Muhalefet yapıyor gibi görünen Müslüman Kardeşler, Batı’ya gizlice göz kırpıyor

Seyyid Kutub, Enver Sedat, Cemal Abdunnasır ve Hasan el-Benna
Seyyid Kutub, Enver Sedat, Cemal Abdunnasır ve Hasan el-Benna
TT

Muhalefet yapıyor gibi görünen Müslüman Kardeşler, Batı’ya gizlice göz kırpıyor

Seyyid Kutub, Enver Sedat, Cemal Abdunnasır ve Hasan el-Benna
Seyyid Kutub, Enver Sedat, Cemal Abdunnasır ve Hasan el-Benna

Riyad’daki Kral Faysal Araştırma ve İslam Araştırmaları Merkezi (KFCRIS), Queen Mary Üniversitesi tarih hocası ve İngiliz yazar Dr. Martyn Frampton’ın “Müslüman Kardeşler ve Batı… Düşmanlık ve İletişim Geçmişi” kitabının Arapça çevirisini yayımladı. Girişin yanı sıra dörder alt bölüme ayrılan iki ana kısımdan oluşan kitapta, Müslüman Kardeşler'in (İhvan) İngiltere ve ABD’nin temsil ettiği Batı ile ilişkilerini izleyen araştırmacının bulgularını içeren bir de sonuç bölümü yer alıyor.
İlk bölümde, İsmailiye ilinde yaşayan 21 yaşındaki öğretmen Hasan el-Benna’nın Mart 1928 tarihinde Müslüman Kardeşler'i kuruşundan, Benna’nın en başından beri İslam hükümleri ve kayıp halifeliğin yeniden getirilmesi yolundaki öğretilerini uygulayan bir İslam devletinin kurulmasını istediğinden bahsediliyor.
Araştırmacı Frampton; Hasan el-Benna’nın kişiliğine, misyonerlik faaliyetlerine karşı tutumuna, takipçilerini her Müslüman için bir yükümlülük olarak gördüğü cihada davet edişine, aynı zamanda Benna’nın ‘rezil’ olarak nitelediği toplumsal açılım perspektiflerine savaş açan ve İslam ümmetini Batı sömürgeci hegemonyasından güç kullanarak kurtaran uzun bir liste olduğuna dikkat çekiyor.
İkinci bölüme gelindiğinde, İhvan’ın sıkı gözlem, tutuklamalar ve faaliyetleri engelleme gibi her türlü baskıya maruz kaldığı Dünya Savaşı’nın ilk yıllarına ışık tutuluyor. Zirâ İngilizler, İhvan’ın o sırada ‘Mısır'daki en örgütlü siyasi makine’ olduğunu biliyordu. Bu nedenle Mısırlı yetkililer, Hasan el-Benna’yı tutuklamış, bir aydan kısa bir süre sonra ise serbest bırakmıştı. Ardından Yukarı Mısır’daki Kina şehrine sürülen, birkaç ay sonra da Kahire'ye dönen Benna ‘kimliği belirsiz bir öğrenciden’ takipçilerinin kalbini çalan ‘büyük dini bir lidere’ dönüşmüştü. Benna’nın bir Süveyş Kanalı şirketinden, Almanlardan ve Mısır hükümetlerinden para aldığı yönünde suçlamalar vardı. Grubu kendine doğru çekmek ile bastırmak arasında gidip gelen İngilizler ise İhvan’ın Batı kültürü tezahürlerini dışlamaya çalıştığını fark etti.
Araştırmacı Frampton, üçüncü bölümde grubun bir süre sonra yerel bir hareket olmaktan çıktığını, zira 1940’lar itibariyle Cibuti, Suriye ve Ürdün gibi Mısır haricinde birçok ülkede genişlediğini dile getiriyor. Kitapta yazdığına göre İhvan’ın Batılı yetkililerle iletişimde bulunmak isteyen lideri Hasan el-Benna, hareketini anti-komünist ve ılımlı bir demokratik güç olarak nitelemişti. Ancak Nukraşi hükümeti İhvan’ın Kahire’de iktidara gelmeye hazırlandığı hissettiği sırada grup feshedildi. Ardından ise Başbakan Nukraşi’nin ölümüne, sonrasında Hasan el-Benna suikastına ve grubun yüzlerce üyesinin tutuklanmasına yol açan şiddet olayları patlak verdi. Bununla birlikte gözlemciler bu tutucu ve radikal terörist grubun, özellikle de Rusya'dan büyük miktarlarda para aldığı düşünüldüğünde gizliden gizliye yaşayabileceği hakkındaki korkularını dile getirmişti. Benna’nın cenazesiz bir şekilde gömülmesi, kontrolden çıkarak adeta ‘Frankenstein'ın canavarına’ dönen grubun binlerce üyesinin cezaevlerine atılması ise şaşırtıcı değildi.

İhvan stereotipi
Frampton, dördüncü bölüme geldiğinde İhvan stereotipinin terörizm, radikallik ve gericilik ile bağlantılı olduğunu, grup üyelerinin tüm tezahürleriyle medeni hayata düşman kesilirken Batı’nın grubu ‘ılımlı’ bir hareket olarak niteleyemeyeceğini söylüyor. Bu hususta, hareketin üyelerini ‘terörist’ olarak tanımlamanın onlar için abartılı bir kompliman teşkil edeceğini belirten İngiliz General Erskine to Stevenson, bu nedenle ‘haydut’ sıfatını kullanmayı tercih ediyor. Black Friday olayları sırasında sinemalara, barlara, otellere ve gece kulüplerine yönelik gerçekleşen saldırıları hatırlatan Frampton, keza Cemal Abdunnasır ve ‘serbest subaylarının’ elinde tuttuğu monarşinin düşmesine yol açan Süveyş Kanalı Savaşı’na da değiniyor.
Beşinci bölümde, modernleşme arayışında Batı’nın izinden giden ılımlı bir güç olarak Devrim Komutanlığı Konseyi’ni destekleyen ABD hegemonyası, İhvan tarafından yönetilen suikast girişiminin baskıyı 6 İhvan liderinin idam edilmesi derecesine getiren bir gerekçe sayıldığı, lider Hasan el-Hudeybi’ye verilen cezanın bir yıla düşürüldüğü ve sağlığının kötüleştiğinden bahsediliyor. Akademisyen Christina Harris, Mısır’ı yönetenlerin “askeri, gerçekçi ve ilerici gençlik” olduğunu söylüyor. Nitekim İhvan’ın geçmişe, Abdunnasır’ın ise ileriye dönük olduğu düşüncesi görülüyor.
Altıncı bölüm; Abdunnasır’ın hegemonyası, bu hegemonyanın İhvan’ı unutulup dışlanan bir konu haline getiren yerel ve uluslararası cazibesi etrafında dönüyor. Batılı çevreler, Ortadoğu'daki dini kuvvetlerin moderniteyi destekleyenler ve laikler ile karşılaştırıldığında yozlaştığı idrakine varıyor. İhvan ise Batı'yı manevi değerlerin yok edicisi olarak tanımlayan Seyyid Kutub'un elinde keskin bir yeniden diriliş yaşamasına rağmen baskı ile karşılık buluyor. Nitekim Abdunnasır döneminde inzivaya çekilen hareket, iktidarın istifasının ardından geniş çaplı halk baskısının ardından sahalara güçlü bir şekilde yeniden dönmüştü.
Yedinci bölüm ise 1970-1989 yılları arasındaki köktenci Rönesans ortamında, İhvan’ın yeniden değerlendirilmesini içeriyor. Enver Sedat, Abdunnasır’ı destekleyenlerden ve solcu rakiplerinden kurtulmak için İhvan’ı kullanmak istedi ancak İhvan, Batı'nın müttefiki olur olmaz Sovyetler Birliği'ne karşı Soğuk Savaş’ta kendisini bir kez daha ABD tarafında buldu. Frampton, Sedat'ın İsrail ile bir barış anlaşmasına girmesinin mevcut atmosferi zehirlediğine, grubun Sedat iktidarının son aylarında yeniden baskı altında kalmasına neden olduğuna inandığını ifade ediyor. Diğer yandan Hüsnü Mübarek ise onları yatıştırıp hükümetine dahil etmişti. Müslüman Kardeşler’in Avrupa ile Kuzey Amerika'da kurduğu kültürel kurumlar ağına vurgu yapan araştırmacı, aslında ağırlık merkezi Ortadoğu olan grubun varlığını Batı'da da gösteren küresel bir fenomen olduğuna işaret ediyor.
Sekizinci ve son bölümde ise, grubun yalnızca Mısır'da Batı siyasetiyle ilgilenen bir kuruluş iken Batı'da geniş bir varlığı olan uluslararası bir hareket haline gelişine ışık tutuluyor. 2000’li yılların başında, Müslüman Kardeşler’in bölgesel düzeydeki herhangi bir demokratik sürecin önemli bir bileşeni olduğu konusunda nispeten bir fikir birliği hakimdi. Diğer yandan Batı ise grubun gözünde İslam dinini zedelemeye adanmış, düşmanca bir medeniyet olarak kaldı. Batı ile uzlaşma, aslında İhvan’ın derinliklerinde küçümsenen Batı gücünden duyulan korkudan kaynaklanan taktiksel bir hareketten başka bir şey değildi.

