ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke

ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke
TT

ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke

ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke

“Nefrete nefretle karşılık vermek, nefretin katlanarak çoğalmasına neden olur; zaten yıldızsız olan bir gecenin karanlığını yoğunlaştırır. Zirâ nefreti, nefret def edemez; bunu sadece sevgi yapabilir.”
Bu sözler, ABD’li meşhur siyahi mücadeleci Dr. Martin Luther King'in son günlerde ABD'de patlak veren, ırkçı şiddetin etkisi altına aldığı vaziyetin gerçekliğini ifade eden birçok cümlesinden yalnızca biri.
Hayatını yasaların kökten reformunu talep ederek geçiren, şiddet karşıtı ve barışçıl direniş ilkesini benimseyen Afro-Amerikan bir rahip olan Martin Luther King, radikal bir beyaz tarafından öldürülmüştü. Bugün ise George Floyd'un öldürülmesinin ardından Minneapolis'te patlak verip diğer büyük ABD şehirlerine sıçrayan şiddet, ABD'deki uzun ve tarihi ırkçı isyanlar listesindeki son halkayı oluşturuyor.
Afro-Amerikan George Floyd'un, tutuklandığı sırada beyaz bir polisin dizi altında nefessiz ve aciz bırakılarak öldürülmesi, çok boyutlu siyasi meseleye ışık tuttu.
ABD Başkanı Donald Trump'ın güvenlik görevlilerinin yaptıkları bu tür eylemlerden muaf hissetmelerine neden olmakla suçlanması ışığında, meselenin ABD'deki polis tarafından azınlık gruplarına uygulanan şiddet ile sistematik bağlantısı arttı. Nitekim Trump, göreve ilk başladığında polislerin de katıldığı bir konuşmada “Tutuklulara karşı çok kibar olmayın! Polis aracına bindirdiğiniz kişiyi başı çarpmasın diye korumaya çalışıyorsunuz. Adam belki de az önce birini öldürmüş, siz ‘Aman kafası çarpmasın’ diyorsunuz. Size söylüyorum, elinizi koymayabilirsiniz!” demişti.

İki farklı ABD
Bazıları, ABD’de aslında iki farklı ülkenin olduğunu söylüyor: Birinde insanlar evleri ve resmi kurumları basıp görevlileri silahlarıyla hatta makineli tüfekleriyle tehdit edebiliyor ya da polise bağırabiliyor. En son Michigan’da da böyle bir şey yaşanmış ve suçlular herhangi bir itirazla karşılaşmadan olay yerinden ayrılmıştı. Diğeri ise insanların sakin bir şekilde yürürken ya da evlerinin balkonlarında otururken tutuklandıkları, kameralar önünde plastik mermilerin atıldığı, gaz bombalarının patlatıldığı bir yer.
Bu iki ülkenin birindeki insanlar maske takma emirlerini rahat bir şekilde reddederken diğerindeler ise umutsuzca gaz maskesi peşinde koşuyor. Kısacası ve net bir şekilde söylemek gerekirse: Vatandaşların hizmet ve koruma bekleme haklarının olduğu beyazların ABD’si ve siyahilerin böyle bir hakkının olmadığı siyahi bir ABD var.
“Daha fazla ırkçılığa hayır” çağrısının, bir gecede uygulanabilecek bir değişiklik olmadığı anlaşılıyor. Zirâ eşitsizlik, ABD devleti ve milletinin temellerinde yatıyor, siyasi sınıf ise radikal çözümler sunmuyor. Irksal farklılıkların ABD yaşamını yasaların kapsamı dışında kontrol eden bir sisteme dönüşmesi kaçınılmaz hale geliyor. Hiç şüphesiz, ekonomik, kültürel ve toplumsal düzeyde sistematik bir değişiklik gerekiyor. Meselenin çözümünde devleti hareket ettirmek ve kullanmak için; yasal eksiklikleri ve etik suiistimali ele almak üzere onlarca yıl alabilecek bir projede kullanılacak karmaşık araçlar gerekiyor. Ancak, belirli bir ırkı hedef alan şiddet de dahil olmak üzere polis şiddetini azaltmak diğerlerinden daha kolay olabilir.

