ABD’nin Vatikan’a karşı verdiği kültür savaşındaki Çin gerekçeleri

Pompeo, Pekin'e karşı ‘kutsal ittifak’ fikrini savunurken Papa, böyle bir ittifaka karşı çıkıyor

Papa Francis, Mayıs 2017’de  ABD Başkanı Donald Trump ile Vatikan'da bir araya geldi (Getty Images)
Papa Francis, Mayıs 2017’de ABD Başkanı Donald Trump ile Vatikan'da bir araya geldi (Getty Images)
TT

ABD’nin Vatikan’a karşı verdiği kültür savaşındaki Çin gerekçeleri

Papa Francis, Mayıs 2017’de  ABD Başkanı Donald Trump ile Vatikan'da bir araya geldi (Getty Images)
Papa Francis, Mayıs 2017’de ABD Başkanı Donald Trump ile Vatikan'da bir araya geldi (Getty Images)

İmil Emin
Dünya, Amerikan basınında Papa Francis'e yönelik organize bir saldırı gibi görünen karalama kampanyası karşısında şaşkınlığa uğradı. Ne üst düzey isimlerin ne de sıradan vatandaşların bunun arkasındaki nedene ilişkin hiçbir fikri yoktu. Çeşitli medya platformları, gazeteler, radyolar ve televizyonlar, Papa Francis'in adını, eşcinsellerin ayrı ailelere sahip olması, yani eşcinsel evliliğin yasallaştırılması ve bununda -bazı sapkınların söylediği gibi- onların Tanrı'nın çocukları olmasından ötürü yapılması gerektiği talebiyle ilişkilendirdiler.
Gerçekte ne Papa ne de Roma Katolik Kilisesi’ndeki üst düzey herhangi bir papaz böyle bir şey söylemedi, söyleyemez de. Zira, bu durum, ne Hristiyanlık inancıyla ne de Katolik mezhebiyle bağdaşmaz. Papa’nın sözleri, özellikle bilimin bugüne kadar bu insanları böyle bir kadere götüren genetik veya zihinsel nedenleri netleştiremediğinden ötürü, ölümcül bir hastalığa yakalandıklarında aileleriyle birlikte olmaları ve bakıma muhtaç insanlar olarak onlara sempati duyulması gerektiğine dair nasihatlerin ötesine geçmedi.
Başkan Donald Trump ile Papa Francis arasındaki ilişkinin, özellikle Trump yönetiminin ilk yılında pek de iyi olmadığı herkes tarafından biliniyor. Vatikan’ın, Beyaz Saray’ın efendisinin Meksika sınırına bir ayırma duvarı inşa etme fikrine karşı çıkması gerginliğe sebep olmuştu. Ancak Papa Francis’in ABD’yi ziyaret etmesinin ardından ortalık sakinleşti. Papa’nın ABD ziyaretine ilgi büyüktü. Ardından Trump ve eşi, Vatikan'ı ziyaret ettiler. Sanki işler, yoluna girmiş gibi görünüyordu.
Ancak son dönemde Washington ile Vatikan arasındaki gerilimi yeniden alevlendiren nedenin ne olduğuna dair bir takım soru işaretleri yine gündemde. ABD Dışişleri Bakanı (Mike) Pompeo'nun geçtiğimiz haftalarda Kutsal Makam’a (Holy See/Vatikan) karşı gösterdiği öfkenin nedeni ne? ABD’nin, bekasına yönelik en büyük tehdit olarak gördüğü, bugüne kadar yaşanan benzersiz kutuplaşmanın diğer ucunda bulunan ve ister bir Çinli ister ulusal topraklarında ikamet eden bir yabancı olsun tüm insan haklarını küçümseyen, özgürlükleri istismar eden ve hatta Çinli Hıristiyanları büyük ölçüde kısıtlamaya çalışan bir ülke olan Çin'in bu krizdeki rolü nedir?

‘Diyakoz’ Pompeo, Papa’ya kızgın
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Washington’da ‘diyakoz’ olarak biliniyor. Diyakoz, Katolik kilisesindeki üç yüksek ruhban derecesinin ilk basamağı olan diyakozluk rütbesindeki kişidir ve genellikle rahibe dualarda yardımcı olur.
Ancak buradaki ironi Pompeo'nun bir Katolik olmamasıdır. Evanjelik Presbiteryen Kilisesi'ne mensup olan Pompeo, 2007 ile 2009 yılları arasında, özellikle Pazar Okulları adı verilen okullarda görev yaptı.
Pompeo, Amerikan sağıyla ​​uyumlu olan Hıristiyanlık düşüncelerini açıklamaktan hiçbir zaman geri durmamıştır. ABD’nin yeni Kenan Diyarı olduğuna ve komünizmin Şeytan'ın işi olduğuna inanan Pompeo, genellikle Başkan Trump ile Beyaz Saray'daki dua oturumlarına katılıyor. Hem Pompeo hem de Trump, ilk eşlerinden boşanmış ve ikinci eşleriyle evlenmişlerdir.