Tarihi belge
Mısır'daki Müslüman Kardeşler hareketinin lideri Hasan el-Benna, Batılı yetkililere ulaşmaya, hareketini ılımlı, komünist karşıtı demokratik bir güç olarak sunmaya çalışmıştı.
“Müslüman Kardeşler ve Batı… Düşmanlık ve İletişim Geçmişi” kitabı, arka kapağındaki yazıya göre dünyadaki en büyük İslami hareket ile geçtiğimiz yüzyılda Ortadoğu'ya hakim olan Batı (İngiltere ve ABD) güçleri arasındaki ilişkiyi en doğru ayrıntılarını anlatan ilk referans özelliğini, aynı zamanda önemli bir tarihi belge niteliğini taşıyor. Zira yazar Frampton, ABD ve İngiliz hükümetinin elindeki binlerce gizli belgeyi, Müslüman Kardeşler'in yayınlarını, bazı Mısırlıların notlarını, o dönemde çıkan çok sayıdaki Batı ve Arap gazetesi ve dergilerini kaynak alıyor. Kitabın kapağında, kitap ile ilgili ayrıca şu değerlendirmeye yer veriliyor:
“Bugün Arap dünyasında olup bitenleri tam olarak kavramak için, siyasal İslam'ı bölgenin daha geniş tarihi bağlamında kavramak gerekiyor. Müslüman Kardeşler’in geride bıraktığı 80 yıl içerisinde Batı ile arasındaki yakınlaşmayı mükemmel, doğru, tarihi ve ayrıntılı bir şekilde anlatan bu kitap ise bu idrak yolundakilerin, aynı zamanda bölgeyle ilgisi olan her siyasetçinin mutlaka okuması gereken bir referans niteliğindedir.” (Suudi Arabistan’daki eski İngiliz Büyükelçisi John Jenkins)
“Bu kitap, dakik bir araştırma olarak nitelenen ve düşünmeyi harekete geçiren bir referans, itiraz kabul etmeyen tarihsel kanıtlarla dolu öncü bir çalışma mahiyetindedir.” (Hazim Kandil, Cambridge Üniversitesi)
“Frampton'ın tarihselliği, kapsamı, detayı ve işçiliği ile akıllarda kalacak olan bu çalışması, Müslüman Kardeşler'in Batı ile olan ilişkisi üzerine klasik tarihsel bir referanstır.” (Ortadoğu Amerikan Merkezi Direktörü Beth Baron, New York Şehir Üniversitesi)



Kim Jong-un ve ‘büyüklerle oyun’

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un, 3 Eylül'de Pekin'de Japonya'ya karşı kazanılan zaferin ve 2. Dünya Savaşı'nın sona ermesinin 80. yıldönümü anısına düzenlenen askeri geçit töreninden önce bir araya geldiler (AFP)
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un, 3 Eylül'de Pekin'de Japonya'ya karşı kazanılan zaferin ve 2. Dünya Savaşı'nın sona ermesinin 80. yıldönümü anısına düzenlenen askeri geçit töreninden önce bir araya geldiler (AFP)
TT

Kim Jong-un ve ‘büyüklerle oyun’

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un, 3 Eylül'de Pekin'de Japonya'ya karşı kazanılan zaferin ve 2. Dünya Savaşı'nın sona ermesinin 80. yıldönümü anısına düzenlenen askeri geçit töreninden önce bir araya geldiler (AFP)
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un, 3 Eylül'de Pekin'de Japonya'ya karşı kazanılan zaferin ve 2. Dünya Savaşı'nın sona ermesinin 80. yıldönümü anısına düzenlenen askeri geçit töreninden önce bir araya geldiler (AFP)

Samir İlyas

Kuzey Kore lideri Kim Jong-un, Çin’in başkenti Pekin'de 20'den fazla ülkenin liderleriyle ilk kez bir araya geldiği uluslararası toplantıda tüm dikkatleri üzerine çekti. Çin'in Japonya'ya karşı kazandığı zaferin 80. yıldönümünü kutlamak için düzenlenen en büyük askeri geçit törenine katılan genç lider, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'in solunda oturdu. Şi Cinping, küresel düzeni yeniden şekillendirmek amacıyla sağındaki koltuğu Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'e verdi.

Büyükbabası Kim Il-sung'un izinden giden torunu, 66 yıl sonra, Çin ve Rusya'nın desteğiyle Pekin'de geçirdiği hareketli üç günün ardından Pyongyang'a döndü. Bu tarihi an, 1950'li yılların başlarında Soğuk Savaş'ın başlangıcındaki atmosferi anımsattı. 1950-1953 Kore Savaşı, Soğuk Savaş döneminde Batı ile Doğu Bloku arasında silahlı çatışmaların başlangıcını işaret ederken, Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle sona erdi. Rusya'nın Ukrayna'ya karşı yürüttüğü savaş ise Batı ile yeni bir çatışma döneminin habercisi oldu. Bu savaşın sonucu kısmen de olsa Çin ve Kuzey Kore'nin tutumlarıyla ilişkili.

Kim Il-sung, 1959 yılında Çin lideri Mao Zedong ve Nikita Sergeyeviç Kruşçev’den, ABD destekli güney komşusuna karşı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti'ni savunma sözü alırken, Kim Jong-un'un ziyareti, Kuzey Kore'nin ABD hegemonyasını kırmak ve çok kutuplu bir dünya kurmak isteyen Çin ve Rusya liderlerinin planlarında giderek artan önemini ortaya koydu. Kim Jong-un'un uluslararası izolasyonunun sona ermesi, Kuzey Kore'nin kurulduğundan beri ülkeyi yöneten Kim hanedanının sert erkek imajından farklı, dünyaya yeni bir yüzün tanıtılmasıyla birlikte gerçekleşti.

Kim'in askeri geçit törenine davet edilmesi, Putin ve Şi ile aynı sahneyi paylaşması ve ikili görüşmenin sonuçları, Çin'in Kuzey Kore'ye yaklaşımında bir değişiklik olduğunu ortaya koydu.   

İki müttefik arasında

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Putin'in Pekin'de Kim ile yaptığı görüşmenin ardından, Kuzey Kore-Rusya ilişkileri benzeri görülmemiş bir düzeye ulaştı. Başkan Şi, altı yıl sonra yapılan ilk ikili görüşmede, Kuzey Kore lideri Kim'e Pekin'in Pyongyang ile ilişkileri güçlendirme konusundaki kararlılığını garanti ederek, iki ülke arasındaki bağların gücünü vurguladı.

Şi, ortak çıkarlarını korumak için uluslararası ve bölgesel konularda stratejik koordinasyon düzeyini yükseltmeye hazır olduklarını belirtti. Çinli lider ayrıca, Pekin'in Kore Yarımadası konusunda objektif ve adil bir tutum sergilediğini yineledi. Çin'in resmi haber ajansı olan Xinhua Haber Ajansı’na göre Şi, Kim'e Çin ve Kuzey Kore'nin ‘aynı kaderi paylaşan ve birbirlerini destekleyen iyi komşular, dostlar ve yoldaşlar’ olduğunu ve Kore Yarımadası’nda barış ve istikrarı sağlamak için Pyongyang ile koordinasyona devam etmeyi istediğini söyledi.

dfgty
Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Japonya'ya karşı kazanılan zaferin ve 2. Dünya Savaşı'nın sona ermesinin 80. yıldönümünü kutlayan askeri geçit törenine katıldıktan sonra Pekin'de bir araya geldi, 3 Eylül 2025 (AFP)

Kim'in askeri geçit törenine davet edilmesi, Putin ve Şi ile aynı sahneyi paylaşması ve ikili görüşmenin sonuçları, Çin'in Kuzey Kore'ye yaklaşımında bir değişiklik olduğunu ortaya koydu. Pyongyang'ın ana destekçisi olan Pekin'in, 2018 sonbaharı ile 2019 yaz başı arasında Şi ve Kim arasında yapılan bir dizi toplantıda gündemi meşgul eden Kore yarımadasının nükleer silahlardan arındırılması konusuna artık ilgi duymadığı anlaşıldı. Bu görüşmelerde Kim, ABD ve Güney Kore ile ilişkilerini yeniden düzenlemek için Çin'in desteğini almaya çalışmıştı.

