DEAŞ, Lübnan'da olası bir tehdit mi yoksa siyasi bir araç mı?

Güvenlik kaynakları: Bir DEAŞ üyesi, Cebel-i Lübnan’daki İklim el-Hurub bölgesinde Hıristiyanların dini mekanlarını hedef alacak bir saldırı hazırlığında olduklarını itiraf etti

Lübnan ordusunun ülkenin kuzeyinde aşırılık yanlısı gruplara karşı gerçekleştirdiği askeri operasyonlardan bir kare (AFP)
Lübnan ordusunun ülkenin kuzeyinde aşırılık yanlısı gruplara karşı gerçekleştirdiği askeri operasyonlardan bir kare (AFP)
TT

DEAŞ, Lübnan'da olası bir tehdit mi yoksa siyasi bir araç mı?

Lübnan ordusunun ülkenin kuzeyinde aşırılık yanlısı gruplara karşı gerçekleştirdiği askeri operasyonlardan bir kare (AFP)
Lübnan ordusunun ülkenin kuzeyinde aşırılık yanlısı gruplara karşı gerçekleştirdiği askeri operasyonlardan bir kare (AFP)

Tony Boulos
DEAŞ terör örgütünün adı, Lübnan’da özellikle kuzey bölgelerinde yeniden gündemin baş maddesi olmaya başladı. Lübnan, bu örgütün faaliyetlerinin yeniden mi başladığı yoksa yalnızca yerel ya da bölgesel taraflarca siyasi ve güvenlik amaçlarıyla kullanılan bir kart mı olduğu yönünde birçok soru işaretinin gündeme getirildiği ciddi siyasi ve güvenlik karmaşasına tanık oluyor.
Lübnan ordusunun Trablus'ta terör örgütüyle bağlantılı aşırılık yanlısı bir hücreye gerçekleştirdiği son operasyonda dört örgüt üyesini etkisiz hale getirdiği duyuruldu. Güvenlik kaynaklarına göre bu hücre, haftalar önce Lübnan'ın kuzeyindeki Keftun köyünde meydana gelen ve üç polisin öldürüldüğü bir güvenlik olayına karıştı.
Güvenlik kaynakları, terör hücresinin bir üyesinin, hücrenin, Cebel-i Lübnan’daki İklim el-Hurub bölgesinde Hıristiyanların dini mekanlarını hedef alacak bir saldırı hazırlığında olduğunu itiraf ettiğini söylediler.
Bölgedeki Sünniler ve Hıristiyanlar arasında bir mezhep çekişmesini kışkırtmayı amaçlayan bu eylemin, ‘dalıcıların’ (kendilerini havaya uçuranlara verdikleri ad) Hıristiyan din adamı kılığına girerek gerçekleştirmelerinin istendiği belirtildi.
Bölge sakinlerinden bir rahip, kimliğinin gizli tutulması şartıyla İndependent Arabia’ya yaptığı açıklamada, papazların çoğunun, özellikle toplantılar ve ayinler sırasında cemaatlerine dikkatli ve uyanık olmaları için uyarılarda bulunduklarını söyledi.  
Öte yandan Lübnan'da terörün yeniden ortaya çıkması, ‘Keftun Hücresi’ olarak adlandırılan terörist grupla sınırlı değil. Bazı güvenlik raporları, 4 Ağustos’ta Beyrut Limanı bombalamasının arkasında DEAŞ’ın olabileceğine işaret etti. Ancak DEAŞ’ın kendisi tarafından gerçekleştirilen herhangi bir terör eylemini üstlenmesi gerektirdiğine inanan birçok uzman bu söyleme karşı çıkıyor.

