Dikenli tellerden yapay zekaya toplama kampları

Halkın toplu olarak cezalandırılması Küba’da başlarken, Çin’de son bulmayacak

Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)
Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)
TT

Dikenli tellerden yapay zekaya toplama kampları

Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)
Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)

Muhammed Tahir
Kamboçya’da ‘Kızıl Kmerler’ rejimi döneminde (1975-1979) Tuol Sleng Cezaevi’nin müdürlüğünü yapan Kaing Guek Eav geçtiğimiz Eylül ayı başlarında, Birleşmiş Milletler (BM) destekli mahkeme tarafından cezaevinde yapılan işkenceler nedeniyle insanlığa karşı suç işlemekten ötürü çarptırıldığı ömür boyu hapis cezasını çektiği parmaklıklar arkasında öldü. Guek Eav, Kamboçya’da iktidarı ele geçirmesinin ardından tüm etnik ve dini azınlıklara karşı sistematik imha operasyonları gerçekleştiren ve çoğunluğu baltayla doğranan yaklaşık iki milyon insanı katleden ‘Kızıl Kmerler’ rejiminde üst düzey bir yetkiliydi. Guek Eav, 20. yüzyılın en kanlı toplama kamplarından biri olarak tanımlanan Tuol Sleng Cezaevi’ni acımasız bir şekilde yönetti. Cezaevindeki mahkumların sayısı yirmi bine ulaşırken sadece yedisi hayatta kalabildi.
Tarih boyunca, eski uygarlıklar ve halklar, son derece katı şartlar altında düşmanlarına karşı, tüm şehirlerin yakılıp yıkıldığı, tüm etnik grupların bir bölgeden diğerine yerlerinden edildiği acımasız intikam yöntemleri uyguladılar. Ancak araştırmacılar, sivillerden oluşan büyük grupların hukuka aykırı olarak gözaltına alınması anlamına gelen ‘toplama kampı’ politikasının ilk tohumlarının İspanyol general Arsenio Martinez Campos tarafından 19. yüzyılın sonlarında Küba'da atıldığına inanıyorlar.

Toplama kampları uygulaması ilk olarak Küba’da başladı
Smithsonian Ulusal Doğal Tarih Müzesi’nin belgelerine göre Küba İspanya Kolonisi Genel Valisi Campos, 1895'te dönemin İspanya Başbakanı’na gönderdiği bir mektupta, bağımsızlık isteyen Kübalı isyancılara karşı zafer kazanmanın tek yolunun sivillere ve savaşçılara karşı katı önlemler almak olduğuna inandığını yazdı. Mektubunda ​​isyancıların, onları besleyen ve barındıran köylülerden ayrılması gerektiğini söyleyen Campos, bunu yapmanın yolunun ise yüz binlerce köylüyü İspanya’nın kontrolündeki şehirlere transfer etmek ve onları dikenli tellerin arkasına yerleştirmek olduğunu belirtti. Bu strateji o zamanlar ‘reconcentracion’ diğer bir değişle ‘toplama bölgeleri’ olarak adlandırılıyordu.
Ancak bu konuda yaşanan gelişmeler, Campos’un kendi icat ettiği politikayı uygulamakta tereddüt etmesine neden oldu. Kübalı isyancılar, savaş meydanında yaralanan İspanyollara karşı büyük bir merhamet gösterip savaş esirlerini zarar görmeden kışlalarına geri gönderdiler. Campos’un vicdanı, onurlu olduğuna inandığı bir düşmana karşı toplama bölgeleri stratejisini uygulama yükünü kaldıramadı ve ruhunda derin bir iz bıraktı. İspanya'ya bir mektup daha yazan Campos, “Uygar bir ulusun temsilcisi olarak, bir zulüm modeli tasarlayan ilk kişi ben olamam” ifadeleriyle bu katı önlemleri uygulayamayacağı için görevinden alınmasını istedi. İspanya Campos’u görevinden azletti ve yerine ‘kasap’ lakaplı General Valeriano Weyler’i görevlendirdi. Weyler, idam sırasındaki sivilleri merkezi bölgelere taşınmaya zorladı. Weyler, sadece bir yıl içinde on binlerce sivili hapse atarken, korkunç hayat şartları ve kıtlık nedeniyle yaklaşık 150 bin insan hayatını kaybetti.
Aslında, İspanya’nın toplama bölgeleri politikası, bundan önceki yüzyıllar boyunca tüm dünyada, özellikle Kuzey Amerika’da zorla çalıştırılan yerlilerin kaldıkları barınakların yöneticileri tarafından da uygulanıyordu. Aynı şekilde, Latin Amerika'daki İspanya kolonilerinin yöneticileri, halkın en savunmasız fertlerini, madenlerde ve yol yapımında zorla çalıştırmak üzere verimli topraklarından uzaklaşmaya zorluyordu. Ancak az sayıda kişinin çok sayıda sivilin denetlemesine dayanan toplama bölgeleri politikası, dikenli teller üretilene ve otomatik silahlar geliştirilinceye kadar uygulamada başarısız oldu. Bu teknolojik gelişimle politika olgunlaştı ve ‘toplama kampları’ kavramı siyaset sözlüğüne girdi.