Toplantı, Pyongyang'ın Moskova ile ilişkilerini güçlendirmesinin ve Kim'in Ukrayna'ya karşı savaşında Putin'in ana müttefiki olarak kendini konumlandırmaya çalışmasının ardından gerçekleşti. Kim’in sıcak karşılaması, Pekin-Pyongyang-Moskova üçgeni içindeki ilişkileri yeniden dengeleme girişimi ya da Çin'e Kore Yarımadası’ndaki çıkarlarını hatırlatmak için alınan bir önlem olabilir. Bunda ABD Başkanı Donald Trump'ın son haftalarda Kuzey Kore lideriyle görüşme arzusunu dile getirmesi de etkili oldu. Trump, ilk başkanlık döneminde Kim ile gerçekleşen iki nadir görüşmenin ardından aralarındaki ilişkiyi ‘çok iyi’ diyerek övmüştü.

Kim ise, ABD ile müzakerelerin yeniden başlaması ihtimalinden önce Çin ile ilişkilerini yeniden kurmaya ve ekonomik ve diplomatik destek sağlamaya çalışıyor olabilir. Ayrıca, Ukrayna'daki savaş sona ererse Rusya ile ilişkilerin bozulmasına da hazırlık yapıyor olabilir.

Sovyetler Birliği ve Çin'in Kuzey Kore'nin kurucusu Kim Il-sung'a güney komşusuna karşı verdiği savaşta (1950-1953) sağladığı destek, iki ülke arasındaki uluslararası alanda iş birliğinin en belirgin özelliğiydi.

Batı'nın endişeleri

Batı için uzun süredir baş ağrısı kaynağı olan nükleer silahlı ülkenin lideri Kim, nadir görülen bu güç gösterisi sırasında kürsüye çıktı ve Güney Kore ve Japonya'nın, ABD'nin batı kıyılarına da ulaşabilen nükleer füzelerine yönelik korkularını artırdı. ABD Başkanı Trump ise bu askeri geçit törenini komplo teorisi merceğinden izledi. Trump, sosyal medya platformu Truth Social'da yaptığı bir paylaşımda, Çinli mevkidaşını tebrik ettikten sonra “Lütfen Vladimir Putin ve Kim Jong-un'a, ABD'ye karşı komplo kurarken en içten selamlarımı iletin” diye yazdı.

Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas dün yaptığı açıklamada, Rusya ve Kuzey Kore liderlerinin Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile birlikte Pekin'deki büyük askeri geçit törenine katılımının, yeni bir Batı karşıtı ‘dünya düzeni’ oluşturma çabalarının bir parçası olduğunu söyledi.

Batı, üç nükleer gücün ittifakının Asya-Pasifik bölgesindeki mevcut askeri dengeyi bozmasından korkuyor. Bu endişelerin yanında Rusya'nın geçtiğimiz yaz Kuzey Kore ile ortak savunma maddesi içeren bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamış olması da yer alıyor. Kuzey Kore'nin Çin ile de 1961 yılında imzalanan ve 2021'de yenilenen bir anlaşması bulunuyor.

Askeri geçit töreni, Çin'in askeri gücünü ve diplomatik etkisini sergilemek için düzenlendi. Fakat yan yana oturan Çin, Rusya ve Kuzey Kore liderleri, Trump'ın politikalarının belirsizliği nedeniyle ülkeleri arasında nükleer üçlü ittifak kurulacağı ve başta Kore Yarımadası olmak üzere birden fazla kriz bölgesinde sıcak savaşların patlak vereceğine dair korkuları körükledi.

Üç ülke nükleer silahlara sahip ve dünyanın herhangi bir yerine saldırı yapma kabiliyetine sahip. Farklı başlangıç noktalarına ve hedeflerine rağmen, tek bir ana hedefleri var. O da ABD’yi zayıflatmak ve Washington'ın liderliğindeki tek kutuplu dünyayı sona erdirmek.

Kuzey Kore ve Rusya ile olan ortaklık, Pekin'in ABD'nin yerini dünyanın hakim gücü olarak alma çabalarına yardımcı olsa da bu üçlü aynı zamanda Pekin'in hedeflerini de baltalayabilir. Bir yandan, bu üç ülke Washington'ın kaynaklarını çekerek ve dikkatini Pekin'den uzaklaştırarak onu zayıflatmaya yardımcı olurken diğer yandan Çin'in uzaklaştırmak istemediği AB ve Japonya gibi güçlü ortaklarının şiddetli düşmanlığını kışkırtıyor. Çin bu denklem içinde bu eksenle ilişkilerini kontrol edip yönlendirebilecek kadar güçlendirirken, onun davranışlarından sorumlu olacak noktaya gelmeden ince bir ip üstünde yürüyorlar.

İleriye dönük beklentiler

Sovyetler Birliği ve Çin'in Kuzey Kore'nin kurucusu Kim Il-sung'a güney komşusuna karşı verdiği savaşta (1950-1953) sağladığı destek, Soğuk Savaş döneminde Doğu ve Batı blokları arasında yaşanan ilk şiddetli çatışmalar sırasında iki ülke arasındaki uluslararası alanda iş birliğinin en belirgin özelliğiydi.

Putin, Batı karşısında yaşadığı hayal kırıklığının ardından, ikinci döneminde Çin ile siyasi, ekonomik ve güvenlik ilişkilerini güçlendirmeye odaklanmaya başladı. Buna karşın Rusya, Kuzey Kore ile ilişkilerini ihmal etti, ancak 2021 yılında Batı ile gerginliğin tırmanmasının ardından bu ülkeye olan ilgisini yeniden canlandırdı ve Rusya'nın Ukrayna'ya savaş açmasının ardından ilişkiler çok daha yakın hale geldi.

Rusya'ya yönelik uluslararası izolasyonunun, Hindistan'a uygulanan ikincil yaptırımlar da dahil olmak üzere benzeri görülmemiş yaptırımlara rağmen başarılı olamadığını hatırlatılmalı.

Pyongyang, Rusya'nın Ukrayna'ya karşı savaşında önemli hizmetler sunmasının yanı sıra Tayvan'da bir savaş çıkması durumunda Pekin üzerindeki baskıyı hafifletmek için Çin'e Güney Kore'ye karşı bir savaşla Amerikalıların dikkatini dağıtma konusunda yardımcı olabilir.

Öte yandan, Çin'in savunma ve güvenlik konularındaki çekinceleri göz önüne alındığında, Kuzey Kore ve Rusya ile askeri bir ittifak kurması olası görünmüyor. Şi Cinping'in, 1950'lilerin başlarında Kore İşçi Partisi (eski adı Komünist Parti) liderliğindeki Kuzey Kore'ye yardım etmeye ve ABD ile karşı karşıya gelmeye karar verdiği ve bunun sonucunda dönemin ABD Başkanı Harry Truman'ın durumu fırsat bilerek 7. Filo'yu Tayvan Boğazı'na göndererek Tayvan Adası’nın kaybedilmesine yol açan hatayı tekrarlaması da olası değildir.

Üçlü ittifakın geleceği, ABD'nin üç ülke arasındaki yeni ekseni bölme becerisine bağlı olmaya devam ediyor, ancak günümüz dünyasında bu tür çabaların başarılı olma ihtimali düşük. Bu ülkelerden herhangi birini, mevcut müttefiklerinin ABD'den daha büyük bir tehdit oluşturduğuna ikna etme girişimleri boşuna olur. Çin, Kuzey Kore ve Rusya'yı izole etmeye yönelik Batı'nın çabaları da, bu ülkeler bir ittifak kurmaya karar verirlerse sonuçsuz kalır. ABD politikalarının karışıklığı ve diktatörlükler ile demokrasiler arasındaki çatışmaya odaklanılması, Batı'nın bu üç ülkeyle mücadelesinde ‘küresel Güneyi’ kazanmaya yönelik her türlü çabayı zayıflatıyor.

Burada Rusya'ya yönelik uluslararası izolasyonunun, Hindistan'a uygulanan ikincil yaptırımlar da dahil olmak üzere benzeri görülmemiş yaptırımlara rağmen başarılı olamadığını hatırlatmakta fayda var. Çin ve Rusya'nın geniş bir dostlar ağı kurmadaki başarısı, rejimlerle çatışmaktan kaçınmaları ve devletlerin egemenliğine saygı göstermeye önem vermeleri, bunun yerine kalkınma ve ortak çıkarlara odaklanmalarına bağlı. Elbette, üç liderin iç ve dış politika öncelikleri farklı ve üçlü ittifak faydacı bir ittifak olabilir, ancak mevcut uluslararası koşullarda bu ittifakı bozmak son derece güç.

