​‘Amerikan Çağının sonu’ yanılgısı

Amerika Birleşik Devletleri'nin çöküşünü imkânsız kılan faktörler nelerdir?

Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babaları (Getty Images)
Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babaları (Getty Images)
TT

​‘Amerikan Çağının sonu’ yanılgısı

Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babaları (Getty Images)
Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babaları (Getty Images)

İmil Emin
Amerika Birleşik Devletleri’nin koronavirüs salgınından en çok etkilenen ülkelerin başında yer alması ve Başkan Donald Trump yönetimini saran panik havası, özellikle son üç yılda gündemden düşmüş olan şu soruyu yeniden akıllara getirdi: acaba koronavirüs salgını ABD’nin egemenliğinin sona ermesini hızlandıracak mı?
ABD’li meşhur gazeteci yazar Fareed Zakaria (Ferid Zekeriya) bu egemenliği; ‘’Zorba ve kısa ömürlü’’ olarak nitelemişti. Zekeriya’ya göre ABD egemenliği İkinci Dünya Savaşından sonra kırk yıl yükselişte olup, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla duraksamış, 2003’teki Irak işgalinden sonra da ‘ağır çekimde’ çöküşe geçmişti.
Tabi bu sorunun cevabını bulabilmemiz için derinlemesine bir bakışa ihtiyaç duyuyoruz. İmkân el verdiğince, sözü çok uzatmadan ve kısa da kesmeden bu yanıtı birlikte arayalım. Öncelikle; Ferid Zekeriya ve aynı kampta yer alanların bakış açısının yüzeysel olduğunu belirtmek isteriz, ABD korona salgınını atlatacak ve uzun süre daha ayakta kalacaktır. Nasıl ve niçin?
 
Amerika geleceğin ulusudur
Bazılarının düşlediği gibi ‘Amerikan çağının’ yakın bir zamanda sona ermeyeceğine dair argümanlarımızı öne sürmeden önce, ABD’nin kuruluşuna dair bazı hatırlatmalar yapmamız gerekebilir.
Bu bağlamda en önemli metinleri kaleme alanlardan biri de; Amerikan siyasetinin ve diplomasisinin ‘çağdaş patriği’ Henry Kissinger’dır. Kissinger devasa eseri ‘Dünya Düzeni’ kitabında,  tarih, coğrafya ve modern siyaseti kapsamlı bir şekilde değerlendirmiştir. Özellikle yedinci bölümde; ABD’nin insanlığa hizmetini ve ‘dünya düzeni’ tasavvurunu işlemektedir. Kissinger Amerika’nın ana mesajının egemenlik değil ‘özgürlük’ olduğunu vurgular, kuruluşundan bu yana ABD’nin projesinin, geleneksel ‘coğrafi yayılmacılık’ olmadığını, ‘göksel öğretiler’ ışığında ‘özgürlük ilkelerini’ yaymayı amaçladığını belirtir.
1839'da, resmi Amerikan Keşif Misyonu, Batı Yarımkürenin ve Güney Pasifik'in uzak bölgelerini keşfettiğinde, Birleşik Devletler ve Demokrasi dergisinde bir makale yayınlandı. ‘Geleceğin Büyük Ulusu’ başlıklı bu makalede, ABD’nin tarihteki tüm medeniyetlerden farklı bir yönetim anlayışı benimsediği vurgulanıyordu. Makalede şu ifadeler yer almıştı: “Doğrusu Amerika halkı bir yandan birçok farklı ırklara ve uluslara aidiyet hissederken, diğer yandan Ulusal Bağımsızlık Bildirgesi, insanların eşitliğine istinat eder. Bu iki gerçeklik bizi diğer uluslardan farklı kılan temel unsuru oluşturur. ‘Amerikan gerçekliği’, bu ülkede yaşayan insanların, mensup oldukları ırkın tarihiyle zayıf bağlar kurmuş olmasıyla ilişkilidir. Tarihin görkemi ya da suçları bizi o kadar da ilgilendirmemektedir. Bağımsızlık Bildirgesi bizim için yeni bir tarihin başlaması anlamına gelmektedir.’’
ABD’nin kurucu babaları, Amerika’dan ‘City upon a hill’ Tepedeki Şehir olarak söz eder. Kurucu babalar, Amerika’nın diğer tüm yönetim biçimlerine baskın geleceğini ve geleceğin ‘demokratik çağını’ oluşturacağını hayal ediyordu. Bu ‘özgür ve büyük’ ulusun, Tanrı tarafından diğer devletlerin öncüsü seçildiğine inanıyordular. Batı Yarımkürede ilkelerini yayarken, bu ilkelerin zaman içinde tüm dünyaya yayılacağını tasavvur ediyordular.    
Amerikalılar başlangıçtan itibaren, yeni devletlerinin, etik ve insani bir temeli olduğuna inanıyordu. İnsanlık gelişimi ve ilerlemesinin bir sonucu olduklarını düşündükleri için, kimsenin bu ‘ilerlemeyi’ durduramayacağına olan inançları tamdı. Amerikalılar güçlerinin ilahi (göksel) bir koruma altında olduğuna iman ediyordu. Dolayısıyla hiçbir dünyevi gücün kendilerine zarar veremeyeceğini düşünüyordular. ABD bu bakış açısıyla diğer ülkelerden radikal bir şekilde farklıdır.
ABD’nin kuruluşundaki ‘teolojik boyut’ hala devam etmektedir, bununla birlikte resmi kimliği, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran laiklik uyarınca şekillenmiştir. ABD’de dinlere ve ırklara ayrım yapılmaksızın saygı duyulur.

