​Zıt uçlarda iki dahi: Einstein ve Gödel

Albert Einstein ve Kurt Gödel.
Albert Einstein ve Kurt Gödel.
TT

​Zıt uçlarda iki dahi: Einstein ve Gödel

Albert Einstein ve Kurt Gödel.
Albert Einstein ve Kurt Gödel.

Bu metinde sizlere 20’inci yüzyılın en büyük dahilerinden ikisinin portresini sunmak istiyoruz; Albert Einstein ve Kurt Gödel. İlki, Isaac Newton'dan sonraki en büyük fizikçi, diğeri de Aristoteles'ten sonra gelen en büyük mantık bilimcisidir. Bu özellikleri onların düşünce tarihinde ne kadar büyük ve önemli yerlere sahip olduklarını gösteriyor.
Her ne kadar aralarında çeyrek asırlık bir yaş farkı olsa da bir birleriyle yakın bir dostluk kurdular. Fizikçi Freeman Dyson onlar hakkında şunları söylüyor;
“Gödel, Einstein ile ikili ilişkiler kurmaya cesaret eden tek kişiydi. Üniversitedeki diğer tüm meslektaşları Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı karşısında dehşete kapıldılar. Ona önceden biat eden Gödel hariç. Einstein, kendisinden 25 yaş küçük olmasına rağmen Gödel'e saygı duyuyor ve ondan çekiniyordu. Çünkü onun mantık ve matematik alanındaki değerini ve ağırlığını biliyordu.”
Her ikisi de Hitler ve Nazizm korkusuyla ABD’ye kaçmışlardı. Burada aralarında büyük bir dostluk bağı kurdular. İkili, ilk kez 1942’de ABD’deki Princeton Üniversitesi’nde tanıştılar. ABD’nin Alman beyinlerini nasıl kendi tarafına çektiğini, bilimsel ve teknolojik ilerlemek ve hatta Hitler'den önce atom bombasının üretebilmek için onlardan nasıl faydalandığı biliniyor. Atom bombası, her iki taraf için de adeta bir ölüm kalım meselesiydi. Ne var ki ABD’nin Hitler'i geçmesini ve İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Japonya’ya karşı zafer kazanmasını sağlayan da insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bu korkunç ve ölümcül silah oldu.
ABD’nin o sıralar topraklarında ağırladığı büyük bilim adamları arasında yer alan, atom bombası projesinin sahibi Einstein ve bir diğer Alman bilim insanı Gödel'den bahsediyoruz. Her ne kadar insanlar, Einstein’ı bir efsane olarak hatırlasa da çoğunun Gödel’den haberi dahi yoktur. Hatta Hitler'in tıpkı büyük birçoğuna yaptığı gibi Gödel’in de Almanya’dan kovulan bir Yahudi olduğuna inanıyorlar. Fakat gerçekte Gödel bir Yahudi değil, Lutheran mezhebine bağlı bir Hristiyandı. Yani büyük din reformcusu Martin Luther’in kurucusu olduğu ve Kuzey Almanya'da hakim olan Protestanlığın bir üyesiydi. Almanya’nın yakın zamana kadar Luther için anma törenleri düzenlediği biliniyor. Çünkü Luther, din adamlarının para uğruna oynadıkları oyunları tam 500 yıl önce ortaya çıkarmıştı.
Einstein ve Gödel, aralarındaki farklılıklara rağmen iyi arkadaş oldular. Bu farklılar arasında Einstein'ın fiziksel olarak kalıplı, nispeten uzun, Gödel’in ise kısa ve zayıf yapılı bir adam oduğunu söyleyebiliriz. Einstein şen kahkahalar atan, espriler yapan ve pozitif enerji saçan, dışa dönük bir kişiyken Gödel daha çok hüzünlü bir görünüme sahipti ve psikolojik sorunları vardı. Bunun en iyi kanıtı, yazın ortasında kalın kışlık bir palto giymesiydi! Bu durum insanların onunla alay etmesine neden olmasa da oldukça şaşırttığı da bir gerçekti.
