Dikenli tellerden yapay zekaya toplama kampları

Halkın toplu olarak cezalandırılması Küba’da başlarken, Çin’de son bulmayacak

Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)
Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)
TT

Dikenli tellerden yapay zekaya toplama kampları

Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)
Almanya’daki Auschwitz toplama kampından bir kare (1939-1945) (Getty Images)

Muhammed Tahir
Kamboçya’da ‘Kızıl Kmerler’ rejimi döneminde (1975-1979) Tuol Sleng Cezaevi’nin müdürlüğünü yapan Kaing Guek Eav geçtiğimiz Eylül ayı başlarında, Birleşmiş Milletler (BM) destekli mahkeme tarafından cezaevinde yapılan işkenceler nedeniyle insanlığa karşı suç işlemekten ötürü çarptırıldığı ömür boyu hapis cezasını çektiği parmaklıklar arkasında öldü. Guek Eav, Kamboçya’da iktidarı ele geçirmesinin ardından tüm etnik ve dini azınlıklara karşı sistematik imha operasyonları gerçekleştiren ve çoğunluğu baltayla doğranan yaklaşık iki milyon insanı katleden ‘Kızıl Kmerler’ rejiminde üst düzey bir yetkiliydi. Guek Eav, 20. yüzyılın en kanlı toplama kamplarından biri olarak tanımlanan Tuol Sleng Cezaevi’ni acımasız bir şekilde yönetti. Cezaevindeki mahkumların sayısı yirmi bine ulaşırken sadece yedisi hayatta kalabildi.
Tarih boyunca, eski uygarlıklar ve halklar, son derece katı şartlar altında düşmanlarına karşı, tüm şehirlerin yakılıp yıkıldığı, tüm etnik grupların bir bölgeden diğerine yerlerinden edildiği acımasız intikam yöntemleri uyguladılar. Ancak araştırmacılar, sivillerden oluşan büyük grupların hukuka aykırı olarak gözaltına alınması anlamına gelen ‘toplama kampı’ politikasının ilk tohumlarının İspanyol general Arsenio Martinez Campos tarafından 19. yüzyılın sonlarında Küba'da atıldığına inanıyorlar.

Toplama kampları uygulaması ilk olarak Küba’da başladı
Smithsonian Ulusal Doğal Tarih Müzesi’nin belgelerine göre Küba İspanya Kolonisi Genel Valisi Campos, 1895'te dönemin İspanya Başbakanı’na gönderdiği bir mektupta, bağımsızlık isteyen Kübalı isyancılara karşı zafer kazanmanın tek yolunun sivillere ve savaşçılara karşı katı önlemler almak olduğuna inandığını yazdı. Mektubunda ​​isyancıların, onları besleyen ve barındıran köylülerden ayrılması gerektiğini söyleyen Campos, bunu yapmanın yolunun ise yüz binlerce köylüyü İspanya’nın kontrolündeki şehirlere transfer etmek ve onları dikenli tellerin arkasına yerleştirmek olduğunu belirtti. Bu strateji o zamanlar ‘reconcentracion’ diğer bir değişle ‘toplama bölgeleri’ olarak adlandırılıyordu.
Ancak bu konuda yaşanan gelişmeler, Campos’un kendi icat ettiği politikayı uygulamakta tereddüt etmesine neden oldu. Kübalı isyancılar, savaş meydanında yaralanan İspanyollara karşı büyük bir merhamet gösterip savaş esirlerini zarar görmeden kışlalarına geri gönderdiler. Campos’un vicdanı, onurlu olduğuna inandığı bir düşmana karşı toplama bölgeleri stratejisini uygulama yükünü kaldıramadı ve ruhunda derin bir iz bıraktı. İspanya'ya bir mektup daha yazan Campos, “Uygar bir ulusun temsilcisi olarak, bir zulüm modeli tasarlayan ilk kişi ben olamam” ifadeleriyle bu katı önlemleri uygulayamayacağı için görevinden alınmasını istedi. İspanya Campos’u görevinden azletti ve yerine ‘kasap’ lakaplı General Valeriano Weyler’i görevlendirdi. Weyler, idam sırasındaki sivilleri merkezi bölgelere taşınmaya zorladı. Weyler, sadece bir yıl içinde on binlerce sivili hapse atarken, korkunç hayat şartları ve kıtlık nedeniyle yaklaşık 150 bin insan hayatını kaybetti.
Aslında, İspanya’nın toplama bölgeleri politikası, bundan önceki yüzyıllar boyunca tüm dünyada, özellikle Kuzey Amerika’da zorla çalıştırılan yerlilerin kaldıkları barınakların yöneticileri tarafından da uygulanıyordu. Aynı şekilde, Latin Amerika'daki İspanya kolonilerinin yöneticileri, halkın en savunmasız fertlerini, madenlerde ve yol yapımında zorla çalıştırmak üzere verimli topraklarından uzaklaşmaya zorluyordu. Ancak az sayıda kişinin çok sayıda sivilin denetlemesine dayanan toplama bölgeleri politikası, dikenli teller üretilene ve otomatik silahlar geliştirilinceye kadar uygulamada başarısız oldu. Bu teknolojik gelişimle politika olgunlaştı ve ‘toplama kampları’ kavramı siyaset sözlüğüne girdi.