DEAŞ ve Türkiye
Stratejist General Naci Milaab, Uluslararası Koalisyon’un hava desteği verdiği, Suriye'nin kuzeydoğusundaki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile iş birliği ve Irak ordusunun artan yetenekleri ile DEAŞ’ın Irak ve Suriye’de yenilgiye uğratılmasının ardından bugün, örgütün geri döndüğüne dair söylemlerin, yalnızca bir medya çığırtkanlığından ibaret değil, hedefleri gerçekleştirmek için kullanılan yerel siyasi bir yöntem olduğunu düşünüyor. Milaab, Lübnan’ın güneyindeki el-Lubiye köyünde Emel Hareketi ile Hizbullah arasında yaşanan sürtüşmenin yankılarının ardından Lübnan'ın kuzeyindeki el-Kura'da bir terör eyleminin meydana gelmesinin tesadüf olmadığını söyledi.
Milaab değerlendirmesine şöyle devam etti:
“Derinlemesine bir analiz yaparsak, Türkiye’nin DEAŞ’ın geçiş güzergahı olduğunu görüyoruz.” Milaab, İdlib’teki milis güçlerin Türkiye’nin himayesinde bölgeyi kontrol ettiğini ve Türkiye’nin Libya’da, Azerbaycan’da ve Somali’de Suriyeli aşırılık yanlılarına yatırım yaptığını kaydetti. Milaab, Beyrut Limanı’ndaki patlamanın ardından özellikle Doğu Akdeniz kıyılarında Türkiye ve Fransa arasındaki rekabet çerçevesinde Türkiye’nin nüfuzunu güçlendirebilecek bir ortam oluştuğunu belirtiyor.
Mohanad Hage Ali, Carnegie Uluslararası Barış Vakfı Ortadoğu Merkezi tarafından yayımlanan raporunda, Türkiye'nin Lübnan'daki yatırımlarının hızla devam ettiğine ve genişlediğine işaret etti. Raporda, yakında Sayda'da bir Türk hastanesi açılmasının yanı sıra Lübnanlı öğrencilere sağlanan üniversite burslarının artmasıyla Türkiye’nin Lübnanlılara yüksek öğrenim alanında yardım sağlayan başlıca ülkelerden biri olacağı vurgulandı. Türkiye’nin şimdiye kadar, Müslüman Kardeşler'in (İhvan) Lübnan’daki kolu Cemaat-i İslami gibi belirli bir siyasi partiyi desteklemekten kaçındığına işaret edilen raporda, bunun nedeninin, Türkiye’nin partizan siyasetten uzaklaşmayı ve bazı toplumların geniş bir kesiminde sahip olduğu halk desteğini sürdürmeyi hedeflemesi olduğu öne sürüldü. Rapora göre, aslında Türkiye'nin nüfuzu ve Erdoğan'a destek veren taban, 1990'larda Türkiye'den göç eden ve Lübnan vatandaşlığı kazanan Kürtler ve Araplara kadar uzanıyor. Göç eden bu kesimler, Türkiye ile olan güçlü bağlarını halen sürdürüyorlar.

Türkye: İdialar karalama kampanyası
Öte yandan Türkiye’nin Beyrut Büyükelçiliği’ndeki diplomatik kaynaklar, DEAŞ ile ilişkileri ve Lübnan bölgelerine yayılma girişimiyle ilgili olarak Ankara’ya yöneltilen suçlamalara sert bir karşılık verdiler. Kaynaklar, tüm bu söylemleri kesin bir dille yalanlayarak, bunların Türkiye'nin Lübnan'daki ve dünyadaki imajını zedelemek için sistematik ve şüpheli bir karalama kampanyası çerçevesinde söylendiğini vurguladılar.
Türkiye’nin onlarca Türk ve yabancı turistin hayatına mal olan 2017 yılının yılbaşı akşamı düzenlenen terör saldırısında olduğu gibi birçok bombalı terör eylemine tanık olduğunu, DEAŞ terörü yüzünden en ağır bedeli ödeyen ülkelerden biri olduğunu vurgulayan kaynaklar, Türkiye'nin terör örgütü DEAŞ’a karşı mücadelede bölgesel ve küresel düzeyde büyük bir rol üstlendiğini vurguladılar. Kaynaklar, Türkiye’nin ayrıca DEAŞ’a karşı mücadelede bilgi alışverişiyle Uluslararası Koalisyon’da üstlendiği rolün de altını çizdiler.
DEAŞ’ın Türkiye'ye yakın birçok siyasi ve askeri isme suikast düzenlediğine dikkati çeken kaynaklar,  aynı zamanda Türkiye'nin desteklediği Suriyeli gruplarla da savaştığını kaydettiler. Kaynaklar tüm bunların Türkiye'nin adını terörle ilişkilendiren tüm iddiaları boşa çıkardığını belirttiler. Türkiye’nin Lübnan ile ilgili herhangi bir gündemi olmadığını kaydeden kaynaklar, Lübnan'da Türkiye’nin bölgesel politikasını destekleyen bir kitlenin yanı sıra Türkmen vatandaşların olduğunu, bu yüzden Türkiye’nin Lübnan’ın yaşadığı mevcut krizde Lübnanlıların yanında yer almaya çalıştığını söylediler. Ayrıca, Türkiye’nin Beyrut Limanı’nın yeniden inşasına katkıda bulunmak da dahil olmak üzere Lübnan'ı her zaman çeşitli seviyelerde desteklemeye hazır olduğunu ifade ettiler.