Çürüme mi, yenilenme mi?
Bugün sıklıkla dillendirilen Amerika’nın çöküşü meselesine dair yaklaşımda birçok yapısal sorun bulunmaktadır. Amerikan tarihçi Paul Kennedy bu teoriyi ilk öne sürenlerdendi, daha sonra ‘Çürüme Ekolü’ olarak tanınacak olan bu yaklaşıma göre; ekonomi ve strateji arasında doğrudan bir ilgi bulunmaktaydı. ‘Emperyalist Yayılmacılık’ olarak tanımladığı teorisinde, ABD’nin ‘imparatorluğunu’ sürdürebilmesi için ‘dışarıdaki varlığına’ yatırım yapması gerektiği, bu durumun da uzun vadede gücünü ve servetini yitirmesine neden olacağını öngörmekteydi. Bu gerçekliğin sadece Amerika’ya has olmadığını, Roma başta olmak üzere geçmişteki imparatorlukların ortak özelliği olduğunu söylemekteydi.
Kennedy’nin bu teorisi, ABD’nin stratejik eylemlerine yön veren birçok ABD’li düşünür tarafından eleştirildi. Bu düşünürlerin başında da ‘Amerikan bilgesi’ Zbigniew Kazimierz Brzezinsk gelmekteydi. Brzesinski Varşova Paktı’nın özellikle Afganistan’da mağlup edilmesinde aktif bir şekilde rol aldı.  Jimmy Carter'ın Ulusal güvenlik yardımcılığını yaptı. Samuel Huntington’la birlikte çalışarak, 43 sayfalık gizli bir bülten yazdı. Bu bültende gelecek yönetimin 10 önemli ulusal güvenlik politikası hedefi açıklanıyordu. Huntington ABD çürüyor mu yoksa yenileniyor mu sorusunu ele almış ve cevaben: “ABD’nin gücü çok boyutludur, onunla rekabet halinde olan kuvvetlerin gücü ise tek boyutludur’’ demişti.
Paul Kennedy ‘çürüme’ sorgulamasıyla ‘Amerikan çağının sonu’ tartışmalarını alevlendirmişti. Kennedy’nin teorisi, Chicago Küresel İlişkiler Konseyi başkanı ve Amerikan dış politika teorisyeni Ivo H. Daalder, ‘yeni muhafazakâr’ akımdan tarihçi Robert Cagan gibi düşünürler tarafından büyük ölçüde çürütüldü. Bu düşünürlere göre ABD’nin gücü hala zirvedeydi. Dünyadaki güç dengesindeki en önemli unsurun ekonomi olması ve ABD dolarının en önemli rezerv para olması da bunun kanıtıydı. Dünyadaki farklı ülkeler, ekonomilerini ayakta tutabilmek için dolara yönelmek zorundaydı. Ayrıca ABD’nin eğitim sistemi en iyi üniversiteleri barındırıyor ve tüm insanlar eğitim almak için Amerika’ya geliyordu.
ABD’nin bayraktarlığını yaptığı siyasi ilkelere gelecek olursak, hala kendi içindeki her sorunu aşabilecek güçtedir. Çin, Rusya ve İran gibi ülkelerde otoriterlik yükselirken, ABD’nin dünya genelindeki etkisi yüksek bir seviyede seyretmektedir. Washington’un dünya genelindeki müttefikleri çoğunluğu teşkil etmektedir. Bugün ABD’nin 50’den fazla stratejik ortağı ve müttefiki bulunmaktadır. Öte yandan Rusya ve Çin’in müttefikleri, ‘bir avuç’ pragmatist yönetimden ibarettir.

ABD'nin durumu nasıl tanımlanabilir, benzeri görülmemiş bir hâkimiyet mi, yoksa kontrolsüz bir güç mü?
Bu cevheri soruyu, akademik vasfıyla diplomatik deneyimini birleştiren en önemli Amerikalı stratejik düşünürlerden Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Joseph Samuel Nye Jr veriyor. Joseph Samuel ‘Amerikan Gücünün Paradoksu’ adlı eserinde, tarih boyunca Amerika’dan askeri olarak daha güçlü bir ülkenin olmadığını, bazılarının bunu Britanya’nın 19. Yüzyıldaki hegomanyası ile kıyasladığını ve Amerika’nın Büyük Britanya’nın ‘egemenliğini’ taklit ettiğini söylemektedir. Ancak bu kıyaslama ne dereceye kadar doğrudur? Bu popüler kıyasın o kadar da doğru olmadığı görülmektedir, Britanya Barışı diye adlandırılan süreçte İngiltere, ABD’nin bugünkü gücüne ulaşabilmiş değildi.
Amerikalı yazar ve ünlü Atlantik dergisinin editörü Colin Murphy ‘Biz Roma mıyız?’ başlıklı bir kitap yayınladı. Murph bugünün Amerika’sı ile 1500 yıl önceki Roma İmparatorluğunu kıyaslıyordu. Roma’nın rakip bir imparatorluğun yükselişiyle değil, toplumsal çöküş, ekonomi ve kurumların iflasıyla zayıfladığını, böylelikle kendisini işgalci kabilelere karşı savunamadığını yazıyordu. ABD’nin aksine, Roma’nın içeriden zayıfladığını, halkın devlete, egemen kültüre ve kurumlara olan güveninin sarsıldığını, erki ele geçirmek için yaşanan iç çatışmalar ve yolsuzluğun yaygınlaşması ekonomiyi felç ettiği için çöküşün yaşandığını, ancak aynı şeyin ABD için söylenemeyeceğini belirtiyordu.
ABD’yi Roma İmparatorluğuna benzetenlerin haklı olduğu hususlar yok değil. Ancak Roma İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde üretime dayalı olmayan ekonominin büyük bir etkisi vardı, üstelik ABD’nin aksine ciddi iç çatışmalar söz konusuydu. Kurumların zaafa uğraması Roma’yı savunmasız kıldı. ABD ise hala en başta gelen üretici güçler arasında yer alıyor, ABD kurumlarında bazı aksaklıklar olsa da, reform için yöntemler bulunuyor. Dolayısıyla ‘çöküş noktasında’ Roma ile benzeşmediği söylenebilir.
Amerikan iç kamuoyunda sosyal sorunlar olabilir, ancak açık bir toplum olması hasebiyle, özellikle de dünyanın her yerinden süreğen göç alması dolayısıyla, sorunların çözümünde de her zaman yeni yollar bulunabiliyor. ABD ekonomisi ağır büyüme kaydetse de, gelişmiş teknoloji kullanımında öncü olmayı sürdürüyor. Üniversiteler ve sanayi sektörü arasındaki etkileşim de son derece sağlıklı. Araştırma geliştirme, biyoelektronik, nanoteknoloji ve yenilebilir enerji alanlarında da öncü ülke konumundadır. ABD ‘korona salgını savaşını’ ya da benzer geçici krizleri atlatmasa dahi çöküş ve çürüme yaşayacak mıdır?