“Toplama kampları, cehennemin kenar mahallesine benziyor”
Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İspanya'nın Küba’daki isyan hareketi yıllarında, güney sınırı yakınlarında uzun zamandır sürdürdüğü toplama alanları politikasını kınasa da bu itirazı uzun sürmedi.  İspanya’nın Küba'da yenilgiye uğramasından ve ABD’nin başta Filipinler olmak üzere birçok İspanyol kolonisini ele geçirmesinden sonra, dünyanın en fazla ayaklanmalarının yaşandığı bölgelerinde savaşan ABD’li generaller, toplama kampları politikasını benimsemek zorunda kaldılar.  1901 yılında bir Amerikan subayı, bu kamplardan birini inceledikten sonra yazdığı raporda, “Kamplar, cehennemin kenar mahallesine benziyor” yazdı.
Britannica Ansiklopedisi’ne göre 1900 yılına gelindiğinde ‘toplama kampları’ ifadesi Güney Afrika’da, Boer Savaşı sırasında yaygınlaştı. İngilizler, çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu 200 binden fazla sivili dikenli tellerin arkasındaki derme çatma çadırlara ve kulübelere koydu. Sivilleri cezalandırma fikri, kendilerini medeni bir ulusun temsilcileri olarak görenler arasında bir kez daha dehşet uyandırdı. İngiltere Parlamentosu’dan milletvekili Sir Henry Bannerman, Haziran 1901'de, “Silah taşıyanlarla taşımayanları ayıran çizgiler neler?” sorusunu sordu. Zira bu kamplarda hayatını kaybedenlerin sayısı savaş meydanlarında önlerden çok daha fazlaydı. Kirlenmiş su kaynakları, kıtlık ve bulaşıcı hastalıklar, on binlerce tutuklunun ölümüne neden oldu. Boerler, genellikle kaba ve sevimsiz olarak gösterilseler de, Avrupalıların ​​torunlarına bu şekilde davranılması İngiliz halkını şoke etti.
Boer Savaşı 1902 yılında sona erdi, ancak kısa süre sonra kamplar başka yerlerde yeniden ortaya çıktı. 1904 yılına gelndiğinde, Güney Afrika (şimdi Namibya olarak biliniyor) sınırındaki Alman kolonisinde, Alman General Lothar von Trotha isyancı Herero halkının yok edilmesi emri verdi. General Lothar von Trotha’nın uygulamaları kısa bir süre sonra sona ermiş olsa da, bu yerli halka verilen hasar onarılamadı. Hererolardan hayatta kalanlar, Nama halkıyla birlikte, yiyeceğin yetersiz olduğu ve ölümcül hastalıkların kol gezdiği zorunlu çalışma kamplarında toplandılar. Alman toplama kamplarının 1907 yılında tamamen dağıtılmasıyla birlikte şok edici gerçek ortaya çıktı. Kamplarda 70 binden fazla Namibyalı ölmüş, Herero halkı ise neredeyse tamamen yok edilmişti.
Toplama kampı politikası sadece on yıl içinde üç kıtaya da yayıldı. Toplama kampları, Avrupa, Asya ve Afrika’da, istenmeyen azınlıkları yok etmek, tartışmalı bölgeleri arındırmak, her türlü isyancı sempatizanlarını cezalandırmak, gerilla savaşı taraftarlarına eşlerini ve çocuklarını dikenli tellerin arkasına atarak baskı yapmak için kullanıldı. Uluslararası toplum bu kampları insanlık için bir utanç vesikası olarak görse de bu, toplama kamplarının gelecekte de kullanılmalarının önüne geçmeye yetmedi.


Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa'daki bir toplama kampı (AFP)

Yabancı düşmanlar
Toplama kampları, Birinci Dünya Savaşı sırasında yeni bir dönüşüm yaşadı. O dönem zorunlu askerlik görevi yaygın olarak uygulanıyordu ve zorunlu askerlik çağındaki herhangi bir Almanın İngiltere'den sınır dışı edilmesi, Alman ordusu tarafından silah altına alınarak cepheye gönderilmesi anlamına geliyordu.  Bu yüzden Londra, başlangıçta ülkedeki askerlik çağında olan tüm yabancıları hapse atmayı düşündü. Dönemin İngiltere İçişleri Bakanı Reginald McKenna, bu kişilerin tamamının ayrım gözetmeksizin tutuklanması çağrılarına itiraz etti.  Ancak 1915 yılında, ‘Losetania’ adlı İngiliz gemisinin bir Alman denizaltısı tarafından batırılması ve gemideki binden fazla sivilin ölmesi üzerine dönemin İngiltere Başbakanı Herbert Asquith, Almanlardan ve Avusturya-Macaristan uyruklulardan binlerce ‘yabancı düşmanı’ hapse atma kararı aldı.
Britanya İmparatorluğu aynı yıl tutuklama kapsamını kolonilerine kadar genişletti. Almanlar ise buna, İngiltere, Avustralya, Kanada ve Güney Afrika'dan gelenlere yönelik benzer tutuklamalarla karşılık verdiler. Toplama kampları kısa süre sonra tüm dünyaya yayıldı. Fransa'dan Yeni Zelanda'ya, Rusya’dan Türkiye’ye, Macaristan’a, Brezilya’ya, Japonya’ya, Çin’den Hindistan’a, Haiti’ye, Küba’ya, Singapur’a, ABD’ye ve diğer birçok ülkeye kadar toplama kampları görüldü.
Birinci Dünya Savaşı sırasında kurulan toplama kamplarının çoğu, eski sömürge kamplarından farklı olarak cephe hatlarından yüzlerce ve hatta binlerce mil uzakta bulunuyordu. Kamplardaki hayata dair en garip olan ise tutuklulara, bir kampta diğerine gitmeleri için vatandaşlık numarasına benzer şekilde seri numaraların tahsis edilmesiydi. Buradaki tutuklular ayrıca mektup ve paket gönderip alabiliyor, bazı durumlarda açık kalan banka hesaplarıyla işlem yapmalarına izin veriliyordu. Tüm bunların sonucunda Kızıl Haç müfettişlerinin hazırladığı raporlarla özel bir gözaltı bürokrasisi ortaya çıktı.
Savaşın sonunda, 800 binden fazla sivil, dünyanın dört bir yanındaki toplama kamplarında tutulurken, yüz binlerce sivil de uzak bölgelere kaçmak zorunda kaldı. Akıl sağlığı ve azınlık dokusunun bozulması, uzun süreli tutukluluğun sivillere ödettiği en ağır bedeldi. Yine de, Birinci Dünya Savaşı sırasında yabancı düşmanlara yönelik bu ‘medeni’ yaklaşım, eski toplama kamplarının lekeli ve ürkütücü imajını iyileştirmeyi başardı. İnsanlar, bir gün serbest bırakılacakları umuduyla, hedef alınan kitlenin bir kriz anında gözaltına alınmaması fikrini benimsedi. Ancak bu benimseyişin, 20. yüzyılın sonlarında, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi Almanya'sında trajik sonuçları oldu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında kurulan toplama kamplarının, içerisinde cinayetler işlenmediği ve sistematik şekilde işkence yapılmadığı için neredeyse pembe renkte çizilen imajına rağmen, öyle acı uygulamalardan da mahrum değildi. Birinci Dünya Savaşı’ndaki kamplar, yabancılara odaklanırken, devamında kurulan kamplar ülkenin kendi vatandaşlarına yönelikti. İlk olarak Küba’da ortaya çıkan kamplarındaki sivil ölümler, kasıtsız ve ihmalden kaynaklanırken, yarım asır sonra insanlar, Sovyetler Birliği’nin Gulag Kampları’nda ve Nazi Almanyası’nın Auschwitz Kampı’nda olduğu gibi kendi devletleri tarafından uygulanan korkunç zulümlere tanık oldular. Buralarda devletler, kendi vatandaşlarına laboratuar faresi gibi muamelede bulundu.


