Usame bin Ladin’in Sudan'daki yılları

Usame bin Ladin
Usame bin Ladin
TT

Usame bin Ladin’in Sudan'daki yılları

Usame bin Ladin
Usame bin Ladin

“Gideceğim, fakat siz Amerikalılarla olan problemlerinizi çözmeyeceksiniz.”
Bu, El Kaide lideri Usame bin Ladin’in 1996 yılında Hartum'dan çıkarılıp Afganistan'daki Tora Bora dağlarına götürüldüğü askeri uçağın merdivenlerinde söylediği son sözdü.
Bugün ölüm yıldönümü olan Usame bin Ladin, hiçbir şekilde Batı'ya ve özellikle ABD’ye karşı katı bir İslamcı ideolojiyi benimseyen köktendinci bir rejim tarafından sınır dışı edileceğini beklemiyordu. Fakat onun yukarıdaki sözünde dile getirdiği öngörüsü doğru çıktı. Sudan'dan ayrılmasının üzerinden bir yıl geçmesinin ardından Washington Sudan'a ekonomik yaptırımlar uyguladı.
Usame bin Ladin, Hartum’dan çıkarıldığında, 30 Haziran 1989'da düzenlenen ve ‘Kurtuluş’ adı verilen askeri darbe ile Müslüman Kardeşler'in iktidara gelmesinin üzerinden 7 yıl geçmiş ve Hasan et-Turabi tarafından planlanan bu askeri darbenin ardından Sudan toprakları, Arap ülkeleri başta olmak üzere diğer ülkelerden gelen cihatçı liderler için bir üsse dönüşmüştü.
ABD, El Kaide liderine ev sahipliği yapmasından ve ülke topraklarını dünyanın dört bir yanından gelen radikal gruplara açmasından dolayı Sudan’ı 1993 yılında terörü finanse eden devletler listesine ekledi. Usame bin Ladin, 1991 yılında bir iş adamı ve yatırımcı kimliğiyle Sudan’a geldi. Ancak elbette Batı’ya ve onunla uzlaşı içerisinde olan komşu ülkelere karşı cihatçı sloganlar benimseyen yönetimdeki İslamcı gruba yakındı. Bunun bir sonucu olarak Usame bin Ladin, Ömer el-Beşir ve Hasan et-Turabi gibi grup liderleriyle çok sayıda açık ve kapalı görüşmeler yaptı.
O zamanlar İslamcı örgüt içerisinde karar verme çevrelerinde bulunan kaynakların aktardığına göre eski Devlet Başkanı Ömer el-Beşir ve Yardımcısı Ali Osman Taha, Hartum'da Riyad mahallesindeki evinde Usame bin Ladin’i ziyaret ettiler ve onu Afganistan'a gönderilmesi için yapılan düzenlemeler ile onun için askeri bir uçağın hazır olduğu hususunda bilgilendirdiler.
Aynı kaynakların aktardığı kadarıyla Usame bin Ladin, kendisini ziyaret edenlere Sudan'daki mülkünün ve parasının ne olacağını sordu. Kendisine haklarının bütünüyle sağlanacağına dair güvence verilse de o dönemdeki iktidara yakın olan çevrelerin tanıklığına göre böyle bir şey olmadı. Usame bin Ladin’in uçağının havalandığı gece başkan ve yardımcısı, Sudan İslami Hareket lideri Hasan et-Turabi’nin evine gittiler. İktidarı elinde tutan bu adama, Usame bin Ladin’in ülkenin içinden geçtiği zor şartlar dolayısıyla kendi takdiriyle ayrılmak istediğini söylediler. Resmi kanallardan aktarıldığı haliyle durum buydu. Ancak kaynaklar, El Kaide liderinin sınır dışı edilmesinin Ali Osman Muhammed Taha'nın fikri olduğunu dile getirdiler. Ali Osman Taha, Mısır'ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’e 1995 yılında Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa’da düzenlenen suikast girişiminin ardından bu fikri dile getirmiş ve sonrasında Ömer el-Beşir'in desteğini almayı başarmıştı.
Kaynaklar, Usame bin Ladin’in rejimin unsurlarıyla birlikte bu suikast girişimine karıştığına dair bazı kanıtların olduğu yönünde söylentilerin çıkmasının ardından Taha'nın ondan bir an önce kurtulmaya çalıştığını söylediler.
Şarku’l Avsat’a konuşan Sudan’ın eski Güvenlik ve İstihbarat Servisi Başkanı Kutbi el-Mehdi, Taha'nın Hüsnü Mübarek’e düzenlenen suikast girişimindeki rolünün, Mısır İslam Cihadı ve İslam Cemaati’nden olan iki suikastçıya lojistik destek ve fon sağlamaktan ibaret olduğunu belirtti. Sudanlı İslamcıların lideri olan Hasan Turabi ise Arap basını tarafından yayınlanan açıklamalarında, örgüt içerisindeki yardımcısı olan Taha’yı bu suikast girişimine doğrudan karışmakla itham etti. Turabi o zamanki açıklamalarında, Taha'nın olayla ilgili ayrıntılarını bizzat kendisine ilettiğini ve suikast girişiminde bulunan bu iki unsuru tasfiye etmesini talep ettiğini söyledi. Suikast girişiminin ardından Hartum’a dönen failler, daha sonra Afganistan'a sürüldüler. Ayrıca Turabi, Taha'nın kendisine danışmaksızın İslami Hareket’in hesabından bir buçuk milyon dolar çektiğini de dile getirdi.