Güvenlik ihlalleriyle mücadele
ABD hariç pek çok gelişmiş ülke -etnik çeşitliliğe ön yargıyla bakılan ülkeler dahil-, yasalar uygulandığı sırada polis memurlarının öldürme sayısını azaltmayı sağlayacak bir ‘denklem’ bulabildi. ABD polisi, sadece geçen yıl bin kişiyi ateş ederek öldürürken İngiltere’de ise bu sayı son 20 yıl toplamına bakıldığında 100’ün altında. ABD’de polis memurlarının kullandığı ateşli silahlar nedeniyle hayatını kaybedenlerin kişi başına düşen oranı ise pek iç açıcı görünmüyor. Belki de sorunun önemli bir kısmı, hem polis hem de vatandaşların elindeki silahların bolluğudur. Örneğin, her İngiliz polis memuru ateşli silah taşımıyor. ABD polisinin silahsızlanma olasılığı düşük olsa da, bazıları başka yolların ve politikaların bulunabileceğine inanıyor.

Cumhuriyetçilerin ve Demokratların sorumluluğu
Önemli bir seçim yılı sırasında bölünmeyi körüklemekle sorumlu tutulanlar yalnızca Başkan Trump, Cumhuriyetçi yandaşları, radikaller ve muhafazakarlar değil. Bilhassa Demokratlar olmak üzere muhalifler de sabotaj, sivil şiddet ve hırsızlık eylemleri karşısında seyirci kalmakla suçlanıyor. Çözüm sunmayan, vandalları durdurmayan söylemlerle yetiniyor gibi görünüyorlar. Polisle ilgili yasaları değiştirmek üzerine Kongredeki girişimleri dahi yeterli görünmüyor. Zirâ bu girişimler için Cumhuriyetçilerin işbirliği ve Trump’ın imzası gerekiyor. Nitekim Demokratlar; şehirler tutuşmuş ve çalışmalar durmuş olmasına rağmen, sadece Trump'ı yenmek için uğraşmakla, Kovid-19’un ABD’lilere verdiği zararı katlamak için güncel olayları suiistimal etmekle suçlanıyor.
Bazı Cumhuriyetçiler ise, ekonominin yeniden açılmasından korkulması halini korumak amacıyla Kovid-19’un neden olduğu can kayıplarının ‘sahte olarak şişirilmesinden’ bahsediyor. Normalliğe geçmek Trump ve Cumhuriyetçilere hizmet edecek olsa da, söylemleri ırkçı şiddete herhangi bir çözüm getirmiyor.
Trump, George Floyd’un öldürülmesinin ardından, ABD şehirlerinde ordunun şiddetli gösterilere son vermesine izin veren 1807 Ayaklanma Yasası’nı yürürlüğe sokmakla tehdit etmişti. Beyaz Saray’ın bahçesinde yaptığı açıklamada, “Bir şehir ya da eyalet, vatandaşların canları ve mallarını koruyacak önlemler almadığı taktirde oraya ordu gönderip sorunu hızla çözeceğim” demişti. Başkan’ın bu açıklamaları, orduyu iç anlaşmazlıklara dahil ettiği gerekçesiyle yoğun eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Önceki Savunma Bakanı Jim Mattis ise Trump’ı ‘ABD’lileri birleştirmek yerine bölmekle’ suçladı.
Ordunun konuşlandırılmasına izin verilen 1807 Ayaklanma Yasası, 1950'lerde ırk ayrımcılığını ortadan kaldırmak, 1960’larda ise Detroit'teki ayaklanmalarla başa çıkmak için yürürlüğe konmuştu. En son ise siyahi Rodney King’e karşı şiddet kullanan dört beyaz polis memurunun aklanmasının ardından 1992 yılında patlak veren ‘Los Angeles olayları’nda etkinleştirilmişti. Irkçılık haricinde ise 1989 yılında gerçekleşen Hugo Kasırgası’nın ardından Karayip Denizi’ndeki Virjin Adaları’ndan Santa Cruz’da meydana gelen geniş yağmalar sırasında yürürlüğe girmişti. Trump, yasanın etkinleştirilmesinin yağmalamaların yapıldığı sabotaj eylemlerinin arkasında olmakla suçlanan Antifa örgütü protestocularına karşı koymayı hedeflediğine inanıyor.