Hukuk devleti ve bağımsız yargı
Roma İmparatorluğu, Roma kanunlarını egemen kıldığı sürece güçlü olabilmişti. Roma Hukuku daha sonra birçok ülkenin anayasasına ilham kaynağı olacaktı. Hukuk zayıfladığında ‘güneş’ batışa geçti. Peki, ABD’deki hukuk devleti? Amerikan yargısı, uzun yıllar daha devam edecek istikrarının garantörü müdür?
Kesin olan bir şey varsa, o da; Amerikan yargı sisteminin, geleceğini garanti eden en güvenilir kalesi olduğudur. Yargısının gücü, ABD’nin dünya geneline yayılmış olan askeri gücünden daha önemlidir.  ABD Yüksek Mahkemesi Başkanı Ruth Bader Ginsburg: “Amerika’daki birçok insan hakları aktivisti, mahkemelerimizin insan hakları alanlarındaki hükümlerini, güvenliğimizin teminatı olarak görüyor ve bununla gurur duyuyor, ben de onlara katılıyorum’’ demekteydi.
Amerika’daki ‘bağımsız yargı’ insanların güvende hissetmelerini sağlıyor ve toplumsal adalete olan inancı koruyor.
Wayne State Üniversitesi Anayasa Hukuku Profesörü Philipa Strom, Cumhuriyetçi aday George W. Bush ile Demokrat rakibi Al Gore arasındaki 2000 yılındaki başkanlık seçimini yargı bağımsızlığının en önemli örneklerinden biri olarak gösteriyor.
2000 seçimlerinde Demokrat aday Al Gore yüzde 48.4, Cumhuriyetçi aday George W. Bush ise yüzde 47.9 oy almıştı. Kimin başkan olacağı yönündeki tartışmalar Yüksek Mahkeme’ye taşındı. Yüksek Mahkeme, delege sayısı daha fazla olduğu için George W. Bush’un başkan olarak seçildiğini duyurdu. Al Gore bu kararın ardından Bush’u arayıp tebrik etti ve protestocular evlerine döndü. Seçimi kaybeden Demokratlar da, şimdi ülkenin birlik ve bütünlüğünün her şeyden önemli olduğunu belirterek, yargıya olan güvenlerini ifade ettiler.
Tabi Yüksek Mahkeme’nin bu kararı herkesi mutlu etmedi, ancak herkes bu karara uymaları gerektiğini biliyordu. Bazıları yargıçların siyasi eğilimini sorguladı, ancak genel olarak kamuoyunda yargının bağımsızlığına olan güven sarsılmadı.
ABD hukuk devleti olduğu ve federal yargı bağımsız olduğu sürece ‘Amerikan çağı’ sona ermeyecektir. Amerikalılar ve dünya, mahkemeler Trump’ın belirli devletlerin vatandaşlarının ülkeye girişini yasaklayan kararlarına muhalif hüküm verdiğinde bunu daha iyi görmüş oldu.
Bu temelde, toplumun yargı kararlarına uyulması gerektiğine dair mutabakatı, Amerikan yargı sistemine ve Yüksek Mahkeme’ye siyasi, toplumsal anlaşmazlıkları çözmek hususunda, dünyanın herhangi bir başka yerinde olmadığı kadar istisnai bir konum bağışlamıştır.
2000 yılındaki başkanlık seçimi davasına bakan Yüksek Mahkeme Başkanı William Rehnquist bu göreve gelmeden yıllar önce: “Amerikan yargısı ülkemizdeki hükümet sisteminin başındaki taçtır’’ demişti.
1776'da Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi'ni ve 1789'da Anayasa'yı yazan Kurucu Babalar, bireylerin ve halkın hakkının devletin hakkından önce geldiğine inanıyordu. Bu nedenle hükümetin görevinin, insanların doğuştan kazandığı haklarını korumak olduğunu vurguladılar. Aydınlanma, ilerleme ve eşitlik, Amerika’nın gerçek gücünün kaynağıdır.
 
Amerikan eğitim sistemi
Bazı insanların ABD karşıtı tutumlarına ve Amerikan karşıtlığına rağmen, çocuklarını Amerika’da eğitim görmesi için göndermesi oldukça ilgi çekicidir. Çin, ABD’ye yetişmek için büyük bir çaba sarf ederken, Komünist Parti liderleri çocuklarını ABD üniversitelerine göndermektedir. Hatta Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in oğlu da Amerika’da öğrenim görmekte. ABD’nin gücünün kaynaklarından biri olan eğitim sisteminin kalitesinin sırrı nedir? Bunu merak edenler, Columbia Üniversitesi'nin ünlü rektörü Jonathan R. Cole’nin "Büyük Üniversiteler-Amerikan Üniversitelerinin Başarısının Öyküsü’ başlıklı kitabına bakabilirler. Sosyoloji Profesörü Jonathan R. Cole, özetle; ABD eğitim sisteminin başarısının, ‘akademide egemen olan özgür araştırma ruhunda’ saklı olduğunu söyler.
Amerikan eğitim sistemi, ABD’nin birçok konuda öncü olmasını sağlamıştır. Üniversitelerinde ve enstitülerinde epistemoloji ve bilgi sevgisi ruhu canlıdır. Dogmalardan sıyrılmayı ve ideolojik bakıştan arınmayı becerebilmiş akademisyenler başarının anahtarıdır. Bu yüzden dünya genelindeki başarılı akademisyenler, ABD’ye yönelmeyi tercih etmektedir.
Profesör Cole, sanayi ve üniversiteler arasında güçlü ilişkilerin olduğunu belirtiyor, ikili anlaşmalar sonucunda, üniversitede teorik eğitim gören öğrencilerin, sanayi ve teknoloji sektöründe akıllıca istihdam edildiğine dikkat çekiyor. Büyük firmaların üniversitelerde eğitim görmüş kadrolar olmaksızın başarılarını sürdürmesinin mümkün olmadığını ifade ediyor. Büyük firmalar ve üniversiteler arasındaki ittifaka dayalı ‘araştırma-geliştirme’ çalışmaları, yeni buluşlar doğrultusunda iş fırsatlarının da artmasına neden oluyor. Üniversiteler aynı zamanda, sosyal bilimlerde yetiştirdiği öğrenciler aracılığıyla şirketlerin verimliliğini arttırmasına katkı sağlıyor.
 