Mevcut koşulların en büyük yararlanıcısı olarak ortaya çıkan Kim’in 66 yıl sonra ilk kez bir Kore lideri olarak askeri geçit törenine katılması, ülkesinin küçük boyutuna rağmen Rusya ve Çin ile ilişkilerinde eşit bir ortak haline geldiğini ve Rusya'ya verdiği önemli ‘kardeşçe’ destekten sonra güvenilir bir müttefik olduğunu gösteriyor. Kuzey Kore lideri, Rusya'nın Ukrayna'ya savaş açmasına kadar Pyongyang'ın başlıca destekçisi olan Çin'in, Batı ile çatışmasında kendisine yardımcı olabilecek ‘sadık’ bir rejimi kaybetmek istemiyor olabilir. Kim, başlıca ekonomik ortağı olan Çin'e açılmasının kendisine ek faydalar getirmesini umuyor. Pyongyang'ın Moskova ile artan güvenlik ve ticaret ilişkilerinden açık ekonomik faydalar elde ettiği herkesçe biliniyor. Güney Kore Merkez Bankası, 29 Ağustos'ta Kuzey Kore ekonomisinin 2024 yılında yüzde 3,7 büyüyeceğini ve bu büyümenin sekiz yılın en hızlı büyümesi olacağını bildirdi. Banka, Kuzey Kore ekonomisinin ‘Rusya ile genişleyen iş birliğinin’ etkisiyle madencilik ve imalat sektörlerinin büyüme kaydettiğini ve ihracatın yüzde 10,8 arttığını belirtti.

Kuzey Kore basını Kim Jong-un'a ‘sevgili ve saygıdeğer kızının’ Çin'deki faaliyet programını ya da ziyaretin amacının onun Kuzey Kore'yi yöneten Kim ailesinin varisi olarak duyurmak olup olmadığını açıklamadı.

Haleflik ya da yeni bir imaja hazırlık

Açık kalan bir mikrofon, Putin ve Şi’nin beraberlerinde Kim ile birlikte, Pekin'deki askeri geçit töreni platformuna doğru yürürken organ nakli ve insanların 150 yıla kadar yaşama olasılığı hakkında yaptıkları konuşmayı kaydetti. İki liderin ilgisinin, ilerleyen yaşları ve başlattıkları siyasi projeleri tamamlama arzularından kaynaklandığı aşikar. Öte yandan, sadece 41 yaşında olan Kim, genç kızını ilk kez kamuoyuna tanıtmak için Pekin'e getirdi. Bu durum, kızını getirmesinin amacının ne olduğu ve 1950'li yıllardan beri iktidarda olan hükümdar ailenin halefi olarak onu hazırlamak olup olmadığı konusunda spekülasyonlara yol açtı.

cdf
Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ve kızı Kim Ju-ae, Kangwon eyaletindeki Wonsan Kalma kıyı turizm bölgesinin tamamlanmasını şerefine düzenlenen bir gösteriyi izlerken, 24 Haziran 2025 (AFP)

Kuzey Kore, Kim Jong-un’un kızının adını ve yaşını açıklamadı. Ancak Güney Koreli istihbarat yetkilileri, kızın eski ABD’li basketbolcu Dennis Rodman'ın 2013 yılında Kim ailesiyle vakit geçirdikten sonra bahsettiği ve bebek olarak tanımladığı Ju-Ae adlı kızı olduğuna inanıyor.

Liderin ailesinin gizli tutulduğu bir ülkede, Ju-Ae’nin 2022 sonbaharında ilk kez ortaya çıkması dünyayı şaşırttı. O zamanlar yaklaşık 10 yaşında olduğu tahmin edilen kızın kıtalararası balistik füze denemesine katılması, bu şaşkınlığı daha da artırdı. Kuzey Kore basını kızın adını açıklamadı, ancak lider Kim'in kıtalararası balistik füze denemsini izlerken ‘sevgili’ kızının da yanında olduğunu bildirdi.

Şu anda 13 yaşında olduğu tahmin edilen Ju-Ae'nin askeri geçit törenlerine katılımı da gün geçtikçe artıyor. Yavaş yavaş olgunlaştıkça, Kuzey Kore basını ona ‘saygıdeğer kız’ diye hitap etmeye, o da siyasi, ekonomik ve diplomatik etkinliklerde boy göstermeye başladı. Ju-Ae, geçtiğimiz sonbaharda iktidardaki Kore İşçi Partisi'nin kuruluşu vesilesiyle Rusya'nın Pyongyang Büyükelçisi Alexander Matsegora ile bir araya geldi, elini sıktı ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Ju-Ae, geçtiğimiz mayıs ayında da Rusya’nın 9 Mayıs Zafer Günü vesilesiyle Kim Jong-un'a eşlik ederek Rusya Büyükelçiliği'ni ziyaret etti. Buradaki bir fotoğrafta Büyükelçi Matsegora, Ju-Ae'nin yanağına öpücük kondururken görülüyordu.

Kuzey Kore basını Kim Jong-un'a ‘sevgili ve saygıdeğer kızının’ Çin'deki faaliyet programını ya da ziyaretin amacının onun Kuzey Kore'yi yöneten Kim ailesinin varisi olarak duyurmak olup olmadığını açıklamadı. Amacın onu halefliğe hazırlamak olduğunu söylemek için henüz çok erken. Kim Jong-un, belki de kızının ufkunu genişletmek ya da sadece medyada tanınan tek kızının, kendisinin ve ülkesinin izolasyonunu sona erdiren ve aynı zamanda başlıca destekçileri olan Çin ve Rusya arasında kendisinin gözüne girmek için bir tür rekabetin ortaya çıktığı bu olaydaki sevincini onunla paylaşmak istediğinden onu yanına almıştır. Bu hamle, Çin ve Rusya’nın yükselen ekseninden uzaklaştırmak için ABD ve Batı'nın onunla ilişki kurmasının önünü açabilir.


Sahel bölgesindeki hükümet yanlısı milisler ve devletin kontrolü dışındaki silahlar

Menaka dışındaki çölde toplanan Mali'nin Azavad bölgesinde faaliyet gösteren silahlı siyasi hareket Azavad Kurtuluş Hareketi üyeleri, 14 Mart 2020 (AFP)
Menaka dışındaki çölde toplanan Mali'nin Azavad bölgesinde faaliyet gösteren silahlı siyasi hareket Azavad Kurtuluş Hareketi üyeleri, 14 Mart 2020 (AFP)
TT

Sahel bölgesindeki hükümet yanlısı milisler ve devletin kontrolü dışındaki silahlar

Menaka dışındaki çölde toplanan Mali'nin Azavad bölgesinde faaliyet gösteren silahlı siyasi hareket Azavad Kurtuluş Hareketi üyeleri, 14 Mart 2020 (AFP)
Menaka dışındaki çölde toplanan Mali'nin Azavad bölgesinde faaliyet gösteren silahlı siyasi hareket Azavad Kurtuluş Hareketi üyeleri, 14 Mart 2020 (AFP)

Sergey Eledinov

Afrika'daki Sahel bölgesinde güvenlik durumu son derece istikrarsız olmaya devam ediyor. Nijer, Burkina Faso ve Mali'de cihatçı ve ayrılıkçı gruplarla şiddetli çatışmalar sürerken, şehirlere ve askeri üslere yönelik saldırılar hız kaybetmiyor ve sivil kayıpların sayısı artıyor.

G5 Sahel grubu ülkelerinin hükümetleri bu zorlukları aşmak için çabalarını artırırken silah ve askeri teçhizat tedarikini sürdürüyor, Rus ve Türk uzmanların ve askeri eğitmenlerin yardımını alıyor. Ayrıca Mali ordusu ile ortak operasyonlarda Rusya'nın Afrika Kolordusu'ndan birlikler destek veriyor. Bunun yanında ek seferberlik ilan eden hükümetler, subay ve astsubayları eğiten askeri akademilerden mezun olanların sayısı arttırdı.

Ancak, ulusal orduların sınırlı kaynakları nedeniyle, 2025 yılında koalisyon devletlerinin himayesinde kurulan düzensiz silahlı oluşumlar olan hükümet yanlısı milisler, cihatçı gruplarla mücadelede giderek daha önemli bir rol oynamaya başladı.