Peki, ‘Diyakoz’ Pompeo’nun, son günlerde Kutsal Makam’a yönelik öfkesinin sebebi nedir?
İtalya’nın başkenti Roma, geçtiğimiz Eylül ayı sonlarında, ABD’nin Vatikan Büyükelçiliği tarafından organize edilen ‘dünyada din özgürlüğü’ konulu bir sempozyuma ev sahipliği yaptı. ‘Diplomasi Yoluyla Uluslararası Din Özgürlüğünü Geliştirmek ve Savunmak’ başlıklı sempozyum, ABD'nin Vatikan Büyükelçisi Callista Gingrich tarafından yapılan konuşmayla açıldı. Büyükelçi Gingrich, sempozyumun konusunun hem ülkesi hem de Vatikan için bir öncelik olduğunu ve bugün dünyanın içinde bulunduğu kritik dönemde, büyük önem arz ettiğini vurguladı.
Sempozyumun katılımcılarının ön saflarında yer alan Pompeo konuşmasında, bu yıl sona ermesinin 75’inci yıl dönümü olan 2. Dünya Savaşı'ndan bahsetti. Halk arasında Yahudiler için halka dua ettiği için Naziler tarafından tutuklanan rahip ‘Bernhard Lichtenberg’den bahsetti.
Pompeo ayrıca Papa 2. Jean Paul'un Varşova Paktı’nın çöküş süreci ve Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması sürecinde komünizmin ezilmesinde oynadığı büyük rolden de bahsetti.
Pompeo'nun sözlerinin hedefinde, özellikle de dini özgürlükleri açıkça ihlal ettiği göz önüne alındığında Çin'in olduğu aşikârdı.

Peki, Vatikan, din özgürlüğünü kınayamaz veya savunamaz mı?
Sempozyuma katılan bir kaynak, bu sorunun yanıtının, din özgürlüğünün savunulması ve teşvik edilmesinin Vatikan’ın diplomatik faaliyetinin ayırt edici bir işareti olduğunu vurgulayan Vatikan Devlet Sekreteri (Başbakan) Kardinal Pietro Parolin tarafından, ‘devredilemez yaşam hakkı çerçevesindeki din özgürlüğü hakkının tüm insan haklarının temelini oluşturduğuna dikkat çekilerek’ verildiğini söyledi.
O halde sempozyumun sonunda Pompeo'yu kızdıran ve Papa'yı din özgürlüğü meselesinde daha fazla sorumluluk almaya ve Vatikan'ı Pekin ile iş birliği yapmaktan vazgeçmeye çağırmasına neden olan neydi?

Papa Francis ile Vatikan'da bir araya gelen Çinli Hristiyan hacılar ülkelerinin bayrağını dalgalandırırken (Getty Images)
Çin'in Roma Katolik Kilisesi ile ilişkisi

