​Tahran daha da katılaşma eğiliminde

Ruhani yönetiminin tutuklu takası meselesini gündeme getirmesinin arkasındaki amaç, Washington'la müzakerelere girmeye yönelik bir pencere açmaktır (Reuters)
Ruhani yönetiminin tutuklu takası meselesini gündeme getirmesinin arkasındaki amaç, Washington'la müzakerelere girmeye yönelik bir pencere açmaktır (Reuters)
TT

​Tahran daha da katılaşma eğiliminde

Ruhani yönetiminin tutuklu takası meselesini gündeme getirmesinin arkasındaki amaç, Washington'la müzakerelere girmeye yönelik bir pencere açmaktır (Reuters)
Ruhani yönetiminin tutuklu takası meselesini gündeme getirmesinin arkasındaki amaç, Washington'la müzakerelere girmeye yönelik bir pencere açmaktır (Reuters)

Hasan Fahs
İran siyaset sahnesi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile müzakere olasılığını tartışıyor.
Tartışmalar, Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani hükümeti tarafından ABD yönetimi ile müzakere yolunun açılmasına yönelik uygun zeminin hazırlanmasını eksene alıyor.
İran kamuoyu Ruhani tarafından müzakereler için ilk sinyallerin verilmesi ilgili gerek kulislerde gerekse de açıktan yapılan hararetli tartışmalara tanık oluyor.
Ruhani yönetimi, tutuklu takası meselesini gündeme getirerek, Washington ile müzakerelere girmeye yönelik bir pencere açmayı amaçlıyor.
Bu tartışma, İran rejimi lideri Ali Hamaney’in resmi Twitter hesabından paylaşılan bir tweetin ardından alevlendi. Tweette, Hz. Hasan’ın Emevi Halifesi Muaviye ile Hz. Ali’nin şehit edilmesinden sonra halifelikle ilgili tartışma yaşandığı tarihi bir olaydan bahsedildi. Tweette ayrıca Muaviye ile bir anlaşma imzalayan Hz. Hasan, “İslam toplumunun çıkarı uğruna, İslam dinini ve Kur’an-ı Kerim’i korumak ve gelecek nesillere öncülük etmek için barışı kabul etmek adına yakın dostlarının önünde kendini ve itibarını feda eden İslam tarihinin en cesur şahsiyeti” olarak nitelendirildi.
Bu tweet, Irak'ta son haftalarda ortaya çıkan bazı sinyallerle, Mustafa el-Kazimi başkanlığındaki Irak hükümetinin kurulmasıyla ve Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani ile siyasi rakibi Cumhurbaşkanı Abdullah Abdullah arasındaki uzlaşıyı kolaylaştırmakla ilişkilendirildi. Ayrıca Suriye sahnesindeki karışıklığın yanı sıra Tahran’ı ve müttefiklerini ABD-Rusya-İsrail anlaşmasının bir sonucu olarak geri çekilmeye zorlayabilecek İran-Rusya anlaşmazlığına dair çok sayıdaki spekülasyonla arasında bağlantı kuruldu. Aynı şekilde rejimin, ABD yaptırımları nedeniyle daha da şiddetlenen ekonomik krize pratik çözümler sunamaması sonucu üzerinde oluşan büyük iç baskılarla ilgisine de işaret edildi. Bu duruma bir de Eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin sessizliğini bozması eklendi. Rejim yönetimini, ülkenin yaptırımlar ve koronavirüs krizi nedeniyle ortaya çıkabilecek iç patlamalar sonucu karşılaşacağı risklere karşı uyaran Hatemi, böyle bir durumun yaşanmaması için milli dayanışmayı güçlendiren farklı bir yaklaşım benimseme çağrısında bulundu.