Nijer Garkuwar Kassa programını başlattı

Nijer 19 Ağustos'ta, M62 Hareketi (Nijer'deki askeri liderlik), orduyu desteklemek için gönüllü birlikler oluşturmak amacıyla ‘vatanın kalkanı’ anlamına gelen ‘Garkuwar Kassa’ adlı sivil milisleri seferber etmek için bir program başlattı. Program kapsamında gönüllüler, ulusal güvenlik güçleriyle birlikte çatışma bölgelerine gönderilmeden önce başkent Niamey'de eğitim alıyor.

Nijer, geçmişte milisler yüzünden büyük acılar yaşamış olsa da aşırılık yanlıları bu grupları kendi amaçları için kullandıklarında, kaynakların kıtlığı şimdi yetkilileri bir kez daha büyük riskler almaya itiyor. Bölgesel açıdan bu modeli benimsemede nispeten geç kalan Nijer, Burkina Faso'nun Vatan Savunması Gönüllüleri’ni (Volontaires Pour la Défense de la Patrie/ VDP) örnek alıyor.

Burkina Faso’nun VDP’si

VDP, Burkina Faso'nun devlete bağlı paramiliter yapılarından biri. Cihatçı gruplara karşı mücadelede ordu ve güvenlik güçlerine destek olmak amacıyla 2020 yılında Cumhurbaşkanı Roch Marc Christian Kaboré tarafından imzalanan kararnameyle resmi olarak kuruldu.

Ülke genelinde kendiliğinden ortaya çıkan öz savunma gruplarının ardından kurulan bu gruplar, Sahra altı Afrika'da yaygın olan geleneksel kapalı avcı kardeşliklerine dayanıyor. Geçmişte ‘yol kesen haydutlar’ olarak bilinen yasadışı çetelerle mücadele eden bu avcı kardeşlik gruplarının başında ‘Dozolar’ (Donzolar) geliyor.

Bu marjinal yapı, bu grupların kıtadaki silahlı çatışmalara karışmasına neden oldu. Doussolar, 2002 ile 2011 yılları arasında Fildişi Sahili'ndeki ve 2012 ile 2019 yılları arasında Orta Afrika Cumhuriyeti'ndeki savaşlara katıldı. Daha sonra bu grup Burkina Faso'da ülkenin en büyük etnik grubu olan Mossilerin ana dili Mooré'de ‘orman muhafızları’ anlamına gelen ‘Koglweogo’ adını aldı.

Yerleşik Mossi ve göçebe Fulani arasındaki, çoğunlukla toprak kullanımıyla bağlantılı tarihsel gerilimler, daha tehlikeli bir aşamaya girdi. Çoğunlukla Mossilerden oluşan hükümet yanlısı birlikler, cihatçı grupların üyelerinin çoğunun mensubu olduğu Fulanilere karşı ‘etnik temizlik niteliğinde ihlallerde bulunmakla’ suçlanıyor.

Gönüllüler topluluğu kuruluşundan bu yana, üye edinme, oluşum ve eğitim, maaş, ikmal ve tıbbi destek, teçhizat ve ulaşım ile silahlanma gibi birçok açıdan ulusal ordudan farklıydı.

Gönüllü birlikler kuruluşundan bu yana, üye edinme, oluşum ve eğitim, maaş, ikmal ve tıbbi destek, teçhizat ve ulaşım ile silahlanma gibi birçok açıdan ulusal ordudan farklıydı. Ordudan ve hükümetten arta kalan kaynaklarla geçinen gönüllü birliklerin koşulları, onları ‘bizim Wagner'imiz’ olarak tanımlayan Burkina Faso Geçici Devlet Başkanı İbrahim Traoré'nin göreve gelişiyle gözle görülür bir iyileşme sağlamadı. Ancak ironik bir şekilde, gönüllülerin hoşnutsuzluğu hükümete veya Traoré'ye değil, ulusal orduya yönelik oldu.

Bu birliklerin genişlemesi, hükümeti onları barındıracak resmi bir çatı kuruluş kurmaya itti. VDP güçleri başından beri ağırlıklı olarak yerleşik bir tarım topluluğu olan Mossi üyelerinden oluşuyordu. Bu durum, uzun süredir toprak ve otlatma hakları konusunda çatıştıkları göçebe Fulaniler ile aralarındaki tarihi gerilimi daha da körükledi. Cihatçı grupların üyelerinin çoğunu oluşturan Fulaniler olmasına rağmen, VDP Fulanilere karşı ‘ihlaller ve hatta etnik temizlik yapmakla’ suçlanıyor.

sdfrgty
Vagadugu eyaletinde VDP programına kaydolmak için başvuru formlarıyla sıraya giren erkekler, Kasım 2022 (AFP)

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre VDP, kurulduğu günden bu yana, üye edinme, eğitim yapısı, maaş düzeyleri, ikmal ve tıbbi destek, silahlanma ve ulaşım açısından düzenli ordudan farklılık gösterirken genellikle ordu ve hükümetten geriye kalan kaynaklarla geçimini sağlıyor. Burkina Faso Geçici Devlet Başkanı İbrahim Traoré'nin onları ‘bizim Wagner'imiz’ olarak tanımlamış olmasına rağmen VDP’nin koşullarında gözle görülür bir iyileşme olmadı. Ancak gönüllüler, hoşnutsuzluklarını hükümete veya Traoré'ye değil, orduya yönelttiler. Bu da hükümeti 50 bin gönüllüyü daha silah altına alma programını uygulamaya koymaya itti. Program başarılı olurken VDP’nin 2022 yılının kasım ayı itibarıyla üye sayısı 90 bine ulaştı. Düzenli ordunun personel sayısı ise sadece 14 binle sınırlı kaldı. Ancak, ekipman ve malzeme açısından yetersiz olan bu devasa kitle, cihatçı saldırıların şiddetlenmesiyle ağır kayıplar vermeye başladı ve isyancılara karşı ‘savaşın yakıtı’ haline geldi.

Ordu, jandarma ve polis güçlerinden farklı olarak, bazı gönüllü birliklerin ‘topluluklar’ olarak adlandırılıyordu ve tarihsel olarak bulundukları bölgelerde düzeni sağlamakla görevlendirilmişlerdi. Bu toplulukların ordu birliklerinden uzaklığı ve ordunun hareket kabiliyetinin yetersizliği, yerel gönüllülerin kendi kaynaklarına güvenmelerini ve konumlarını güçlendirmelerini sağladı.

gh
Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu'nun (ECOWAS) Nijerya'nın başkenti Abuja’da düzenlenen 66. Olağan Oturumu sırasında Burkina Faso, Nijer, Mali ve Gine temsilcilerine ayrılan yerler, 15 Aralık 2024 (Reuters)

Merkezi hükümetin otoritesinin zayıflamasıyla birlikte, gönüllü birlikler kontrol ettikleri bölgelerde fiilen yerel otoriteler haline geldi. Bu birliklerin bazıları, gasp, yağma, arazi gaspı, yargısız infazlar, etnik temizlik ve hatta cihatçı gruplarla iş birliği yapmakla suçlanıyor. Bu uygulamalar, yarı-hükümet işlevlerine denk geliyor.

Gönüllüler ile ordu arasındaki artan düşmanlık, gönüllülerin kontrolü altındaki bazı bölgelerin, başkent Vagadugu’ya sadece nominal bağlılık gösteren yarı özerk bölgeler haline gelmesine yol açtı. Yerel bölgelerde gönüllü grupların varlığı, cihatçıların yeni saldırılara yol açarken gönüllü birliklerin halk arasında iş birlikçi olduğu iddia edilen kişileri daha yoğun bir şekilde takip etmesine neden oldu. Bu durum, toplumsal gerilimi artırdı ve genel güvenlik durumunun kötüleşmesine katkıda bulundu.

Burkina Faso hükümeti 30 Ağustos 2025'te, 2 bin 500 Dozo avcısının ülkenin topraklarının kontrolünü ele geçirmek için güçlerini birleştirmeye hazır olduğunu duyurdu.

Tuareg oluşumları ve Dozo Öz Savunma Birlikleri

Mali'deki hükümet yanlısı paramiliter gruplar oldukça çeşitli ve geniş bir alana yayılmış durumda. Bunlar arasında, Bamako'ya sadık Tuareg silahlı oluşumlar öne çıkıyor. Azavad Kurtuluş Hareketi (MSA) ve Imghad Tuareg ve Müttefikleri Öz Savunma Grubu (GATIA) tarafından yönetilen bu oluşumlar, etnik kimliklerini Tuaregler içindeki Dawsahaq ve Imghad kabilelerinden alırken Dawsahaqlardan yaklaşık 3 bin, Imghadlardan ise bin üyesi bulunuyor.