İran ve müttefikleri ablukada
Öte yandan uluslararası ilişkiler uzmanı Dr. Kasım Hidruc Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre, ABD ile İran ve İran’ın müttefikleri arasındaki gerilim arttığında ve ABD kuvvetleri İran yanlıları tarafından saldırıya uğradığında karşılığın, ABD istihbaratının askeri bir kolu oldukları için artık kimseden gizlenmeyen bu örgütler aracılığıyla verildiğini belirtiyor. Hidruc, bu nedenle Irak, Suriye ve Lübnan'da terörist grupların ortaya çıkmasının şaşırtıcı bir durum olmadığını düşünüyor. Dr. Hidruc, DEAŞ’ın ABD tarafından yaratıldığına dair ABD’li birçok yetkilinin itiraflarının yanı sıra tüm dünyanın bu örgütün liderlerinin ihtiyaca göre bir yerden başka bir yere ABD’ye ait helikopterler ile taşındığına şahit olduğunu ifade etti.
Dr. Hidruc şöyle devam etti:
“Gerçekler, Washington'ın DEAŞ’ı iki amaç için kullandığını gösterdi. Bunlardan birincisi, mezhep başlıkları altında savaşmak, ikincisi ise DEAŞ ile mücadele bahanesiyle bu güçleri kuşatmak için askeri mücadelede bulunmak. Asıl amaç, bu güçler aracılığıyla İran'ın nüfuzunun genişlemesini önlemektir. Bu nedenle, ABD, bölgede kalmaya ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, askeri operasyonlarını yürütmek için DEAŞ’ı da o kadar fazla serbest bıraktığını görüyoruz. Çünkü bölgedeki askeri varlığı, örgütün hayatta kalmasıyla bağlantılı hale geldi.”
DEAŞ’ın Lübnan’da örgütlenen bir uzantısının olmadığını vurgulayan Dr. Hidruc, “Son dönemde ülkenin kuzeyinde faaliyet gösteren aşırılık yanlısı gruplar olsa da istihbarat örgütleri, operasyon yapanların gerçek hedeflerini örtmek için faaliyetlerini DEAŞ adı altında gizleyebilir” diye konuştu.

Hizbullah’ın diğer yüzü
Uluslararası hukuk profesörü olan Lübnanlı avukat Tarık Şendab, DEAŞ’ın Suriye ve İran rejimleri tarafından ‘Sünni terörizm’ olarak adlandırılan, fakat gerçekte terörün kast edilmediği olguyla savaşmak için kullanılan bir ‘çivi’ olduğunu söyledi. Şendab’a göre bu olgu daha ziyade, Suriye devrimi, Lübnan'da yaşananlar ve Lübnan'da halkı kışkırtmak için Suriye rejimi ile işbirliği yaparak bombalı saldırılara karışan eski Bakan Michel Samaha'nın durumunu hatırlıyor.
DEAŞ’ın Hizbullah milislerinin gerçek yüzü olduğuna inanan Şendab, “DEAŞ insanları öldürüyor ve terör eylemleri gerçekleştiriyor. Ardından bunların sorumluluğunu üstleniyor. Hizbullah ise önce öldürüyor, sonra teselli ediyor. Aralarındaki tek fark bu ve ikisi de aynı ekolden geliyor” yorumunda bulundu. Bunun en büyük kanıtının, uluslararası bir mahkeme aracılığıyla olayda aslında Hizbullah’ın parmağının olduğu ortaya çıkan eski Başbakan Refik Hariri suikastını bir video kaydıyla üstlenen Ahmed Ebu Adas hadisesi olduğunu söyleyen Şendab, “İranlılar Suriye ve Irak'ta bir plan uygulamak istediklerinde DEAŞ’ı kullanıyorlar.  Şimdi de Lübnan'da DEAŞ’a yatırım yapmaya başladılar.
Ayrıca ABD'nin baskı ve yaptırımları ve hatta Hizbullah'a baskı yapma girişimleri nedeniyle Tahran'ın bugün kritik bir durumda olduğunu vurgulayan Şendab, Hizbullah’ın üzerindeki baskı arttıkça Trablusgarp’ta, Bekaa'da ve Arsal'da DEAŞ’a başvurduğuna işaret ederek, “Bu, önümüzdeki dönemde şiddet olaylarına tanık olacağımız anlamına geliyor” değerlendirmesinde bulundu.