Öte yandan rejim lideri Hamaney’e yakın katı muhafazakar kanattan bir grup, Ruhani ve kabinesini, ABD ile doğrudan müzakere aşamasına ulaşmak için gösterdiği çabaların ciddi olduğunu öne sürdü. Bu nedenle, böyle bir dönemde yapılacak müzakerelerin ABD Başkanı Donald Trump’ın yararına olacak bir medya hizmetine dönüşeceğini düşünüyorlar. Amacın, bu müzakerelerin arkasında başka hedeflere ulaşmak veya daha ciddi müzakerelerin önünü açmak olması gerektiğine inanan grup, aksi takdirde bunun siyasi konuların ve seçim zayıflığının en ağır olduğu dönemde Trump’a verilen ücretsiz bir seçim hizmetine dönüşeceğinin altını çizdi.
Bu grup, Ruhani ve yönetimine Washington'ın niyetleri ve İran'la olan ilişkileri hakkında birçok soru yöneltti. Bu sorulardan bir tanesi Ruhani'nin Beyaz Saray'dan cevap alamadığı tutuklu takasını teklif etmekten daha ileriye gitmeye hazır olup olmadığıydı. Bu nedenle, müzakere konusundaki söylemlerin, müzakere olasılığının ve somut sonuçlarının tartışıldığı perde arkasındaki çabaların ötesine geçtiği konusunda uyarıyorlar. Bir diğeri ise, müzakerelerin başlaması halinde, Ruhani'nin cumhurbaşkanlığı döneminde olumlu bir sonuca ulaşılabilecek mi yoksa bir sonraki cumhurbaşkanı ile daha derinlemesine ve daha ciddi müzakerelere hazırlık mı yapılacak?  sorusudur.
Tüm bu sorulara ve katı muhafazakar kanadın bağlı kaldığı şartlara rağmen, sinyalin, Hamaney’in Ofisi’ne yakın çevreden başta İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) eski komutanı Muhsin Rızai olmak üzere bazı stratejik kararlara katılanlar tarafından verildiği anlaşılıyor. Rızai, Mahmud Ahmedinejad hükümeti dışında önceki hükümetlerin, yani Haşimi Rafsancani, Muhammed Hatemi ve Hasan Ruhani hükümetlerinin uluslararası topluma açılma ve tüm dosyaları müzakere etme seçeneğine dayanan yaklaşımının çıkmaza girdiğini düşünüyor. Rezai’ye göre bu yaklaşım, İran'ı yönetemediğini, ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin aldığı tedbirler ve uyguladığı yaptırımlar sonucunda karşılaştığı ve karşı karşıya kaldığı krizlerden kurtaramadığını kanıtladı. Bu nedenle, bir sonraki aşamada İran'ın bu dosyalarla, özellikle Washington'la olan ilişkileriyle ilgili daha öncekilerle aynı yaklaşımı sergilememeli. İran'ın rejimin ve ülkenin çıkarlarını savunma konusunda atacağı adımlar, rejimin ve karar alma merkezlerinin İran yönetimi ve cumhurbaşkanlığının tutumunu yeniden düzenlemek için yapacağı çalışmalar ve hazırlıklarla daha da katı olmalı. Kapıyı kapatmadan veya müzakere olasılığını engellemeden, ancak İran şartlarında öncekinden daha sert bir tutum ve politika izlenmeli.
