​Hindistan hükümeti ve İslam’a karşı savaş

İslamafobi Doğu’daki ülkelere de sirayet etti

Hindistan Başbakanı Narendra Modi (AFP)
Hindistan Başbakanı Narendra Modi (AFP)
TT

​Hindistan hükümeti ve İslam’a karşı savaş

Hindistan Başbakanı Narendra Modi (AFP)
Hindistan Başbakanı Narendra Modi (AFP)

Mustafa Faki
Hindistan'ın başkenti Yeni Delhi’de dört yıl kadar yaşadım, bu süreçte; Hindistan hakkında, kültürel, siyasi ve düşünsel anlamda daha önce bilmediğim birçok şey öğrendim. Birçok farklı kültür Hindistan Yarımadası’nda bir arada yaşamaktadır. Şehirleri Madras’tan Srinagar’a, Mumbai’den Kalküta ve Yeni Delhi’ye kadar uzanır.
Hindistan, dinleri, dilleri, filmleri, dansları ve şarkılarıyla renkli kültürlerin yurdudur. Tarih boyunca birçok medeniyete, dine ve farklı ırklara ev sahipliği yaptığı için kozmopolit bir ülkedir. Müslüman filozof Biruni’nin eserlerini okuma fırsatı bulanlar, Hindistan’ın önemini ve insanlık için değerini kavrayacaktır. Normalde bu ülkede, farklılıklara ve ihtilaflara saygı duyulması beklenir. Nitekim burada, tarih boyunca, Hindular, Müslümanlar, Hristiyanlar, Budistler ve diğer dinlere inanan insanlar, büyük ölçüde barış içinde bir arada yaşayabilmiştir.
Bununla birlikte, tarihsel olarak özellikle Hindular ve Müslümanlar arasında şiddetli çatışmaların yaşandığı da bir gerçektir. Hindular Müslüman addettikleri Moğolların saldırılarını unutmuş değildir. Ayrıca Babür İmparatorluğu evrelerinde bugünkü Hindistan’ın şekillendiğini de bilmektedirler. Taç Mahal ve Delhi’deki büyük eserler, Jaipur ve Ahmedabad gibi şehirler Babür İmparatorluğu döneminde kurulmuştur. Hindistan-Pakistan bölünmesi gerçekleştikten sonra, bazı bölgeler üzerindeki ihtilaf bugüne değin sürmüştür. İhtilaflı bölgelerin başında, Müslümanların çoğunlukta olduğu Keşmir Bölgesi gelmektedir. Pakistan-Bangladeş bölünmesinde de Hindistan’ın etkileri yadsınamaz. Hindistan esasında, kast sistemi üzerine kurulmuştur. Kast’lar kendi içinde şubelere(Jatiler) ayrılmaktadır ve kast içinde ‘yükseklik ve asalet’ bakımından ‘kademeli’ bir zincir söz konusudur. Toplumsal hiyerarşinin en üstünde Brahmanlar (din adamları) Mihraceler (soylular)  yer alır, en alt tabakada ise Sudralar (işçi ve köleler) bulunur.
Garip bir şekilde, komünizm yüz milyonlarca yoksulun yaşadığı bu ülkede etki alanı bulamamıştır. Fakirler büyük ölçüde, ikinci bir yaşama inandıkları için, hallerini kabullenmiş durumdadır. Fakirler kendi durumundan razı olduğu gibi, zenginler de hallerinden memnundur. Hindistan’daki Müslümanların toplam nüfusa oranı yüzde 10 ise (ki resmi verilere göre böyle) bu 120 milyon insana tekabül eder. Müslümanlar Hint Yarımadası’nın her bölgesine yayılmış olsalar da, kuzey batı bölgelerinde Bangladeş, Pakistan ve Myanmar sınırında yoğunlaşmış durumdadırlar. 
Son yıllarda fanatik Hindu örgütlerin sayısında artış gözlemlenmektedir, bu örgütler Müslümanları, Babür İmparatorluğu’nun bir devamı olarak gördükleri için düşman addetmektedirler. Ayrıca Müslümanları bağımsızlık sonrasında Hindistan’ın bölünmesine sebebiyet vermekle suçlamaktadırlar. Bu tarihsel arka plana dayandırılan düşmanlık, daha önce de farklı münasebetlerde Hinduların Müslümanlara saldırmasıyla ortaya çıkmaktaydı. Örneğin Hindular Müslümanlara ait bir caminin geçmişte tapınak olduğunu iddia ederken, Müslümanlar da ilk kuruluşundan bu yana cami olduğunu savunuyor, tartışma kanlı çatışmalara dönüşüyordu.
Hindistan’da yaşadığım dönemlerde, Müslümanların; sanat, musiki, zanaat ve oyunculuk alanlarında aktif bir şekilde yer aldıklarına şahit oldum. Denilebilir ki Müslümanlar kültür aktivitelerinde diğer Hindu topluma göre daha ilerideydi. Bununla birlikte, Hindu Mihraceler yüzyıllar boyunca ülkedeki serveti tekellerine aldıkları için, geniş Müslüman kitlelerin yoksulluktan mustarip olduğunu da gözledim.