Einstein vurdumduymaz bir insandı. Çok yemek yiyor, pipo içiyor, kadınlarla vakit geçirmeyi seviyordu. Evlenmediği sevgililerinden çocukları vardı. Sosyal hayatta başarılıydı ve hiç de karmaşık bir insan değildi. Fakat arkadaşı Gödel onun tam tersiydi. Gölgesinden dahi korkuyordu ve elbette Einstein da dahil olmak üzere birkaç samimi arkadaşı dışında diğer insanlarla tanışmaktan kaçınıyordu. Kısacası dahilik açısından Einstein'dan aşağı kalır bir yanı olmayan bir bilim adamıydı ve oldukça karmaşık bir psikolojiye sahipti.
Hayatının sonlarına doğru tamamen paranoyaklaşmıştı. Psikolojisi bozuk bir şekilde hayata veda etti. Yiyeceklerin bozulmuş olmasından ve zehirlenmekten korktuğu için beslenmeyi veya yemek yemeyi reddetti! Onu zehirlemek, yani yemeğine zehir atarak onu öldürmek için gizli bir komplo kurulduğuna inanıyordu. Böylece her şeyden şüphelenmeye başladı. Bu yüzden yemeden içmeden kesilen dahi, yetersiz beslenmeden dolayı öldüğünde 30 kilodan daha ağır değildi! Tarih kitapları bize bu süreci şöyle aktarıyor:
“Einstein başta Bach, Beethoven ve Mozart gibi önde gelen Alman ve Avusturyalı müzisyenlerin senfonilerini dinlemeyi severdi. Çok iyi keman çalardı. Gödel'i ısrarla müzikle uğraşması için ikna etmeye çalıştı ama tüm uğraşları sonuçsuz kaldı. Ne var ki Gödel kendinden yaşça büyük dostu gibi müziğe ilgi duymuyordu. Fakat Walt Disney tarzında Amerikan sinema filmlerini beğenirdi. Ancak bundan da Einstein nefret ediyordu. Einstein’a göre, Nietzsche’nin dediği gibi; müziksiz bir hayat, büyük bir hata olurdu.”
Diğer farklılıklar arasında Einstein'ın yüksek sesle kahkahalar attığını ve gürültülü bir insan olduğunu, Gödel’in ise biraz tebessüm etmekle yetindiğini söyleyebiliriz. Nadiren de olsa yumuşak bir tonda güldüğü de duyulmuştur. Özetle ikisi de zıt uçlarda birer dahiydiler fakat çok iyi dost olmuşlardı. Böylece farklı kutupların bir araya gelebileceğinin en güzel örneklerinden biri olmuşlardı.
Einstein, onu her sabah evinden alıp Princeton Üniversitesi’ndeki ofisine götürürdü. Mesai saatleri bitince de birlikte eve dönerlerdi. İnsanlar onları sokakta sürekli yan yana yürürken görüyordu. Aralarındaki yaş farkı, tahmin ettiğimiz gibi aralarındaki uyumu bozmuyordu. Einstein, Gödel'in annesiyle aynı yılda, yani 1879 yılında doğmuştu. 1955 yılında ise öldü. Yani Gödel'den çeyrek asrı aşkın bir süre önce öldü. Ölümü, Gödel için büyük bir şok etkisi yarattı. Bu, 1978'deki ölümüne kadar atlatamadığı bir şoktu.
Fakat biraz geriye gidelim...
Alman mantıkçı ve matematikçi bilim adamı Gottlob Frege’nin matematik ve mantık üzerine kaleme aldığı önemli kitabı, 1879 yılında yayımlandı. Kitap, bu bilimin kurulmasına yol açtı. Gödel ise Frege’nin ardından bu bilimi zirveye ulaştıran kişi oldu. Bu nedenle Einstein onu sevdi ve onu matematik ve fizik alanında gerçek bir bilim adamı olarak gördü. Onun da kendisi gibi bir dahi olduğunu biliyordu. Kendi yöntemleriyle çözemediği bazı bilimsel sorunları çözmesi için ona ihtiyaç duyuyordu. Einstein bazen Gödel'den ve onun eşsiz parlak zekasından korkuyordu. Einstein dahi ondan korkuyorsa diğerleri ne yapabilirdi ki?
