'ini yok eden İsrail saldırılarıyla daha da kötüleşti (AFP)
Suriye ordusunun mevcut durumu, kapasitesinin neredeyse yüzde 80'ini yok eden İsrail saldırılarıyla daha da kötüleşti (AFP)
TT

Esed'in ordusundan ayrılan subaylar orduya geri dönüyor

Suriye ordusunun mevcut durumu, kapasitesinin neredeyse yüzde 80'ini yok eden İsrail saldırılarıyla daha da kötüleşti (AFP)
Suriye ordusunun mevcut durumu, kapasitesinin neredeyse yüzde 80'ini yok eden İsrail saldırılarıyla daha da kötüleşti (AFP)

Mustafa Rüstem

Yeni Suriye ordusu yerinde sayıyor ve henüz bütünleşik ve sağlam bir ordu kurma yönünde hızlı adımlar atılmadı. Eski rejimin devrilmesinden ve subaylarla polis memurları dahil olmak üzere askeri ve güvenlik personelinin terhis edilmesinden sonra, Beşşar Esed'in Moskova'ya kaçmasının ardından yaklaşık bir yıldır oluşan boşluğun doldurulması için hızla entegre bir askeri ve güvenlik birimi oluşturulması gerekli hale geldi.

Savunma Bakanlığı, kısa süre önce Esed ordusundan ayrılan iki subay için atama kararı yayınladı. Tümgeneral Selim İdris’i “Ulusal Askeri Mühendislik Akademisi'ne” (merkezi Suriye'nin kuzeyindeki Halep şehrinde bulunan bölgenin en önemli askeri akademilerinden biri) “danışman” olarak atarken, Tuğgeneral Hasan Hamade’yi “Hava Kuvvetleri Komutan Yardımcısı” olarak atadı. Her ikisinin de Türkiye’ye yakın oldukları biliniyor.

Gözlemciler, Türkiye'nin dış müdahalesinin, bu hassas pozisyonlara atanmalarında etkili olmuş olabileceğine inanıyorlar. Zira Savunma Bakanlığı’nın 8 Aralık 2024’teki kurtuluş harekâtının ardından komuta kadrolarına yaptığı ilk atamalar, yabancılar da dahil olmak üzere silahlı fraksiyonların liderleri için terfiler içeriyor ve onlara askeri rütbeler veriyordu. Buna karşılık eski rejimin ordusundan ayrılan üst düzey komutan ve subaylar açıkça bu atamaların dışında bırakılmışlardı.

Tümgeneral İdris, ılımlılığı, Türkler ve Amerikalılarla olan kapsamlı ilişkileriyle tanınıyor. Türkiye destekli Suriye Geçici Hükümeti'nde Savunma Bakanlığı görevini üstlenmiş, ancak 2021'de görevinden istifa etmişti. 2012'de silahlı çatışmanın başlangıcında Esed rejiminin ordusundan ayrılmış ve İstanbul'a taşınmıştı.

Tuğgeneral Hamade’ye gelince, 2012'de Rus MiG-21 uçağıyla Ürdün havaalanına inen ve siyasi sığınma talebinde bulunan bir pilot subaydı. Daha sonra Türkiye'ye taşındı. 2021'de (o zamanlar Esed rejimine muhalif) Suriye Geçici Hükümeti'nde Savunma Bakanlığı görevini üstlendi. Bundan önce 101. Piyade Tümeni ile Yusuf el-Azme Tugayı da dahil olmak üzere çeşitli fraksiyonlar kurdu.

Özgür Suriye Ordusu ve subayları

Askeri kanattan komutan ve subayların ayrılık ve firar geçmişini incelersek, Suriyelilerin hafızasında Ekim 1989'da Rus MiG-23 savaş uçağıyla Suriye hava sahasından İsrail'e kaçan Suriyeli pilot Bessam el-Adl yer etmiştir. Hava Kuvvetleri İstihbaratı subayı Husam el-Avak da 2011'de Suriye devriminin patlak vermesinden önce, 2005 yılında ordudan ayrılmıştı. Güvenlik güçlerinin silaha başvurması ve aşırı şiddet kullanması, gösterileri bastırmak için ordu ve silahlı kuvvetlerin kışlalarından sivillerin yaşadığı sokaklara zorla indirilmesi, şüphesiz ayrılık kararlarına katkıda bulundu.