Joseph Stalin'in 1953'te ölümünden sonra, geriye kalan mahkumlar da serbest bırakıldı ve toplama kamplarının sayısı önemli ölçüde azaltıldı (AFP)

Siyasi toplama kampları
Bu dönemde hapishaneler ‘siyasi toplama kampları’ olarak biliniyordu. Böyle olmasındaki amaç, öncelikle totaliter rejimlerin ülkenin eklemleri üzerindeki kontrolünü sıkılaştırmak ve her türlü muhalefeti susturmaktı.
Örneğin 1922 yılında Sovyetler Birliği’nde, çoğunluğu ‘düzeltici çalışma kampları’ adı altında kurulan siyasi ve cezai suçlarla itham edilen kişilerin koyulduğu 23 toplama kampı vardı. Sovyet Sibiryası'ndaki Gulag Kampları da bu isim altında kurulmuştu ve kamulaştırma programının bir parçası olarak mülklerine el konulan milyonlarca aristokrat ve ileri gelen bu kamplarda kalıyordu. On yıl sonra, 1936 ile 1938 yılları  arasındaki Stalince tasfiyeler sonucu kamplara milyonlarca siyasi muhalif daha getirildi. 1939 yılında Sovyetler Birliği’nin Doğu Polonya’yı işgali, 1940'ta Baltık devletlerinin asimile edilmesinde ve 1941'de Almanya ile savaşın patlak vermesi de çok sayıda sivilin bu kamplara girmesine katkıda bulundu. Aynı kamplar Mihver güçlerinden savaş esirlerini ve düşmanla işbirliği yapmakla suçlanan Sovyet vatandaşlarını da ağırladı. Joseph Stalin'in 1953'teki ölümünün ardından geriye kalan mahkumlar serbest bırakılsa ve kampların sayısı önemli ölçüde azaltılsa da uzmanlar, bu kamplarda 20 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiğini tahmin ediyor.


İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki Bergen-Belsen Toplama Kampı’ndan bir kare (AFP)