“Toplama kampları, cehennemin kenar mahallesine benziyor”
Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İspanya'nın Küba’daki isyan hareketi yıllarında, güney sınırı yakınlarında uzun zamandır sürdürdüğü toplama alanları politikasını kınasa da bu itirazı uzun sürmedi.  İspanya’nın Küba'da yenilgiye uğramasından ve ABD’nin başta Filipinler olmak üzere birçok İspanyol kolonisini ele geçirmesinden sonra, dünyanın en fazla ayaklanmalarının yaşandığı bölgelerinde savaşan ABD’li generaller, toplama kampları politikasını benimsemek zorunda kaldılar.  1901 yılında bir Amerikan subayı, bu kamplardan birini inceledikten sonra yazdığı raporda, “Kamplar, cehennemin kenar mahallesine benziyor” yazdı.
Britannica Ansiklopedisi’ne göre 1900 yılına gelindiğinde ‘toplama kampları’ ifadesi Güney Afrika’da, Boer Savaşı sırasında yaygınlaştı. İngilizler, çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu 200 binden fazla sivili dikenli tellerin arkasındaki derme çatma çadırlara ve kulübelere koydu. Sivilleri cezalandırma fikri, kendilerini medeni bir ulusun temsilcileri olarak görenler arasında bir kez daha dehşet uyandırdı. İngiltere Parlamentosu’dan milletvekili Sir Henry Bannerman, Haziran 1901'de, “Silah taşıyanlarla taşımayanları ayıran çizgiler neler?” sorusunu sordu. Zira bu kamplarda hayatını kaybedenlerin sayısı savaş meydanlarında önlerden çok daha fazlaydı. Kirlenmiş su kaynakları, kıtlık ve bulaşıcı hastalıklar, on binlerce tutuklunun ölümüne neden oldu. Boerler, genellikle kaba ve sevimsiz olarak gösterilseler de, Avrupalıların ​​torunlarına bu şekilde davranılması İngiliz halkını şoke etti.
Boer Savaşı 1902 yılında sona erdi, ancak kısa süre sonra kamplar başka yerlerde yeniden ortaya çıktı. 1904 yılına gelndiğinde, Güney Afrika (şimdi Namibya olarak biliniyor) sınırındaki Alman kolonisinde, Alman General Lothar von Trotha isyancı Herero halkının yok edilmesi emri verdi. General Lothar von Trotha’nın uygulamaları kısa bir süre sonra sona ermiş olsa da, bu yerli halka verilen hasar onarılamadı. Hererolardan hayatta kalanlar, Nama halkıyla birlikte, yiyeceğin yetersiz olduğu ve ölümcül hastalıkların kol gezdiği zorunlu çalışma kamplarında toplandılar. Alman toplama kamplarının 1907 yılında tamamen dağıtılmasıyla birlikte şok edici gerçek ortaya çıktı. Kamplarda 70 binden fazla Namibyalı ölmüş, Herero halkı ise neredeyse tamamen yok edilmişti.
Toplama kampı politikası sadece on yıl içinde üç kıtaya da yayıldı. Toplama kampları, Avrupa, Asya ve Afrika’da, istenmeyen azınlıkları yok etmek, tartışmalı bölgeleri arındırmak, her türlü isyancı sempatizanlarını cezalandırmak, gerilla savaşı taraftarlarına eşlerini ve çocuklarını dikenli tellerin arkasına atarak baskı yapmak için kullanıldı. Uluslararası toplum bu kampları insanlık için bir utanç vesikası olarak görse de bu, toplama kamplarının gelecekte de kullanılmalarının önüne geçmeye yetmedi.


Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa'daki bir toplama kampı (AFP)

Yabancı düşmanlar
Toplama kampları, Birinci Dünya Savaşı sırasında yeni bir dönüşüm yaşadı. O dönem zorunlu askerlik görevi yaygın olarak uygulanıyordu ve zorunlu askerlik çağındaki herhangi bir Almanın İngiltere'den sınır dışı edilmesi, Alman ordusu tarafından silah altına alınarak cepheye gönderilmesi anlamına geliyordu.  Bu yüzden Londra, başlangıçta ülkedeki askerlik çağında olan tüm yabancıları hapse atmayı düşündü. Dönemin İngiltere İçişleri Bakanı Reginald McKenna, bu kişilerin tamamının ayrım gözetmeksizin tutuklanması çağrılarına itiraz etti.  Ancak 1915 yılında, ‘Losetania’ adlı İngiliz gemisinin bir Alman denizaltısı tarafından batırılması ve gemideki binden fazla sivilin ölmesi üzerine dönemin İngiltere Başbakanı Herbert Asquith, Almanlardan ve Avusturya-Macaristan uyruklulardan binlerce ‘yabancı düşmanı’ hapse atma kararı aldı.
Britanya İmparatorluğu aynı yıl tutuklama kapsamını kolonilerine kadar genişletti. Almanlar ise buna, İngiltere, Avustralya, Kanada ve Güney Afrika'dan gelenlere yönelik benzer tutuklamalarla karşılık verdiler. Toplama kampları kısa süre sonra tüm dünyaya yayıldı. Fransa'dan Yeni Zelanda'ya, Rusya’dan Türkiye’ye, Macaristan’a, Brezilya’ya, Japonya’ya, Çin’den Hindistan’a, Haiti’ye, Küba’ya, Singapur’a, ABD’ye ve diğer birçok ülkeye kadar toplama kampları görüldü.
Birinci Dünya Savaşı sırasında kurulan toplama kamplarının çoğu, eski sömürge kamplarından farklı olarak cephe hatlarından yüzlerce ve hatta binlerce mil uzakta bulunuyordu. Kamplardaki hayata dair en garip olan ise tutuklulara, bir kampta diğerine gitmeleri için vatandaşlık numarasına benzer şekilde seri numaraların tahsis edilmesiydi. Buradaki tutuklular ayrıca mektup ve paket gönderip alabiliyor, bazı durumlarda açık kalan banka hesaplarıyla işlem yapmalarına izin veriliyordu. Tüm bunların sonucunda Kızıl Haç müfettişlerinin hazırladığı raporlarla özel bir gözaltı bürokrasisi ortaya çıktı.
Savaşın sonunda, 800 binden fazla sivil, dünyanın dört bir yanındaki toplama kamplarında tutulurken, yüz binlerce sivil de uzak bölgelere kaçmak zorunda kaldı. Akıl sağlığı ve azınlık dokusunun bozulması, uzun süreli tutukluluğun sivillere ödettiği en ağır bedeldi. Yine de, Birinci Dünya Savaşı sırasında yabancı düşmanlara yönelik bu ‘medeni’ yaklaşım, eski toplama kamplarının lekeli ve ürkütücü imajını iyileştirmeyi başardı. İnsanlar, bir gün serbest bırakılacakları umuduyla, hedef alınan kitlenin bir kriz anında gözaltına alınmaması fikrini benimsedi. Ancak bu benimseyişin, 20. yüzyılın sonlarında, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi Almanya'sında trajik sonuçları oldu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında kurulan toplama kamplarının, içerisinde cinayetler işlenmediği ve sistematik şekilde işkence yapılmadığı için neredeyse pembe renkte çizilen imajına rağmen, öyle acı uygulamalardan da mahrum değildi. Birinci Dünya Savaşı’ndaki kamplar, yabancılara odaklanırken, devamında kurulan kamplar ülkenin kendi vatandaşlarına yönelikti. İlk olarak Küba’da ortaya çıkan kamplarındaki sivil ölümler, kasıtsız ve ihmalden kaynaklanırken, yarım asır sonra insanlar, Sovyetler Birliği’nin Gulag Kampları’nda ve Nazi Almanyası’nın Auschwitz Kampı’nda olduğu gibi kendi devletleri tarafından uygulanan korkunç zulümlere tanık oldular. Buralarda devletler, kendi vatandaşlarına laboratuar faresi gibi muamelede bulundu.