Unutamadığım bir olaya şahit olmuştum, İran’da 1979 yılında İslam Devrimi yaşandığında, Tahran’da ‘Büyükelçilik Baskınıyla’ ABD diplomatları rehin alınmıştı. Bu sıralarda Hindistan’daki Müslümanlar (bir kısmı Şii mezhebindendi) ABD’nin Yeni Delhi’deki Büyükelçiliği önünde protesto gösterileri düzenliyordu. Hindu dostlarımdan biri beni akşam yemeğine davet etti, davetliler arasında Yeni Delhi Emniyet Müdürü de bulunuyordu. Adını hatırlayamadığım emniyet müdürü, ABD Büyükelçisi’nin kendisine, protesto eylemlerinin Tahran’daki olaya benzemesinden endişe ettiğini söylediğini aktardı. Kendisi ise şöyle yanıt vermişti: “Efendim endişelenmenize gerek yok, bizler Müslümanların şiddet olaylarına alışkınız, askerlerimiz Müslümanları nasıl bastıracaklarını çok iyi bilmektedir, bu konuda deneyim sahibidirler.’’ Bu sözleri duyduğumda dehşete kapıldım, o zaman zahirdeki hoşgörüye rağmen, Hindulardaki ‘mezhepçi asabiyetin’ boyutlarını kavradım. Müslümanlarla Hindular aynı ırka mensuplardı ve aralarındaki ayrım sadece inançsaldı.
Yine hiç unutamadığım bir olay geçti başımdan; seksenlerin sonunda Yeni Delhi’deki Mısır Büyükelçiliğinde müsteşar olarak çalışıyordum. Başbakan İndira Gandhi’nin ofisinden bir telefon geldi ve başbakanın Mısır Büyükelçisi ile görüşmek istediğini söylediler. Başbakanın özel kalemi, büyükelçiye; ‘Başbakan Ghandi’nin bu hafta Mısır’ı ziyaret etmek istediğini’ söyledi. Büyükelçi oldukça şaşırmıştı, çünkü o zamanlar, Hindistan hükümeti Arap ülkeleriyle dayanışma kapsamında Mısır’ı boykot ediyordu. Enver Sedat’ın İsrail ile görüşmeleri bu boykotun ana gerekçesini oluşturuyordu.
Hindistan tarihinin efsane liderinin kızının tuhaf bir isteği vardı. Özel kalemi büyükelçiye ‘’Ghandi’nin bu ziyaret için tek bir şartı var, o da; kendisine Mısır’da fahri doktora verilmesidir’’ demişti. Büyükelçi de; “Bu isteğin karşılanması oldukça kolaydır, Mısır’da devlete bağlı 13 üniversite bulunmaktadır, hükümetimiz bu isteği seve seve yerine getirecektir’’ diye yanıtlamıştı. Mısır o zamanlar İsrail ile yaptığı ‘barış anlaşması’ dolayısıyla ‘diplomatik yalnızlıktan’ mustaripti. Ancak özel kalem, ‘’Ghandi herhangi bir üniversiteden değil, Ezher Üniversitesi’nden fahri doktora almak istiyor’’ dedi. Bunun üzerine büyükelçi özür dileyerek, Ezher’in daha önce nadiren fahri doktora verdiğini ve hiçbir kadına doktora vereceğini sanmadığını söyledi. İndira Ghandi’nin eğitimsiz biri olduğuna ise, nezaketsizlik olur diye değinmemeyi tercih etti. Ghandi hanımefendinin, yaklaşan seçimlerde Müslümanların oyunu almak için böylesi bir girişimde bulunduğu açıktı. 
Hindistan’da ayrımcı vatandaşlık yasasını protesto eden Müslümanlara karşı, Hindu polislerin orantısız şiddet uygulamalarını izlerken, tüm bu hatıralar gözümün önünden geçti. Hindistan hükümeti, sadece Müslümanları istisna tutarak açık bir ayrımcılığa imza atmıştı. Aşırılık yanlısı Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin hükümeti, göçmenlerin önemli bir bölümünün, Pakistan, Bangladeş, Myanmar, Afganistan gibi Müslüman bölgelerinden geldiğini biliyordu, böylesi bir ayrımcı karar alarak Müslüman göçünün önüne geçmeye çalıştı. Ancak Hindistanlı Müslümanlar, geçmişteki Müslüman karşıtı politikaları da hatırlayarak, bu kararın arkasında, haklarının kısıtlanmasına gidecek bir zihniyetin varlığını fark ederek, haklı bir şekilde başkaldırdı. Geçmişte, demokratik laik bir devlet olan Hindistan’da Müslümanlar da üst düzey görevlere gelebiliyordu. Zakir Hüseyin, Fahreddin Ali Ahmed ve bilim adamı Ebubekir Zeynelabidin isimleri bu yargımızı destekler.
Hülasa, İslamafobi fenomeni, Doğu ülkelerine de sirayet etmiş durumdadır. Eski medeniyetlerin beşiği ve farklı kültürlerin bir arada yaşamasına örnek gösterilen Hindistan gibi bir ülkede dahi, korkunç boyutlarıyla ortaya çıkmıştır.
Bununla birlikte, muazzam Hint dokusunun bu sorunların da üstesinden gelebilecek bir doğayı barındırdığı da bir gerçektir. Hindular, Hinduizmi benimseyen Hintlilerdir, Müslümanlar ise İslam’ı benimsemiş Hintlilerdir. Hepsi de büyük Hindistan’ın gölgesinde farklı kimlikleriyle bir arada yaşayabilir. Hindistan’ı büyük bir devlet yapan da bu özelliğidir. Çin’den sonra en kalabalık nüfus, Asya’nın güneyindeki bu ülkede yaşamaktadır. Hindistan ancak farklılıklarıyla ayakta kalabilecektir.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