Çin'in bilimleri, edebiyatı, sanatı, kültürleri, dilleri ve halkları ile Batı dünyasına açıldığı köprüyü çok uzun süre temsil eden Çin ile Roma Katolik Kilisesi arasındaki ilişkinin tarihine bakılmadan yukarıdaki soruya cevap verilemez.
MS. 13. yüzyılda Çin'e açılan ilk kişilerin, misyonerlik yapan Fransisken rahipleri olduklarını söyleyebiliriz. Ardından 16. ve 17. yüzyıllar arasında, eski Çin felsefesinin birçok izini modern Avrupa'nın dillerine çeviren Cizvit Tarikatı rahipleri Çin’e ulaştı. Cizvitler, ayrıca Çin halkını matematik, astronomi, tıp ve benzeri gibi Batı bilimleri ile tanıştırdılar.
Çin Komünist Partisi'nin 1949 yılında iktidara gelmesiyle birlikte Çinli yetkililerin, tüm Katolik ve Protestan misyonerleri kovması ve kilisenin Batı emperyalizminin bir parçası olarak görülmesi, Çin ile Roma Katolik Kilisesi arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası oldu.
Vatikan ile Çin arasındaki diplomatik ilişkiler, 1951 yılında resmen kesildi ve yaklaşık altı yıl sonra, Çinli Komünist yetkililer, ‘Çin Yurtsever Katolik Derneği’ni (CCPA) kurdular. Buradaki amaç,  Hristiyan olsa bile herhangi bir Çin milliyetçisi grubun, Roma Kilisesi ve Papa ile olan ilişkisinin ötesine geçmektir. Ancak bu girişim, papalıkla idari, örgütsel veya manevi olarak doğrudan bağlantılı değildir.
Bu yüzden Vatikan’ın Katolik Hristiyan topluluklarını üzerlerinde tam bir kontrol sağlamak amacıyla dış dünyadan izole etme fikrinin ötesine geçmeyen CCPA’ya piskopos atamayı reddetmesi son derece doğaldı. Peki, Çin'deki Katolikler böyle bir yaklaşımı kabul ettiler mi?
Kaynak, Çin’de CCPA’nın kurulmasından bu yana dini ritüellerini ve ibadetlerini Vatikan'a bağlı ‘yeraltı kiliselerinde’ yerine getiren gizli Katolik grupların çoğaldığını ve bu yüzden Çin hükümetine kayıtsız kaldıklarını söyledi. Çinli Katoliklerin sayısının 12 milyon olduğu tahmin ediliyor. Bunların yarısı resmi Çin Katolik Kilisesi'ne (yani CCPA’ya), diğer yarısı ise Vatikan'a bağlı olan yeraltı kilisesine mensuplar.
Resmi Çin Katolik Kilisesi, Papa'nın manevi otoritesini tanımıyor. Hatta Çin’de Vatikan’a bağlı olanlar bu konuda büyük zorluklarla karşı karşıya geliyorlar.  Tacizlerle başlayan bu zorluklar, başta 30 yılını hapiste geçiren Piskopos Ignatius Kung olmak üzere Papa'yı tanıyan bazı Çinli Katolik piskoposlara verildiği gibi hapis cezasına çarptırılmaya kadar varıyor.

Vatikan ve Çin arasında 2018 yılında bir anlaşmaya varıldı
Roma Katolik Kilisesi, zamanları ve olayları okumayı bilen modernist bir kilise olarak biliniyor.  Dolayısıyla küreselleşme çerçevesinde sınırları kaldırmış, setleri yıkmış, Çin ile yaşanan gerilimi kaçınılmaz bir kadermiş gibi kabul edememiştir.
Buna karşın bugün eski Avrupa kıtasının bulunduğu batı Avrasya bölgesiyle ilişkilerini canlandırmak için bir araç olarak gördüğü İpek Yolu başta olmak üzere yumuşak ve pürüzsüz araçlarla bir sonraki kutuplaşma projesi için çalışan Çin’in rolü, Vatikan'ın rolünden daha mı önemsiz?
Çin Ulusal Din İşleri İdaresi Müdür Yardımcısı Chen Zongrong, Pekin'in Vatikan'la temas kurmak için gerçekten çaba sarf ettiğini söylerken Ulusal Din İşleri İdaresi Sözcüsü Xiao Hong Beijing, Reuters tarafından aktarılan açıklamasında Çin'in Vatikan ile aktif olarak görüşmeleri sürdürdüğünü belirtti.

Çin’in fikir değiştirmesine ne sebep oldu?
Kısacası Çin yönetimi, dünyanın altı kıtasına dağılmış yaklaşık bir milyar 350 milyon mensubu olan yani Çin'in toplam nüfusuna eşdeğer bir nüfusa sahip ana kiliseden uzak durmanın çıkarına olmadığını fark etti.
Bu ileriye dönük vizyon, 22 Eylül 2018'de, Vatikan ile Çin arasında, piskoposların atanmasına ilişkin ve ilişkilerin geliştirilmesini teşvik etmek için bir geçici anlaşma ile pekiştirildi. Sözü konusu anlaşma, uzun süren bir tartışmalar sürecinin ardından kademeli ve karşılıklı bir yakınlaşma sonucunda yapıldı. Bu süreç, anlaşmanın uygulamasına dair periyodik değerlendirmelerin yapılmasını sağlarken Çin ile Vatikan arasında iş birliğinin artırılması için gerekli koşulların oluşmasına izin verdi.
Anlaşma, imzalandığı gün Papalık Basın Ofisi tarafından yapılan bir açıklamayla duyurulurken iki taraf arasında ‘umut paylaşımı’ olarak adlandırıldı. Açıklamada bu umudun, verimli ve ileriye dönük kurumsal bir diyalog süreci yaratmaya, Çin halkının yararına ve hem dünya barışına gem de Çin Katolik Kilisesi'ne olumlu katkıda bulunmaya yardımcı olacağı belirtildi.
2019’a gelindiğinde 70 yıldır süregelen anlaşmazlıklar yavaş yavaş çözülmeye başlamış gibi görünüyordu. Papalık Ofisi Holy See Basın Bürosu Müdürü Matteo Bruni, 27 Ağustos 2019'da piskopos Antonio Yao Shun’ın Çin’e bağlı İç Moğolistan Özerk Bölgesi’ne Şantung başpiskoposu olarak atandığını duyurdu. Anlaşmanın imzalanmasının ardından yapılan ikinci atama ise 28 Ağustos'ta Piskopos Stefano Xu Ho Ngway’in, Hangeong Piskoposluğu’na yardımcı piskopos olarak atanması oldu.