Joseph Stalin'in 1953'te ölümünden sonra, geriye kalan mahkumlar da serbest bırakıldı ve toplama kamplarının sayısı önemli ölçüde azaltıldı (AFP)

Siyasi toplama kampları
Bu dönemde hapishaneler ‘siyasi toplama kampları’ olarak biliniyordu. Böyle olmasındaki amaç, öncelikle totaliter rejimlerin ülkenin eklemleri üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmak ve her türlü muhalefeti susturmaktı.
Örneğin 1922 yılında Sovyetler Birliği’nde, çoğunluğu ‘düzeltici çalışma kampları’ adı altında kurulan siyasi ve cezai suçlarla itham edilen kişilerin koyulduğu 23 toplama kampı vardı. Sovyet Sibiryası'ndaki Gulag Kampları da bu isim altında kurulmuştu ve kamulaştırma programının bir parçası olarak mülklerine el konulan milyonlarca aristokrat ve ileri gelen bu kamplarda kalıyordu. On yıl sonra, 1936 ile 1938 yılları  arasındaki Stalince tasfiyeler sonucu kamplara milyonlarca siyasi muhalif daha getirildi. 1939 yılında Sovyetler Birliği’nin Doğu Polonya’yı işgali, 1940'ta Baltık devletlerinin asimile edilmesinde ve 1941'de Almanya ile savaşın patlak vermesi de çok sayıda sivilin bu kamplara girmesine katkıda bulundu. Aynı kamplar Mihver güçlerinden savaş esirlerini ve düşmanla işbirliği yapmakla suçlanan Sovyet vatandaşlarını da ağırladı. Joseph Stalin'in 1953'teki ölümünün ardından geriye kalan mahkumlar serbest bırakılsa ve kampların sayısı önemli ölçüde azaltılsa da uzmanlar, bu kamplarda 20 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiğini tahmin ediyor.


İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki Bergen-Belsen Toplama Kampı’ndan bir kare (AFP)

Ölüm kampları
Almanya'da ilk toplama kampları 1933 yılında, Komünistler ve Sosyal Demokratlar da dahil olmak üzere tutuklu Nazi Partisi karşıtları için kuruldu. Muhalifler olarak görülenlerin kapsamı, Yahudiler, Romanlar, eşcinseller ve Nazi karşıtı siviller gibi çeşitli grupları içerecek şekilde genişletildi. İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinin ardından bu tutuklular yiyecek karşılığında çalışmaları gerektiği için ücretsiz işçi olarak kullanılırken, çalışma koşullarına dayanamayanlar yorgunluk ve açlık nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Bu rejim terörünün doruk noktası, Adolf Hitler'in ‘Yahudi sorununa’ nihai çözüm olarak seçtiği imha merkezlerinin veya diğer bir deyişle ‘ölüm kamplarının’ kurulması oldu. Ölüm kampları arasında ‘Auschwitz’ ve ‘Majdanek’ toplama kampları öne çıkan isimlerdi. ‘Buchenwald’ ise, insanlar üzerinde korkunç tıbbi deneylerin yapıldığı bir toplama kampıydı. Tarihçilerin tahminlerine göre Hitler'in kamplarında yaklaşık altı milyon insan hayatını kaybetti.
Aynı dönemde Batı’da da toplama kampları vardı. Özellikle 1942 yılında 117 binden fazla Japonya kökenli Amerikalı sivilin keyfi olarak gözaltına alındığı, Pearl Harbor saldırısından kısa bir süre sonra Başkan Franklin Roosevelt'in doğrudan emriyle insanlık dışı bir şekilde toplama kamplarına kapatıldığı ABD’de bu kamplar varlıklarını sürdürdü. Kanada da ABD’nin izinden gitti ve 21 bin Japonya asıllı Kanalı sivili batı bölgelerinden göç etmeye zorladı. Britannica Ansiklopedisi’ne göre ABD’de Japonya kökenli tutukluların bir kısmı, kaçmaya çalışırken öldürüldü.

Toplama kampları var olmaya devam etti
Toplama kampları politikası, İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana doğuda ve batıda çeşitli uygulamalarla ve insanlık onuruna aykırı şekillerde devam etti. Kampların listesi, neredeyse din, dil, ırk, renk veya kıta ayrımı olmaksızın uzayıp gidiyor. Ancak bugün yeni bir kategori ortaya çıkmış durumda. Bu kategoride, Avrupa ve ABD yönetimleri için adeta bir hedef haline gelen siyasi düşüncelerinden veya geçim sıkıntısından dolayı göç etmek zorunda kalan mülteciler yer alıyor.
Bugün dünyada toplama kamplarının en son ve en tehlikeli modeli ise Çin modeli olmaya devam ediyor. Associated Press (AP) Haber Ajansı, bir milyondan fazla Müslüman Uygur’un, Pekin'in ‘yeniden toplum mühendisliği projesi’ bahanesiyle gözaltına aldığı Kazakların ve diğer azınlıkların bulunduğu toplu gözaltı merkezlerinin ‘felaket’ olarak tanımlanan belgelerini ortaya çıkardı. Belgelere göre bu kamplarda, davranışların zorla değiştirilmesi, ideolojik olarak yeniden eğitim verilmesi, fikir ve hatta insanların konuştukları dilin değiştirilmesi için kurulan gizli merkezler bulunuyor.
Belgeler, bu kamplarda veri, yapay zeka ve kameralarla donatılmış gözetleme kulelerinin yer aldığı yeni bir sosyal kontrol yönteminin kullanıldığını ortaya koyuyor. Belgelerde, ayrıntılı bir kayıt sistemiyle insanların Çin’de günlük yaşamda kullanılan Mandarin dilini (Pekin lehçesi) konuşabilme dereceleri ve Pekin'in ideolojisine olan saygısına göre sınıflandırıldığını uygulanan katı kurallara bağlılıklarının incelendiğini, hatta duşta veya tuvalette dahi izlendikleri görülüyor. AP’nin haberine göre Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde 2017 yılında hayata geçirilen bu sistem sayesinde dininden, dilinden ve kökenlerinden uzaklaştırılmış yeni bir nesil yaratılmak istendiğini söyleyen Çinli akademisyen Adrian Zenz “Elde edilen deliller, yapılanı kültürel bir soykırım olarak adlandırmamızı gerektiriyor” ifadelerini kullandı.