Bu; üyelerinin kendilerini kaotik olarak tanımladığı, toplumdaki hiyerarşiyi reddeden, şiddet saçan araçları kullanarak fiziksel yüzleşmeye hevesli olan ve aşırı sağcı olarak gördüklerini alt etmek isteyen örgüt tarafından da doğrulanıyor. Cumhuriyetçi ve Demokrat yetkililer ise ülkede ikinci bir iç savaşı ateşlemek istemekle suçlanan aşırı sağcı Boogaloo örgütüne işaret ediyor. Cumhuriyetçi Senatör Marco Rubio, “Unutulan bir hikaye var, Antifa, Boogaloo gibi şiddete teşvik eden ve bunu uygulayan terörist gruplar her şehirde mevcut. Aynı ideolojiye sahip olmayabilirler; ancak polis ve hükümete karşı nefret besliyor ve protestolardan faydalanıyorlar. Bu bireyler, yeni bir iç savaş gerektirse dahi sistemi tamamen yok etme niyetinde” ifadelerini kullanmıştı. 
1950'lerin başından bu yana herkes için tam eşitlik sağlamayı amaçlayan ve 200 kadar kuruluşu kapsamına alan Sivil ve İnsan Hakları Liderlik Konferansı (LCCHR) ve ‘Zero’ kampanyası, ABD toplumunun silahsızlandırılmasına yönelik önerilerde bulundu; diğer kuruluşlarla birlikte bir dizi politika aracı, model yasalar ve polis kanunları hazırladı. LCCHR, bu politikaların yalnızca kontrole dayanmadığını, nitekim polis memurlarının taktığı sabit kameraların oynadığı rolün tartışıldığını vurguladı. Zirâ polisler, bu kameraları istedikleri an devre dışı bırakabiliyor. Geçen hafta Kentucky'nin en büyük şehri Louisville'deki gösteriler sırasında David McAtee adlı bir siyahinin öldürülmesi sırasında bu kameraların etkinleştirilmediği ortaya çıkmıştı.
Araştırmalar; toplum gözetiminin artması, polisin görevi kötüye kullanmasının bildirilmesi veya soruşturulması önündeki engellerin azaltılması, polis memurlarını suiistimalin akıbetinden koruyan iş sözleşmelerinin değiştirilmesi gibi hususlar sayesinde sonuçların iyiye gittiğini gösteriyor.

Aşırı sağ ve aşırı sol
Polis ve azınlıklar -bilhassa siyahiler- arasında neredeyse günlük çatışmaların yaşandığı son yıllardaki ırkçı şiddetin tarihi, birkaç asır öncesine, ABD’nin temelinde yatan siyahi köleliğin bir sistem olarak kabul edildiği yıllara dayanıyor.  
Adaletsizlik karşıtı siyahi isyanlar karşısında ise ırkçı beyaz örgütler baş gösteriyor. Bunlardan en eski ve önde geleni ise siyahilere baskı uygulayan ve kitlesel katliamlar yürüten Ku Klux Klan (KKK) örgütü. KKK, şiddet faaliyetlerini azaltmış olsa da mevcudiyetini sürdürüyor. 
Son yıllarda, “Black lives matter” (siyahilerin hayatı değerlidir) sloganı altında siyahileri savunan örgütler ile beraber, Antifa ve anarşistler ya da beyaz üstünlüğünü savunan sağcı aşırılık yanlısı örgütler gittikçe büyümeye başladı. Bazıları ise aşırı sağ dalgaları, neo-Nazi hareketi ve faşistlerin yükseltmesiyle hem ABD hem de Avrupa’da varlığı belirgin hale gelen Nazi fikirlerini savunuyor.