Amerika özgür medyanın merkezi
Koronavirüs salgını Çin’in Vuhan şehrinde başladı ve ardından dünyaya yayıldı. Çin hükümetinin ‘gizlilik kararları’ nedeniyle şu anda dünyada 2 milyon insana virüs bulaşmış durumda, on binlerce kişi yaşamını yitirdi ve bu sayı artış gösteriyor. Çin Komünist Parti yönetiminin medya üzerindeki baskısı nedeniyle, halen salgının kaynağı ve ülkedeki boyutları bilinemiyor.
ABD ve Çin arasındaki tüm stratejik rekabet öğelerinden bahsetmek için yerimiz uygun değil. Ancak okuyucu, ABD’nin korona salgınına dair yayın anlayışı ile Çin’deki yayın anlayışını kıyaslayabilir. ABD’de medya Başkan Trump’ın her adımı özgür bir şekilde tartışabiliyor ve salgınla mücadele yöntemini eleştirebiliyor, Çin’de ise yönetimi eleştirmenin maliyeti çok ağır olabilir. 
Northwestern Üniversitesi Tarih Koleji Dekanı Amerikalı Profesör John Warren Johnson, dünya üzerindeki özgür medyanın rolü üzerine yaptığı çalışmalarla biliniyor. Johnson: ‘’Kendisini demokratik addeden yönetimlerin en belirgin özelliklerinden biri de; yazılı ve görsel medyada insanların düşüncelerini özgür bir şekilde ifade edebilmelerine olanak tanımasıdır. Sinema, kitap, dergi, televizyonlar ve internet de buna dâhildir. ABD deneyimi, özellikle son yirmi yılda, ifade özgürlüğünün aydınlık bir örneğini teşkil etmektedir’’
Bilindiği üzere 21. Yüzyıl ‘iletişim ve bilgi’ çağı olarak tanımlanır. Bilgiye ve teknolojiye sahip olanlar gerçek gücü elinde bulundurabilir. Roma İmparatorluğu’nda ‘ekmeği veren’ kanunları belirliyordu. Şimdi ise medya gücüne sahip olanlar (özellikle de bağımsız ve özgürse) dünyanın ‘dümenini’ yönlendirebiliyor.

Amerika’da devletin medya kuruluşları bulunmuyor, bununla birlikte her bağımsız Amerikan medya kuruluşu, devletin enformasyon gücüne katkı sağlar, bu durumun daha uzun bir süre daha böyle devam edeceğini öngörebiliriz.

ABD 2030 yılında merkezi güç olmayı sürdürecek
ABD'nin Yirmi Birinci Yüzyılın üçüncü on yılı boyunca, dünyadaki merkezi güç olma konumunu muhafaza edecek olmasının başka nedenleri var mı?ABD Ulusal İstihbarat Direktörlüğü'ne bağlı, Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından hazırlanan, "Küresel Eğilimler 2030-Alternatif Dünyalar" raporuna göz gezdirmekte fayda var. Okuyucu Washington’un önümüzdeki on yıl boyunca ‘Tepedeki Şehir’ olma özelliğini nasıl koruyacağını bu raporu incelediğinde görecektir.
Özetlemek gerekirse:
- Coğrafi konum, Amerika'nın coğrafi konumu onu büyük güçler arasına yerleştirmektedir, civarındaki herhangi bir rakibini tehdidine karşı bağışık olmasını sağlar.
- Doğal kaynakların bolluğu, ABD, doğal yeraltı kaynaklarının zenginliğinin yanı sıra, dünyada en fazla ekilebilir araziye sahip ülkedir. Enerji alanında da, kendi kendine yetebilecek seviyeye ulaşmak üzeredir.
-Ekonomik entegrasyon, gelişmiş teknoloji ve yeterli işgücü. ABD’nin güçlü bir petrol sektörü bulunmaktadır, ayrıca üretim ve sanayide en gelişmiş teknolojileri istihdam edebilmektedir. Kendi başına ayakta kalabilecek bir yerel ekonomiye sahiptir.
- Dünyayla bütünleşmiş ekonomik sistem. ABD ekonomisi, Asya, Latin Amerika, Avrupa ve Ortadoğu ekonomileriyle yakından ilişkilidir ve en önemli finansal etki merkezidir.
- Etnik çeşitlilik. Amerikan toplumu, göçmenliğe açık çoğulcu bir toplumdur. Fırsat eşitliği ilkesi, dünyanın tüm bölgelerinden üstün yetenekli insanları bu ülkeye cezbetmeye devam etmektedir. Dolayısıyla uzun süre liderlik konumu koruması için, en önemli buluşların burada kaydedilmesi beklenmektedir.
- Çok yönlü gücü. ABD’nin gücü, ekonomik kaynaklar, askeri ve teknolojik olmak üzere çok yönlüdür. Çin gibi ülkeler belirli hususlarda ABD’yi geçse dahi, bu çok yönlü gelişimiyle rekabet edemeyecektir.
- İttifak oluşturma kudreti. Amerika'nın küresel çapta ittifak oluşturma ve liderlik kabiliyeti oldukça yüksektir. Amerikalı araştırmacı David Kang, birçok ülkenin Çin'in ekonomik başarılarına hayranlık duyduğunu, ancak ne Çin’in ne de bir başka ülkenin, Amerikan örneğinde olduğu gibi çok çeşitli küresel ittifaklar ve ortaklıklar geliştiremeyeceğini belirtiyor.
- Liberal dünya düzenindeki merkezi rolü. ABD’nin dünyaya egemen olan ‘liberal sistemin’ merkezinde yer alıyor olması tartışmaya açık değildir. Dolayısıyla bu sistem sürdüğü müddetçe ABD öncülüğü devam edecektir.
 