Ölüm kampları
Almanya'da ilk toplama kampları 1933 yılında, Komünistler ve Sosyal Demokratlar da dahil olmak üzere tutuklu Nazi Partisi karşıtları için kuruldu. Muhalifler olarak görülenlerin kapsamı, Yahudiler, Romanlar, eşcinseller ve Nazi karşıtı siviller gibi çeşitli grupları içerecek şekilde genişletildi. İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinin ardından bu tutuklular yiyecek karşılığında çalışmaları gerektiği için ücretsiz işçi olarak kullanılırken, çalışma koşullarına dayanamayanlar yorgunluk ve açlık nedeniyle hayatlarını kaybettiler. Bu rejim terörünün doruk noktası, Adolf Hitler'in ‘Yahudi sorununa’ nihai çözüm olarak seçtiği imha merkezlerinin veya diğer bir deyişle ‘ölüm kamplarının’ kurulması oldu. Ölüm kampları arasında ‘Auschwitz’ ve ‘Majdanek’ toplama kampları öne çıkan isimlerdi. ‘Buchenwald’ ise, insanlar üzerinde korkunç tıbbi deneylerin yapıldığı bir toplama kampıydı. Tarihçilerin tahminlerine göre Hitler'in kamplarında yaklaşık altı milyon insan hayatını kaybetti.
Aynı dönemde Batı’da da toplama kampları vardı. Özellikle 1942 yılında 117 binden fazla Japonya kökenli Amerikalı sivilin keyfi olarak gözaltına alındığı, Pearl Harbor saldırısından kısa bir süre sonra Başkan Franklin Roosevelt'in doğrudan emriyle insanlık dışı bir şekilde toplama kamplarına kapatıldığı ABD’de bu kamplar varlıklarını sürdürdü. Kanada da ABD’nin izinden gitti ve 21 bin Japonya asıllı Kanalı sivili batı bölgelerinden göç etmeye zorladı. Britannica Ansiklopedisi’ne göre ABD’de Japonya kökenli tutukluların bir kısmı, kaçmaya çalışırken öldürüldü.

Toplama kampları var olmaya devam etti
Toplama kampları politikası, İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana doğuda ve batıda çeşitli uygulamalarla ve insanlık onuruna aykırı şekillerde devam etti. Kampların listesi, neredeyse din, dil, ırk, renk veya kıta ayrımı olmaksızın uzayıp gidiyor. Ancak bugün yeni bir kategori ortaya çıkmış durumda. Bu kategoride, Avrupa ve ABD yönetimleri için adeta bir hedef haline gelen siyasi düşüncelerinden veya geçim sıkıntısından dolayı göç etmek zorunda kalan mülteciler yer alıyor.
Bugün dünyada toplama kamplarının en son ve en tehlikeli modeli ise Çin modeli olmaya devam ediyor. Associated Press (AP) Haber Ajansı, bir milyondan fazla Müslüman Uygur’un, Pekin'in ‘yeniden toplum mühendisliği projesi’ bahanesiyle gözaltına aldığı Kazakların ve diğer azınlıkların bulunduğu toplu gözaltı merkezlerinin ‘felaket’ olarak tanımlanan belgelerini ortaya çıkardı. Belgelere göre bu kamplarda, davranışların zorla değiştirilmesi, ideolojik olarak yeniden eğitim verilmesi, fikir ve hatta insanların konuştukları dilin değiştirilmesi için kurulan gizli merkezler bulunuyor.
Belgeler, bu kamplarda veri, yapay zeka ve kameralarla donatılmış gözetleme kulelerinin yer aldığı yeni bir sosyal kontrol yönteminin kullanıldığını ortaya koyuyor. Belgelerde, ayrıntılı bir kayıt sistemiyle insanların Çin’de günlük yaşamda kullanılan Mandarin dilini (Pekin lehçesi) konuşabilme dereceleri ve Pekin'in ideolojisine olan saygısına göre sınıflandırıldığını uygulanan katı kurallara bağlılıklarının incelendiğini, hatta duşta veya tuvalette dahi izlendikleri görülüyor. AP’nin haberine göre Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde 2017 yılında hayata geçirilen bu sistem sayesinde dininden, dilinden ve kökenlerinden uzaklaştırılmış yeni bir nesil yaratılmak istendiğini söyleyen Çinli akademisyen Adrian Zenz “Elde edilen deliller, yapılanı kültürel bir soykırım olarak adlandırmamızı gerektiriyor” ifadelerini kullandı.