Bu perspektiften bakıldığında Hamaney’in resmi Twitter hesabından yayınlanan tweetin, müzakere olasılığı veya rejim yönetiminin bu yöndeki çabalara geçme niyetine dair önerdiklerinden farklı bir yorumu olduğu düşünülebilir. Hasan Bin Ali'yi İslam tarihinin en cesur şahsiyeti olarak tanımlamak, yukarıda tarif edilen tanımın bir parçasıdır. Yani Hamaney, 2013'te başlayan ve Temmuz 2015'te nükleer anlaşmanın imzalanmasıyla sona eren Washington ile doğrudan müzakere sürecini kabul ettiğinde Washington'ın anlaşmaya uymayacağını ve ilk fırsatta geri çekileceğini bilerek ‘cesur bir yaklaşım’ benimseyecek cesarete sahip olduğunu söyledi. Bununla birlikte, ABD’nin gerçek niyetlerini ortaya çıkarmak, rejimi, temelleri, tutumu ve güvenilirliği pahasına olsa bile hedef alınmasına karşı korumak ve İran'ın siyasi, sosyal, dini, ekonomik ve askeri yapılarının çöküşüyle ​​sonuçlanabilecek bir savaşa girmek istemediğini göstermek için bu seçeneğe gitti.
Hamaney’in muhtemel tutumunun, Washington'ın nükleer anlaşmadan çekilme ve hem geçmişte hem de daha sonra İran'a uygulanan tüm ekonomik yaptırımları iptal etme kararından dönmesi için İran’ın öne sürdüğü şartlar dışında ABD ile herhangi bir müzakereyi reddetmekten vazgeçtiği ve bunun da yeni bir şey olmadığı söylenebilir. Oysa Hamaney daha önceleri, iki taraf arasındaki gerilim duvarında bir pencere açmak amacıyla başta Fransa’nın ve Japonya’nın çabaları olmak üzere yapılan tüm uluslararası girişimleri engellemişti. Ruhani'nin Japonya’nın başkenti Osaka’daki G-20 Zirvesi veya Birleşmiş Milletler Genel Kurulu oturum aralarında ABD’li mevkidaşı ile ikili bir görüşme yapma arzusunu bastırmak için tehdit edici bir dil kullanmıştı. Amaç, ABD’deki ve İran’daki başkanlık ve cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde çözülmesi beklenen müzakere çabalarını askıya almak olabilir. Hamaney ve muhafazakarlar kimi, ABD yönetimiyle doğrudan müzakerelerin önüne örülen tabu duvarını kırması için bir fırsat sunan ABD’deki başkanlık seçimleri sürecini iyi değerlendiremeyen Ruhani’nin halefi olmaya yönlendirecek?
Bununla birlikte Ruhani, Trump'ın seçimlerin ardından Beyaz Saray'a dönüp dönmeyeceğini, dönmesi halinde müzakere konusundaki tutumunun ne olacağını veya İran için Washington yönetiminin nükleer anlaşmadan önceki aşamaya geri dönme olasılığı anlamına gelen Demokrat bir adayın başkan seçilmesi halinde ABD’nin nükleer anlaşmadaki taahhütlerine bağlı kalıp kalmayacağını öğrenmeyi bekliyor.
Bu mantığa göre iki taraf arasındaki siyasi gerilim, ABD seçimleriyle bitmeyecek, ancak Nisan 2021'de İran seçimlerinin ötesine geçecek gibi görünüyor. Bu süreç, iki tarafın bölgedeki tüm kartların yeniden karılacağı doğrudan bir çatışmaya girmesi için bir test aşamasıdır.
*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan tercüme edilmiştir.