Çin’in büyük yalanı
Çok yakında tüm dünya, ‘Amerikan çağının’ sona ermediğini kavrayacak. Özellikle de Çin’in gerçek yüzü ortaya çıktığında ve küresel felaketin arkasında olduğu anlaşılınca bu gerçeklik daha da pekişecektir. Çin ve beraberindeki Asya güçleri çok şey kaybedecektir, sadece etik bağlamda değil, lojistik anlamda da böyle olacaktır. Bu durumdan ilk etkilenen ise, Çin’in ‘Bir yol-Bir Kuşak’ ya da ‘Yeni İpekyolu Projesidir.’ Dünyaya iyileşmesi için on yıla mal olan devasa bir ‘yalanın’ arkasında olan Çin’le kim ortak olmak ister?
Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri’nin önünde ‘altından bir fırsat’ durmaktadır. Korona salgınından uyandığında, içsel muhasebesini yapıp, bir kez daha, ‘Tepedeki Şehir’ olduğunu teyit edebilir.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



Çin, Tayvan çevresindeki askeri tatbikatlarına yönelik ‘sorumsuz’ eleştirileri kınadı

Pekin'deki bir meydanda bulunan dev ekranda, Tayvan çevresindeki Çin askeri tatbikatlarına ilişkin bir haber gösteriliyor. (Reuters)
Pekin'deki bir meydanda bulunan dev ekranda, Tayvan çevresindeki Çin askeri tatbikatlarına ilişkin bir haber gösteriliyor. (Reuters)
TT

Çin, Tayvan çevresindeki askeri tatbikatlarına yönelik ‘sorumsuz’ eleştirileri kınadı

Pekin'deki bir meydanda bulunan dev ekranda, Tayvan çevresindeki Çin askeri tatbikatlarına ilişkin bir haber gösteriliyor. (Reuters)
Pekin'deki bir meydanda bulunan dev ekranda, Tayvan çevresindeki Çin askeri tatbikatlarına ilişkin bir haber gösteriliyor. (Reuters)

Pekin bugün, Tayvan çevresindeki askeri tatbikatlarını eleştiren ülkeleri ‘sorumsuz’ olmakla suçladı.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Lin Jian, düzenlediği basın toplantısında, “Bu ülkeler ve kurumlar, Tayvan’daki ayrılıkçı güçlerin askeri yollarla bağımsızlık sağlamaya çalışmasına göz yumuyor” dedi.

Lin, “Buna rağmen, Çin’in ulusal egemenliğini ve toprak bütünlüğünü savunmak için yaptığı gerekli ve adil faaliyetleri sorumsuzca eleştiriyorlar. Gerçekleri çarpıtıyor ve doğru ile yanlışı karıştırıyorlar; bu tam bir ikiyüzlülük örneğidir” ifadelerini kullandı.

Öte yandan Avustralya Dışişleri Bakanlığı, Çin’in Tayvan çevresindeki askeri tatbikatlarını ‘istikrarsızlaştırıcı’ olarak nitelendirerek kınadı ve Pekin’e endişelerini ilettiklerini açıkladı. Bakanlık tarafından yapılan açıklamada, “Avustralya, herhangi bir eylemin kazara çatışma, yanlış hesaplamalar veya tırmanma riskini artırmasını şiddetle karşı çıkmaktadır” denildi. Ayrıca, “Uyuşmazlıklar diyalog yoluyla çözülmeli, güç veya zorlama ile değil” uyarısında bulunuldu ve tatbikatların ‘bölgesel gerginliği artırma riski taşıdığı’ vurgulandı. Çin, pazartesi ve salı günleri Tayvan çevresinde füze fırlatmaları yapmış, onlarca savaş uçağı ve gemiyi sevk ederek adanın limanlarını abluka altına alan tatbikatlar düzenlemişti. Pekin, Tayvan’ı kendi topraklarının bir parçası olarak görüyor ve gerekirse zorla ilhak edebileceğini belirtiyor. Tayvan Sahil Güvenlik yetkilileri bugün, Çin savaş gemileri ve sahil güvenlik gemilerinin ada çevresinden çekilmeye başladığını ve askeri tatbikatların sona erdiğine dair işaretler alındığını açıkladı.


Trump-Netanyahu görüşmesi: ABD Başkanı’nın müttefikleriyle arası ne durumda?

ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD'nin Florida eyaletindeki Palm Beach'te bulunan Trump'ın Mar-a-Lago kulübünde yapılan görüşmenin ardından düzenledikleri basın toplantısında, 29 Aralık 2025 (Reuters)
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD'nin Florida eyaletindeki Palm Beach'te bulunan Trump'ın Mar-a-Lago kulübünde yapılan görüşmenin ardından düzenledikleri basın toplantısında, 29 Aralık 2025 (Reuters)
TT

Trump-Netanyahu görüşmesi: ABD Başkanı’nın müttefikleriyle arası ne durumda?

ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD'nin Florida eyaletindeki Palm Beach'te bulunan Trump'ın Mar-a-Lago kulübünde yapılan görüşmenin ardından düzenledikleri basın toplantısında, 29 Aralık 2025 (Reuters)
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD'nin Florida eyaletindeki Palm Beach'te bulunan Trump'ın Mar-a-Lago kulübünde yapılan görüşmenin ardından düzenledikleri basın toplantısında, 29 Aralık 2025 (Reuters)

Elie el-Kuseyfi

ABD Başkanı Donald Trump ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu arasında geçtiğimiz eylül ayında gerçekleşen ve Netanyahu’nun Gazze ile ilgili ABD'nin 20 maddelik barış planını onaylamasıyla iki aşama arasında bir dönüm noktası oluşturan toplantı ile pazartesi günü Florida'da gerçekleşen toplantı aynı değildi. Bu son görüşme, iki tamamen farklı aşama arasında net bir kırılma noktası oluşturmazken bölgede yeni bir aşama için teorik ve pratik temeller atmadı. Aksine özellikle Trump’ın yaptığı açıklamalara göre son görüşme, daha ziyade Suriye ve Türkiye ile ilgili, daha az ölçüde de Gazze ile ilgili daha önce açıklanan tutumları yinelemek ve İran'ın nükleer ve füze programları ile ilgili diğer pozisyonları güncellemek için bir fırsat oldu.

Bu yüzden görüşme, özellikle İsrail’in Gazze Şeridi’nde yürüttüğü savaş ve bunun son iki yıldır bölgede yarattığı etkiler sonrasında, bölgesel ve uluslararası değişikliklerden ciddi şekilde etkilenmemiş gibi görünen iki tarihi müttefik arasındaki toplantı geleneğinden sapmadı. Bu durum ne toplantı öncesinde ne de sonrasında bir sorun oluşturdu. Ancak Gazze'deki ateşkesin ardından Trump ve Netanyahu arasındaki ilişkinin geleceği ve bölgedeki gelişmeleri ve bölgesel çıkarlarını yorumlamalarında görünen farklılıklar sorusu gündeme geldi. Görüşme sırasında, iki lider arasında ve ABD yönetimi ile İsrail hükümeti arasında, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir model oluşturabilecek gerçek bir ayrılık belirtisi olup olmadığına dikkat çekildi.

Trump ve Netanyahu’nun eylül ve aralık aylarında gerçekleştirdikleri görüşmeler arasındaki temel fark, Trump'ın bölgedeki müttefiklerine karşı tutumunda yatıyordu.

Florida'daki görüşme, bu soruya ne bir cevap ne de cevabına dair bir ipucu barındırıyordu. Ki bu da bekleniyordu, ancak bu durum, sorunun artık geride kaldığı ve iki ülke arasındaki ilişkilerin önümüzdeki dönemde birçok sorunun ve belki de bazı ‘durumsal’ değişikliklerin konusu olmayacağı anlamına gelmiyor. Toplantı, Trump ve Netanyahu arasındaki ilişkinin niteliği konusunu büyük ölçüde çözmüş olsa da bu ilişki, eylül ayındaki son toplantılarından bu yana geçtiğimiz üç ay içindeki gelişmelerden olumsuz etkilenmiş gibi görünmüyor. Buna karşın Trump gibi bir başkan için çifte öneme sahip olabilecek şahsi düzeydeki ilişki, Gazze'den Suriye ve Türkiye'ye, belki de Lübnan'a ve daha az ölçüde İran'a kadar, iki liderin mevcut sorunlara yaklaşımlarında farklılıklar olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Gazze'de ateşkesin ilan edilmesinin ardından gündeme gelen Netanyahu'nun ‘yerine geçecek kişi’ sorunu, özellikle ABD yönetiminin şu anda onun yerine geçecek halihazırda bir aday olmaması ve Ürdün Kralı 2. Abdullah'ın açıkça ifade ettiği üzere ‘Bibi’ye (Binyamin Netanyahu’nun lakabı) yönelik bölgesel hassasiyetin en azından şu aşamada Trump'ın ona verdiği desteği yeniden gözden geçirmesine neden olacak bir aşamaya gelmiş gibi görünmemesi sebebiyle ertelenmiş veya gündemden düşmüş gibi görünüyor. Onun varlığı Washington’ın bölgesel stratejisini etkilemediği ve bölgedeki nüfuz ve çıkarların belirlenmesi sürecinin son aşamasına henüz gelinmediği sürece bunun olması beklenmiyor. Dolayısıyla Netanyahu'nun sahneden çekilmesi talebi, yeni bir aşamaya geçiş için acil veya gerekli hale gelmiş değil. Bu da aynı zamanda bölgesel tarafların Washington üzerinde manevra yapma ve baskı uygulama kabiliyetine ve Washington'ın bölgesel müttefiklerinin taleplerini dengeleme ve çıkarlarına göre önceliklerini düzenleme kabiliyetine de bağlı.

sdfrgt
ABD Başkanı Donald Trump ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ABD'nin başkenti Washington'daki Beyaz Saray'da bir araya geldi, 25 Eylül 2025 (Reuters)

Diğer bir deyişle, Trump Netanyahu'yu övüp İsrail'in ateşkes anlaşmasına yüzde 100 bağlı olduğunu söylerken, diğer tarafların bağlılığını sorgulasa da, görüşme Gazze ve bölge genelinde İsrail ve ABD’nin önceliklerindeki farklılıklar hakkındaki önceki sızıntıları yalanlamadı. Ancak aynı zamanda, özellikle Beşşar Esed rejiminin düşmesinde Türkiye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın rolünü öven Trump, İsrail'in Suriye'den başlayıp Doğu Akdeniz'den geçerek Afrika Boynuzu'na uzanan stratejik bir çatışmaya girdiği bir dönemde, Türkiye'nin Gazze'deki rolünü desteklemeye devam ediyor gibi göründü. Bu da ne iki liderin görüşmesinde ne de ABD ve İsrail'in bölgesel meselelere ilişkin politika ve önceliklerinde önemsiz bir ayrıntı değil. Trump ve Netanyahu’nun eylül ve aralık aylarında gerçekleştirdikleri görüşmeler arasındaki temel fark, Trump'ın bölgedeki müttefiklerine karşı tutumunda yatıyordu. Suriye'den Yemen'e, Akdeniz'den Kızıldeniz kıyılarına kadar bölge ülkeleri arasında eşi ve benzeri görülmemiş bir jeopolitik rekabet varken, Trump bölgedeki müttefiklerine karşı ne tür bir tutum sergiliyor?