Kaynakların ifade ettikleriyle Sudan’daki İslamcı çevrelerde Taha’nın nasıl bir kişiliğe sahip olduğuna dair söylenenler birbiriyle uyuşuyor. Nitekim onun, örgüt içerisindeki kardeşlerini feda etmek bile olsa kendi konumunu korumak için her şeyi yapmaya hazır olduğu söyleniyordu. Bu, Turabi'yi deviren gizli komployu yöneten birkaç kişi tarafından da dile getirildi. 1999 yılında meydana gelen ve ‘el-Mufasala’ olarak bilinen bu olayın ardından Sudan İslamcıları ikiye bölündü. Ömer el-Beşir ve onu destekleyenler iktidarda kalırken, Hasan Turabi ve onunla birlikte olanlar ise muhalif bir pozisyona geçtiler.
Kaynaklar, Usame bin Ladin’in Sudan’dan ayrılma sebebine ilişkin yapılan resmi açıklamalar ile onun kendi arzusuyla ülkeden ayrıldığı yönündeki iddiaların gerçeği çarpıttığını söylediler. Hüsnü Mübarek’e yönelik gerçekleştirilen başarısız suikast girişiminin kendilerine de dokunacağından korkan Sudan’daki Müslüman Kardeşler’den bir grubun Usame bin Ladin’i kurban olarak seçtiğine dikkat çeken kaynaklar, aynı zamanda İstihbarat Servisi Başkanı Nafi Ali Nafi’nin ve bir dizi önde gelen İslamcı liderin böylece devre dışı bırakıldığını söylediler. Kaynakların aktardığına göre Turabi, Sudan’ın bu suikast girişimine karıştığı yönünde şüphe uyandırabileceği nedeniyle Ömer el-Beşir’den istihbarat başkanının görevinden alınmamasını talep etti. Fakat Ömer el-Beşir, onun bu talebini dikkate almadı.
Diğer taraftan devrik lider Ömer el-Beşir’in, rejimin karşı karşıya kaldığı baskılardan dolayı birçok kez el-Kaide liderinden kurtulmaya, onu ABD’ye teslim etmeye çalıştığına, fakat bunda başarısız olduğuna dair başka raporlar da var. Fakat Washington'dan gelen cevap, onu yargılamak ve mahkûm etmek için yeterli kanıtın bulunmadığı yönündeydi. Nitekim ABD’ye gönderilmiş olsa da serbest bırakılacaktı.
Bu olayların yaşandığı sıralarda ABD'de yayınlanan Vanity Fair dergisinde Sudan’ın eski Güvenlik ve İstihbarat Servisi Başkanı Kutbi el-Mehdi’nin bir konuşması yayınlandı. Mehdi, bu konuşmasında ABD Merkezî İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü’ne Sudan’ın Usame bin Ladin’i teslim etmeye hazır olduğunu, fakat o sıra ABD tarafından aranmadığından dolayı Washington’un teklifle ilgilenmediğini söylüyor. 
O sıralar basında çıkan haberlerde, Sudan rejiminin kendisini yabancı devletlere teslim etme yönündeki planını öğrenmesinin ardından Usame bin Ladin’in ülkeden ayrılmak istediği bilgisi yer alıyor. Ancak o dönemde Sudan’daki karar alma mercilerine yakın olan kaynakların aktardığına göre onun sınır dışı edilmesi yönünde alınan karar bütünüyle Sudan rejimine aitti ve kararın arkasında özellikle Ömer el-Beşir ve Ali Osman Taha vardı. Usame bin Ladin’in sınır dışı edilmesinin hemen öncesinde Sudan'daki tüm yabancı İslamcılar tutuklandı. Libyalılar Kaddafi'ye, Eritreliler Cumhurbaşkanı Isaias Afewerki’ye teslim edildi. Raşit Gannuşi grubundaki İslamcılar ise düzenli bir şekilde ülkeden çıkarıldı. Tüm bunlar, Usame bin Ladin’in ABD’ye teslim edilmesine hazırlık mesabesindeydi.
1990’lı yıllarda Alman yetkililer, Frankfurt Havaalanı'nda Ebu Hacer lakaplı ve ilk ismi İmad olan bir Suriyeli mühendisi tutukladılar ve ABD istihbaratına teslim ettiler. El Kaide örgütüne bağlı olan İmad’a, Sudan’daki İslamcı rejim ev sahipliği yaptı ve İmad yıllarda Hartum’da ikamet etti. Hartum’da Usame bin Ladin’in ikamet ettiği evin yakınında yaşayan İmad, şehrin doğusunda yer alan ve El Kaide liderinin de namaz kıldığı camiye düzensiz aralıklarla gider gelirdi.