Dini açıdan ise Einstein gençlik yıllarında ateistti. Fakat Nazizmin yükselişi onu Yahudiliğini hissetmeye zorladı. Nazizim, onun Yahudi atalarının dini inancını yeniden benimsemesini sağladı. Ancak bu paradoksu “Ben dindar bir ateistim!” diyerek kendine has bir şekilde açıklıyordu. Fakat diğer tüm Yahudiler için olduğu gibi Hz. Musa onun için hayatındaki en önemli kişi değildi. Bilakis hayatındaki en önemli yere, 17’inci yüzyılda yaşamış olan filozof Spinoza sahipti. Bu büyük filozofun Einstein gibi bir Yahudi olduğu biliniyor. Ancak Yahudi cemaati onu dışladı, kafir ilan etti ve kanının akıtılmasına izin verdi. Bunun nedeni ise atalarından gelen öğretiler yerine Descartes felsefesini ve modern bilimi takip etmesiydi. Panteizmin, yani Tanrı'nın doğada her şeyde tezahür ettiğini söyleyen akımın takipçisiydi.
Gödel ise ateist değildi. Aksine büyük Alman filozof Leibniz gibi Tanrı'ya inanıyordu. Leibniz’in “Yüce Tanrı bu dünyayı mümkün olan en iyi şekilde yarattı” diyerek aklı dini inancın üzerinde tuttuğu biliniyor.
Leibniz’e göre her türlü kişisel veya toplumsal felaketten etkilensek bile şikayet etmek için hiçbir neden yoktur. Bundan daha iyi bir başka dünya daha bulmak mümkün değildir. Leibniz, İyimserlik (Optimizm) felsefesinin öncüsüdür. Bu felsefi akım dini inancı akıl ile yakından ilişkilendirir.
Gödel, insanların genellikle modern dünyanın kurucularının ateist olmadığını unuttuklarını söylerdi. O da Kopernik, Galileo ve Isaac Newton gibi Tanrı'ya inanan biriydi.
Peki, tüm akademisyenlerin kafir veya ateist olduğunu söyleyen bu düşünce nereden geliyor?
Bu yanlıştan da öte bir hatadır. Ancak dünyaca ünlü Fransız bilim adamı Pasteur'un dediği gibi; “Bilimin azı Tanrı'dan uzaklaştırır ama çoğu O'na götürür!”
Tıpkı Kur'an-ı Kerim'deki “(Onun) Kulları içinde ise, Allah'tan ancak âlim olanlar içleri titreyerek-korkar” (Fatır-28) ayetinde olduğu gibi.
Tüm bunların ardından sorunun inançta ya da dinde değil, Allah’a karşı olmakta olduğu sonuca varıyoruz. Sorun, sadece bizimle aynı dinden ya da mezhepten olmadığı için bizi doğrudan diğerine karşı olmaya iten kör fanatizm ve fosilleşmiş dogmalardır. Bu da aydınlanmadan önce inanmanın aydınlanma sonrası inançtan tamamen farklı olduğu anlamına gelir. Ya da modernizm inancının veya postmodernizmin öncesindeki, yani Ortaçağ’daki inançtan tamamen farklı olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada Arap ülkelerinin ve Müslüman toplumların sorunu, neredeyse tamamen Ortaçağ ve DEAŞ karanlıklarına gömülmüş olmasıdır. Bu tekfirci bir inançtır. Çünkü gelişmiş Batı toplumlarında hüküm süren aydınlanmış inancın aksine bilimsel ve felsefi kültürden yoksundur. Fakat İslam dininin büyüklüğü ve uzun tarihiyle Arap ülkeleri ve Müslüman dünyası da aydınlanmış bir inanç dönemini kesinlikle görecektir.