Eski Endonezya diktatörü Suharto, ülkesinde milli kahraman ilan edildi

Suharto'nun onurlandırılmasını eleştirenler, ülkedeki demokratik değerlere ihanet edildiğini savunuyor (AP)
Suharto'nun onurlandırılmasını eleştirenler, ülkedeki demokratik değerlere ihanet edildiğini savunuyor (AP)
TT

Eski Endonezya diktatörü Suharto, ülkesinde milli kahraman ilan edildi

Suharto'nun onurlandırılmasını eleştirenler, ülkedeki demokratik değerlere ihanet edildiğini savunuyor (AP)
Suharto'nun onurlandırılmasını eleştirenler, ülkedeki demokratik değerlere ihanet edildiğini savunuyor (AP)

2008'de 86 yaşındayken hayatını kaybeden eski Endonezya diktatörü Suharto, ülkesinde "milli kahraman" ilan edildi.

Pazartesi günü başkent Cakarta'daki başkanlık sarayında yapılan törende 10 kişi, "milli kahraman" listesine alındı. 

Suharto'nun eski damadı olan Endonezya Devlet Başkanı Prabowo Subianto'nun başkanlık ettiği törende listeye alınanlar arasında kadın hakları savunucuları, İslam alimleri ve bağımsızlık aktivistleri de var. 

Endonezyalı sendikacı Marsinah ve 1999-2001'de devlet başkanlığı yapan Abdurrahman Vahid'in listeye alınması, Suharto karşıtlarının gönlünü almaya yönelik bir hamle olarak da yorumlanıyor.

Törene Suharto'nun kızı Siti Hardiyanti Rukmana ve oğlu Bambang Trihatmodjo da katıldı. 

76 yaşındaki kızı, etkinlik sonrasında gazetecilere, "Lütfen babamın gençliğinden yaşlılığına kadar neler yaptığını, ülkesi ve Endonezya halkı için verdiği mücadeleyi hatırlayın" dedi. 

BBC, hakkındaki tüm suçlamalara rağmen Suharto döneminde Endonezya'nın kayda değer ekonomik gelişim gösterdiğini bildiriyor. 

1967-1998'de ülkeyi yönetirken pek çok insan hakları ihlaline ve yolsuzluğa imza atmakla eleştirilen Suharto'nun "milli kahraman" ilan edilmesi tepki de topladı. 

30 Eylül Hareketi'nin başarısız darbe girişiminin ardından 1965-1966'da çoğu komünist 500 bine yakın kişinin öldürüldüğü katliamların yanı sıra etnik Çinlilere yönelik toplu tecavüzlerden sorumlu tutulan Suharto'nun diktası, ekonomik krizle birlikte yoğunlaşan protestoların ardından 1998'de çökmüştü.

Suharto'nun listeye alınmaması için Prabowo Subianto'ya yazılan, yaklaşık 16 bin kişinin imzasını taşıyan açık mektup fikir değişikliğine yol açmadı. 

Devlet Başkanlığı'ndan yapılan açıklamada Prabowo Subianto'nun istediği kişiye bu unvanı verebileceği savunuldu. 

Diğer yandan 14 Şubat 2024'teki seçimde oyların yüzde 58,6'sını alarak Endonezya'nın 8. lideri olan Prabowo Subianto da ciddi protestolarla karşı karşıya. Ekonomik eşitsizlik ve parlamenterlere tanınan imtiyazlar, şiddet olaylarının da görüldüğü eylemlerde güçlü bir şekilde dile getiriliyor. 

Geçmişte Endonezya Özel Kuvvetleri komutanı olan Prabowo Subianto, 1998'de ordu içinde başlatılan soruşturma sonucunda ihraç edilmişti.

Prabowo Subianto, Suharto karşıtı aktivistlerin kaçırılarak işkenceye uğramasından sorumlu tutuluyor. 74 yaşındaki siyasetçiyse üstlerinden aldığı emirleri uyguladığını ve suç işlemediğini savunuyor.

Independent Türkçe, BBC, AFP


Fransız mahkemesi, 20 günlük hapis cezasının ardından Sarkozy'nin serbest bırakılmasına karar verdi

 Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy (AFP)
Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy (AFP)
TT

Fransız mahkemesi, 20 günlük hapis cezasının ardından Sarkozy'nin serbest bırakılmasına karar verdi

 Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy (AFP)
Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy (AFP)

Paris Temyiz Mahkemesi, eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, 2007’deki cumhurbaşkanlığı kampanyasının Libya tarafından finanse edilmesi davasında hüküm giyip yirmi gün hapis yatmasının ardından adli kontrol şartıyla serbest bırakılmasına karar verdi.

Tahliye talebinin görüşüldüğü duruşmada, savcılık da Sarkozy’nin yargı denetimi altında şartlı tahliyesi yönünde tavsiyede bulundu. Eski cumhurbaşkanı, duruşmaya Paris’teki La Sante Cezaevi’nden video konferans aracılığıyla katıldı.