Irkçı olaylar takvimi
Bugün Minneapolis’ta yaşanan olaylar, aslında modern ABD tarihinde en az yarım asırdır tekrarlanan olayların bir kopyası niteliğinde.
1965’te Los Angeles’ta Marquette Frye adlı bir siyahinin trafik ihlaliyle ilgili bir tetkik sırasında beyaz bir polis tarafından tutuklanması, akrabalarıyla polisler arasında kavga çıkmasına neden olmuş, ardından bu olaylar bir gettoda ayaklanmaya evrilmişti. Bunun sonucunda ise Watts adlı yoksul mahalle altı gün içerisinde, ağır silahlarla donatılmış Ulusal Muhafız devriyelerinin askeri araçlarda devriye gezdiği ve şiddeti kontrol altına almak için sokağa çıkma yasağı uyguladığı bir savaş alanına dönüşmüştü. Bu olaylarda 34 kişi hayatını kaybetmiş, 4 bin kişi tutuklanmış, on milyonlarca dolar zarar kaydedilmişti.  
1967’de, New Jersey’de beyaz iki polis ve siyahi bir taksi şoförü arasında geçen tartışma, beş gün süren isyan ve yağma olayları ile sonuçlanmıştı. Olaylarda 26 kişi hayatını kaybederken bin 500 kişi ise yaralanmıştı.
Yine 1967’de Detriot’da polisin çoğunlukla siyahilerin kaldığı 12. sokağa müdahale etmesiyle patlak veren olaylar dört gün sürmüş, 43 kişinin ölümüne ve yaklaşık 2 bin kişinin yaralanmasına neden olmuştu. Şiddet olayları Illinois, Kuzey Carolina, Tennessee ve Maryland gibi eyaletlere de yayılmıştı.
1968’de Tennessee’nin Memphis şehrinde gerçekleşen Martin Luther King suikastının ardından 125 farklı şehirde şiddet olayları patlak vermiş, Washington’da yangın ve yağma olayları yaşanmıştı. Bunun sonucunda 46 kişi hayatını kaybederken 2 bin 600 kişi ise yaralanmıştı. Olayların ikinci gününde ticari merkezlere sıçrayan çatışmalar, Beyaz Saray’ın 500 metre yakınına kadar gelmişti. O zamanın ABD Başkanı Lyndon Johnson; Newark, Chicago, Boston ve Cincinnati şehirlerinde ordunun konuşlandırılması emrini vermişti.
1980’de, Florida’daki Tampa şehrinde kırmızı ışıkta geçen bir siyahinin öldürülmesiyle suçlanan dört beyaz polis memuru beraat etmiş, bunun sonucunda yine şiddet olayları patlak vermişti. Miami’de siyahilerin yoğunlukta olduğu Liberty City’de üç gün süren şiddet olayları sonucunda 18 kişi ölmüş, en az 400 kişi ise yaralanmıştı.
3 Mart 1991’de Los Angeles’ta dört beyaz polis memurunun siyahi bir şoför olan Rodney King’in öldürülmesi hakkındaki duruşmalarda beraat etmesi sonrasında şehir alev almıştı. Ayaklanmaların San Francisco, Las Vegas, Atlanta ve New York’a yayılması sonucunda 59 kişi hayatını kaybederken 2 bin 328 kişi ise yaralanmıştı.