Şarku’l Avsat’a konuşan Riyad mahallesi sakinlerinden biri, Ebu Hacer’in Kur’an tilavetin için kurulan halkalara devam ettiğini, aynı camide fıkıh dersleri verdiğini ve Usame bin Ladin’e yakın olan kimseler tarafından düzenli olarak ziyaret edildiğini söyledi. Usame bin Ladin’in neredeyse duyulmayacak kadar kısık bir sesle selamlara karşılık vermek dışında insanlar arasına çok az karıştığı ve çok az konuştuğunu dile getiren mahalle sakini, onun evinin istihbarat servisi tarafından korunduğunu aktardı.
İronik bir şekilde Usame bin Ladin’in kiraladığı evin sahibi, ABD'nin 1998 yılında el-Kaide ile irtibatı olduğu ve kimyasal silah ürettiği iddiasıyla seyir füzeleriyle bombaladığı eş-Şifa fabrikasının yöneticisi idi. ABD’nin bu saldırısı, Darusselam ve Nairobi'deki büyükelçiliklerinin bombalanmasına karşı öfkeli bir misillemeydi. Şifa fabrikasının imha edildiği sıra Afganistan'daki mücahid kamplarına ABD uçakları tarafından bir dizi saldırı gerçekleştirildi. Bu saldırılardan birinde Usame bin Ladin’in öldürülmesi hedef alınmıştı.
Kaynakların aktardığına göre Sudan'ın İslam alimlerinin ve dünyanın her yerinden İslamcı işadamlarının uğrağı olmasını ümit eden ve bundan dolayı vizeleri kaldıran, sınırları açan ve isteyen herkese Sudan vatandaşlığı veren Turabi, El Kaide liderinin Sudan’a gelme talebini memnuniyetle karşıladı. Usame bin Ladin Sudan’a vardıktan sonra eşitli projelere milyonlarca dolar yatırım yaptı, Vadi el-Akik’in de yer aldığı bir dizi şirket kurdu, tarım, yol ve inşaat alanlarında projeler aldı, daha sonra başkentin güneyinde Hartum Üniversitesi'ne ait bir çiftlik satın aldı ve burayı çeşitli uyruklardan gelen kimselerin oluşturduğu grubunu eğitmek için bir kampa çevirdi. Çiftliğin bir kısmını ise düşkünü olduğu atların yetiştirilmesi için tahsis etti.
Şarku’l Avsat’ın kaynaklardan aktardığına göre Usame bin Ladin’in grubu kendisiyle birlikte Sudan’a geldi. Sudan’a gelmelerinin öncesinde üst düzey askeri eğitim almış olan savaşçılardan oluşan bu grup, çiftlikte aldıkları eğitimlerle bu kabiliyetlerini ve yetkinliklerini korumaya çalıştı. Sudan’ın savaşçılara ev sahipliği yapması daha sonra terör batağına düşmesine yol açtı. Nitekim Sudan’daki İslamcı liderler ile el-Kaide lideri arasında birtakım bağlantıların bulunduğu iddia edildi ve bunu bir suçlamalar dalgası izledi. Kaynaklar, Turabi’nin Afgan Cihadı ile olan ilişkisinin, Sovyetlerin Afganistan'ı işgali sonrasında 1979 yılına kadar uzandığını belirttiler. Turabi o sıra Sudan Devlet Başkanı Cafer Nemiri yönetiminde Adalet Bakan’ydı. Turabi, Devlet Başkanı Nemiri’yi ‘Afgan Cihadı’nın Arap dünyasındaki ilk ofisini’ Hartum’da açması için ikna etti. 1980 yılında tam bir gizlilikle ofisin açılmasının ardından Turabi’yle oldukça yakın bir ilişkisi bulunan Burhaneddin Rabbasi ofise müdür olarak seçildi. O sıra Hartum'daki büyükelçiliğe bağlı güvenlik ofisinde çalışan ve Afgan Cihadı dosyasıyla ilgilenen ABD’li bir istihbarat subayı vardı. Örgütün liderleriyle yakın ilişkileri bulunan subay, Nisan 1985'te Nemiri rejimini deviren halk ayaklanmasının ardından Sudan’dan kaçtı.
Usame bin Ladin, Afgan Cihadı içerisinde merkezi bir figürdü. Nitekim bir servet sahibiydi ve el-Kaide örgütünün kurulması fikrinin arkasında olduğu düşünülen Abdullah Azzam ile yakın bir ilişkisi vardı.
Sudan’daki İslami Hareket ile ABD arasındaki ilişki, Soğuk Savaş ve Afganistan Savaşı dönemine kadar uzanıyor. Sovyet istihbaratı o sıra Müslüman Kardeşler'i, ABD istihbaratı etkisi altındaki hareketlerden biri olarak sınıflandırmıştı. İslami Hareketi'nin çok sayıda liderinin ABD’de de üniversite ve lisansüstü eğitim aldığı söyleniyor. Bu liderler arasından en ön plana çıkanlar: Ahmed Osman Mekki, Ticari Ebu Cedira, Emin Hasan Ömer, Seyyid el-Hatib, İdris Abdülkadir ve Rebi Hasan Ahmed’dir.
Hasan Turabi’nin Usame bin Ladin ile olan ilk görüşmesi, Sudan’da sel felaketlerinin yaşandığı 1988’de Usame’nin bin Ladin’in, küçük kardeşinin de yer aldığı bir yardım heyetinin başında Turabi’nin evini ziyaretiyle gerçekleşti.