Demokratik ülkeler ‘gri bölge’ savaşlarını nasıl kazanır?

Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
TT

Demokratik ülkeler ‘gri bölge’ savaşlarını nasıl kazanır?

Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)

Savaş ve barış arasında, kavramların farklılaştığı ve kuralların karmaşıklaştığı ‘gri bölge’ olarak anılan belirsiz bir bölge var. Bu bölge, bir ülkenin bir başka ülkeye zarar veren faaliyetlerde bulunduğu yeri temsil ediyor. Öte yandan bu faaliyetler, savaş eylemleri olarak kabul edilse de yasal açıdan savaş eylemleri değildir.
Eski bir İngiliz ordu mensubu olan Albay Richard Kemp tarafından hazırlanan ve ABD merkezli Gatestone Enstitüsü tarafından yayımlanan bir raporda, demokratik ülkelerin gri bölgedeki otoriter devletlerin ve terör örgütlerinin eylemlerine ilişkin tutumları ve bunlarla nasıl mücadele edebileceklerine dair bir incelemeye yer verildi.
İngiltere Kabine Ofisi'nde uluslararası terörle mücadele ekibinin başkanı olarak görev yapan Kemp, ABD Başkanı Joe Biden yönetiminin, bu ay geçici ulusal güvenlik strateji belgesini yayınladığını, aynı şekilde Atlantik Okyanusu’nun karşısında İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın, Parlamento’ya entegre bir güvenlik, savunma, kalkınma ve dış politika belgesi sunduğunu söyledi. Biden ve Johnson, söz konusu belgelerde gri bölgedeki giderek artan zorluklarla ilgili endişelerini dile getirirken bunlara daha etkili bir şekilde yanıt vermek için önlemler alma sözü verdiler. Rapor, gri alanın, ülkeler arasındaki normal jeopolitik rekabetin dışında kalan, ancak silahlı çatışma düzeyine ulaşmayan zorlayıcı eylemlerin yer aldığı barış ve savaş arasındaki yer olduğuna dikkati çekti. Gri bölgedeki eylemler, genellikle teröristler dahil olmak üzere vekiller kullanan ülkeler ve terör örgütlerinin kendileri tarafından gerçekleştiriliyor. Gri bölgenin kuralları genellikle agresif, belirsiz, inkar edilebilir ve görünmezdir. Hedef ülkelere zarar vermeyi, onları zorlamayı ve etkilemeyi veya istikrarlarını bozmayı ya da uluslararası statükoya zarar vermeyi amaçlar. Bir yandan büyük bir askeri müdahaleden kaçınırken diğer yandan gerilimi daha da artırma tehdidiyle hedef ülkeyi yıldırmaya ve caydırmaya çalışırlar.
Albay Kemp, Alman Haber Ajansı’nda (DPA) yer alan analizinde, gri bölgenin yeni bir fenomen olmadığını, aksine dünya genelinde en baskın çatışma biçimi olduğunu belirtiyor. Bunun yanı sıra küreselleşme ve teknolojinin, bu tür eylemlerin sıklığını, etkililiğini ve ortaya çıkma hızını artırdığına işaret eden Albay Kemp, ABD ve İngiltere'nin de bu durumun farkında olduklarını vurguladı. Albay Kemp, siber alan, uzay, internet, sosyal medya, dijital propaganda ve insansız hava araçları (İHA) gibi giderek daha güçlü hale gelen ‘gri savaş’ araçlarını kullanan daha fazla aktörün devreye girdiğine dikkati çekti. Bu aktörlere verilen örnekler arasında Rusya’nın 2018 yılında Birleşik Krallık'ta bir kişiyi sinir gazı ile öldürme girişimi, Kırım'ın ilhakı, Avrupa parlamentosu seçimlerine müdahale çabaları, Çin'in Güney ve Doğu Çin denizlerindeki tartışmalı adalar üzerinde egemenlik ilan etme taktikleri ve eylemleri, Hindistan'a karşı Ladakh bölgesindeki askeri saldırısı, Hong Kong'a yönelik şiddetli baskısı ve İran’ın Ortadoğu, Güney Amerika, ABD, Avrupa ve diğer yerlerde tekrarlanan terörist saldırıları, uluslararası tankerlere el koyma ve saldırıda bulunma ve vekilleri aracılığıyla Irak’taki ABD’ye ait tesislere füze saldırıları düzenlemesi de yer alıyor. Batılı ülkelerin elinde, kendilerini veya müttefiklerini hedef alan ve çok taraflı koordinasyonu daha etkin bir şekilde kullanan gri bölge eylemlerine karşılık vermek için birçok proaktif ve reaktif seçenek bulunuyor. Amaç, caydırıcılığın yanı sıra topyekün bir çatışmaya yol açabilecek gerilimleri önlemektir. Seçenekler, diplomasi, basın, ekonomi ve askeri olmak üzere dört kategoriye ayrılır.