‘İran cephesiyle’ yüzleşme
Öte yandan emekli Tuğgeneral Muhammed Ramal, DEAŞ ile savaşan hiçbir ülkenin, örgüt, savaştığı açık cephelerden geri çekilse bile onu tamamen ortadan kaldıramadığını, çünkü örgütü besleyen ideolojinin, onu askeri olarak ortadan kaldırmakla sona ermeyeceğini, çeşitli yöntemlerle faaliyetlerine devam etme fırsatını yakalayan uyuyan hücrelere dönüştüğünü söyledi.
Ramal, bugün Suriye, Irak ve Lübnan'da DEAŞ hakkında yapılan konuşmaların, terör örgütünün geri dönüşünün yarattığı bir tehlike olduğu inancını ve bu ülkelerin İran'ın siyasi ve askeri nüfuzu ve varlığına ihtiyaç duyduğu inancını desteklediğini belirtti. Ramal, örgütün halka baskı yapmak için kullanıldığını vurgulayarak, bunun da bahsi geçen ülkelerin uluslararası toplumun gözünde birer İran arenası olduğu anlamına geldiğini söyledi. Bu nedenle, uluslararası toplumun bir kısmı, bu arenalarda İran'a her türlü desteği durdurması baskısının, İran’a davranışlarını değiştirmesi için daha önce yapılan baskıların işe yaramamasından kaynaklandığına inanıyor.
Bu nedenle, uluslararası toplumun bir kısmı, bu arenalarda İran'a destek biçimlerini durdurması yönündeki baskının, önceki baskıların Tahran'ın pozisyonunu değiştirememesinin ardından, karşılık gelen arenalar kurma tehdidinden geldiğine inanıyor.
Lübnan'da DEAŞ ile mücadelenin her zaman uyuyan hücrelerle mücadele boyutunda kaldığına dikkati çeken Ramal, bu yüzden DEAŞ’ın farklı bölgelerde terör eylemleri gerçekleştirmek için fırsat kolladığını belirtti. Bu uyuyan hücrelerin ne zaman faaliyete geçme fırsatı bulduklarıyla ilgili olarak ise üç zaman diliminden bahsetti. Birincisi, bazen mezhep çatışmasına dönüşen siyasi çatışmaların yaşandığı sıralar.  İkincisi, güvenlik güçlerini, uyuyan hücreleri takip etmekten, izlemekten alıkoyan güvenlik olaylarının yaşandığı durumlar. Üçüncüsü ise Lübnanlıların yaşadığı mali sıkıntıların ve gençler arasında işsizlik oranının yükseldiği dönemler. Gençler arasındaki iş imkanlarının azlığı, onları cezbedecek finansmana ve yeteneklere sahip terörist gruplar için gençleri kolay birer av haline getiriyor.
Lübnanlıların önlerindeki iki seçenekten birini tercih etmeye zorlandıklarını düşünen Ramal, ya dışarıdan müdahale ile bir çözümü ya da iç savaşı seçmelerinin beklendiğini belirtti. Ramal, bir iç savaşın patlak vermesi halinde ise ülkede DEAŞ kaosu yaşanabileceğine işaret edildiğine dikkati çekti. DEAŞ’ın terör hedefleri, faaliyet gösterdiği tüm ülkelerde sadece mezhepçiliği körüklemekle kalmadığını vurgulayan Ramal, “DEAŞ, faaliyet gösterdiği ülkelerde göç, yıkım, ölüm, esaret ve adam kaçırmadan başka bir miras bırakmadı. Bu yüzden çok geç olmadan Lübnan’la yakından ilgilenmek gerekiyor” değerlendirmesinde bulundu.



Trump'ın açıklamalarının ardından Hamas kapsamlı bir anlaşmaya hazırken, İsrail savaşı sona erdirmek için öne sürdüğü şartlardan vazgeçmiyor

Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki el-Bureyc Mülteci Kampı’nda yıkılmış bir binanın enkazı yanında duran Filistinli bir kız çocuğu (AFP)
Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki el-Bureyc Mülteci Kampı’nda yıkılmış bir binanın enkazı yanında duran Filistinli bir kız çocuğu (AFP)
TT

Trump'ın açıklamalarının ardından Hamas kapsamlı bir anlaşmaya hazırken, İsrail savaşı sona erdirmek için öne sürdüğü şartlardan vazgeçmiyor

Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki el-Bureyc Mülteci Kampı’nda yıkılmış bir binanın enkazı yanında duran Filistinli bir kız çocuğu (AFP)
Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki el-Bureyc Mülteci Kampı’nda yıkılmış bir binanın enkazı yanında duran Filistinli bir kız çocuğu (AFP)

ABD Başkanı Donald Trump dün Hamas'a tüm rehineleri serbest bırakması çağrısını yineledi ve bunu yapması halinde İsrail'in Gazze Şeridi’ne yönelik savaşının sona ereceğini belirtti.

Reuters haber ajansına göre Trump, sosyal medya platformu Truth Social’da yaptığı bir paylaşımda şunları söyledi:

“Hamas'a iki, beş veya yedi değil 20 rehinenin tamamını derhal iade etmesini söyleyin! Her şey hızla değişecek. Savaş sona erecek!”

Hamas, Trump'ın açıklamalarına yanıt olarak tüm rehinelerin serbest bırakılacağı kapsamlı bir barış anlaşmasını kabul etmeye hazır olduğunu duyurdu. Hamas’ın kabul ettiği arabulucuların önerisine İsrail'in vereceği yanıt beklenmeye devam ediyor.

Hamas ayrıca, ‘Gazze Şeridi'nin işlerini yönetmek ve sorumluluklarını derhal üstlenmek üzere teknokratlardan oluşan bağımsız bir ulusal yönetim kurma’ konusunda anlaşmaya vardığını da açıkladı.

Hamas'ın açıklamasını yorumlayan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ‘aldatmaca’ olarak nitelendirdiği açıklamayı reddetti.