Turabi’ye yakın olan kaynakların Şarku’l Avsat’a aktardığına göre Usame bin Ladin ile Turabi arasında çok fazla görüşme olmadı ve yapılan görüşmeler ise gözlerden uzak bir şekilde tam bir gizlilik içerisinde gerçekleşti. Turabi, radikal yönde eğilimleri bulunan Usame bin Ladin’i yenilikçi fikirlere ikna etmeye çalışıyordu. Bunun yanı sıra görüşmelerin gündem maddelerinden bir diğeri ise karayolları, tarım ve havalimanlarına yapılan yatırımlardı. Kaynakların aktardığına göre Usame bin Ladin bu görüşmelerden birinde tamamen kilden oluşan modern bir ev yapma konusundaki arzusunu dile getirmiş ve Turabi ise onun Sudan toprağının özellikleri hakkındaki bilgisi karşısında şaşkınlığını gizleyememiş.
Diğer taraftan kaynaklar, Sudan’ın devrik lideri Ömer el-Beşir’in de Usame bin Ladin ile iyi ilişkisinin bulunduğunu teyit ettiler. Kaynakların aktardığına göre Beşir, onu evinde ziyaret eder ve Sudan'daki bir dizi projesinin açılışı sırasında onunla birlikte görünürdü. Devletin önde gelen isimleri, Sudan'da kaldığı süre boyunca el-Kaide lideri olan bağlantıları hakkında konuşmaktan kaçındılar. Bu durum, Usame bin Ladin’in ülkede yatırım yapmakla kalmayıp başka faaliyetlere yöneldiği yönündeki şüpheleri pekiştirdi.
Şarku’l Avsat’a konuşan Sudan’ın eski Güvenlik ve İstihbarat Servisi Başkanı Kutbi el-Mehdi, bölgede yer alan ülkelerden gelen yoğun baskıların ardından Turabi ve Beşir’in Usame bin Ladin’i bir an önce ülkeden çıkarma yönünde karar aldıklarını, fakat Ali Osman Taha’nın da bunda bir rolü olduğunu inkâr etmediği farklı bir anlatı sundu. Kutbi el-Mehdi, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Sovyetler Birliği’nin 990'ların başında Afganistan'dan ayrılmasından ve Arap Afgan Mücahidleri’nin ABD’nin desteğiyle girdikleri savaşın ardından ABD’nin onları kendi ülkelerinin hükümetlerine teslim etmesinden korktular. Çok sayıda Afgan Cihadı savaşçısı, kendilerine kapılarını açan Sudan’a girdi. Bu kişilerden bazıları yatırım alanında Usame bin Ladin ile birlikte çalıştı. Sudan hükümeti ABD’ye Usame bin Ladin’i teslim etmeyi teklif etti. Fakat Washington'dan gelen cevap, onu yargılamak ve mahkûm etmek için yeterli kanıtın bulunmadığı yönündeydi. Dolayısıyla Sudan’ın önündeki tek yol onu sınır dışı etmekti. Teröre destek verdiği yönündeki şüphelerden böyle kurtulabilirdi. Terörün ortaya çıkmasından, Ruslarla savaşmaları için onları silahlarla destekleyen ABD sorumludur. Ayrıca ABD, Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından Afgan Cihadı savaşçılarını topraklarından kovması için Sudan'a baskı yaptı. Önümüzde, onları ülke topraklarını terk etmeleri için bilgilendirmek dışında bir seçenek yoktu. O sıra istihbarat servisi, onların ABD’ye teslim edilmesi olayına müdahil olmadı. Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'e suikast düzenlemeyi planlamakla suçlanan grup ile Usame bin Ladin ve Eymen ez-Zevahiri arasında herhangi bir ilişki yoktu. Mısır İslam Cihadı ve İslam Cemaati unsurları Usame bin Ladin’in grubunu buna dahil olmaya çalıştılar, fakat başarılı olamadılar. Ali Osman Taha, Hüsnü Mübarek’e olan suikast girişiminde rol oynadı. Onun rolü, suikast için lojistik destek ve fon sağlamakla sınırlıydı. Taha, Hüsnü Mübarek'i Sudan-Mısır ilişkilerinin yanı sıra Körfez ülkeleri ve diğer birçok ülke ile iyi ilişkiler kurulmasının önündeki en büyük engel olarak görüyordu.”
Kaynaklar, Mısır İslam Cihadı ile Taha arasındaki iletişimin Sudan İstihbarat Servisi aracılığıyla temin edildiğini, Mustafa Hamza'nın Beşir ve Turabi’nin bilgisi olmaksızın Taha ile görüştüğünü ve ziyaretin İbrahim es-Senusi tarafından engellendiğini aktardılar. Senusi, şu anda Harum’daki Kobar Cezaevi’nde bulunuyor.
Suikast girişimi başarısız oldu, olay yerinde 3 kişi öldü, Etiyopya güvenlik makamları 3 kişiyi tutukladı ve diğer 3 kişi ise Sudan’a kaçtı. Daha sonra olayın örtülmesi amacıyla bu kaçan 3 kişinin tasfiye edildiği söylendi.