Muhalif güçler ile devrik rejimin ordusu arasında çatışmaların patlak vermesiyle, muhalif güçlere bağlı, Özgür Suriye Ordusu olarak bilinen ilk askeri kurum kuruldu. Temmuz 2011'de kurulan bu ilk askeri kurum, Esed ve destekçilerine karşı savaşı başlattı. Üyeleri, gösterilerin şiddetle bastırılmasını protesto etmek için ordudan ayrılan komutanlar, subaylar ve Suriye ordusu unsurlarından oluşuyordu. Özgür Suriye Ordusu, kuruluşundan bir yıl sonra dağıldı ve sahada hızla cihatçı yaklaşıma sahip örgütler ortaya çıktı.

cdfgt
Tüm silahlı örgütlerin dağıtılması, askeri ve güvenlik teşkilatının bir parçası haline gelen yabancıların görevden alınması talep ediliyor (AFP)

Bununla birlikte, Suriye savaşı sırasında yaklaşık 10 bin asker ve astsubayın rejim ordusundan ayrıldığını ve ayrılan subay sayısının 4 bini aştığını gösteren bilgiler mevcut. Bu kişiler iki gruba ayrılıyor; ilk grup ordudan ayrılarak savaş alanlarında savaştı, çoğunluğu ise ordudan ayrılıp yabancı veya Arap ülkelerine gitmeyi tercih etti.

Ayrılanlar arasında olan bir subay, bazı subayların yeni orduya dönmemelerinin nedeninin, sağlık ve fiziksel durumlarının kötüleşmesi nedeniyle askeri hayata geri dönmek istememeleri olduğunu düşünüyor. Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra da dönüş kapısının açılmasından sonra, “geri dönüşlerinin ancak durumlarının incelenmesinden sonra gerçekleşeceğini” açıkladı.

Hava Kuvvetleri'nde mühendis subay olan ve eski rejim döneminde ordudan ayrılan Albay Muhsin Hamdan, The Independent Arabia'ya verdiği demeçte, “Çeteden ayrılan her subay, kendisi ve ailesi için ölüm fermanını imzaladığı için ayrılması başlı başına bir onur ve nişan sayılmaktadır. Zira bu kararı alırken çocuklarının geleceğini görmezden geldi, birçok aile üyesi üniversite eğitimlerini ve geleceklerini feda etti” dedi.

Hamdan, “Bugün ayrılan subayların ne fedakarlıklarda bulunduklarını sorgulayan herkes, devrime meşruiyet kazandıranların onlar olduğunu ve o dönemde medyanın rütbesi ne olursa olsun herhangi bir subayın ayrılığını haber yapmak için yarıştığını bilmelidir” diye devam etti.

Hamdan, “bu subayların çoğu halen Savunma Bakanlığı'nın atamaları dışında. Göreve iade edilenler kıdem ve hatta atama kriterleri göz önünde bulundurularak atanmıyor. Göreve iade edilenlerin çoğu, sanki eleştirileri susturmak istercesine, iyi düşünülmüş bir plan olmadan, askeri akademilere atandılar” diye yakındı.

Akademik seviye, askeri rotasyon, eğitim deneyimi, uzmanlık, askeri kıdem ve terfiler ile ordu ve silahlanmanın dayanacağı askeri doktrin de dahil olmak üzere nitelik, eğitim ve hizmet sistemlerine dayalı modern bir askeri kurum inşa etmek için kurallar olması gerektiğini vurguladı. “Kıyafet yönetmeliği bile açıkça tanımlanmalı; hizmet sırasında giyilecek üniforma ile sokakta giyilecek olan kıyafet açıkça belirlenmelidir, ziyaretler ve resmi etkinliklerde kullanım için de ayrı bir tören üniforması belirlenmelidir. Maalesef, tüm bunlar bugün hâlâ belirsizliğini koruyor” ifadelerini kullandı.

Eski subay Muhsin Hamdan, çeşitli uzmanlık alanlarından 4 bin ila 5 bin arasında ayrılmış subay olduğunu tahmin ediyor. Bunların en azından topçu, füze ve hava savunma alanlarında yedek subaylar olarak sahada aktif hale getirilmeleri çağrısında bulunuyor. Zira bu subaylar daha önce ordunun seçkin mensuplarıydılar ve ordudan ayrılmaları rejim ordusunda silahların kullanımı konusunda önemli bir boşluk yaratmıştı.

“Eski rejimin ordusu sorulduğunda İran Devrim Muhafızları Komutan Yardımcısı da aynı şeyi söylemişti. O zaman, 'ordu subayları ayrıldıktan sonra etkinliğini kaybetti' demişti. Bu nedenle, subayların geri dönüşü gelişigüzel değil, askeri ilkelere dayalı sistematik bir çalışmayla gerçekleşmelidir. Ordudan ayrılan kıdemli subaylardan oluşan bir komite bunun üzerinde çalışabilir. Buna rağmen, Suriye'yi ve halkını koruyup savunabilecek güçlü bir ordu kurma çalışmalarında karar vericilerin başarılı ve hakkaniyetli olmalarını diliyoruz.”