İsrail basını Netanyahu'nun şu sözlerini aktardı:

“Hamas'ın silahlarının imha edilmesi ve Gazze Şeridi üzerinde güvenlik kontrolünün sağlanması da dahil olmak üzere, savaş bizim şartlarımızla derhal sona erdirilebilir.”

dfrgty
Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki el-Bureyc Mülteci Kampı’nda İsrail'in bombardımanı sonucu yıkılan binaların arkasında, çöp yığınlarının üzerinde yürüyen Filistinli çocuklar (AFP)

Gazze'deki gelişmelerle ilgili olarak, İsrail Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir dün yaptığı açıklamada, İsrail ordusunun büyük miktarda patlayıcı taşıyan insansız hava araçları (İHA) kullanarak binaların çatılarını havadan yıkarak yerle bir etme planlarını açıkladı. Zamir’e göre başlıca hedef, Gazze halkını güneye doğru sürmek.

İsrail ordusu salıyı çarşambaya bağlayan gece, özellikle Gazze şehrinin kuzeyindeki Şeyh Rıdvan Mahallesi’nde, kara kuvvetlerinin ez-Zerka bölgesi ve Cibaliye en-Nazla beldesinin diğer bölgelerinde yoğunlaştığı doğu banliyölerinde bu bombaları daha fazla kullanmaya başladı.

İsrail bugün, Gazze şehrini kontrol altına almak için başlattığı saldırının bir milyon Filistinliyi yerinden edeceğini açıkladı. Binlerce kişi Kudüs'te savaşın sona ermesini ve Filistin topraklarında tutulan rehinelerin geri dönmesini talep etmek için gösteri düzenledi. Sivil savunma yetkilileri, 45 kişinin öldüğünü bildirdi. Hamas'ın 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail'in güneyine yönelik daha önce eşi ve benzeri görülmemiş saldırısına yanıt olarak savaşın patlak vermesinden bu yana Binyamin Netanyahu, hükümetinin belirlediği hedefler arasında rehinelerin geri getirilmesi ve Filistin hareketinin ortadan kaldırılmasının yer aldığını ısrarla vurguladı.

Ancak, savaşın başlamasından yaklaşık 23 ay sonra ve felaket boyutlarına ulaşan insani krizin ağustos ayında Birleşmiş Milletler'in (BM) Gazze'de resmi olarak kıtlık ilan etmesine neden olmasıyla, Netanyahu ateşkes ve rehinelerin serbest bırakılması için bir anlaşma yapması yönünde artan iç ve dış baskı ile karşı karşıya kaldı.

dfrgty
Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki el-Bureyc Mülteci Kampı’nda suyu kaynatan Filistinli bir mülteci (AFP)

Ancak Netanyahu hükümeti, İsrail ordusunun bölgenin yaklaşık yüzde 75'ini kontrol ettiği Gazze Şeridi'nin en büyük şehri Gazze'yi kontrol altına almayı amaçlayan bir planı kısa süre önce onayladı. Ordu, yaklaşık bir milyon kişinin yaşadığı şehre büyük çaplı bir saldırı başlatmaya hazır olduğunu açıkladı ve bu hafta İsrail, on binlerce yedek askeri çağırdıktan sonra güçlerini seferber etmeye başladı.

İsrail ordusundan yapılan açıklamada, Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir'in bölgeyi gezdiği ve Gazze Şehri'ni gören bir mevzide askerleri teftiş ettiği belirtildi. Açıklamaya göre Zamir burada, “Ana cephedeki operasyonlarımızı yoğunlaştırıyoruz” dedi.


Yeni coğrafya ve eski siyaset arasında Arap Maşrık bölgesi

Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)
Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)
TT

Yeni coğrafya ve eski siyaset arasında Arap Maşrık bölgesi

Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)
Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)

Elie el-Kasifi

Geçtiğimiz hafta bölgedeki statüko ilgili belki de en önemli açıklama, ABD Özel Temsilcisi Tom Barrack'ın 1916 Sykes-Picot Anlaşması ile Arap Maşrık (Levant) bölgesi için çizilen sınırların İsrail için hiçbir şey ifade etmediğini söylemesiydi. Bu, Tel Aviv’in en azından kısa ve orta vadede, gerçekleştirilebilir bir İsrail projesinden ziyade, bölgedeki bazı taraflar için siyasi bir propaganda aracı haline gelen “Büyük İsrail” vizyonunu gerçekleştirmek üzere olduğu sonucuna hemen varmayı gerektirmiyor. Elbette, yüz veya iki yüz yıl sonraki jeopolitik durumu tahmin etmeye dayanan herhangi bir analiz, en hafif tabirle, yanlış ve kesinlikten uzaktır. Ancak aynı zamanda, Batı Şeria başta olmak üzere Filistin toprakları ile başlayan, mevcut İsrail yayılmacı projesinin ciddiyeti de küçümsenemez.