İsminin açıklanmasını istemeyen bir başka kaynak ise şunları söyledi:
“Sudan Güvenlik ve İstihbarat Servisi’nde, Usame bin Ladin grubunun yanı sıra bütün cihatçı gruplarla ilgilenen özel bir departman vardı. Terörle mücadele alanında işbirliği yapılmasıyla birlikte İstihbarat Başkanı Salah Abdullah Kuş, ABD istihbaratına 300 dosya ve Usame bin Ladin grubu hakkında önemli bilgiler verdi. ABD istihbaratı, Clinton yönetiminin Sudan ile işbirliği yapmamasının sebebinin Eylül saldırılarıyla doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyor. Sudan istihbaratının kendilerine verdiği bu önemli bilgilerden haberdar olsalardı; New York dünyanın çehresini değiştiren bu saldırıdan korunmuş olurdu. Usame bin Ladin için tek güvenli seçenek Afganistan’dı. Çünkü Afganistan, Usame bin Ladin’e inanan Taliban tarafından yönetiliyordu. Nitekim Taliban onu teslim etmeyi reddetti ve öldürülünceye kadar onu koruması altında kaldı.”



Sudan Savaşı: Londra’daki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından şimdi ne olacak?

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
TT

Sudan Savaşı: Londra’daki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından şimdi ne olacak?

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025

Emced Ferid et-Tayyib

Sudan'daki yıkıcı savaşın patlak vermesinin ikinci yıldönümünde, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın ev sahipliğinde Londra'da düzenlenen Sudan konulu konferans, Sudan kriziyle nasıl başa çıkılacağı konusunda uluslararası aktörler arasındaki derin görüş ayrılıklarını ortaya koydu. Sudan hükümeti ve Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) katılmadığı konferansta, uluslararası katılımcılar tarafından üzerinde mutabık kalınan bir sonuç bildirgesinin yayınlanamaması bu görüş ayrılıklarının en bariz göstergesiydi.

Sudan’daki savaş üçüncü yılına girerken insani, siyasi ve güvenlik riskleri artmaya devam ediyor. Uluslararası toplum ise Sudan kriziyle etkin ve gerçekçi bir şekilde başa çıkmak için ortak bir stratejiye ulaşıyor.

Sudan'a yönelik uluslararası yaklaşımlardaki temel sorun, Sudan ordusu ile HDK arasında sahte bir ‘eşdeğerlik’ benimsenmesinden kaynaklanıyor. Bu yaklaşım sadece analitik açıdan hatalı değil, ahlaki açıdan da kabul edilemez. HDK, Sudan devletinin bir kurumu olan Sudan ordusuyla eşit düzeyde meşru bir siyasi veya askeri aktör olarak ele alınamaz. Bunun yanında uluslararası aktörler, Ekim 2021 darbesinden bu yana hükümetin gayrimeşru olduğunu savunarak, Sudan ordusunu Sudan hükümetinden ayrı ve bağımsız bir varlık olarak ele almakta ısrar ediyor. Ancak Sudan ordusu, Sudan devletinin önemli bir parçası ve ona hükümetten ayrı muamele etmek, siyasi alanı daha da askerileştirme riski taşıdığı da bir gerçek. Bu durum, tamamen askeri bir hükümete doğru kayma riskini artırmakta, demokratikleşme beklentilerini engellemekte ve otoriter yolları güçlendirmektedir.