Söz konusu gri bölge eylemlerine askeri olarak karşılık verme kategorisi, NATO güçlerinin, Rusya'nın saldırı olasılığına karşı Litvanya'da konuşlandırılması ve İngiliz Kraliyet Donanmasına ait uçak gemilerinin Güney Çin Denizi'ndeki seyrüsefer özgürlüğünün sağlanması için devriye gezmeleri gibi sembolik güç gösterilerinin yanı sıra sınırlı konvansiyonel savaş, gizli operasyonlar, siber saldırılar ve casusluk gibi seçenekleri barındırıyor. 
Bu seçeneklerin her biri, gri bölge eylemlerine karşı son derece önemli olabilir, ancak önemli politik riskleri de beraberinde getirmektedir. ABD’nin 2020’de İran'ın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'yi hedef alan füze saldırısı, bunun en büyük örneğidir. Süleymani, diğer kötü niyetli faaliyetlerin yanı sıra, uzun yıllar ABD’yi ve müttefiklerini hedef alan saldırıları organize eden ve gri bölgenin önde gelen isimlerinden biriydi. Demokratik ülkelerin gerilim yaşama korkusu, gri bölgede askeri seçeneklerin kullanımı konusunda büyük kısıtlamalara yol açarken bu durum İran gibi otoriter ülkeler tarafından sömürülüyor. Oysa verilecek karşılık dikkatli bir şekilde hesaplandığı takdirde Başkan Biden’ın uyardığı türden bir tırmanma pek olası değildir. Gri bölge eylemlerinin asıl amacı, ABD ve müttefikleri ile topyekun bir çatışmaya girmekten kaçınmaktır.
Kemp, Batılı güçler tarafından yürütülen tüm askeri operasyonların, hükümetlerin askeri operasyonların yürütülmesinin veya kanunları uygulama prosedürlerinin belirli operasyonlarda geçerli olup olmadığına dair net bir karar almasıyla gri bölge de dahil olmak üzere iç ve uluslararası hukuka uygun olarak yürütülmesi gerektiğini düşünüyor.
Ancak yasalara bağlı olmak, askeri operasyonun siyasi açıdan zarar vermeyeceğini garanti etmez. Özellikle de operasyon ters giderse bu kaçınılmaz olur ve oldukça risklidir. Bazı durumlarda, dolaylı bir yaklaşım benimsenmesi ve gri bölgede başka bir ülkedeki bir düşmana ve onu harekete geçiren davadan farklı bir davaya karşı askeri bir operasyon düzenlenmesi gerektiğinden durum daha da karmaşık bir hale alır.
Eğer siyasi çıkarlar çok yüksekse, gri bölgedeki askeri operasyona karşılık vermek gerekir mi? İngiltere Başbakanı Johnson’ın Parlamento’ya sunduğu belgede, “Ülkeleri cezalandırılma ihtimalleri olduğunu belirterek, bu eylemleri yapanları açığa çıkararak, bunları kimin işlediğini açıklayarak ve buna göre cevap vererek düşmanca eylemlerinden caydırmaya çalışacağız. Caydırıcılık tek başına askeri bir seçenek anlamına gelmez. Mümkün olduğunda, yaptırımların uygulanması için diplomasi ve basın yolunun kullanılması ve ekonomik tedbirler alınması tercih edilir. Ancak bazen aynı şekilde yanıt vermek gerekebilir. Askeri seçeneği kullanmak isteyen gri bölge muhalifleri de gerçek bir askeri tehditle karşı karşıya kalmalıdır” ifadeleri yer aldı.
Albay Kemp raporunda “Liberal demokrasilerin gri bölgede çalışmak istediklerinden ne kadar eminiz?” diye soruyor. İngiltere, on yılı aşkın bir süredir İran’ın askeri mühimmatlarını kullanan vekil güçler, Irak'ta İngiliz (ve Amerikan) askerlerini öldürüldüğünde ve sakat bıraktığında dahi gri bölgede herhangi bir askeri operasyon düşünmedi. Her şey ortada olmasına rağmen İran’a düşmanlık bile beslemedi.  Bunun yerine diplomatik çabalara dayandı ve cinayetler devam etti” değerlendirmesinde bulunuyor.
Bu zayıf tutumun sonuçları, İran'ın devam eden gri bölge saldırılarında görülmeye devam ediyor. Eğer bu zayıflığın nedeni, -askerleri öldürülen ülkelerin- siyasi liderlerinin o dönemdeki gerilim yaşama korkusu ve siyasi yankılarsa, bugün özellikle çok yüksek bir risk taşımıyorsa gri bölgede askeri operasyonlar düzenlemeyi ciddi olarak düşünme ihtimalleri nedir?