İsrail hükümetinin, Filistin devletini tanımaya hazır Batılı ülkelerin sayısı arttıkça, zamanla yarışırcasına bölge üzerinde İsrail egemenliğini tesis etmeyi görüşmek üzere salı günü toplanmasının ardından, Batı Şeria’da ilhak süreci yeni ve daha tehlikeli yollara sapıyor. Gazze Şeridi'ne gelince, İsrail'in Gazze şehrini işgal etme planı, İsrail’in bu yayılmacı projesinden ve ABD'nin sızdırılan planından ayrı düşünülemez. Söz konusu plan, sakinlerini yerinden ettikten sonra Gazze’yi on yıl boyunca yönetmeyi ve Donald Trump'ın “Ortadoğu Rivierası” vizyonuna benzeyen devasa bir yatırım projesine dönüştürmeyi içeriyor. Suriye'de de durum pek farklı değil; İsrail, ABD sponsorluğunda yürütülen Suriye-İsrail görüşmelerine rağmen, yeni Suriye yönetimine doğrudan meydan okuyarak saldırılarını sürdürüyor. Aynı meydan okuma, özellikle Suriye'deki bölgesel nüfuz haritası nedeniyle İsrail ile arasındaki gerginliğin yüksek olduğu Türkiye için de geçerli.

Şarku’l Avsat Al Majalla’dan aktardığı analize göre İsrail'in beş sınır noktasını işgal ettiği Lübnan'a gelince, İsrail şu anda bu sınır noktalarından çekilmeye hazır değil ve bu çekilmenin başlangıcını Hizbullah'ın silahlarını Lübnan Silahlı Kuvvetleri'ne teslim etmesine bağlıyor. Hizbullah’ın silahsızlandırılmasıysa, Lübnan'da bu konudaki iç uzlaşının başarısız olması, Amerikan arabuluculuğunun, Lübnan ve İsrail arasında kasım ayında varılan dolaylı ateşkesi pekiştirme müzakerelerinde “bir adıma karşılık bir adım” ilkesini tesis edememesiyle giderek daha karmaşık ve silahsızlandırmadan uzak bir hal alıyor. Oysa Barrack, Lübnan hükümetinin 7 Ağustos'ta ateşkes anlaşmasının uygulanması ile bağlantılı Amerikan belgesinin hedeflerini onaylamasının ardından, İsrail'e Lübnan'a doğru bir adım atması için baskı yapma sözü vermişti. Lübnan ve İsrail arasındaki ateşkes anlaşması, Hizbullah'ın silahlarını bu yıl sonu olarak belirlenen süre içinde Lübnan Silahlı Kuvvetleri'ne teslim etmesini öngörüyordu ve hükümet de bunu onayladı.

Olayların tarihsel arka planının, özellikle ana aktörlerin çıkarları çatıştığında, güncel etkileri olabileceğini akılda tutmak önemlidir

Ancak bu son tarihe uyulamayacak gibi görünüyor ve bu da konuyu daha fazla belirsizliğe ve Hizbullah ile Lübnan'a karşı yeni bir İsrail savaşı tehlikesine açık hale getiriyor. Geçen hafta İsrail'den dönen ABD Özel Temsilcisi, İsrail'in karşılık olarak bir adım atacağına dair hiçbir vaat taşımıyordu. Aksine, İsrail'in, Lübnan Ordusu'nun güneyde ve Lübnan'ın geri kalanında Hizbullah'ın silahlarını toplama yeteneğine bağlı olarak, beş bölgeden kademeli olarak çekilmeye hazır olduğunu vurguladı. Ürdün de, İsrail'in bu yayılmacı projesinin sonuçlarından muaf değil. Bunun birinci nedeni, Batı Şeria'daki Filistinlilerin Ürdün'e göç ettirilmesi riski, ikincisi de Trump yönetiminin Tel Aviv'e Batı Şeria'nın ilhakı yerine “boş” olan Ürdün Vadisi'ni ilhak etmesini önerdiğine dair Amerikan sızıntılarıdır.

Tüm bunlar, Arap Maşrık bölgesini İsrail'in yayılmacı projesi tarafından tehdit edilen tek bir coğrafya olarak görmeyi gerektiriyor. Bu, öncelikle, bir Filistin devletinin engellenmesinin bu projenin merkezinde yer aldığı anlamına geliyor; ancak proje bununla sınırlı değil, zira bu devletin engellenmesi, Maşrık coğrafyasının tamamının İsrail çıkarları doğrultusunda ve Amerikan desteğiyle değişikliğe ve “ilhak ile bölünmeye” açık hale gelmesi anlamına geliyor. İsrail'in Sykes-Picot Anlaşması'nı devirmesi konusunda ne şaşkınlık ne de kınama ifade eden Barrack'ın açıklamasının önemi de buradan geliyor. Bu, Washington'un İsrail'e bu anlaşma kapsamında çizilen sınırları ihlal etmeme konusunda kırmızı çizgiler çizmediği anlamına geliyor. Yine bundan, İsrail'in genişlemelerinin geçici önlemler olmadığı, aksine bölgesel düzeyde farklı, tahmin edilemez ve bölgedeki yeni statükoya ilişkin nihai bölgesel-uluslararası müzakerelere konu olabilecek bir coğrafi durumun habercisi olduğu anlaşılıyor. Ancak pratikte Barrack, eski statükoyu savunabilecek yerel, bölgesel veya uluslararası bir güç henüz ortaya çıkmazken, en azından İsrail açısından, önceki statükonun çöktüğünü deklare etmiş oldu.