Florida

Florida’daki görüşmeyi, Gazze'deki ateşkesin ardından geçtiğimiz üç ayı Amerika ve İsrail'in değerlendirmesi olarak görecek olursak özellikle de Trump, İran'ın nükleer kapasitesini yeniden inşa ettiği ‘kanıtlanırsa’ yeni saldırılarla tehdit ettikten sonra ABD ve İsrail'in şu anda en az anlaşmazlık yaşadığı konunun İran olduğu söylenebilir. İran’ın füze programına gelince Trump, İran'ın nükleer programını kontrol altına almakla aynı önceliği vermeye Netanyahu kadar hevesli görünmüyordu. Trump'ın İran'la ilgili tehditler ve anlaşma arayışları arasındaki tüm açıklamaları, ABD’nin İran sorununa yaklaşımındaki belirsizliği teyit ediyor. Trump, İran'daki ‘başarılarından’ bir kez daha gurur duyduğunu gösterirken, daha da önemlisi, ABD'nin İran'a yönelik saldırılarını ‘Ortadoğu barışı’ ile ilişkilendirdi. Bu, Trump'ın kendisi ve yönetimi için bölgedeki ‘barışın’ önemini vurgulamak ve daha da önemlisi, Nobel Barış Ödülü yolunda şahsi bir başarı olarak görmek için kullandığı yöntemlerden biri.

Daha önce sızdırılan bilgilerde olduğu gibi, özellikle Trump'ın ‘yakında başlaması planlanan’ yeniden inşa sürecinin Hamas'ın tamamen silahsızlandırılmasına bağlı olmadığı yönündeki açıklamasından sonra, ABD yönetimi ile İsrail hükümeti arasında bir anlaşmazlık var gibi görünüyor.

Başka bir deyişle, ABD Başkanı Gazze'deki savaşı sona erdirmeye kararlı ve savaşı yeniden başlatmak ya da İsrail'in çatışmayı tırmandırmasına ‘izin vermek’ konusunda hiçbir heves ya da istek göstermiyor. Ancak, anlaşmanın çökmesine yol açmamak kaydıyla, İsrail'in mevcut bombardıman ve saldırılarının hızına da karşı çıkmıyor. Peki ya ikinci aşamaya geçmek? Burada da, daha önce sızdırılan bilgilerde olduğu gibi, özellikle Trump'ın ‘yakında başlaması planlanan’ yeniden inşa sürecinin Hamas'ın tamamen silahsızlandırılmasına bağlı olmadığı yönündeki açıklamasından sonra, ABD yönetimi ile İsrail hükümeti arasında bir anlaşmazlık var gibi görünüyor.

Bu, Netanyahu için çok hassas bir konu, çünkü sağ kanattan ABD yönetimine hiçbir taviz vermemesi yönünde baskı görüyor. Bu baskı, son iki gün içinde anlaşmanın ikinci aşamasının maddelerinden biri olan Refah Sınır Kapısı’nın yeniden açılması meselesinde de açıkça görüldü.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Netanyahu, sınır kapısının açılabileceğini ima ettikten sonra, İsrail'in aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir’in baskısıyla geri adım attı, ancak bu, özellikle de toplantı öncesinde İsrail ordusuna Gazze'deki durumu sakinleştirmesi talimatı verilmiş olması nedeniyle Florida’daki görüşme öncesinde yapılan bir manevranın parçası olabilir. Ancak Trump, şu anda ABD'nin pozisyonunu iyi yöneten Hamas'a karşı bir şekilde ‘olumlu’ görünse de, net bir takvim belirlemeden ve konuyu yoruma açık bırakarak, Netanyahu ve hükümetini bir dereceye kadar tatmin edebilecek şekilde, Hamas'a silahsızlanması için zaman tanıdı.

frgthy
ABD Başkanı Donald Trump ve Suriye Devlet Başkanı Ahmed eş-Şara, Washington'daki Beyaz Saray'da, 10 Kasım 2025 (AFP)

Bölgede devam eden sert rekabete geri dönecek olursak bu rekabetin eksenleri henüz tam olarak oluşmamış olsa da, özellikle potansiyel ittifaklar açısından, Abraham (İbrahim) Anlaşmaları ve Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve İsrail arasındaki ittifak çerçevesinde İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasındaki kesişimlerinden giderek daha fazla söz edilmeye başladı. Bu durum, Pakistan'ın birden fazla tarafla ortak çıkarları olması nedeniyle konumunun zorlu olduğu bir dönemde, Suudi Arabistan, Türkiye ve Mısır da dahil olmak üzere bu kesişimlerden ve ittifaklardan etkilenen ülkelerin, karşı kesişimler ve ittifaklar kurma girişiminde bulunup bulunmayacağı sorusunu gündeme getiriyor. Ne olursa olsun, Yemen ve Afrika Boynuzu'ndaki gelişmeler, daha geniş bölgesel manzara ve rekabet haritasının önemli bir parçası haline gelmiştir. Bunları Ortadoğu'da, daha spesifik olarak Arap Levant'ta, özellikle de Türkiye-İsrail rekabetinin zirveye ulaştığı Suriye'de yaşananlardan ayırmak artık mümkün değil. Bu da hem Netanyahu hem de Erdoğan ile dostluğuyla övünen ABD yönetimi ve Trump için can sıkıcı bir konu. Trump'ın, Türkiye ile İsrail arasında Suriye'de işlerin yolunda gideceğini defalarca kez iddia etmesi, bunun gerçekten gerçekleşmesi için yeterli mi? ABD'nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) daimi temsilcisinin pazartesi günü İsrail'in Somaliland’i tanıma kararını desteklemesi, ABD'nin Afrika Boynuzu'nda ve belki de Yemen'de İsrail'e karşı taraflı bir tutum sergilediğini gösteriyor. Bu durumda, iki ülke arasındaki çatışmanın Somali, Somaliland ve genel olarak Afrika Boynuzu'na yayılması konusunda ABD'nin nasıl bir tutum sergiliyor?