Sudan'da İslamcıları nasıl bir gelecek bekliyor?

Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)
Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)
TT

Sudan'da İslamcıları nasıl bir gelecek bekliyor?

Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)
Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)

Amani el-Tavil

Sudan Ulusal İslam Cephesi liderlerinden ve eski cumhurbaşkanı Beşir'in yardımcısı Nafi Ali Nafi'nin konuşması, 2019'a kadar iktidarda olan ve şu anda geniş İslami Hareket çatısı altında toplanan Sudanlı İslamcıların bir kesimini oluşturan, Sudan Ulusal Kongre Partisi içindeki krizin derinliğini yansıtıyordu. Nafi’nin konuşması, ne ideolojik ve siyasi bir hareket olarak kendileri ne de her kesimden Sudanlı bir belirsizlik örtüsü altında dünyanın dört bir yanına mülteci olarak dağılmışken, iki yıldan fazla bir süredir uçurumun kenarında yaşayan Sudan için henüz tanımlanmamış bir geleceğe doğru son bir sıçrama girişimi olabilir.

 

Öncelikle, Nafi Ali Nafi'nin konuşmasının, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldiğini belirtelim. Partinin önemli bir kesimi, partinin geleceğini, bu aşamadaki araçlarının geçerliliğini belirlemek için bir Şura Konseyi toplanmasını talep ediyor. Söz konusu kesim her şeyden önce, Sudan'daki tüm siyasal İslam deneyinin başarısızlığına önemli katkısını göz önüne alarak, partinin mevcut liderliğinin meşruiyetinin değerlendirilmesini de talep ediyor. Zira Ulusal Kongre Partisi, bölgesel düzeyde başka İslamcı partilerin elde edemediği bir fırsat elde edip iktidarı ele geçirerek, tam 30 yıl boyunca iktidarını sürdürdü.

Bu kriz, Nafi Ali Nafi'nin konuşmasına hem özellikleri hem de içeriğiyle yansıdı ve çeşitli noktalarda kendini gösterdi. Bu noktalardan biri de, Sudan ve bölgede, özellikle Müslüman Kardeşler başta olmak üzere, siyasi İslam akımına karşı tutumda yaşanan değişimlerin niteliğinin, parti liderliği tarafından anlaşılmamış olmasıdır. Nafi konuşmasında Ulusal İslami Cephe ile aynı tarihsel ideolojik konumdan yola çıkarak, bu deneyin başarısızlığını ve Sudan halkı tarafından iki kez reddedilmesiyle siyasi ve düşünsel meşruiyetinin çökmüş olduğunu tamamen göz ardı etti. Sudan halkı ilk kez 2013'teki geniş çaplı ayaklanma, ikinci olarak da 2018'deki tam ölçekli devrim ile bu deneyi reddettiğini gösterdi.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre Nafi konuşmasında, iki yol arasında ayrım yapmak için bir mekanizma olarak kutuplaşmaya dayandı. Partisinin, Sudan kaynaklarını kontrol etmeyi amaçlayan Batılı-Siyonist Haçlı projesine karşı koyan en milliyetçi yol olduğunu iddia etti. Hem de hareketi ve partisi, son otuz yıldır halkın değil, örgütün çıkarı için Sudan kaynaklarını yağmalamakla suçlanırken. Bu suçlama, Sudan Başsavcılığı'nın raporları ve Tijani Abdulkadir'in İslami dini hareketine ve benimsediği yozlaşmış mali uygulamaların doğasına karşı eleştirel bir duruş sergileyip, öne sürdüğü deliller ile kanıtlanmıştı.

Nafi, gerçekçilik için gerekli koşullardan yoksun olabilecek bir çabayla, partinin kalan tabanını korumak için bu kutuplaştırıcı söylemi kullandı. Gerçekçilikten yoksun dedik çünkü Sudan ve Arap kamuoyları artık komplo teorileri ve dış güçler tarafından hedef alınma fikrine ilgi duymuyor. Herhangi bir ülkenin kaderini şekillendirmede iç siyasi bileşenin rolünün daha fazla farkına vardılar; yeter ki bu bileşen, genel ulusal çıkarı fikri nitelikteki ideolojik pratiğin ve operasyonel boyuttaki siyasi pratiğin temel belirleyicisi olarak ele alan sağlam mekanizmalara ve gerçekçi fikirlere bağlı kalsın.

Nafi ayrıca, bir tür belirsizlik ve karartma uygulamaya çalıştı ve bunun, kendisinin, partisinin ve belki de akımının, savaştan sonraki gün Sudan siyasi denklemlerinde önemli bir taviz vermeden yeniden konumlanmalarını sağlayacağını düşündü. Bu konuda mevcut savaşta geniş İslamcı akımın üyelerinin muharebelerde gösterdiği performansa güveniyordu. Sudan ordusunun, müttefiklerinin ve düşmanlarının sahip olmadığı bölgesel ve uluslararası meşruiyete sahip olması nedeniyle, tüm sorunlarına ve karşılaştığı zorluklara rağmen Sudan'ın iç ritmini kontrol edebilecek güç olduğu gerçeğini ise göz ardı etti.

Nafi, partisi ile hareketinin Sudan'daki değişimi engellemeyi başarmış olsalar da, artık alıştıkları ve aşina oldukları devletin tüm dizginlerini ellerinde tutmadıklarını, tam aksine, önemli zorluklar şemsiyesi altında artık devletin sadece bir bölümünü kontrol ettiklerini de görmezden geldi. Nitekim bu savaşta zafer kazanılsa bile, bu zafer, Sudan'ın eski ihtişamına dönmesi anlamına gelmiyor. Gayrıresmi aktörler artık güçlerini ve geleneksel derin devlet adı verilen otoriteyi reddetme veya ona direnme yeteneklerini takviye eden ek ekonomik ve muharebe araçlarına sahip.