İran geniş çaplı füze tatbikatlarına başladı

Ulusal Güvenlik Konseyi'ne bağlı Nour News Ajansı tarafından yayınlanan bir fotoğrafta, yeri belirtilmeyen füze tatbikatları görülüyor.
Ulusal Güvenlik Konseyi'ne bağlı Nour News Ajansı tarafından yayınlanan bir fotoğrafta, yeri belirtilmeyen füze tatbikatları görülüyor.
TT

İran geniş çaplı füze tatbikatlarına başladı

Ulusal Güvenlik Konseyi'ne bağlı Nour News Ajansı tarafından yayınlanan bir fotoğrafta, yeri belirtilmeyen füze tatbikatları görülüyor.
Ulusal Güvenlik Konseyi'ne bağlı Nour News Ajansı tarafından yayınlanan bir fotoğrafta, yeri belirtilmeyen füze tatbikatları görülüyor.

İran medyası, ülke genelindeki çeşitli illerde füze denemelerinin başladığını bildirdi.

İran Devrim Muhafızları'na bağlı Fars Haber Ajansı, görgü tanıklarının ifadelerine ve vatandaşlardan gelen haberlere dayanarak, İran genelinde çeşitli yerlerde füze denemelerinin yapıldığını belirtti.

Haberlere göre, füzeler Loristan eyaletinin başkenti Hürremabad'da, Batı Kürdistan eyaletinin (batı) Mahabad şehrinde, İsfahan'da, Tahran'da (merkez) ve ülkenin kuzeydoğusundaki Horasan eyaletinin başkenti Meşhed'de görüldü.


Sarı hattı etkisiz hale getirmek... Gazze anlaşmasının ikinci aşamasını tehdit eden bir pazarlık kozu

Gazze şehrindeki enkaz yığınları arasında Hamas mensupları ve Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) üyeleri (AFP)
Gazze şehrindeki enkaz yığınları arasında Hamas mensupları ve Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) üyeleri (AFP)
TT

Sarı hattı etkisiz hale getirmek... Gazze anlaşmasının ikinci aşamasını tehdit eden bir pazarlık kozu

Gazze şehrindeki enkaz yığınları arasında Hamas mensupları ve Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) üyeleri (AFP)
Gazze şehrindeki enkaz yığınları arasında Hamas mensupları ve Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) üyeleri (AFP)

ABD’nin Miami kentinde yapılan Gazze anlaşması çerçevesindeki dörtlü arabuluculuk toplantısının sonuçları, haftalar sürebilecek istişarelere işaret ediyor. İsrail kaynaklarından sızan bilgiler, Gazze Şeridi’nin kontrol altındaki alanının yüzde 50’sinden fazlasını kapsayan ve Hamas’ın bulunmadığı bölgede silahsızlandırma olasılığına dair ipuçları veriyor.

Sızıntılar, sarı hat bölgesinde ikinci aşamadan bağımsız kısmi bir yeniden imar planının hazırlandığını öne sürüyor. Uzmanlar, bu hamleyi, arabulucular ve Hamas üzerinde baskı kurmak için bir araç olarak değerlendiriyor; amaç, Hamas’ın kontrol ettiği bölgelerde silahlarını bırakmasını sağlamak.

Uzmanlar, tek taraflı girişimlerin, Gazze anlaşmasının ikinci aşamasını aksatabileceğini ve İsrail’in bölgeyi bölme ve tamamen çekilmeme hedeflerine hizmet edebileceğini belirtiyor. İlk aşaması 10 Ekim’de uygulamaya konulan barış planının maddeleri de bu olasılıklara işaret ediyor.

İsrail Kanal 12 televizyonuna konuşan bir güvenlik kaynağı, ordunun sarı hat bölgesinde silahsızlandırma çalışmalarını tamamlamak üzere olduğunu belirtti. Kaynağa göre, söz konusu bölge Gazze Şeridi’nin doğusunda yer alıyor ve toplam alanın yaklaşık yüzde 52’sini kapsıyor.

Ekim ayında imzalanan Gazze anlaşmasından bu yana, sarı hat içinde faaliyet gösteren altı tugay, yer üstü ve yer altındaki altyapının onlarca kilometresini yok etti. Aynı kaynak, Hamas’ın kontrol ettiği bölgelerde silahsızlandırmanın önemine dikkat çekti.