2001’de polisin Timothy Thomas adında 19 yaşındaki bir siyahiyi Ohio’daki Cincinatti’de kovalandığı sırada öldürmesi, yaklaşık 70 kişinin yaralandığı dört günlük şiddet ve isyan olaylarına sebebiyet vermişti. Şehir, olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasağı uygulamaya konuncaya kadar sakinleşmemişti.
2014’te, 18 yaşındaki siyahi Michael Brown’un Missouri’deki Ferguson’da beyaz bir polis memurunun ateş etmesi sonucunda hayatını kaybetmesi, siyahiler ile tüfek ve zırhlı araç kullanan güvenlik güçleri arasında 10 gün süren şiddete yol açmıştı. Kasım ayında polis aleyhindeki davanın düşürülmesi ise ikinci bir şiddet dalgasına neden olmuştu.
2015’te Baltimore’da 25 yaşındaki Freddie Gray’in polis karakoluna götürülmek için araca sürüklendiği sırada vücudunda kırıklar oluşması nedeniyle hayatını kaybetmesi sonucunda, üçte ikisini siyahilerin teşkil ettiği 620 bin nüfuslu şehirde yağma ve isyanlar patlak vermişti. Olağanüstü hal ilan edilmiş, ordu ve Ulusal Muhafızlar ekonomik vaziyeti kötü olan şehirdeki güvenliği yeniden tesis etmeye çağrılmıştı. O sırada Trump ise Demokratları şehrin vaziyetini düzeltmemekle suçlamıştı.
2016’da Kuzey Carolina'nın Charlotte şehrinde yaşayan 43 yaşındaki Keith Lamont Scott, kendisini kordona alan polisler tarafından öldürülmüş, Scott’un elinde silah bulunduğu ve dur komutuna uymadığı öne sürülmüştü. Akrabaları ise Scott’un elinde silah değil kitap bulunduğunu öne sürmüştü. Olayın ardından alevlenen şiddetli protestoların birkaç gece sürmesi sonrasında eyalet valisi olağanüstü hal ilan etmiş ve Ulusal Muhafızlar'dan takviye istenmişti.
2017’de ise Virginia’daki Charlottesville şehrinde sağ ve beyaz ‘üstün’ güçlerinin birleştirilmesini çağrısında bulunan öfkeli protestocuların düzenlediği yürüyüşlerin ardından, beyaz bir sürücü arabasıyla siyahi bir kadını ezerek öldürmüştü. Nitekim gösterilerde ‘alternatif sağ’, ‘neokonfedere’, ‘neofaşizm’, ‘aşırı beyaz milliyetçiliği’, Neonazizm ve KKK kesimlerinden çeşitli milisler bulunuyordu. Gösteriler sırasında ırkçı ve antisemitik sloganlar atan protestocular; aynı zamanda yarı otomatik tüfekler, Nazi sembolleri ve Amerikan İç Savaşı’ndan kalma konfederasyon bayrakları taşıyordu. Amaçlarından biri ise iç savaşın sembollerinden biri olan General Robert Lee heykelinin Lee Parkı’ndan kaldırılmasına karşı çıkmaktı. “İki tarafta da iyi insanlar var” yorumunda bulunan Trump ise gösteriyi kınamayı reddettiği için ağır eleştirilerle karşı karşıya kalmıştı.