Nafi'nin son konuşmasında yaptığı değişiklikler oldukça sınırlıydı. “Medeniyet projesi” terimini, “istikrar projesi” olarak adlandırdığı kavramla değiştirdi, istikrarın fikri ve siyasi kutuplaşma pratiğiyle değil, Sudan denkleminde diğer siyasi güçlerin varlığını kabul etmek ve tanımak anlamına gelen ulusal mutabakatla tanımlandığı gerçeğini göz ardı etti. Zira Nafi'nin temsil ettiği Ulusal Kongre Partisi, geçiş döneminde herhangi bir şeyin dışında tutulmuştu ve tutulmaya da devam ediliyor. Bu, siyasi sistemi Sudan İslamcılarının sembolü olan cumhurbaşkanı Beşir’in iktidarına karşı çıkan geniş bir halk kesiminin kendisini reddettiğini ifadesiydi.

Dolayısıyla, Nafi, Harun ve Karti'nin söylemleri ve Ulusal Kongre Partisi, şu anda her düzeyde gerçek varoluşsal zorluklarla karşı karşıya bulunuyor. Fikri düzeyde, meşruiyet, kimlik ve liderlik krizi yaşıyor. Siyasi düzeyde, marjinalleşme ve halk meşruiyetini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Örgütsel düzeyde ise bölünmelerden muzdarip. Ayrıca, bazı figürleri ve liderleri hakkında uluslararası ve bölgesel yasal kovuşturma olasılığıyla da karşı karşıya. Bu olasılık, ister yerel ister uluslararası olsun, partinin figürlerine yönelik yolsuzluk ve insan hakları ihlalleri suçlamaları sebebiyle daha sonraki bir aşamada gündeme gelebilir.

Bu birleşik zorluklar, Nafi'nin iddialarının aksine, özellikle Sudan'daki devam eden siyasi dönüşümler ve partinin mirasının toplumda yaygın olarak reddedilmesi ışığında, partinin geleceğini ciddi şekilde şüpheli hale getiriyor.

Bölgesel ve uluslararası düzeylerde, Ulusal Kongre Partisi'ndeki siyasi tezahürleriyle Sudan İslam Hareketi'ni örgütlü bir terörist yapı olarak sınıflandırmaya çalışan eğilimler bulunuyor. Bu eğilimlerin kaynağında, Beşir yönetimi altındaki faaliyetlerinin, özellikle de Darfur'daki faaliyetlerinin doğası, mevcut savaşta bazı üyelerinin uygulamaları yatıyor. Doğal olarak, Arap bölgesel güçler de bu eğilime katkıda bulunuyor. Bu bağlamda, şu anda önerilen senaryolar birkaç süreç şeklinde belirginleşebilir.

Birinci senaryo, özellikle Ahmed Harun, Ali Karti ve en son Nafi Ali Nafi'nin söylemleri ışığında, yerel reddetme, bölgesel ve uluslararası baskılar nedeniyle İslamcıların Sudan'da gelecekteki yönetim yapılarından tamamen siyasi olarak dışlanmasıdır. İkinci senaryo ise terör örgütü olarak sınıflandırılmasıdır. Grubun resmi olarak terör örgütü olarak tanımlanması olasılığı, ABD Kongresi'nde Müslüman Kardeşler hakkında devam eden tartışmaların da kanıtladığı gibi, hareketin hayatta kalması konusunda kendisi için büyük bir endişe oluşturmaktadır.

Üçüncü senaryo, Sudan İslami Hareketi'nin devam edebileceğini öne sürüyor, ancak bunun bazı koşullara bağlı olduğuna işaret ediyor. Bunlardan en önemlileri şunlar; birincisi, devam eden değişikliklerin, özellikle de Sudan ordusunun İslami Hareket'in ideolojik ve politik projesine dahil olma potansiyelinin zayıflığıyla ilgili değişikliklerin doğasının kabul edilmesidir. Nedeni de buna karşı karşı bölgesel ve uluslararası bir direniş bulunması ve hareketin derin iç krizleri nedeniyle bu direnişle yüzleşemeyecek olmasıdır.

İkinci koşul, ideolojik ve politik düzeylerde gerçek ve ciddi bir yeniden konumlandırmanın gerekliliği, hareketin ve liderlerinin yaşanan başarısızlıktaki sorumluluğunun kapsamının kabul edilmesidir. Hareketin yanlışlarının kınanması ve hatta Sudan halkından özür dilemesi elzemdir. En önemli sorumluluğu da, Beşir rejimini korumak amacıyla Sudan Silahlı Kuvvetleri pahasına Hızlı Destek Kuvvetleri'ni kurmasıdır.

Üçüncüsü, ötekini kabul etmek ve onunla birlikte yaşamak, yani mutlak güç ideolojisini ve mekanizmalarını reddetmek, Aralık Devrimi'nde ortaya çıkan tüm tezahürleriyle Sudan siyasi güçleriyle ortak bir zemin oluşturmaktır. Bu, Sudan ulusal mutabakatı için bir yuvarlak masanın kurulmasının yolunu açacaktır. Nafi'nin Haçlı-Siyonist projesi olarak adlandırdığı şeyi yenmenin tek yolu budur; Sudan ve Sudanlıları birleştirecek gelecekteki bir projeye karşı popülist sloganlar, seferberlik çağrıları ve kışkırtmalar değil.


İki Devletli çözüme yönelik bir yol haritası: New York Deklarasyonu’nu özel kılan ne?

New York Bildirisi 142 ülkenin desteğini aldı (BM internet sitesi)
New York Bildirisi 142 ülkenin desteğini aldı (BM internet sitesi)
TT

İki Devletli çözüme yönelik bir yol haritası: New York Deklarasyonu’nu özel kılan ne?

New York Bildirisi 142 ülkenin desteğini aldı (BM internet sitesi)
New York Bildirisi 142 ülkenin desteğini aldı (BM internet sitesi)

İnci Mecdi

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurul toplantılarının cuma günü yapılan oturumunda Filistin-İsrail çatışmasında iki devletli çözüme yeni bir ivme kazandırmayı amaçlayan ‘New York Deklarasyonu’nu ezici çoğunlukla kabul etti. Fransa ve Suudi Arabistan tarafından sunulan deklarasyon, barışçıl bir ‘iki devletli çözüme’ yönelik adımları belirliyor.