Bağımsız bir Azavad devleti kurma fikri, Tuareg toplulukları arasında oybirliği ile destek görmezken çatışmanın başlıca nedeni siyasi yönelimden çok iç kabile mücadelesiydi. Asil kabileler olarak kabul edilmeyen Imghad ve Dawsahaq kabileleri, yeni devletin liderliğini üstlenen asillerden Ifoghas kabilesinin hakimiyetine boyun eğmeyi reddettiler.

Devletin mali olarak zayıf olması nedeniyle, silahlı grupların oluşumu tek savunma aracı haline geldi ve bu da ayrılıkçıların kuzeyde tam kontrolü ele geçirmelerini engelledi. Ayrılıkçıların kuzeyi tamamen kontrol altına alması engellense de çatışma daha da kötüleşti.

Hem MSA hem de GATIA, DEAŞ hücreleriyle şiddetli çatışmalar yaşıyor. Azavad ayrılıkçıları ve El Kaide'nin bölgesel kolu olan Cemaat Nusrat el-İslam vel-Müslimin (JNIM) ile gergin ilişkilere sahipler. Hayatta kalabilmelerinin tek yolu, devlete sadık olmaları.

drf
Mali'nin Azavad bölgesindeki silahlı siyasi hareket MSA'nın silahlı adamları Menaka dışındaki çölde bir kamyonetin arkasına monte edilmiş bir uçaksavar silahıyla birlikte, 14 Mart 2020 (AFP)

MSA ve GATIA kendi etki alanlarında gerginliğin tırmanmasını önlemek istese de yasadışı faaliyetler yaygın ve ekonomik faaliyetler büyük ölçüde onların kontrolü altında. Her iki grup da özellikle devletten düzenli destek gelmediği için, özyönetimden vazgeçmeye hiç istekli görünmüyor.

Geleneksel Dozolardan oluşan yerel öz savunma grupları, Mali'deki en büyük hükümet yanlısı güçleri oluşturuyor.

Bu grupların büyüklüğü, onlarca kişiden yüzlerce kişiye kadar değişiyor. Coğrafi konumları da farklılık göstermekle birlikte, genel özellikleri ortak. En belirgin özellikleri, coğrafi istikrarları ve köken bölgelerine güçlü bağlılıkları ile tek etnik kökenden gelmeleri ve çoğunlukla yerleşik çiftçilerden oluşuyorlar.

Bu gruplar devletten sistematik destek almıyor. Devlete olan bağlılıkları büyük ölçüde resmi nitelikte kalıyor ve kontrol ettikleri bölgelerde devletin otoritesini resmi olarak tanımakla birlikte, pratikte fiili otorite olarak hareket ederek devlet kurumlarının yokluğunu kısmen telafi ediyor.

Gasp, yasal çerçeve dışında yaptırımlar uygulama, arazi ve mülklerin ele geçirilmesi ve etnik temizlik uygulamalarına karıştığına dair sık sık haberler geliyor.

Dogonlar ülkesi

Mali'deki en önde gelen paramiliter grup, Dogon dilinde ‘Tanrı'ya güvenenler’ anlamına gelen Dan Na Ambassagou Ulusal Koordinasyonu (Coordination Nationale Dan Na Ambassagou/CNDA) adını kullanıyor. Dogonlardan oluşan bu savunma gücü, yerleşik çiftçiler ile göçebe çobanlar olan Fulaniler arasında kıt otlak ve tarım arazileri nedeniyle geçmişten beri süren çatışmalara yanıt olarak 2016 yılında “Dogon Ülkesi” olarak bilinen bölgede kuruldu.

Ülkede silahlı çatışmaların patlak vermesiyle, Dogonlar ve diğer yerleşik topluluklar tarafından marjinalleştirildiğini düşünen Fulanilerden bazıları, toprağın adil bir şekilde yeniden dağıtılacağı vaadinde bulunan cihatçı gruplara katıldı. Buna karşın Dogonlar, avcı kardeşliklerinin geleneklerine dayanan CNDA’yı kurdu. Yaklaşık 5 bin üyesi olduğu tahmin edilen CNDA, devletten herhangi bir finansman almıyor ve silahlanma için eski av tüfekleri veya cihatçılardan ele geçirilen silahlara güveniyor.

CNDA, hükümetin desteğinin olmaması nedeniyle önemli ölçüde özerklik kazanan Dogonlar Ülkesi’nde cihatçılarla iktidarı paylaşıyor. CNDA, yerel halkı korumayı ve İslamcı aşırılıkçılarla savaşmayı amaçlasa da bölgedeki kontrolünü pekiştirmek için cihatçı grupları desteklediğinden şüphelenilen Fulaniler ve diğer sivillere sık sık saldırılar düzenliyor.

Silahlı gruplara güvenmenin riskleri

Sahel bölgesinde paramiliter güçlere güvenilmesi, ulusal orduların ve kolluk kuvvetlerinin cihatçı grupların isyanlarını bastırma, organize suçları önleme ve bölgeler üzerinde tam kontrol sağlama konusunda yetersiz kalmasından kaynaklanıyor. Bu paramiliter oluşumlar kısa vadede kazanımlar elde edebilse de genişlemeleri bölgenin uzun vadeli istikrarını tehdit eden yavaş yanan bir fitil gibidir.

Bu milislerin sağladığı güvenlik avantajları aldatıcı ve geniş alanlara yayılmış olmaları ve küçük cihatçı hücreleri dağıtma kapasitesine sahip olmalarına rağmen, organize savaş birimleriyle yüzleşemeyecek durumda olmaları, sivil kayıplar da dahil olmak üzere zayiatı artırıyor. Varlıkları misilleme saldırılarına neden olurken, toplumun giderek silahlanması gerilimin azalması ve barışın tesis edilmesi ihtimalini zayıflatıyor.

Bu grupların yasalara aykırı yöntemlere başvurması, sosyal dokuyu zayıflatmakta, rekabeti körüklemekte ve şiddet döngüsünü besliyor. Birçok bölgede devlet otoritesi gerilemekte ve yerini fiili otoriteler almaktadır. Milisler, bir zamanlar kamu kurumlarının tekelinde olan işlevleri üstlenmekte ve bunları gayri resmi ve çoğu zaman yasadışı yollarla yerine getiriyor. Sonuç olarak, siviller kendilerini ordu, hükümet yanlısı savaşçılar ve cihatçılar arasında, devletten korku ve güvensizlik ortamında buluyor.

Ekonomik boyut da aynı derecede ciddi bir konu. Çatışmayla ilgili faaliyetler milislerin kontrolündeki bölgelerde yaygınlaşıp ekonomiyi zayıflatırken yatırımların yapılmasını da engelliyor. Bu gruplar silahlandıklarında, nadiren iktidarlarını bırakmaya istekli, bağımsız gündemleri olan fiili otoriteler haline dönüşüyor.

Orta Afrika'daki Anti-Balaka'dan Sudan'daki Hızlı Destek Kuvvetleri’ne (HDK) ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti'ndeki M23 Hareketi’ne kadar diğer deneyimlerden yeterince ders çıkarılmış değil. Sonuç ise hem devlet hem de toplum için uzun vadeli stratejik tehditler pahasına, anlık taktiksel kazançlar elde edilen riskli bir uzlaşıdan ibaret.


Gazze ve el-Faşir'de açlığın silah olarak kullanılması ve uluslararası sistemdeki aşınmanın belirtileri

Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)
Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)
TT

Gazze ve el-Faşir'de açlığın silah olarak kullanılması ve uluslararası sistemdeki aşınmanın belirtileri

Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)
Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)

Emced Ferid et-Tayyib

Kıtlık, doğal kuraklık veya kaynak sıkıntısının bir sonucu olmaktan çok, siyasi tercihlerin bir yansımasıdır. Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Hint ekonomist ve filozof Amartya Kumar Sen, 1970'lerde yoksulluk ve kıtlık üzerine yaptığı öncü çalışmasında bunu kanıtlanmıştır. Sen, kıtlığın gıda yetersizliğinden değil, gıdaya erişimin olmayışından kaynaklandığını savunmuştur. Bu gerçek, bugün açlığın kasıtlı olarak bir savaş silahı olarak kullanıldığı Gazze Şeridi ve el-Faşer'de (Sudan) en çarpıcı şekilde görülüyor.