Eski bir Suudi diplomat ABD Başkanı'na açık bir mektup gönderdi

Ali Asiri, ülkesinin Obama'ya karşı üzüntü hissettiğini ve Trump ile ilişkisinin güçlü olmadığını söyledi (Reuters)
Ali Asiri, ülkesinin Obama'ya karşı üzüntü hissettiğini ve Trump ile ilişkisinin güçlü olmadığını söyledi (Reuters)
TT

Eski bir Suudi diplomat ABD Başkanı'na açık bir mektup gönderdi

Ali Asiri, ülkesinin Obama'ya karşı üzüntü hissettiğini ve Trump ile ilişkisinin güçlü olmadığını söyledi (Reuters)
Ali Asiri, ülkesinin Obama'ya karşı üzüntü hissettiğini ve Trump ile ilişkisinin güçlü olmadığını söyledi (Reuters)

Ziyad el-Fifi
‘Bir Suudi vatandaşından açık mektup’ adını vermiş olsa da Ali Avad Asiri’nin yazdığı büyükelçilerin el ele vermek için kullandığı diplomatik bir mektuptu. Ancak o, bunu tüm dünyanın huzurunda ABD Başkanı Joe Biden’a okumayı tercih etti.
ABD menşeili ‘The National Interest’ dergisi, daha önce Riyad'ın İslamabad ve Beyrut büyükelçisi olarak görev yapan Suudi bir diplomat tarafından yazılmış bir makale yayınladı. Suudi yazar bu makalede, ABD Başkanı’na hitap ederek iki ülke arasındaki ilişkilerin, önceki iki başkan dönemine, geçmişe ve geleceğe değindi.
Asiri, makalesini Beyaz Saray hükümdarı ile karşılık oturup konuşuyor gibi kaleme aldı. Bu vesile ile iki ülke arasındaki tarihsel ilişkinin kaybolan ve tarihin kenarında üzücü bir olay haline gelen ve ‘trajik bir kaza’ olarak nitelendirdiği ‘dengesizlik’ sonrasında başladığı yeni bir noktayı ortaya çıkarmaya çalışıyor. Emekli Suudi diplomat, Biden'in ülkesinin, Riyad ile ilişkilerini yeniden değerlendirmek için başlangıç ​​noktası olarak seçtiği noktayı, ilişkinin yeni bir aşamasına geçmek için bir fırsat olarak görüyor.

Washington'un güvenilirliğini aşındırması
Eski Suudi yetkilinin Beyaz Saray’ın Efendisiyle iletişim kurmak için neden bu yolu seçtiği bilinmiyor. Bununla birlikte, yaklaşık yarım yüzyıla yayılan siyasi tecrübesiyle yetmişlerindeki bu adama hitap eden mektubunun başında, bölge ve sorunlu karmaşıklığıyla kendi istediği gibi değil de olduğu gibi ilgilenmesini talep etti.
Asiri, “Obama yönetiminde Başkan Yardımcısı olarak Irak'taki mezhepsel çekişmenin etkisiz hale getirilmesine yardımcı oldunuz. Arap Baharı’nın ardından, temkinli sesiniz, liberal demokrasi gündeminin destekçilerini Ortadoğu krizinin sosyal ve ekonomik yapısını ilk etapta dikkate almaya ikna etti. Ancak Ne yazık ki, o zamandan beri, Obama ve Trump yönetimlerinin siyasi çelişkiler ve kararlılık eksikliği, ABD'nin Arap devletleri için güvenilir bir ortak olarak itibarını büyük ölçüde aşındırdı” ifadelerini kullandı. Önceki iki yönetimin neden olduğu kafa karışıklığını gidermek için farklı bir yaklaşım benimsemesini istedi.

‘Sözde müttefikin’ acısı
Ali Asiri, mektubunda, doğrudan söylemese de Biden'ın Barack Obama'nın daha modern bir versiyonu olduğu görüşüne değinmeyi de göz ardı etmedi. O dönemde kartları karıştıran kişinin Obama’nın gölgesi ve yardımcısı olan Biden olduğuna işaret etti.
Asiri, ülkesinin eski Demokrat Başkan tarafından yapılan ve ‘sözde müttefiklik’ olarak nitelendirdiği şey ve Araplar ile İran arasındaki sorunu çözmek için ‘bölgeyi Tahran ile paylaşmayı önererek’ yaptığı ‘haksız planın’ acısını hala hissettiğine değindi. Ayrıca Washington nezdinde İran’ın hala terörizm sponsoru olduğuna dikkat çekti.


Obama yönetiminin İran ile yaptığı anlaşma Körfez ülkelerini alarma geçirdi (Reuters)

44’üncü Başkan’ın ülkesi ile bölgedeki geleneksel müttefikleri arasında başlattığı krizin tetikleyicisi olan nükleer anlaşmaya atıfta bulunmadan Obama döneminden ve Körfez'den söz etmek mümkün değil. Mektupta, İran'la ortak eylem planı, ‘İran devrimci rejiminin Yemen, Suriye, Irak ve Lübnan'daki militan vekillerini desteklemek için bir örtü olarak kullandığı kusurlu anlaşma’ olarak nitelendirildi.
Bunun yanısıra Suudi diplomata göre ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan dönemin olumsuz yansımaları, ‘Mısır'daki Müslüman Kardeşler gibi aşırılık yanlısı güçlere güzelleme yapma ve Suriye'deki çatışma kurbanlarını baskıcı bir rejimin gazabıyla karşı karşıya bırakma’ hatasının sonucuydu ve bu ülkeler hala o dönemin zorluklarıyla karşı karşıya.