Bugün erken saatlerde savcılık, Paris Temyiz Mahkemesi'nden Sarkozy'nin serbest bırakılmasını talep etti. Duruşmaya video konferans yoluyla katılan Sarkozy, “Hapishane zor. Elbette her mahkûm için çok zor. Ben de zor olduğunu söyleyebilirim” dedi.

Sarkozy, tarihte hapse giren ilk eski Fransa cumhurbaşkanı oldu.

Beş yıl hapis cezasına çarptırıldığı komplo suçlamasına ilişkin karara itiraz eden eski cumhurbaşkanı, yaklaşık elli dakika süren duruşmada şu ifadeyi kullandı: “Gerçeğin ortaya çıkması için mücadele ediyorum.”

70 yaşındaki Sarkozy, ‘olağanüstü insancıl davranarak bu kâbusu katlanılabilir kılan hapishane personelini’ övdü.

Fransa Cumhuriyeti tarihinde eski bir cumhurbaşkanının bu benzeri görülmemiş tutuklanması, ülkede hararetli tartışmalara yol açtı ve hiçbir eski devlet başkanının hapse girmediği Avrupa Birliği'nde (AB) bir emsal oluşturdu.

Video konferans aracılığıyla onunla konuşan avukatlarından Jean-Michel Darrois, Nicolas Sarkozy'nin ‘güçlü, kararlı ve cesur bir adam olmasına rağmen, bu tutuklama nedeniyle büyük acı ve ıstırap çektiğini’ doğruladı.

Farklı standartlar

Avukatlarından Christophe Ingrain ise “Asıl tehdit oluşturan Sarkozy değil, onu hapiste tutmaktır” diyerek müvekkilini savundu. Ingrain, Sarkozy’nin güvenlik gerekçesiyle tek kişilik hücrede tutulduğunu ve gözaltı süresince iki polis memurunun koruması altında kaldığını belirtti.

Fransa İçişleri Bakanı Laurent Nunez, alınan güvenlik önlemlerini Sarkozy’nin konumu ve kendisine yöneltilen tehditlerle gerekçelendirdi.

Eski Cumhurbaşkanı’nın eşi Carla Bruni ve oğulları Pierre ile Jean’in huzurunda konuşan savcı Damien Brunet, Nicolas Sarkozy’nin yargı denetimi altında serbest bırakılması talebinin kabul edilmesini istedi. Ancak aynı zamanda, Sarkozy’nin tanıklar ve diğer sanıklarla temas kurmasının yasaklanmasını da talep etti.

Savcı Brunet şöyle konuştu: “Hiç kuşku yok ki Bay Sarkozy, ülkesindeki güçlü aile bağları ve mahkemenizin iyi bildiği mali çıkarları sayesinde mahkemeye temsil açısından son derece açık ve güvenilir garantiler sunuyor. Bu düzeyde bir temsil güvencesine nadiren rastlanır.”

25 Eylül’de Paris Ceza Mahkemesi, Sarkozy’yi, 2007’de cumhurbaşkanlığına ulaşmasını sağlayan seçim kampanyası için Libya lideri Muammer Kaddafi ile yasa dışı finansman teması kurmasına kasıtlı olarak izin vermekle suçlu bulmuştu. Sarkozy, kararı hemen temyize götürmüştü.


ABD-Çin ilişkileri: Şu anda nerede ve nereye doğru gidiyor?

ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)
TT

ABD-Çin ilişkileri: Şu anda nerede ve nereye doğru gidiyor?

ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)

Nebil Fehmi

Donald Trump'ın 30 Ekim'de Güney Kore'de Şi Cinping ile yaptığı görüşmenin sonuçları, en azından Trump'ın görev süresinin geri kalanında ABD-Çin ilişkileri üzerindeki potansiyel etkisi nedeniyle geniş çaplı bir ilgi görüyor. Göstergeler, her iki tarafın da gerginliği azaltarak ve temkinli ilerleyerek durumu yönetme arzusunda olduğunu gösteriyor.