BM onlarca yıldır, Filistin devletinin tanınması veya ‘iki devletli çözümün’ benimsenmesi ile ilgili deklarasyonlara tanık oldu. BM’nin 1947 yılında aldığı, 181 sayılı karar, Filistin Arap devleti ile Yahudi devleti arasında toprakların bölünmesini önerdi, ancak bu öneri Arap devletleri tarafından reddedildi. BMGK bu yılın başlarında, iki devletli çözüm çağrısı yapan 2002 tarihli 1307 sayılı kararı kabul etti. BM Genel Kurulu o tarihten ‘New York Deklarasyonu’na kadar, Filistin sorununun barışçıl çözümü ve iki devletli çözümü vurgulayan birçok karar kabul etti. Peki, yeni deklarasyon ne sunuyor?

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, dün BM Genel Kurulu'nun Filistin-İsrail çatışmasında iki devletli çözüme yeni bir ivme kazandırmayı amaçlayan New York Deklarasyonu'nu kabul etmesini memnuniyetle karşılarken bunu ‘barışa giden ve geri dönüşü olmayan yolda’ atılmış bir adım olarak nitelendirdi.

Yeni olan ne?

New York Deklarasyonu'nu önceki BM kararlarından ayıran özellik, İsrail ile Filistinliler arasında iki devletli çözüme yönelik bir yol haritası ve ‘somut, zaman sınırlı ve geri dönüşü olmayan adımlar’ sunması oldu. Bunlar sadece açıklamalardan ibaret değil, zira yedi sayfalık deklarasyon Gazze'nin yönetimi ve Filistin Yönetimi'nin rolüne ilişkin hükümleri de barındırırken acil ve zaman sınırlı uygulama adımları öngörüyor. Ayrıca ilk kez Hamas'ın kınandığı bir metin olmanın yanında Hamas’ın resmi olarak sahneden dışlanmasını salık veriyor.

Önceki kararlar veya deklarasyonlar genellikle iki devletli çözüm ilkesine verilen desteği yeniden teyit etmiş, ancak bağlayıcılık veya uygulanabilirlik açısından daha zayıf kalmıştır.

Deklarasyon, BM’nin Hamas'a yönelttiği en sert eleştirilerden bazılarını içeriyor. Fransa Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre BM tarafından duyurulan metinde Hamas'ın 7 Ekim 2023'te gerçekleştirdiği saldırılar ilk kez kınanırken Hamas'ın silahsızlandırılması ve Gazze Şeridi'nin yönetiminden çıkarılması çağrısı yapıldı.

Önceki uluslararası metinler genellikle şiddeti genel olarak kınamış olsa da, Hamas'ı bu kadar açık bir şekilde kınayan ve iktidardan uzaklaştırılmasını talep eden bir metin, New York Deklarasyonu'nda çok net bir şekilde ortaya konmuş oldu. Deklarasyonda, “Gazze'deki savaşı sona erdirmek bağlamında, Hamas, egemen ve bağımsız bir Filistin devleti kurma hedefine uygun olarak, uluslararası destek ve taahhütle, Gazze Şeridi'ndeki iktidarını sona erdirmeli ve silahlarını Filistin Yönetimi'ne teslim etmeli” ifadeleri yer aldı.

Siyasi yol haritasını acil insani ihtiyaçlarla ilişkilendiren deklarasyonda, Gazze'deki savaşın sona erdirilmesi ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun Gazze Şeridi'nde saldırıları yoğunlaştırarak ulaşmaya çalıştığı zorla yerinden edilmenin durdurulması gerektiğini belirtildi. Ayrıca, rehinelerin serbest bırakılması gerektiği vurgulanan deklarasyonda bu noktalar, 2024 yılının aralık ayında önceki kararlarında ele alınmamış ve iki devletli çözümün Ortadoğu'da ‘kalıcı barışı sağlamanın tek yolu’ olduğu belirtilmişti.

Dün yayınlanan bu son deklarasyon BMGK’nın yetkisi altında Gazze'ye geçici bir uluslararası istikrar misyonu gönderilmesini desteklerken İsrail'in Gazze'deki sivillere, sivil altyapıya yönelik saldırılarını, ablukayı ve açlık politikasını kınıyor.

İsrail karar aleyhinde oy kullanmış olsa da Washington'da bulunan bir araştırma kuruluşu olan Uluslararası Kriz Grubu'nun (ICG) Üyesi Richard Gowan, BM Genel Kurulu’nun Hamas'ı doğrudan kınayan bir metni desteklemesinin önemli olduğunu belirtti.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre Gazze Şeridi’nde yaklaşık iki yıldır süren savaş ve İsrailliler ile Filistinliler arasındaki daha geniş çaplı çatışma, 22 Eylül'de başlayacak olan BM Genel Kurulu'daki yıllık toplantıda dünya liderlerinin gündemini domine etmesi bekleniyor. Filistinliler, halihazırda Filistin Devleti'ni tanıyan 145'ten fazla ülkeye en az 10 ülke daha eklenmesini umduklarını belirtiyor.

Filistin'in BM Daimi Temsilcisi Riyad Mansur, kararın desteklenmesinin ‘neredeyse tüm uluslararası toplumun barış seçeneğine kapı açma arzusunu’ yansıttığını söyledi. İsrail'in adını anmayan Mansur, “Savaş ve yıkımı sürdürmeye devam eden, Filistin halkını ortadan kaldırmaya ve topraklarını çalmaya çalışan tarafa, mantığın sesini, mantığın sesini dinlemeye, bu sorunu barışçıl bir şekilde çözmeye ve bugün Genel Kurul'da yankılanan ezici mesajı dinlemeye çağırıyoruz” diye ekledi.

Retler ve eleştiriler

İsrail dün, bu kararın sadece Hamas'ın yararına olduğunu öne sürerek kararı reddetti. İsrail'in BM Daimi Temsilcisi Danny Danon, bu tek taraflı bildirinin barışa doğru atılmış bir adım olarak değil, BM Genel Kurul’un güvenilirliğini zedeleyen bir başka boş jest olarak hatırlanacağını söyledi. Öte yandan İsrail Başbakanı Netanyahu, işgal altındaki Batı Şeria'daki bir İsrail yerleşim birimini ziyareti sırasında bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını istemediğini yineleyerek, “burası bizim” diye vurguladı.