Londra konferansındaki çıkmaza HDK'nın Kuzey Darfur'un yönetim şehri ve Sudan ordusunun Darfur bölgesindeki son kalesi olan el-Faşir'e sadece on beş kilometre uzaklıktaki Zemzem Mülteci Kampı’na yaptığı son saldırı eşlik etti. Tanıklara göre 11 Nisan 2025 tarihinde HDK üyeleri kampı ele geçirerek etnik temelli katliamlar ve insani yardım çalışanlarına yönelik saha infazları gerçekleştirdi. Bu infazlar arasında, kampta faaliyet gösteren son tıbbi klinik olan Uluslararası Mülteci Örgütü (IRO) kliniğinden dokuz sağlık personeli de bulunuyordu. Tüm bu zulümler, HDK tarafından el-Faşir şehri ve çevresindeki Zemzem ve Ebu Şuk gibi mülteci kamplarına bir yıldan uzun süredir uygulanan ve insani durumu daha da kötüleştiren kuşatmanın ardından meydana geldi.

Geçtiğimiz yılın ağustos ayında Zemzem Mülteci Kampı’ndaki gıda güvensizliği boyutunun, Entegre Gıda Güvenliği Aşama Sınıflandırması’nın (IPC) 5. aşaması olan ‘felaket/kıtlık’ seviyesinde olduğu ilan edildi.

Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) mülteci kampında her iki saatte bir en az bir çocuğun açlık veya hastalık nedeniyle hayatını kaybettiğini bildirdi.

Londra'daki konferansa katılan birçok ülkenin temsilcileri için HDK ile normalleşmeyi öneren ya da onu uluslararası arenada tanınan Sudan hükümeti ile eşit konuma getiren her metin danışıklı dövüş kokuyor. Bu durum, Lancaster Sarayı'nda gerçekleşen konferansa katılımın, diplomatik inceliklerin ötesinde daha derin ikilemleri ve anlaşmazlıkları gizlediğini yansıtıyordu. Bazı bölge devletlerinin HDK'ya -süregelen silah sevkiyatları ve altyapıya saldırmak için kullanılan insansız hava araçları (İHA) da dahil olmak üzere- askeri ve lojistik destek sağlamaya devam etmesi çok çeşitli uluslararası diplomatik ve siyasi çevreler tarafından kabul edilemez hale geldi. Başta Temsilci Sarah Jacobs ve Senatör Chris Van Hollen olmak üzere ABD Kongresi'nin bazı üyeleri bu desteğin altını özellikle çizdi. Bu desteğin Sudan'da devam eden savaşın ana nedeni olduğu vurgulandı.

Sudan ordusunun sicili suistimallerden arınmış değil, ancak bağımsız sayısal izleme raporları HDK milisleri ile aralarındaki büyük farkı ortaya koyuyor.

Ancak bölge ülkeleri için en tehlikeli gelişme, HDK'nın 2025 şubatında Nairobi'de diğer güçlerle birlikte Darfur merkezli Sudan hükümetine paralel bir hükümet kurmak için anlaşmasıdır.  Bu gelişme, milislerin el-Faşir’i ele geçirme çabalarının artmasını açıklarken, Sudan'ın bölünme ihtimalini arttırma tehdidi yaratıyor. Bu da diğer uluslararası aktörlerden çok yakın komşularını etkileyen jeopolitik bir risk ve savaşın uzamasına katkıda bulunan yeni bir gerçeklik yaratacak.

Konferans sırasında binlerce Sudanlı, uluslararası etkileşimin kendisini reddetmek için değil, daha ziyade Sudan'da devam eden çatışmayı körüklemekle suçlanan bazı ülkelerin katılımına itiraz etmek için konferansın gerçekleştiği binanın önünde protesto gösterileri düzenledi. Ancak bu protestolar, bazı Batılı diplomatların halkın öfkesinin gerçek bir ifadesinden ziyade Sudan hükümetinin resmî açıklamalarında yer alan görüşlerinin bir uzantısı olarak değerlendirerek, bu protestoları küçümsemeleri nedeniyle dikkate değer bir ilgisizlikle karşılandı. Oysa bunlar halkın öfkesinin gerçek bir ifadesi bile değildi. Bu durum, Sudan’daki gerçekliği kasıtlı olarak inkâr etmeye devam eden ve Sudanlıların iradesini ve ülkelerinin kaderini belirleme ve egemenliğini koruma konusundaki doğal haklarını görmezden gelen Batı'nın yanlış hesaplarını açıkça ortaya koyuyor.

cdfgrthy
HDK'nın 15 Nisan'da Kuzey Darfur'daki Zemzem Mülteci Kampı’na saldırmasının ardından etraftaki Sudanlı kadın ve çocuklar (Reuters)

Bu dinamik, Batılı aktörlerin ve uluslararası kuruluşların Sudan ihtilafını ele alma yaklaşımlarını sürekli olarak zayıflatan derin ve sistematik bir analitik başarısızlığı ortaya koyuyor. Bu aktörlerin değerlendirmeleri, çatışmayı ulusal bir trajediden ziyade kaybedilen siyasi gücü yeniden kazanmanın bir aracı olarak gören ve Batılı diplomatik çevrelerle yakın bağları olan dar bir Sudanlı elit çevresinin siyasi isteklerine bağlı kalıyor. Bu özlemler, Sudan'daki çatışmanın, Sudan ordusu ve HDK arasında sahte ve yapay bir denklik tezini desteklemeye çalışan bir uluslararası analiz merceği yarattı.