Barrack, Lübnan'ın ABD belgesine verdiği yanıttan ‘çok memnun’

ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, bugün Baabda Sarayı'nda Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn ile görüştü. (Reuters)
ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, bugün Baabda Sarayı'nda Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn ile görüştü. (Reuters)
TT

Barrack, Lübnan'ın ABD belgesine verdiği yanıttan ‘çok memnun’

ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, bugün Baabda Sarayı'nda Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn ile görüştü. (Reuters)
ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, bugün Baabda Sarayı'nda Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn ile görüştü. (Reuters)

ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack bugün yaptığı açıklamada, son günlerde tüm silahlarını bırakmayacağını belirten Hizbullah'ın nasıl silahsızlandırılacağına ilişkin ABD'nin önerisine Lübnan hükümetinin verdiği yanıttan ‘çok memnun’ olduğunu söyledi.

Barrack Beyrut'ta Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn ile görüştükten sonra gazetecilere yaptığı açıklamada, “Hükümetin çok kısa bir süre içinde bize verdiği yanıt inanılmazdı, bu yanıttan çok memnunum” dedi.

Barrack 19 Haziran'da Lübnan'ı ziyaret ederek Lübnanlı yetkililerle bir araya geldi ve bir önceki hükümetin kasım ayında kabul ettiği çatışmaların durdurulmasıyla ilgili güvenlik düzenlemelerinin uygulanmasına yönelik bir dizi öneri sundu.

Cumhurbaşkanı Joseph Avn, Başbakan Nevvaf Selam ve Meclis Başkanı Nebih Berri, ABD'nin önerilerini görüştü.

İsrail dün akşam Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım'ın silahları teslim etmeyi reddettiğini açıklamasından saatler sonra Lübnan'da birçok noktaya saldırı düzenleyerek Hizbullah'ın askeri mevzilerini hedef aldığını açıkladı.

İsrail son günlerde Hizbullah tarafından rehabilite edildiğini söylediği askeri bölgeleri bombalayarak ya da Hizbullah üyelerini hedef alarak Güney Lübnan'a yönelik saldırılarını arttırdı. Söz konusu saldırılar sonucu cumartesi günü bir kişi öldü, altı kişi de yaralandı.

Gözlemciler, Barrack'ın Beyrut'a gelişiyle aynı zamana denk gelen bu operasyonların Lübnan devletine ve beş üyeli ateşkes izleme komitesine, Lübnan devletinin Hizbullah'ı silahsızlandırmaması halinde askeri operasyonlara devam edileceği ve bu görevi tek başına üstleneceği mesajını taşıdığını düşünüyor.

Lübnan'la ateşkesin yürürlüğe girdiği 27 Kasım'dan bu yana İsrail'in Lübnan'daki operasyonları durmamış olsa da, ABD elçisinin Beyrut'a gelişinin arifesinde bu operasyonların yoğunlaşması İsrail'in ve arkasındaki ABD yönetiminin Hizbullah'ın silahsızlandırılmasını hızlandırmak için Lübnan'a azami baskı uyguladığını gösteriyor.

Barrack cumartesi günü yaptığı açıklamada, “Lübnan'ın umudu uyanıyor! Şimdi elimizde fırsat var. Geçmişin gergin mezhepçiliğini aşmak ve Lübnan'ın gerçek vaadi olan ‘tek ülke, tek halk, tek orduyu’ gerçekleştirmek için tarihi bir an yaşıyoruz. ABD Başkanı'nın da dünya ile paylaştığı gibi Lübnan harika insanları olan harika bir yer. Gelin Lübnan'ı yeniden büyük yapalım” ifadelerini kullandı.