İsrail'in en yakın müttefiki olan ABD de aynı görüşü dile getirdi. ABD Başkanı Donald Trump'ın Orta Doğu Özel Temsilci Yardımcısı Morgan Ortagus, bu kararı, çatışmayı sona erdirmek için yapılan ciddi diplomatik çabaları baltalayan, yanıltıcı ve zamansız bir reklam kampanyası olarak nitelendirdi. Ortagus, Söz konusu kararın Hamas'a bir hediye olduğunu öne sürdü. Bu karar aynı zamanda, ciddi bir dış politika gündeminden çok iç politikadan kaynaklanan alaycı bir karardı.

Ancak Boston Üniversitesi profesörü Susan M. Akram'a göre bu karar Filistin yanlısı kesim tarafından da eleştiriliyor. Çünkü bu kesime göre karar Filistinlilere baskı uygulayan eski stratejileri yeniden kullanıyor. Akram, geçtiğimiz ağustos ayı ortalarında Washington’daki Arap Merkezi tarafından yayınlanan bir makalede, BM'nin temmuz ayında gerçekleştirdiği iki devletli çözüm konulu konferansının ilk bölümünde, aralarında birkaç Arap devletinin de bulunduğu 17 ülke tarafından imzalanan New York Deklarasyonu’nun imzacılarının taahhüt ettiği çerçeve, Arap ve Batı ülkeleri ile Avrupa Birliği'nin (AB) on yıllardır izlediği stratejiyi yansıttığını yazdı. Makaleye göre bu strateji, Filistinlilere, uluslararası toplumun iki devletli çözümü gerçekleştirme vaadiyle, İsrail'e karşı ‘silahlı mücadeleyi’ sona erdirip müzakere masasına oturmaları için baskı uyguluyor.


İki ABD'li yetkili, Afganistan'da gözaltına alınan ABD vatandaşları konusunu Kabil'de görüştü

Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki, 13 Eylül 2025 tarihinde Afganistan'ın Kabil kentinde ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ile bir araya geldi. (Reuters)
Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki, 13 Eylül 2025 tarihinde Afganistan'ın Kabil kentinde ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ile bir araya geldi. (Reuters)
TT

İki ABD'li yetkili, Afganistan'da gözaltına alınan ABD vatandaşları konusunu Kabil'de görüştü

Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki, 13 Eylül 2025 tarihinde Afganistan'ın Kabil kentinde ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ile bir araya geldi. (Reuters)
Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki, 13 Eylül 2025 tarihinde Afganistan'ın Kabil kentinde ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ile bir araya geldi. (Reuters)

Beyaz Saray, yurtdışında haksız olarak gözaltına alındığını düşündüğü vatandaşlarının serbest bırakılmasını sağlamak için çaba gösterirken, Afganistan’daki Taliban hükümetinin Dışişleri Bakanlığı, iki Amerikalı yetkilinin dün Kabil'deki yetkililerle Afganistan'da gözaltında tutulan Amerikalılar hakkında görüşmeler yaptığını açıkladı.

hyjukı
Taliban Ekonomi Bakanlığı tarafından yayınlanan fotoğrafta, Ekonomi İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Molla Abdulgani Birader (soldan üçüncü), ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler (solda) ve ABD'nin Afganistan eski Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad (soldan ikinci) ile birlikte (EPA)

ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ve ABD'nin Afganistan eski Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad, Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki ile bir araya geldi.

Afganistan Dışişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan açıklamada, “İki taraf, ikili ilişkilerde, özellikle de birbirlerinin ülkelerinde tutuklu bulunan vatandaşlarla ilgili çeşitli güncel ve gelecekteki konularda görüşmelerin devam edeceğini teyit etti” denildi.

ABD Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray henüz yorum taleplerine yanıt vermedi. Halilzad da yorum talebiyle yapılan telefon görüşmesine henüz yanıt vermedi.

Trump yönetiminin çizgisine yakın bir kaynak, Taliban'ın rehinelerle ilgili uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmemesinden dolayı Washington'da hayal kırıklığı olduğunu ve bunun nadir toprak elementleri veya daha geniş kapsamlı ilişkilerin iyileştirilmesi konusunda bir anlaşma olasılığını azalttığını söyledi.

İlişkilerin iyileştirilmesinin önündeki engel

Washington, Amerikan vatandaşlığına sahip Mahmud Habibi'yi ABD'nin en önemli tutuklusu olarak görüyor. Taliban ise onu gözaltına aldığını reddediyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı, Habibi'nin tutukluluğunu Afganistan ile iş birliğini geliştirmenin önündeki en büyük engel olarak nitelendiriyor. Taliban ise,Habibi'nin Kabil'de ortadan kaybolmasından üç yıl sonra onun nerede olduğunu bilmediğini söylüyor.

Taliban, geçen yıl Guantanamo askeri hapishanesindeki son Afgan tutuklu olan Mhammed Rahim'in iadesi karşılığında Habibi'yi serbest bırakma teklifini reddetti. Muhammed Rahim'in Usame bin Ladin'in yardımcısı olduğu söyleniyor.

Washington, ABD'nin Afganistan'da 20 yıl süren askeri müdahalesinin ardından 2021'de iktidara gelen Taliban hükümetini tanımıyor.

İki ABD'li yetkili, Halilzad ile barış müzakerelerinde Taliban ekibine liderlik eden Ekonomi İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Molla Abdulgani Birader ile görüştü.

hyjuı
Afganistan Dışişleri Bakanlığı tarafından 20 Mart 2025 tarihinde yayınlanan bu fotoğrafta, ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler (soldan üçüncü) ve ABD'nin Afganistan eski Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad (soldan ikinci) Kabil'de Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki (sağdan dördüncü) ile bir toplantıda (AFP)

Birader'in ofisi, nadir toprak elementleri de dahil olmak üzere Afganistan'daki yatırım fırsatlarının gözden geçirildiğini söyledi. Birader, ABD heyetinden ‘Afganistan'da çatışma yerine diyalog arayışında olmalarını ve ABD'nin Afganistan'ın yeniden inşasında rol oynamasını’ istedi.

Yurtdışında tutuklu bulunanlar Trump için öncelikli

ABD Başkanı Donald Trump, yurtdışında tutuklu bulunan Amerikalıların serbest bırakılmasını en önemli önceliği haline getirdi ve Afganistan, Rusya ve Venezuela dahil olmak üzere birçok ülkede onlarca kişinin serbest bırakılmasını sağladı.