İki paralel durumla karşı karşıyayız. Bir yandan Gazze'de iki milyondan fazla insan İsrail'in uyguladığı abluka nedeniyle sistematik açlığa maruz bırakılırken Kuzey Darfur'daki el-Faşir'de de benzer bir durum yaşanıyor. El-Faşir’de Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) milisleri, geçtiğimiz yılın mayıs ayından bu yana bir milyon sivile abluka uyguluyor ve bölgedeki soykırım trajik bir şekilde tekrarlanıyor.

Her iki sahne de uluslararası sistemdeki derin bir kusuru; sessizlik, suç ortaklığı ve celladı kurbanla eşdeğer gören sahte tarafsızlığı ortaya koyuyor. Gazze ve el-Faşir'de her gün yaşanan trajediler, uluslararası toplumdan daha ilkeli ve etik bir ilgi ve taraflar arasındaki resmi tarafsızlığın sahte rahatlığının ötesine geçerek bu krizlerin gerçekliğini ele alan acil bir müdahale talep ediyor. Dünya, açlığın silah olarak kullanılmasına göz yummamalı, aksi takdirde bunun devam etmesinde suç ortağı olur.

Açlığın kanlı tarihi

Açlık, soykırım savaşlarında faşizmin her zaman tercih ettiği bir silah olmuştur. İnsanlık tarihi, yapay kıtlığın ne doğal bir felaket ne de çatışmanın tesadüfi bir sonucu olduğunu, aksine toplulukların iradesini kırmak ve onları aşağılamak ve yavaş yavaş ölümle boyun eğdirmek için kasıtlı olarak kullanılan bir araç olduğunu doğrulayan kanlı bölümlerle doludur.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Ukrayna'dan Gazze'ye, Etiyopya'dan Darfur'a kadar, aynı model farklı şekillerde tekrarlanıyor, ancak yaşamın en temel ihtiyacı olan gıdanın, siyasi ve askeri boyunduruk altına alma aracına dönüşmesi gibi ortak bir nokta var.

Ukrayna, 1930'larda Stalin'in tarımsal ürünlere el koyma politikalarını uygulamaya koymasıyla milyonlarca insanın ‘Holodomor’ adlı kıtlık sırasında hayatını kaybetmesine neden olan en korkunç açlık olaylarından birine tanık oldu. Bu kıtlık, bir kuraklığın ya da gıda yetersizliğinin bir sonucu değil, tüm bir toplumu yok etmek ve iradesini kırmak için kasıtlı olarak kullanılan bir silahtı.

Gazze ve el-Faşir'de yaşanan benzer krizler münferit olaylar değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemdeki daha geniş çaplı bir aşınmanın belirtileridir. Uluslararası insani hukuk kurallarına aykırı şekilde zorunlu açlık, bir baskı aracı olarak kullanılıyor.

Naziler, 1941 ile 1944 yılları arasında Leningrad Kuşatması sırasında şehre 872 gün boyunca boğucu bir abluka uyguladılar ve bu süre zarfında bir milyondan fazla insan açlıktan ve soğuktan öldü. Amaç sadece askeri değildi, aynı zamanda yavaş yavaş kitlesel ölüm yoluyla kasıtlı olarak boyun eğdirmekti.

Etiyopya'da 1970'li ve 1980'li yıllarda, Tigray bölgesinde yardımların engellendiği ve zorla yerinden edilmelerin gerçekleştirildiği bir dönemde kıtlık bir savaş silahı olarak kullanıldı. Dünyanın vicdanını sızlatan korkunç görüntüler doğanın bir sonucu değil, sistematik bir politikanın yansımasıydı. Son on yılda Suriye'de dünya, sivillerin hayatta kalmak için ot yemek zorunda kaldıkları Guta ve Humus kuşatmalarına tanık oldu. Kuşatma tesadüfi değildi, açlığı bir baskı silahına dönüştürmek için kasıtlı olarak uygulanan bir hamleydi. Gazze ve el-Faşir'de, geçmişten günümüze uzanan bu olaylar münferit olaylar değil, açlığı siyasi bir silah olarak kullanan tek bir karanlık zincirin halkalarıdır.

Gazze ve devam eden Filistin trajedisi

Gazze'deki trajedi, Filistinlilerin hayatlarını yerinden edilme, yoksunluk ve acı çekmenin kısır döngüsüne dönüştüren, uzun süredir devam eden Ortadoğu krizinin merkezinde yer alıyor. Uluslararası Gıda Güvenliği Sınıflandırması (IPC), Hamas'ın 7 Ekim 2023'teki saldırıları ve ardından İsrail'in geniş çaplı askeri müdahalesinden, geçtiğimiz ağustos ayına Gazze'nin gıda felaketi ölçeğinde resmi olarak beşinci ve en yüksek aşırı kıtlık aşamasına girdiğini duyurdu.

Bu durum bir kaza ya da öngörülemeyen koşulların sonucu değil, İsrail'in kasıtlı politikasının bir sonucudur. Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) ve Birleşmiş Milletler (BM) uzmanlarının raporları, yardımların girişine getirilen kısıtlamaların, tarımsal altyapı ve su şebekelerinin tahrip edilmesiyle birleşerek, topluluğun gıda sağlama kapasitesinin sistematik olarak çökmesine nasıl yol açtığını açıkça ortaya koyuyor. Antropolog Alex de Waal, Gazze'nin ‘toplumunun artık kendini besleyemeyecek bir noktaya geldiği’ uyarısında bulunarak, İsrail'i gelecek nesiller boyunca iyileşmeyecek derin yaralar bırakacak ‘soykırım amaçlı açlık’ suçlamasıyla itham etti.

BM Genel Sekreteri António Guterres, Gazze’deki durumu ‘insan yapımı bir felaket’ olarak nitelendirdi, ancak açıklamasında bunun arkasında kimin olduğunu belirtmekten kaçındı ve genel siyasi taleplerle sınırlı kaldı. Bu talepler daha geniş kapsamlı çatışma bağlamında geçerli olabilir, ancak açıklamanın temel konusunu, yani yapay kıtlığın ötesine geçiyor. Bu ihmal, açıklamanın ifadesindeki bir eksiklik olmakla kalmayıp, trajediyi siyasi bir açıklamaya indirgeyerek açlık suçunun doğrudan sorumluluğundan dikkatleri başka yöne çekmesi nedeniyle daha geniş kapsamlı bir ahlaki kusuru da yansıtıyor. Böylece açlık, meşru bir savaş silahı olarak normalleşiyor ve failleri, siyasi araçlarla cezadan kaçınmanın ya da yaptıklarını haklı göstermenin bir yolunu buluyor. Ancak, çatışmanın karmaşıklığı ve siyasi ve askeri incelikleri ne olursa olsun, yadsınamaz bir gerçek var. Gazze'de her gün açlıktan ölen çocuklar, ateşkes müzakerelerinin veya esir takası anlaşmalarının sonuç vermesini bekleme lüksüne sahip değiller.

İsrail'in gıda ve ilaç girişine getirdiği kısıtlamalar, güvenlik endişeleri veya misilleme amaçlı gerekçelerle haklı göstermeye çabalasa da bu kabul edilemez. Bu kısıtlamalar sadece uluslararası insani hukuku ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda açlığı kabul edilebilir bir savaş silahı olarak meşrulaştırır, cezasızlığı uzatır ve dünyanın ahlaki vicdanını oluşturması gereken haysiyet ve adalet ilkelerini temelden sarsar.

El-Faşir kuşatması ve soykırım tehdidi

Aynı zamanda, dünyanın başka bir köşesinde, Sudan'ın Kuzey Darfur eyaletinin başkenti El Faşir’de de benzer bir trajedi yaşanıyor. Sudan ordusu, 2023 yılının nisan ayından bu yana HDK'ya karşı şiddetli bir savaş yürütüyor. Bu savaş, Sudan genelinde milyonlarca sivili yerinden etti ve el-Faşir'i boğucu bir kıtlığın yaşandığı bir bölgeye dönüştürdü. IPC, kıtlığın şehirde ve Zemzem ve Ebu Şuuk gibi yakınlardaki yerinden edilmiş kamplarda 1,5 milyondan fazla insana kadar uzanabileceği uyarısında bulundu.

HDK milisleri geçtiğimiz yılın mayıs ayından bu yana el-Faşir'i tamamen kuşatma altında tutuyor. El-Faşir'e giden yolları kapatan milisler, konvoyları yağmaladı ve insani yardımın şehre ulaşmasını engelledi. 2003-2008 yılları arasında yaşanan soykırımın izlerini hala taşıyan Darfur, yeni bir açlık sahnesine dönüştü. Çaresiz aileler hayatta kalmak için hayvan yemi yemek zorunda kalırken, çocuklar acımasız bombardıman altında şiddetli yetersiz beslenme nedeniyle hayatını kaybediyor.

rgty
El-Faşir’de acil gıda yardımını bekleyen Sudanlı kadınlar, 11 Ağustos 2025 (AFP)

Cancavid milislerinin mirasçısı olan HDK üyeleri, açlığı sistematik olarak bir silah olarak kullanıyor.