Washington ve İsrail'in bölgesel meselelerde uzlaşıya varıp varmayacaklarını, yani Washington'ın İsrail'e Suriye'de ateşkes karşılığında Lübnan'da gerginliğin tırmanmasını kabul edip etmeyeceğini tahmin etmek zor.

Trump, Türkiye ve İsrail hakkında söylediklerini, Suriye ve İsrail hakkında da söyledi. Netanyahu'nun Florida'daki açıklamalarından İsrail'in Suriye ve Lübnan meselelerine yaklaşımının tamamen güvenlik temelli olduğu açıkça anlaşılırken, Trump iki ülke arasındaki ilişkilerin ABD'nin planladığı şekilde ilerleyeceğini belirtti. ABD Başkanı, yönetiminin her iki konuyu da ağırlıklı olarak siyasi bir perspektiften ele aldığı bir dönemde, sınır güvenliği ve azınlıkların, özellikle de Dürziler ve Hıristiyanların korunmasının önemini bir kez daha yineledi. Washington, Suriye'de Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'nın yönetimini desteklemeye devam ediyor. Trump, pazartesi günü yaptığı açıklamada, elbette kendisinin bölgeye ilişkin hesaplamalarında göz ardı edemeyeceği Arap ülkeleri-Türkiye çatışmasında kilit bir figür olduğunu göz önünde bulundurarak, Şara'yı övdü. Washington, Lübnan'da özellikle İsrail ve Lübnan'dan siyasi müzakerecilerle güçlendirildikten sonra, Lübnan'ın güneyindeki ateşkesi izleyen ‘mekanizma’ komitesini artık daha fazla destekliyor. Ancak Lübnan, Suriye ve hatta Gazze'ye göre daha az bölgesel ve uluslararası koruma altında olduğu için ‘zayıf bir nokta’ olmaya devam ediyor. Öte yandan bu, İsrail'in Hizbullah'a daha fazla saldırmayı planlaması halinde bunun ABD'de anlayışla karşılanacağı anlamına gelmiyor. Çünkü ABD'nin Lübnan'daki hesaplamaları, Washington'ın desteğiyle seçilen mevcut cumhurbaşkanı ve hükümeti desteklemeyi gerektiriyor. Şimdiye kadar, bu desteği özellikle de Trump'ın da tekrarladığı gibi, Washington, Lübnan hükümetinin ve desteklediği Lübnan ordusunun Hizbullah'ın silahları sorununu ‘çözme’ konusundaki sınırlarını anlayışla karşıladığını gösterdiğinden sonlandırması için bir neden görünmüyor. Ancak Trump'ın Hizbullah'ın kötü davranışlarına ilişkin yorumları, ABD'nin İsrail'in Hizbullah'a karşı tırmanışına yeşil ışık yakmaya devam edeceğine işaret ediyor.

Burada, Washington ile İsrail arasında bölgesel meselelerde bir takas olacağını, yani Washington'ın Suriye'deki sükunet ve Lübnan'daki gerginlik karşılığında İsrail'i feda edeceğini öngörmenin kolay olmadığını belirtmek gerekir. Bu yaygın bir görüş olmakla birlikte, her bir konunun kendine özgü niteliği ve ABD’nin bölgesel çıkarları bağlamında bu konulara olan ilgisi göz önüne alındığında, birbirinden ayrılamayacak bu iki unsurun bir arada ele alındığı bu görüş tam olarak doğru değil. İsrail'in manevra alanı ve Tel Aviv'in, ABD yönetiminin kesin bir politikası olmayan kırılgan bölgelerde fiili durumu dayatma kabiliyeti küçümsenemez, ancak genel olarak, ‘bir dönüm noktası’ veya ‘tarihi’ olarak nitelendirilemeyecek olan Florida’daki görüşme, bölgedeki mevcut durumun değişmeyeceğini ilan ediyor. Bu durum, ABD yönetimi ile zaman kazanmaya devam eden Netanyahu'yu tatmin edebilir ve aynı zamanda Gazze Şeridi ve bölge ile ilgili tüm vaatlerini tek başına yerine getiremeyen Trump'ı da tatmin eder. Dolayısıyla, savaşın ve barışın olmadığı mevcut durum, Trump için bir nebze rahatlatıcı olmakla birlikte onu verdiği aşırı vaatlerden de kurtarıyor!


Zohran Mamdani, 2026 yılının başında New York Belediye Başkanı olarak yemin edecek

Zohran Mamdani (Reuters)
Zohran Mamdani (Reuters)
TT

Zohran Mamdani, 2026 yılının başında New York Belediye Başkanı olarak yemin edecek

Zohran Mamdani (Reuters)
Zohran Mamdani (Reuters)

Zohran Mamdani, 2026 yılı başında New York Belediye Başkanı olarak görevine başlayacak.

Mamdani’nin Demokrat ekibi, yemin töreni için yarın iki ayrı etkinlik planladı: gece yarısı eski bir metro istasyonunda ailesiyle katılacağı küçük ve özel bir tören ile öğleden sonra belediye binasının önünde düzenlenecek halka açık büyük bir kutlama.

cdf
Zohran Mamdani (AFP)

Yeni belediye başkanının görev süresi yılın başında başladığı için, şehirde gelenek olarak yeni liderler iki ayrı etkinlik düzenliyor. Görevini tamamlayan Eric Adams, yeminini Times Meydanı’nda ünlü top düşüşünün hemen ardından gerçekleştirmiş, selefi Bill de Blasio ise ilk yeminini Brooklyn’deki evinde yapmıştı.

Mamdani ise Manhattan’daki eski metro istasyonunda, şehrin ilk yeraltı ulaşım ağlarından biri olan ve döşeli kemerleri ve kubbeli tavanlarıyla bilinen istasyonda yemin edecek.

Yemin töreni, New York Başsavcısı Letitia James’in önünde gerçekleşecek.