Bu ay Trump, Washington'un yasadışı gözaltıları destekleyen ülkeleri belirlemesine ve Amerikalıları yasadışı olarak gözaltına aldığını iddia ettiği ülkelere yaptırımlar da dahil olmak üzere cezai önlemler uygulamasına yol açan bir başkanlık kararnamesi imzaladı.

Boehler mart ayında, 2022 yılında Afganistan'ı turist olarak gezerken gözaltına alınan Amerikalı George Glezmann ile birlikte Kabil'i ziyaret etti. Geçen ocak ayında ABD, Afganistan'da tutuklu bulunan Amerikan vatandaşlarının serbest bırakılması karşılığında, bir ABD mahkemesi tarafından uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm suçlarından mahkûm edilen bir Afgan vatandaşını serbest bıraktı.

Boehler ile görüşmesinin ardından Birader'in ofisi, “Boehler, Afganistan ve ABD'de tutuklu bulunan vatandaşlar konusunda iki ülkenin tutukluları takas edeceğini söyledi” açıklamasını yaptı.

zdfg
Taliban Ekonomi Bakanlığı tarafından yayınlanan fotoğrafta, Ekonomi İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Molla Abdulgani Birader (sağda), ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler (ortada) ve ABD'nin Afganistan eski Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad (solda) ile birlikte (EPA)

ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ise bu takası doğrulamadı ve Boehler'in ‘olasılıkları araştırmak için’ Kabil'i ziyaret ettiğini belirtti.

Rubio, İsrail'e giderken gazetecilere verdiği demeçte, “Yasadışı olarak gözaltına alınan kişilerle ilgili özel temsilcimiz bir süredir görüşmeler yürütüyor. Herhangi bir anlaşma veya takas kararı Başkan Donald Trump’a ait. Ancak her Amerikalı veya yasadışı olarak gözaltına alınan herkesin serbest bırakılmasını çok istiyoruz. Boehler, bunu başarmanın yollarını görüşmek için oraya gitti” ifadelerini kullandı.

Rubio, Mahmud Habibi'nin Afganistan'da tutulduğuna inanıyor. ABD, Habibi'nin nerede olduğu hakkında bilgi verenlere 5 milyon dolar ödül vaat ederken, Taliban 2022'deki kayboluşuyla herhangi bir ilgisi olduğunu reddediyor.

Geçtiğimiz mart ayında, Taliban tarafından iki yıldan fazla bir süre gözaltında tutulan eski uçak teknisyeni George Glezmann, Boehler'in Kabil'i ziyaretinin ardından serbest bırakıldı.

Boehler, Afganistan Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki ile yaptığı görüşmelerde tutuklular konusunu gündeme getirdi.

Afganistan Hükümet Sözcüsü Yardımcısı Hamdullah Fitrat, X platformu üzerinden yaptığı paylaşımda, “Her iki taraf da, ikili ilişkilerde çeşitli güncel meseleleri, özellikle de her iki ülkede tutuklu bulunan vatandaşlar meselesini görüşmeye devam edeceğini teyit etti” ifadesine yer verdi.

Taliban yetkilileri, ABD güçlerinin çekilmesinin ardından Ağustos 2021'de iktidara döndüklerinden bu yana onlarca yabancı uyruklu kişiyi gözaltına aldı.

Rusya Dışişleri Bakanlığı bu hafta, yaklaşık iki aydır Afganistan'da gözaltında tutulan bir Rus vatandaşının geri döndüğünü duyurdu.

Rusya Dışişleri Bakanlığı, vatandaşının ‘geçen temmuz ayından bu yana çeşitli suçlar işlediği iddiasıyla Afganistan'da gözaltında olduğunu’ açıkladı. Afgan yetkililer, Taliban yetkililerini tanıyan tek ülke olan Rusya ile Afganistan arasındaki dostane ilişkiler nedeniyle, Rus tarafının talebi üzerine vatandaşı serbest bıraktı.

Temmuz 2024'te Kabil, Washington ile tutuklu sorununu görüştüğünü duyurdu ve geçtiğimiz ocak ayında, uyuşturucu kaçakçılığıyla bağlantılı terör suçundan hüküm giymiş Afgan savaşçı Han Muhammed'in serbest bırakılması karşılığında iki Amerikalı serbest bırakıldı.

Taliban hükümeti, aralarındaki 20 yıllık savaşa rağmen, diğer ülkelerle, özellikle de ABD ile iyi ilişkiler sürdürmek istediğini defalarca dile getirdi. Pakistan, Çin, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İran dahil olmak üzere birçok ülke, 2021'den sonra Kabil'deki büyükelçiliklerini açık tuttu.

Taliban, görüşmenin ayrıntılarını açıklamazken, Beyaz Saray da Kabil'deki toplantı veya Taliban'ın açıklaması hakkında yorum yapmadı. Taliban, Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki'nin, ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ve bir başka ABD temsilcisiyle birlikte bir odada çekilmiş fotoğraflarını yayınladı. Taliban yaptığı açıklamada, Boeler'in ‘iki tarafın tutukluların takasını gerçekleştireceğini teyit ettiğini’ belirtti, ancak tutukluların sayısı, kimlikleri veya tutuklanma nedenleri hakkında bilgi vermedi.

Toplantı, Taliban'ın mart ayında Afganistan gezisi sırasında kaçırılan Amerikan vatandaşı George Glezmann'ı serbest bırakmasının ardından gerçekleşti. Glezmann, Başkan Donald Trump'ın göreve gelmesinden bu yana Taliban tarafından serbest bırakılan üçüncü rehine oldu.

Görüşmeler, Taliban'ın Trump'ın Afganistanlıların ABD'ye girişini yasaklama kararını sert bir şekilde eleştirmesinin ardından gerçekleşti.

Açıklamada, ‘iki ülke arasındaki ikili ilişkilerin geliştirilmesi, vatandaşlarla ilgili konular ve Afganistan'daki yatırım fırsatları hakkında kapsamlı görüşmeler yapıldığı’ da belirtildi. Açıklamada, Amerikan heyetinin geçen ayın sonunda Afganistan'ın doğusunu vuran yıkıcı depremin kurbanları için taziyelerini ilettiği de kaydedildi.