Şarku’l Avsat’ın Times of Israel’den aktardığına göre İsrail ordusu cumartesi günü, Han Yunus’un güneyinde sarı hattın İsrail tarafında Hamas’a ait tünellerin patlatıldığını ve yıkıldığını gösteren görüntüler paylaştı.

Bu adımlar, Yedioth Ahronoth gazetesinin yaklaşık bir hafta önce aktardığı habere göre, Tel Aviv’in, ABD talebi üzerine Gazze Şeridi’nde enkaz kaldırma maliyetlerini karşılamayı ve geniş çaplı mühendislik çalışmalarını üstlenmeyi ilk etapta kabul etmesinin ardından geldi. Haberde, Refah bölgesinde yeniden imar için bir alanın boşaltılmasının planlandığı ifade edildi.

Buna karşılık Mısır Dışişleri Bakanı Bedr Abdulati cumartesi günü yaptığı açıklamada, Gazze Şeridi’nde yeniden imar çalışmalarının acilen başlatılması gerektiğini vurguladı. Abdulati, tek taraflı çözümleri veya Filistin topraklarının demografik ve coğrafi yapısını değiştirme girişimlerini reddettiklerini ve Filistin halkının topraklarından zorla çıkarılmasına izin verilmeyeceğini belirtti.

dcfr
Gazze Şeridi'nin orta kesimindeki el-Bureyc'de İsrail ordusu tarafından çizilen sarı hattı temsil eden beton blok (AFP)

Mısır Dış İlişkiler Konseyi üyesi ve İsrail konularında uzman akademisyen Ahmed Fuad Enver, sarı hattın silahsızlandırılmasıyla ilgili açıklamaların İsrail tarafından yapılan belirsiz ve baskı amaçlı beyanlar olduğunu belirtti. Enver, bu adımların ikinci aşamayı etkilemeyi amaçladığını vurguladı.

Filistinli siyasi analist Nizar Nazzal ise sızıntıları, arabulucular ve Hamas üzerinde ‘doğrudan baskı’ kurma girişimi olarak nitelendirdi. Nazzal, Hamas’ın silahsızlandırılmasının zaman alacağını ve uygulanmasının zorluklar içereceğini, ayrıca İsrail içinde sahte zafer algısı yaratmayı hedeflediğini ifade etti.

Söz konusu tartışmalar, Miami’de yapılan toplantının sonuçlarıyla eş zamanlı olarak gerçekleşti. Mısır, Katar, Türkiye ve ABD’yi temsil eden arabulucuların açıklamasına göre, ABD’nin gönderdiği diplomat Steve Witkoff’un X hesabından aktardığı mesajda, ikinci aşama görüşmelerinde Gazze’de birleşik otorite altında sivil ve kamu düzeninin korunmasını sağlayacak bir yönetim organının güçlendirilmesine vurgu yapıldığı belirtildi. Arabulucular, geçiş sürecinde sivil ve güvenlik alanları ile yeniden inşayı yönetmek üzere Barış Konseyi’nin kurulması ve aktif hale getirilmesine destek verdiklerini açıkladı.

xscdfg
Gazze Şeridi’ndeki Sivil Savunma Müdürlüğü mensupları, 2023 yılında er-Rimal mahallesinde yıkılan bir binanın enkazı arasında ceset arıyor. (AFP)

Arabulucular, tüm taraflara yükümlülüklerini yerine getirme, itidal gösterme ve denetim mekanizmalarıyla iş birliği yapma çağrısında bulundu. Ayrıca ikinci aşamanın uygulanmasını ilerletmek amacıyla önümüzdeki haftalarda görüşmelerin devam edeceği açıklandı.

Ahmed Fuad Enver, ikinci aşama için geri sayımın başladığını belirterek, “İsrail’in bu aşamaya girmesi için zorunlu bir süreç olacak… Ocak ayında bunu görebiliriz” dedi.