 

Bilhassa Trump'ın gümrük tarifelerini daha da yükseltmesi ve diğer ticari önlemleri artırmasının ardından, her iki tarafın da halihazırdaki güçlü ve zayıf yönleri üzerinde duruluyor. Bunlar arasında Çin'in ABD’den soya fasulyesi alımlarını durdurması ve yarı iletkenlerin, silah sistemlerinin, otomobillerin ve hatta akıllı telefonların üretimi için gerekli olan ağır nadir toprak elementleri üzerindeki kontrolü yer alıyor. Bu arada Trump, Çin'in eş zamanlı uluslararası ve yerel ekonomik zorluklarla karşı karşıya olduğunun ve bunun bilhassa gelişmiş yapay zekâ çiplerinin ihracatı yeniden başlarsa ve ABD Tayvan'a askeri desteğini çekerse, kapsamlı bir ekonomik mücadeleye girme isteğini azaltabileceğinin farkında.

Kovid-19 pandemisi dönemi hariç, son on yılda Çin'i neredeyse düzenli olarak ve 2025 yazının başından bu yana da üç kez ziyaret ettim. Görüşmeler büyük ölçüde jeopolitik nitelikteydi ve katkılarımın odağında öncelikle küresel düzen ve Ortadoğu vardı, ancak ABD ile ilişkiler hem Çinliler hem de Amerikalılar için önemli bir ilgi noktası. Bu nedenle, Çin-Amerikan ilişkilerini daha derinlemesine inceleme ihtiyacı hissettim.

ABD-Çin ilişkileri; düşmanca mı yoksa rekabetçi mi? Bu sorunun cevabı, kişinin güvenlik, ekonomi, teknoloji veya ideoloji gibi çalıştığı alana bağlı olarak önemli ölçüde değişiyor. Aslında, iki ülke arasındaki gerilimler her ikisinin de karmaşık bir karışımı; özünde rekabetçi, ancak ulusal güvenlik ve siyasi kimlik söz konusu olduğunda genellikle düşmanca bir davranışa dönüşüyor.

2022 ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi, Çin'i “uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine ve giderek artan bir şekilde bu güce sahip tek rakip” olarak tanımlıyor. Bu, etkileşim ve entegrasyonu vurgulayan önceki formülasyonlardan önemli bir sapmayı temsil ediyor. Strateji, teknoloji, ekonomik nüfuz ve askeri hazırlıkta “Çin'i geride bırakma” ihtiyacının altını çiziyor.

Pentagon'un Ulusal Savunma Stratejisi de bunu yansıtıyor ve Çin'i ABD'nin askeri modernizasyonu ve stratejik planlamaları konusunda “ivme belirleyici meydan okuma” olarak nitelendiriyor. Obama'nın “Asya'ya yönelme”sinden Trump'ın “stratejik rekabeti” ve Biden'ın “bağları koparmak yerine riskleri azaltma” çağrısına kadar, birbirini takip eden ABD yönetimleri temel bir konuda hemfikirler: Çin artık küreselleşmede bir ortak değil, sistemik bir rakiptir.

Pekin'in resmi dili daha diplomatik olsa da niyeti aynı derecede açık. Çin'in ulusal güvenlik ve savunma alanı ile ilgili resmi belgelerinde, egemenliğin ve toprak bütünlüğünün korunmasının ve “Çin ulusunun büyük ölçekli yenilenmesinin” altı çizilmektedir. Bu belgeler, ABD'yi Çin'in yükselişini kontrol altına almaya çalışan, içişlerine (özellikle Tayvan, Hong Kong ve Güney Çin Denizi) müdahale eden ve böylece Soğuk Savaş zihniyetini sürdüren bir taraf şeklinde göstermektedir. Ancak bu belgeler aynı zamanda Çin'in “hegemonya peşinde koşmadığı” ve “insanlık için ortak geleceğe sahip bir toplumu” desteklediği konusunda ısrar ederek, barışçıl niyeti yansıtırken, stratejik kararlılığı da haklı göstermektedir.