ABD, bu eylemleri soykırım olarak sınıflandırırken bu durum uluslararası toplumun Darfur'da daha önce başarısızlığa uğramasını hatırlatıyor. Buna rağmen HDK hakkındaki suçlamaları reddediyor ve savaşının devrik Ömer el-Beşir rejiminin kalıntılarını reform etme girişimi olduğunu iddia ediyor. Ancak sivillere karşı sistematik faşist ihlallerin kanıtları, bu iddiaların gerçeği yansıtmadığını ortaya koyuyor.

Silahlı Çatışma Konum ve Olay Verileri Projesi'nden (ACLED) alınan veriler, 2024 yılı sonlarına kadar Sudan'da sivillere yönelik şiddet eylemlerinin yüzde 77'sinin HDK tarafından gerçekleştirildiğini, Sudan ordusu dahil olmak üzere geri kalan tarafların ise çok daha küçük bir paya sahip olduğunu gösteriyor. 2025 yılında da aynı güçler aynı yaklaşımı sürdürdü. Bağımsız kuruluş Insights'ın raporuna göre yalnızca temmuz ayında 765 sivil öldürüldü ve bu suçların yüzde 88'i HDK’ye atfedildi.

Felaketin bariz nedenleri ve sorumluları olmasına rağmen, uluslararası toplum bu sorunu etkili bir şekilde ele almayı başaramadı.

Felaketin nedenleri ve sorumluları açıkça ortada olmasına rağmen, uluslararası toplum bu sorunu etkili bir şekilde ele almayı başaramadı.

BM Genel Sekreteri António Guterres geçtiğimiz haziran ayında El-Faşir'e yardım ulaştırılmasını kolaylaştırmak için yedi günlük bir insani ateşkes önerdi. Sudan hükümeti, Sudan Egemenlik Konseyi Başkanı Abdulfettah el-Burhan'ın doğrudan onayıyla Guterres'in önerisini en üst düzeyde kabul etti. Buna karşın HDK öneriyi reddetti ve El-Faşir'de sivilleri doğrudan hedef alan saldırılarına devam etti.

Sudan Başbakanı, 18 Ağustos'ta BM Güvenlik Konseyi'ne (BMGK) bir mektup göndererek BM’den El-Faşir'deki acıları hafifletmek ve kötüleşen insani felaketi ele almak için acil önlemler almasını istedi. Mektubunda, orada yaşananların ‘sadece bir insani kriz değil, aynı zamanda BM için ahlaki bir sınav’ olduğunu vurguladı. Başbakan bu sözleriyle, uluslararası kuruluşun El Fasher'deki trajediye karşı sessizliğini veya bariz yetersizliğini haklı çıkarmak için kullanabileceği her türlü mazereti ortadan kaldırdı.

Öte yandan jeopolitik karışıklıklar El-Faşir'deki durumu daha da karmaşık hale getiriyor. Çünkü dış destek milislerin cezasız bir şekilde faaliyet göstermesine olanak tanıyor ve milisler, hesap vermekten kaçınmak için destekçilerinin uluslararası nüfuzunu kullanıyor. BM Uzmanlar Heyeti ve ABD hükümetinin Kongre'ye sunduğu brifingler de dahil olmak üzere çok sayıda rapor, dış güçlerin milislere silah sağladığını ve bunun da milislerin yaygın suçlar işlemesine olanak tanıdığını belgeledi. Sudan'ın Uluslararası Adalet Divanı (UAD) nezdindeki girişimleri de bu desteğin milislerin silahlandırılmasıyla sınırlı olmadığını, aynı zamanda gerçek hesap verebilirliği engelleyen siyasi iş birliğini de içerdiğini gösterdi. Birleşik Krallık gibi diğer uluslararası güçler de bu dış desteğe yönelik eleştirileri örtbas etmeye veya bastırmaya çalışarak milislerin cezasız kalmasına katkıda bulundu. Dış destekçilere karşı çıkma konusunda gösterilen bu küresel isteksizlik, Sudan krizini iktidar mücadelelerinde bir pazarlık kozu haline getirmiş ve insani trajediyi uzattı.

Uluslararası gizli anlaşma ve dünyanın karşı karşıya olduğu ahlaki sınav

Gazze ve el-Faşir'de yaşanan benzer krizler münferit olaylar değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemdeki daha geniş çaplı bir aşınmanın belirtileridir. Uluslararası insani hukuk kurallarına aykırı şekilde zorunlu açlık, bir baskı aracı olarak kullanılıyor ve güvenlik ve siyasi gerekçeler, zulmü meşrulaştırmak için öne sürülüyor.  Her iki durumda da faşist benzeri otoriterlik ölüm makinesini besliyor. Bu krizlerin çözümü için yeni kınamalar değil, somut adımlar atılması gerekiyor. Bunları görmezden gelmek pasif bir davranış değil, felaketle sonuçlanacak bir suç ortaklığı, ahlaki sorumluluğun terk edilmesi ve gerçekliğin dehşetine göz yummak olur.

1- ‘Koruma sorumluluğu’ ilkesi: Sivilleri yok olmaktan korumak için ahlaki bir yükümlülük olarak yeniden tanımlanmalı ve onu sadece askeri müdahaleyle eşanlamlı olarak gören entelektüel hapishaneden kurtarılmalı. Bu ilke, orijinal etik ve pratik özüne geri döndürülmeli. İnsanları yok olmaktan korumak, yalnızca askeri müdahale veya siyasi hesaplamalarla ilişkili bir slogan değildir.

2- Gıda ve ilaç temini artık ertelenebilir bir seçenek değil. Uluslararası toplum, yardım ulaştırmak için mevcut tüm pratik araçları kullanmalı. Gazze ve El-Faşir'de insani yardımı havadan atmak artık son çare değil, sivil hayatları kurtarmak için mevcut tek seçenektir. Bu önlem, daha önce başarıyla gerçekleştirilen operasyonlara (Berlin hava köprüsü, Nuba Dağları ve Güney Sudan'daki operasyonlar) dayanıyor.

dı8o9
Sudan ordusundan bir asker, Hartum'da HDK ile cephe hattını izliyor (AFP)

Ahlaki tarafsızlık yanılsaması yıkılmalı. Failleri ve kurbanları eşit muamele etmek tarafsızlık değil, tehlikeli bir suç ortaklığıdır.

3- Yardımın engellenmesini kınamak yeterli değil. Sorumlular, ister yerel aktörler ister milislere silah veya siyasi koruma sağlayan dış destekçiler olsun, isimleri açıklanmalı, kamuoyunda kınanmalı ve uluslararası hukuk çerçevesinde hesap vermeli.

4- Hesap verebilirlik temel öneme sahip olmalı. Açlık, soykırıma eşdeğer kasıtlı bir silahtır ve bunu ikincil bir sorun olarak ele almak, cezasızlığı meşrulaştırır. Uluslararası toplum, Gazze'deki politikaları için İsrail'e ve Sudan'daki HDK ve destekçilerine işledikleri suçların sorumluluğunu açıkça yüklemeli.

5- “Ahlaki tarafsızlık” yanılsaması yıkılmalı. Failleri ve mağdurları eşit muamele etmek tarafsızlık değil, tehlikeli bir suç ortaklığıdır. Failler ve mağdurlar arasındaki ayrımı ortadan kaldıran sahte bir ahlaki eşitliğe teslim olmak, cezasızlığı meşrulaştırmak ve tarafsızlığı suç ortaklığına dönüştürmekle eşdeğerdir.

Kayıtsızlık ve ihmal, kötülüğün en geniş inkübatörleri ve en tehlikeli tezahürleridir. Amartya Kumar Sen'in dediği gibi, kıtlık doğal bir kaçınılmazlık değil, politik bir yapıdır. Siyasi kararların yarattıkları, karşıt siyasi kararlarla ortadan kaldırılabilir. Ancak bunun ilk şartı tanıma, daha derin koşul ise eylemdir. Gazze ve El-Faşir'deki trajediler sadece iki ayrı felaket değil, aynı zamanda eğer dünya insanlığını yeniden keşfetmezse açlığın 21’inci yüzyılda savaşın baskın silahı haline geleceği, uluslararası sistem tamamen çökeceği, insani değerler anlamlarını yitireceği ve nadiren eyleme geçirilen retorik süslemelere dönüşeceğine dair son bir uyarıya dönüşecek.