Trump'la olan ilişki bir ‘takastı’
Görünüşe göre eski Başkan Donald Trump ile selefinin dönemine kıyasla tüm sıcaklığıyla ilişki Suudiler için pek tatmin edici değildi.
Ali Asiri, Trump'ın Suudi Arabistan ile Amerika arasındaki stratejik ilişkiyi, askeri ve diplomatik düzeyde iki ülke arasındaki ilişkilerdeki iyileşmeyi kabul etmesine rağmen, bir ‘takas ilişkisine’ dönüştürdüğünü vurguladı.


Saudi Aramco tesislerin 2019 yılında hedef alındığı saldırıdan bir kare (Reuters)

Ayrıca, Eylül 2019'da iki Aramco tesisine düzenlenen saldırının, İkinci Dünya Savaşı sırasında Pasifik'teki ABD filosunu etkileyen ‘Pearl Harbor’ saldırısına benzer olduğunu belirtti. ABD’nin bunun ardından bir savaş başlattığına işaret eden Asiri, ancak ABD’nin iki yıl önceki tepkisinin ‘sembolik’ olduğunu söyledi. Bunun üzerine bir de Riyad’ın bedeli ödemesini talep ettiğini ifade etti.
Yazı, Washington ile Riyad arasındaki son dört yıldaki ilişkiyle ilgili olarak, ülkesi ile önceki ABD yönetimi arasındaki ilişki olarak nitelendirilmesinin yanlış bir tanım olduğu ifadesiyle sona eriyor.

Veliaht Prens’in eleştirilmesi
Suudi diplomatın mektubu, Körfez devletindeki yeni politikanın ne yapmaya çalıştığına dair daha net bir yaklaşım sunuyor. Yazıda Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman liderliğindeki Suudi yönetiminin yaklaşımının, ‘ideolojik mülahazaları ülkenin uluslararası davranışını ve iç politikasını tanımlayan kalkınmacılarla değiştirmeye’ çalışmak olduğuna işaret edildi.
Asiri, Suudi Veliaht Prensine karşı yürütülen kampanyanın eski Beyaz Saray Baş Danışmanı Jared Kushner ile kişisel ilişkisinin bir sonucu olduğunu ima etti.


Suudi Veliaht Prensi ve Jared Kushner arasındaki ilişkinin güçlü ve derin olduğu biliniyor (SPA)
Suudi diplomat bu konuyla ilgili şu ifadeleri kullandı: “İç Amerikan siyasetindeki mevcut bölünmeleri anlıyoruz, ancak görünen o ki, uluslararası ilişkiler ve Suudi liderliği, Capitol Binası içindeki partizan çıkar savaşında, özellikle de insan hakları gruplarıyla ittifak halindeki Demokratların çıkarları için hedef haline geldi. Söz konusu gruplar, Washington'daki siyasi bloklar için rızaya dayalı bir figür olmayan Kushner ile olan ilişkisi nedeniyle Suudi iktidar düzenindeki ikinci isim olan Veliaht Prensi hedef almak için hiçbir çabadan kaçınmıyor.”
 Suudi diplomat, bunun iki ülkenin uzun süredir devam eden ilişkilerine eğer kontrol altına alınmazsa büyük zarar vereceği konusunda uyararak şu ifadelere yer verdi: “Tüm bunlar, genellikle yerel siyaseti veya liderlik seçeneklerini aşan ve uzun süredir devam eden ilişkimize büyük zarar veriyor. Zamanla üstesinden gelinmezse, aynı güçler daha büyük zararlara neden olacaklar.”