Bu yaklaşımın temel metodolojik kusuru inatçı katılığından kaynaklanıyor. Sürekli ortaya çıkan gerçeklere kayıtsız kalıyor ve kendisiyle çelişen kanıtlar artmasına rağmen değişmiyor. Uluslararası aktörler, ortaya çıkan gerçeklere uyum sağlamak yerine, gerçekler gözden düşse bile, dogmatizmin sınırlarında dolaşan ideolojik bir hararetle ilk değerlendirmelerine bağlı kaldılar. Bu bilişsel önyargı, sadece Sudan hükümeti arasında değil, Sudan halkı arasında da dış müdahalelere karşı bir şüphecilik iklimine yol açtı. Daha da önemlisi, yabancı aktörlerin çatışmanın gerçeklerine hitap eden müdahaleler tasarlama kabiliyetlerini zayıflatıyor. Bu çabaların analitik temeli en başından kusurlu ve milyonlarca Sudanlının yaşadığı gerçeklikten tamamen farklı olan çarpıtılmış bir gerçeklik algısına dayanıyor. Verimsiz ve etkisiz bir uluslararası angajman döngüsünü sürdürüyor.

Sudan ordusu ihlallere bulaşmamış değil. Ancak bağımsız nicel izleme raporları, Sudan ordusunun HDK ile arasındaki büyük farkı ortaya koyuyor. Silahlı Çatışma Konumu ve Olay Verileri Projesi'nin (ACLED) 2024 yılında HDK'ya atfedilen yaklaşık bin 300 olaya karşılık, Sudan ordusunun sivil kayıpların yaşandığı yaklaşık 200 olaydan sorumlu olduğunu bildirdi.

HDK gerçek bir terör kampanyası yürütürken, destekçileri olası bir baskıya karşı koruyucu gibi davranıyor.

Uluslararası toplumun Sudan'a yönelik mevcut tutumu, Batılı güçlerin Bosna hükümeti ile Sırp milisler arasında sistematik etnik temizlik ve soykırım uygulandığına dair açık kanıtlara rağmen sahte bir eşdeğerlik politikası benimsediği, Bosna Hersek savaşının ilk günlerindeki tutumuyla çarpıcı bir benzerlik taşıyor.

Uluslararası aktörler tüm taraflara eşit derecede suçlu muamelesi yaparak zulmü durdurmak için kararlı ve gerçekçi müdahaleyi engelledi, Sudan'dakine benzer bir denklik yanılsaması yaratarak savaş suçlularını meşrulaştırdı ve başta Srebrenitsa Soykırımı olmak üzere zulümlerin kontrolsüz bir şekilde devam etmesine izin verdi. Bu ahlaki kararsızlık sadece failleri cesaretlendirmekle kalmadı, nihayetinde müdahaleyi daha maliyetli ve karmaşık hale getirdi. Yıllar süren önlenebilir acılar, NATO’nun hava saldırıları ve Dayton Anlaşmaları’nın imzalanmasıyla sona erdi. Bu olay, açık bir saldırganlık karşısında diplomatik tarafsızlığın, dünyanın bir daha asla müsamaha göstermemeye yemin ettiği suçları nasıl mümkün kılabileceğine dair çarpıcı bir ders niteliğindeydi. Yine de 2023 yılında HDK tarafından Masalitlere karşı etnik temizlik gerçekleştirmesi, kısa bir süre önce Zemzem Mülteci Kampı’na saldırması ve bunlar arasında sayısız sistematik zulümde bulunmasından sonra bile, dünya halen kayıtsız kalmaya devam ediyor.

Bu dengesizlik, bilginin ve alternatif anlatıların silah haline getirilmesi ve bir savaş aracı olarak kullanılmasıyla körüklendi. Bunun belki de en belirgin tezahürü, bu savaşı Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) ve radikal İslamcılara karşı bir savaş olarak göstermeye çalışan medya kampanyasıdır. Kıtlık ve soykırım Darfur bölgesini kasıp kavururken, Müslüman Kardeşler'in HDK saflarındaki ve üst düzey lideri arasındaki köklü varlığı görmezden geliniyor. Radikal İslamcılık hayaleti, uluslararası toplumun dikkatini işlenen zulümlerden uzaklaştırmak ve HDK'ya verilmeye devam eden dış desteği meşrulaştırmak amacıyla stratejik bir sis perdesi olarak kullanılıyor. Bu anlatı, Batı'yı radikal siyasal İslamcılığın ve terörizm hayaletinin Sudan'da yeniden ortaya çıkması konusunda korkutmayı amaçlarken, HDK'nın toplu katliam, etnik şiddet, cinsel kölelik ve sivil altyapının tahribatı gibi sistematik terör eylemleri gerçekleştirdiği gerçeğini görmezden geliyor. İronik olan ise HDK gerçek anlamda terör estirirken, destekçilerinin potansiyel bir terör kampanyasına karşı koruyucuymuş gibi davranması. Gerçeğin bu şekilde kasıtlı olarak çarpıtılması sadece uluslararası toplumu yanıltmakla kalmıyor, aynı zamanda soykırımın 'terörle mücadele' gibi yanıltıcı bir söylemin arkasına gizlenmesine de olanak sağlıyor.