dfrgt
ABD'nin Lübnan Özel Temsilcisi Thomas Barrack, Beyrut, 22 Temmuz 2025 (Reuters)

Burada yalnızca bölgesel bir meseleyle değil, aynı zamanda sadece düşmanlar değil, müttefikler arasındaki angajman kurallarını da hesaba katarsak uluslararası bir meseleyle karşı karşıyayız. Bu temelde, Ukrayna meselesi ve ticaret meseleleri (vb.) konusundaki mevcut Avrupa-ABD çatışmasının bölgeye de sıçraması muhtemel, ki bu transatlantik çatışmanın ortasında ortaya çıkan Filistin devletinin tanınması konusundaki anlaşmazlık ile zaten sıçramış durumda. Bu meselenin tarihsel arka planı, Amerikalıların bölgedeki Batı sömürgeciliğinin temellerini, özellikle Fransızlar ve İngilizlerden miras aldıkları göz önüne alındığında göz ardı edilemez. Mevcut sınırları çizenler onlar değildi. Dolayısıyla bu sınırlar, Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği sürece değiştirilemeyecek sömürgeci mirasının bir parçası değil. Kaldı ki Amerikan politikalarında veya genel olarak Batı politikalarında böyle sabitelerin olmadığı gerçeğini de hesaba katmak gerekir. Ancak, olayların tarihsel arka planının, özellikle de şu anda ABD ve Avrupa arasında olduğu gibi, ana aktörlerin çıkarları çatıştığında, güncel etkileri olabileceğini akılda tutmak önemlidir. Ancak tüm bunlardan önemlisi, Barrack'ın tutumu genel Amerikan tutumunu yansıtmasa da, bölgeye yönelik sabit bir Amerikan stratejisinin olmadığını gösteriyor. Aksine, koşullara ve fırsatlara dayalı dinamik bir strateji söz konusu. Bu, ABD'nin İsrail'e yeşil ışık yakmasını, ancak aynı zamanda Washington'un Tel Aviv'in politikalarının bölgedeki genel çıkarlarını tehdit edebileceğini hissettiği belirli anlarda da kırmızı ışık yakmasını açıklıyor. Bunlar da bir tür müttefikler arasındaki angajman kurallarıdır, ancak ABD ve İsrail arasında dünya çapında özel ve benzersiz olan bir türdür. Bu nedenle, bazen Tel Aviv'in bölgede Amerikan politikalarını uyguladığı veya iki ülkenin bölgeye yönelik politikalarındaki farklılıkları tespit etmenin zor, hatta çok zor olduğu görülüyor, özellikle de Donald Trump döneminde.

Şu ana kadar, eski dil ve eski çatışmalar, tek işlevi bu çatışmaları ve dili canlı tutmak ve devam ettirmek olan modası geçmiş silahlarla birlikte hâlâ geçerli

Bu nedenle, Maşrık bölgesinde tüm ülkelerini kapsayan yeni ve farklı bir statüko ile karşı karşıyayız. Bu durum, İsrail ile Güney Suriye, Güney Lübnan veya Batı Ürdün’deki sınır bölgeleriyle sınırlı değil; Filistin topraklarından ise bahsetmeye bile gerek yok. Aksine, etkileri bu ülkelerin içlerini de kapsayacak; zira İsrail ile sınırlardaki değişiklikler, 7 Ekim 2023'ten sonraki savaşların bölgede ortaya çıkardığı yeni güç dengesini yansıtıyor. Dolayısıyla İsrail, bu tarihten önce olanla sonrasının aynı olmaması gerektiğinde ısrar ediyor. Bir başka deyişle, Amerikan desteği ve himayesiyle, önceki durumu üreten tüm sebep ve faktörleri ortadan kaldırmaya çalışıyor. Ancak, konu yalnızca siyasi ve güvenlik boyutlarıyla sınırlı değil; ekonomik çöküş yaşayan ülkelerdeki farklı ekonomik durumu da kapsıyor. Örneğin, Güney Lübnan'ı ele alırsak, Trump'ın oradaki ekonomik bölge planı, şu ana kadar teorik olarak, ülkenin ekonomik ve finansal merkezini unutulmuş ve ihmal edilmiş başkent Beyrut'tan güneydeki sınır bölgesine kaydırıyor. Bu, önceki sınırları neredeyse geçersiz kılacak ve böylece eski siyasi ve ekonomik durumu da neredeyse geçersiz kılacak şekilde, bölgenin ekonomik ve siyasi coğrafyasının yeniden çizilmesinden başka bir şey değil. Gazze Şeridi'nin “ertesi gün”ünden ise bahsetmeye bile gerek yok; zira Gazze’deki ertesi gün büyük meydan okumalar içeriyor, fakat bölgede vaat edilen yeni statükonun can damarını da oluşturuyor. Gazze Şeridi, Washington'un oradan bölgenin tüm işlerini yönetebileceği en büyük Amerikan kolonisine dönüştürülecek. Bu arada, birçok Lübnanlı, Lübnan ile ilgili “ertesi gün” vizyonunu, ülkede bölgedeki en büyük Amerikan büyükelçiliği inşa edildiğinden, ülkelerinin bölgedeki Amerikan varlığının merkezi olacağı varsayımına dayandırıyor.