Ordunun gücü

Buna karşılık, Savunma Bakanlığı’na bağlı Subay İşleri Dairesi Başkanı Tuğgeneral Muhammed Mansur, ağustos ayı başlarında ayrılan subaylardan geri dönüş için 3 binden fazla talep aldıklarını açıkladı.

İlk bilgiler, verileri düzenlemenin ve talepleri belirli kriterlere göre incelemenin yanı sıra, ayrılanları, güvenlik ve siyasi nedenlerle terhis edilenleri geri çağırmak için uzman komitelerin kurulduğuna işaret ediyor. Bakanlık, ayrılan subayların dönüşünü ve yeni orduya yeniden entegrasyonunu organize etmek için tüm ilgili tarafları kaydolmaya davet eden elektronik bir platform da kurdu.

sdfrg
Global Firepower web sitesinin 2022 yılı sıralamasında Suriye ordusu Arap dünyasında altıncı sıradaydı (AFP)

Global Firepower web sitesinin 2022 yılı sıralamasında Suriye ordusu Arap dünyasında altıncı sıradaydı. Küresel sıralamada ise askeri ve lojistik güç de dahil olmak üzere 50 göstergeye göre 138 ordu arasında 47’nci sırada yer almıştı.

Suriye ordusunun mevcut durumu, binden fazla saldırıyla Suriye ordusunun stratejik kabiliyetlerinin yaklaşık yüzde 80'ini yok eden İsrail hava saldırılarıyla daha da kötüleşti. Ayrıca, İsrail’in Suriye'nin güneyindeki sınır şehirleri Dera ve Kuneytra'da düzenlediği kara harekâtı ve Şam kırsalına önemli ölçüde yaklaşması, Suriye ordusunu daha da zayıflattı.

Bu arada, birçok ayılmış subayın kişisel durumları göz önünde bulundurularak geri dönüş kapısı açık bırakılıyor. Birçoğu şu anda yurt dışında olduğu ve geri dönmeden önce işlerini halletmek için zamana ihtiyaç duydukları, keza çeşitli uzmanlık alanlarından subay ve komutanlara acil ihtiyaç duyulduğu için orduya yeniden katılma kapısı kapatılmıyor.

Adının açıklanmasını istemeyen ayrılmış subaylardan biri, elde ettiği bilgilere göre ayrılmış subayların yüzde 70'inden fazlasının orduya yeniden kabul edilip geri döndüğünü düşünüyor. Ancak, bir kısmının kişisel ve özel nedenlerle geri dönmeyi tercih etmediklerini, kendileri ve aileleri için bir hayat kurabildikleri yabancı ülkelerde kalmak istediklerini, bazılarının da orduya dönmek için uygun yaşı geçmiş olduklarını, bir kısmının ise ülkelerine dönseler bile sivil hayatı askerlik hayatına tercih etmeye başladıklarını belirtiyor.

Bu arada, eski rejim döneminde Cumhuriyet Muhafızları'nın en önde gelen subaylarından biri olan Manaf Tlas'ın adı siyasi ve askeri alanda büyük yankı bulmaya devam ediyor. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre silahlı çatışmanın en başında ayrılışı rejimin başı Beşşar Esed için ağır bir darbe olmuştu. Çünkü kendisi Esed ailesine yakındı ve onlarla güçlü aile bağları vardı. Babası, eski Savunma Bakanı Mustafa Tlas, Hafız Esed'in yakın arkadaşı ve sırdaşıydı.

Manaf Tlas'ın Suriye Devlet Başkanı Ahmed eş-Şara'nın olası halefi veya başbakan ya da savunma bakanı olarak yeniden görünmesi, ayrılanların büyük bir kısmına üst düzey ve hassas pozisyonlara kesin bir dönüş umudu verecektir. Kendisi de Paris'teki son konferansında açıkça bunu ve şunları talep etti; tüm silahlı örgütlerin dağıtılması, askeri ve güvenlik teşkilatının bir parçası haline gelen yabancıların görevden alınması, Savunma, İçişleri ve Güvenlik Bakanlıklarındaki tümgeneral ve tuğgeneral rütbelerindeki üst düzey subaylar da dahil olmak üzere eski ordudan 10 bin subayın göreve iade edilmesi. Ayrıca, mevcut yetkililerin talebi üzerine kendileri ile iş birliği yapan eski Suriye ordusu subay ve personelinin serbest bırakılması çağrısında da bulundu.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.