dfgtrhy
Sudan Egemenlik Konseyi Başkanı ve Ordu Komutanı Abdulfettah el-Burhan Port Sudan'daki savaş kurbanlarının ailelerine destek için bir girişim başlattı, 26 Nisan 2025 (AFP)

Bu anlatının, özellikle de milislerin destekçileriyle ilişkili Sudanlı politikacılar arasında yaygın bir şekilde desteklenmesi sadece mantığa aykırı olmakla kalmıyor, aynı zamanda medya etkisinin ve stratejik mesajlaşmanın meşruiyet üretmek için ne ölçüde silah haline getirildiğini de ortaya koyuyor. Medya üzerindeki hegemonya ile dikkatlice gizlenen bu çelişkiler, Batı'nın Sudan krizine ilişkin algılarını derinden çarpıtırken, politik tepkilerinin tutarlılığını ve güvenilirliğini zayıflattı. Böyle bir atmosferde dış aktörlerin sahadaki gerçekleri doğrulamak için çabalarını iki katına çıkarmaları gerekiyor.

Dahası, Batılı politika çevreleri, eski Başbakan Abdullah Hamduk liderliğindeki Tekaddum İttifakı’nı kurup finanse ederek, Sudan'da müdahaleleri için tercih edilen bir ortak olarak kontrollü bir siyasi koalisyon oluşturmaya ve finanse etmeye çalıştı. Bu yaklaşım, saflarında HDK sempatizanları olduğuna dair açıkça yapılan uyarılara rağmen devam etti.

Sonuç ise tahmin edilebilir ve yıkıcıydı. Önemli miktarda mali ve uluslararası destek ve siyasi meşruiyet elde eden Tekaddum İttifakı bölündü ve yerini ‘Kuruluş’ adında yeni bir siyasi oluşuma bıraktı. Bu oluşum, mevcut çatışmadaki en ciddi zulümlerden sorumlu olan aynı milislerle paralel bir hükümet kurmak amacıyla HDK ile açık bir siyasi ve askeri ittifak ilan etti. Batı'nın sivil tarafı güçlendirme bayrağı altında bu sonucu desteklemesi, sahadaki açık sinyalleri görmezden gelmeyi seçen uluslararası aktörlerin bilgeliği ve stratejisi hakkında acil yanıt bekleyen soru işaretlerini ortaya koydu. Daha da önemlisi, bu durum nasıl düzeltilebilir?

Dünya şimdi Sudan’la ilgili bir gerçeklik anıyla karşı karşıya. Sudan ordusu ve HDK arasındaki yapay, sahte ‘denkliğe’, hesap verebilirliği baltalayan ve soykırım ve savaş suçları işleyen suçluları ne barışı garanti eden ne de istikrarı yeniden tesis eden siyasi vaatlerle ödüllendiren bir yaklaşıma tutunmaya devam mı edecek? Yoksa stratejisini, dış mihraklar veya vekillerle yapılan müzakerelerle değil, egemen ve sürdürülebilir bir barış isteyen sıradan Sudanlıların istekleriyle uyumlu olacak şekilde yeniden mi düzenleyecek?

Londra konferansının başarısızlığı, kısmi tedbirlerin sınırlarını gözler önüne serdi. Dünya, HDK gibi aktörlere ve onların dışarıdan destekçilerine hesap sormayarak suç işlemeye devam etmelerine izin veren kısa vadeli çözümler peşinde koşmaya devam etmekle, Sudan halkının refahına öncelik veren ilkeli, gerçeklere dayalı bir politikaya bağlı kalmak arasında seçim yapmalı. BM sürdürülebilir kalkınmayı, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini tehlikeye atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çabalar olarak tanımlıyor. Sudan'da sürdürülebilir barışın sağlanması da ‘barışı gelecekte riske atmadan şimdi sağlamak’ şeklindeki benzer bir düşünce yapısını gerektiriyor. Sudan'da sürdürülebilir barış, basmakalıp açıklamalarla ya da kapalı kapılar ardında yapılan güç simsarlıklarıyla sağlanamaz. Bunun için kimin savaş suçu işlediğine dair sarsılmaz bir dürüstlük, milisler tarafından gerçekleştirilen zulümlerin kategorik olarak reddedilmesi ve en çok acı çekenlerin sesleriyle gerçek bir dayanışma içinde olunması gerekir.