defrt
Suriyeliler, başkentin muhalif savaşçılar tarafından ele geçirilmesinin ardından Suriye'ye dönmek için, Beyrut'un doğusundaki Mesna Sınır Kapısına doğru yürüyorlar, 8 Aralık 2024 (AFP)

Tüm bunların ışığında, (büyük ekonomik zorluklara ve siyasi meydan okumalara rağmen istikrarlı bir durumda olan Ürdün hariç) Maşrık'ın dağılmış ve çökmüş ülkelerinin iç iradesinin, yaşanan değişimleri, vaat edilen ve bölgede bu kez tamamen Amerikan kimliğini taşıyacak Batı sömürgeciliğinin yeni bir dönemini temsil edecek “yeniden inşa”yı etkileme kabiliyetleri konusundaki temel soru öne çıkıyor. Bu yeni dönem, Batı Avrupa'nın Maşrık, özellikle de Lübnan'daki son nüfuz alanlarının tasfiyesini ve Rusya ile Çin'in Maşrık’tan nispeten uzak tutulmasını da içeriyor. Savaşlar, müdahaleler, krizler ve bazıları sömürgecilik veya Siyonist proje ile mücadele bahanesiyle yönetilen rejimler tarafından ezilen bu irade, toplumlarını avlamış ve siyaseti öldürmüştür. Bu sadece Suriye'yi değil, aynı zamanda onlarca yıldır Suriye'deki Esed rejiminin söylemleri ve İran'ın yayılmacı projesi tarafından yönetilen Lübnan'ı da kapsamaktadır. Diğer nedenlerin yanı sıra bu durum, siyasi bir çöl yarattı ve güç dengelerini dikkate alan, ancak ortaya çıkan değişimlere göre ulusal çıkarları yeniden tanımlayabilen yeni bir dille alternatif bir söylem üretebilecek, değişimlere ayak uydurabilecek ciddi bir siyasi canlılığı öldürdü. Şu ana kadar, eski dil ve eski çatışmalar, tek işlevi bu çatışmaları ve dili canlı tutmak ve devam ettirmek olan modası geçmiş silahlarla birlikte hâlâ geçerli.


Smotrich, Netanyahu'ya Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenliği genişletme kararı alma çağrısında bulundu

İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)
İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)
TT

Smotrich, Netanyahu'ya Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenliği genişletme kararı alma çağrısında bulundu

İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)
İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)

Aşırı sağcı İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Başbakan Binyamin Netanyahu'dan bir hükümet toplantısı düzenleyerek, Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenliği genişletme kararı almasını istedi.

Şarku’l Avsat’ın İsrail medyasından aktardığına göre Smotrich bugün yaptığı açıklamada, “Aramızda hiçbir zaman bir Arap devleti olmadı ve olmayacak” dedi. Smotrich, Filistin Yönetimi'ni ‘başını kaldırmaması’ konusunda uyardı, aksi takdirde İsrail'in ‘Hamas'ı yok ettiği gibi Filistin Yönetimi'ni de yok etmek zorunda kalabileceğini’ söyledi.

Smotrich, Netanyahu'ya gönderdiği mesajda şu ifadeleri kullandı: “Hükümet toplantısı düzenleyin, tarihi bir karar alın ve Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenlik kurun... Bunu yaparsanız, tarihe büyük bir lider olarak geçeceksiniz.”

fgthy
İsrail'in aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Batı Şeria'daki Ma'ale Adumim yerleşiminin genişlemesini gösteren bir harita gösteriyor. (Arşiv – AFP)

Buna yanıt olarak Hamas liderlerinden Abdulhakim Hanini, Smotrich'in açıklamalarını İsrail hükümetinin ‘Gazze Şeridi'nde soykırım gerçekleştiren ve Batı Şeria'da ilhak ve yerinden etme politikası izleyen’ yaklaşımının kanıtı olarak nitelendirdi.

Hanini yaptığı açıklamada, İsrail tarafının planlarının ‘iddia edilen güvenliği sağlamayacağını, aksine daha fazla zorluk ve çatışmaya yol açacağını’ vurguladı.

dfvgthyu
Batı Şeria'nın El Halil kentinde yerleşimcilerin haftalık gezisi sırasında konuşlanan İsrail askerleri (Reuters)

Hanini, uluslararası topluma ‘uluslararası hukuk ve normları hiçe sayan ve Filistin davasını ortadan kaldırmayı amaçlayan’ İsrail politikalarına karşı kararlı bir tavır sergilemesi çağrısında bulundu.