1990'lardan bu yana ABD-Çin ilişkileri büyük ölçüde etkileşim ve karşılıklı bağımlılıkla karakterize edilmiştir. Washington, Çin'in Dünya Ticaret Örgütü'ne (2001) katılımını memnuniyetle karşıladı ve ekonomik entegrasyonun siyasi ılımlılığı teşvik edeceğini varsaydı. 2008 küresel finans krizi, Çin milliyetçiliğinin yükselişi ve ABD'nin fikri mülkiyet hırsızlığı ve teknoloji transferi konusundaki artan endişeleri, bu tonlamayı değiştirdi.

21. yüzyılın ilk on yılında, ticaret anlaşmazlıkları, yaptırımlar ve Huawei tartışması daha derin bir güvensizliği somutlaştırdı. Kovid-19 salgını ve yanlış bilgilendirmeyle ilgili karşılıklı suçlamalar, pozisyonları daha da sertleştirdi. Günümüzde ise ikili ajanda, ekonomik, teknolojik, askeri ve ideolojik olmak üzere tüm stratejik alanlarda rekabeti kapsıyor.

Ekonomik alanda rekabet baskın, ancak düşmanca eğilimler de artıyor. ABD, gelişmiş yarı iletkenlere ihracat kontrolleri uyguladı, yabancı yatırımlarla ilgili incelemelerini sıkılaştırdı ve nadir toprak elementleri ve ilaçlar gibi kritik sektörlerde Çin tedarik zincirlerine olan bağımlılığı azaltmaya çalıştı. Pekin, kendi yabancı yaptırım karşıtı yasasını çıkardı, bazı temel madenlerin ihracatına kısıtlamalar getirdi ve “çifte dolaşım” stratejisi kapsamında kendi kendine yeterliliği hızlandırma çabalarını sürdürdü.

Teknolojik hakimiyet, merkezi öneme sahip sayılıyor. Washington, (Japonya, Güney Kore ve Tayvan ile) Chip 4 gibi ittifaklar kurarak inovasyon ve icat alanındaki üstünlüğünü korumaya çalışırken, Çin'in “Made in China 2025” planı robotik, yapay zeka ve yeşil enerji alanlarında liderliği hedefliyor. Her iki taraf da teknolojik bağımlılığı stratejik bir zafiyet olarak görüyor, bu da ekonomik rekabeti yarı güvenlik mücadelesine dönüştüren bir duruş.

Rekabetin düşmanca davranışlara en çok yaklaştığı nokta ise askeri boyut. ABD, özellikle Tayvan ve Güney Çin Denizi konusunda Çin saldırganlığını caydırmak için tasarlanmış Hint-Pasifik stratejisi, QUAD (Japonya, Hindistan, Avustralya ve ABD) ile AUKUS (Birleşik Krallık, Avustralya ve ABD) aracılığıyla ittifaklarını ve ortaklıklarını sürdürüyor. Çin ise donanmasını genişletti, yapay adalarını güçlendirdi, nükleer cephaneliğini modernize etti ve Tayvan yakınlarında sık sık askeri tatbikatlar gerçekleştirdi. Her iki tarafın savunma önlemleri, diğeri için kışkırtıcı görünüyor.

“Stratejik felsefe” arasındaki fark yanlış anlamaları derinleştiriyor. Sun Tzu'nun “Savaş Sanatı”nda vücut bulan geleneksel Çin düşüncesi, sabrı, aldatmayı ve dolaylı avantajı, yani savaşmadan kazanmayı önemsiyor. Bu yaklaşım, Pekin'in uzun vadeli stratejisini teyit ediyor; açık bir çatışma yerine ticaret, diplomasi ve ekonomik kaldıraç yoluyla kademeli etki.