Nizar Nazzal ise Miami toplantısının ikinci aşamanın ana hatlarını çizdiğini, Barış Konseyi, Gazze Yönetim Komitesi ve istikrar güçlerinin oluşturulmasının uygulamaya konduğunu söyledi. Nazzal, buna bağlı olarak İsrail’in, silahsızlandırma ve saldırıların devamı gibi engellere rağmen ABD baskısı altında ikinci aşamaya katılmak zorunda kalacağını ifade etti.


İran: Füze programımız savunma amaçlıdır ve müzakere konusu değildir

Tahran'da düzenlenen askerî geçit töreninde görülen İran balistik füzeleri (Arşiv – Reuters)
Tahran'da düzenlenen askerî geçit töreninde görülen İran balistik füzeleri (Arşiv – Reuters)
TT

İran: Füze programımız savunma amaçlıdır ve müzakere konusu değildir

Tahran'da düzenlenen askerî geçit töreninde görülen İran balistik füzeleri (Arşiv – Reuters)
Tahran'da düzenlenen askerî geçit töreninde görülen İran balistik füzeleri (Arşiv – Reuters)

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü İsmail Bekayi bugün yaptığı açıklamada, İran’ın füze programının savunma amaçlı olduğunu ve müzakere edilemeyeceğini belirtti.

Bekayi, “İran'ın saldırganları caydırmak için tasarlanmış savunma yetenekleri hakkında hiçbir koşulda tartışma yapılmasına yer yoktur” dedi.

Amerikan medyasında yer alan haberlere göre, ABD Başkanı Donald Trump’ın, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’dan İran’ın balistik füze programındaki herhangi bir genişlemenin hızlı bir müdahaleyi gerektirebilecek bir tehdit oluşturduğunu belirten bir brifing alması bekleniyor.

sdf
İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO), ülkenin güneyindeki Hürmüz Boğazı'nda düzenlenen askeri tatbikat sırasında füze ateşledi. (EPA)

İsrailli güvenlik kaynakları, İran’ın nükleer programını yeniden canlandırma yönünde adımlar atmaya başladığına dair bir dizi işaret bulunduğunu, ancak uranyum zenginleştirmeyi henüz yeniden başlatmadığını açıkladı. Şarku’l Avsat’ın Maariv gazetesinden aktardığına göre, son haftalarda İsrail ve ABD’nin önceki saldırılarında tahrip edilen nükleer reaktörler çevresinde sürekli bir hareketlilik gözlemleniyor.

Kaynaklar, ayda ortalama 3 bin balistik füze üretimi için yoğun çabalar sarf edildiğini belirtti. Bu füzeler eski nesil ve düşük isabetli olmasına rağmen, hedeflerine ulaşanlar ciddi yıkıma yol açabiliyor.

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ise dün yaptığı açıklamada, Tahran’ın ‘yeni bir saldırı olasılığını göz ardı etmediğini’, ancak ülkenin ‘tam anlamıyla ve öncesine göre daha fazla’ hazır olduğunu belirtti. Arakçi, bu hazırlığın amacının savaşı önlemek olduğunu, savaş istemek olmadığını vurguladı ve İran’ın haziran ayındaki saldırılarda zarar gören altyapıyı yeniden inşa ettiğini kaydetti.

fgt
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ve ekibi, 12 Nisan'da Maskat'ta Amerikan heyetiyle yapılan dolaylı görüşmelerin ardından gerçekleştirilen ilk tur görüşmelerin arasında (Arşiv – AFP)

Nükleer tesislerine yönelik saldırılardan önce İran, uranyumu yüzde 60 oranında zenginleştiriyordu. Bu oran, askeri kullanım seviyesine yakın kabul ediliyor. UAEA, savaşın başlaması sırasında İran’ın yaklaşık 441 kilogram bu düzeyde zenginleştirilmiş uranyuma sahip olduğunu bildirmiş, ancak 13 Haziran’dan bu yana stokları doğrulamanın mümkün olmadığını açıklamıştı.

Batılı ülkeler, bu seviyede zenginleştirmenin sivil bir ihtiyaç olmadığını savunurken, UAEA İran’ın yüzde 60 oranında uranyum zenginleştiren, nükleer silaha sahip olmayan tek ülke olduğunu belirtiyor.