Buna karşılık, Amerikan “stratejik kültürü” genellikle “anlaşma sanatı” mantığını yansıtır. Trump'ın nüfuz, görünür güç ve anlaşmaya dayalı müzakerelere odaklanması, hızlı ve somut kazanımlar arayan daha anlık ve sonuç odaklı bir yaklaşım ortaya koyuyor. Bu iki zihniyet -biri örtülü, diğeri aleni- etkileşime girip çatıştıkça, yanlış anlamalar çoğalıyor. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre Washington, Çin'in kademeli tavrını manipülasyon olarak görebilirken, Pekin Amerikan açık sözlülüğünü provokasyon olarak görebiliyor.

İdeoloji de rekabeti şekillendiriyor. Trump'tan önce, ABD kendisini uzun süre liberal demokrasinin ve kurallara dayalı düzenin savunucusu olarak tanımlarken, Çin Komünist Partisi bu çerçeveyi Batı'nın bir egemenlik aracı olarak görüyordu. Şi Cinping liderliği, parti egemenliği ve ideolojik disiplin konusundaki Marksist-Leninist vurguyu yeniden canlandırırken, ABD’li yetkililer rekabeti giderek daha fazla “demokrasi ve otoriterlik” arasında bir rekabet olarak nitelendiriyor.

İç siyaset bu ayrışmayı pekiştiriyor. ABD'de Çin'e yönelik partizan şüphecilik yoğunlaştı ve hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler ticaret, güvenlik ve insan hakları konusunda daha sert duruşları destekliyor. Çin'de ise milliyetçilik ve tarihsel aşağılanmayla ilgili anlatılar, Amerikan baskısına karşı dik durmanın siyasi zorunluluğunu vurguluyor.

Binaenaleyh, her iki taraf da kendi iç hedef kitlesine diğeriyle aynı şekilde hitap ediyor ve bu da uzlaşma alanını daraltıyor.

Artan sürtüşmeye rağmen, her iki taraf da açık bir çatışmanın felaketle sonuçlanacağının farkında. Ekonomileri iç içe geçmiş durumda; Çin, aralarında ABD'nin önemli müttefiklerinin de bulunduğu 120'den fazla ülkenin en büyük ticaret ortağıyken, ABD Çin'in birincil ihracat noktası, teknoloji ve finans kaynağı olmaya devam ediyor. Küresel zorluklar (iklim değişikliği, pandemiler, finansal istikrar ve nükleer silahsızlanma) hâlâ iş birliği gerektiriyor.

Dolayısıyla, kontrollü rekabet bir motto haline geldi. Washington “güvenlik bariyerlerinden” bahsederken, Pekin “karşılıklı saygı ve barış içinde bir arada yaşama” çağrısında bulunuyor. Ancak güvensizlik kökleşmiş durumda ve iş birliği çabaları bile rekabetçi bir bakış açısıyla değerlendiriliyor.

Günümüz ABD-Çin ilişkileri, ara sıra yaşanan düşmanlık patlamaları ile sürekli rekabetin bir karışımıdır. Bu patlamalar karşılıklı caydırıcılık, ekonomik bağımlılık, rekabetin kaçınılmaz olduğu, ancak doğrudan çatışmanın kendi kendini yenilgiye uğratmak olduğu ortak bilinci tarafından sınırlandırılıyor.

Sun Tzu'nun da dediği gibi, “Savaşın en büyük sanatı, düşmanı savaşmadan alt etmektir.” Ve Amerikan pragmatizminin de belirttiği gibi, en iyi anlaşma her iki tarafı da ayakta tutan anlaşmadır. ABD-Çin ilişkilerinin geleceği, liderlerinin bu iki felsefeyi ne kadar iyi uzlaştırabildiğine bağlı olacaktır.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.