ABD, Çin ile Vatikan arasındaki geçici anlaşmanın uzatılmasına karşı çıktı
2018 yılında Vatikan ve Çin arasında yapılan antlaşmanın süresi Ekim ayında dolarken Vatikan ve Çin geçici anlaşmayı, 21 Ekim 2022'ye kadar iki yıl daha uzattılar. Papalık Basın Ofisi’nden yapılan açıklamada ‘Vatikan’ın, söz konusu anlaşmanın uygulanmasının, iki taraf arasındaki iyi iletişim ve iş birliği sayesinde olumlu yönde ilerlediği değerlendirmesinde bulunduğu ve Katolik Kilisesi'nin, Çin halkının iyiliğini desteklemenin yanı sıra açık ve yapıcı bir diyalog devam ettirmek için anlaşmayı uzatmak istediği’ belirtildi.
Vatikan'ın sırları halka açıklanmıyor. Çünkü (eski İsrail Başbakanı) Golda Meir'in 1967'de Papa VI. Paul'un döneminde Vatikan'a yaptığı ilk ziyarette söylediği gibi Vatikan’ın saati, dünya saatlerinden farklı çalışıyor.
Bu yüzden Vatikan ile Çin arasında Eylül 2018'de imzalanan anlaşma uzun bir yolculuğun varış noktasını oluştururken, aynı zamanda ve her şeyden önce daha geniş ve ileri ye dönük anlaşmalar için bir başlangıç ​​noktasını da temsil ediyor. Bununla birlikte içeriği gizli tutulan geçici anlaşma, açık ve yapıcı bir diyalogun sonucudur.
Saygı ve dostluk çerçevesindeki bu diyalogun, seleflerinin uzun yıllar önce başlattığı müzakerelerden sonra Papa Francis'in geçmişte Kilise'nin aldığı yaraların farkında olması ve bunları iyileştirmeye çalışmasının bir sonucu olduğu bir gerçek.  Papalık yetkisi olmadan piskoposluk töreni yapan Çinli piskoposlarla tam bir birliktelik oluşturan Papa, eski Papa XVI. Benedict tarafından onaylanan piskoposların atanmasına ilişkin anlaşmanın imzalanmasına izin verdi.

Kilise’nin adımı dini mi yoksa jeopolitik mi?
Çin-Vatikan yakınlaşması tamamen dini bir hareket mi yoksa Roma Katolik Kilisesi'nin kazanımlarını artıran jeopolitik bir hareket mi? Ünlü Amerikan tarihçisi Will Durant, ‘The Story of Civilization’ (Medeniyetin Temelleri) adlı ölümsüz eserinde Kilise’yi, ‘tarihteki en önemli insan kurumu’ olarak tanımlarken diğerleri Vatikan’ın, sınırları veya kolonileri olmayan bir imparatorluk olduğunu söylediler. Şuana kadar edinilen deneyimler, tıpkı 2.Dünya Savaşı'nın sonunda 1945'teki Yalta Konferansı'nın oturum aralarında Joseph Stalin'in tiye aldığı gibi Papa’nın askeri birlikleri olmasa bile ahlaki bir etkiye sahip olduğunu kanıtladı.
Vatikan’da ve onun idari ve bilimsel departmanlarında, özellikle Atlantik'in diğer yakasında ve ABD-Çin anlaşmazlığı çerçevesinde, bilinçli ve parlak beyinler olduğu kesindi. Bir gün mevcut sahnenin, bir zamanlar Doğu Avrupa'nın ruhundaki Komünizmin sarsılmasının nedeni olan Katolik Kilisesi’nin lehine heyecan verici ve tehlikeli bir nüfuz alanı için bir kazanım olduğu görülecektir.
Vatikan'ın resmi yayın organı L'Osservatore Romano gazetesi bu bağlamda özel bir makale yayımladı. Makalede, birilerinin bu anlaşmayı jeopolitik yorumlarla göreceğine, ancak Kutsal Makam için tüm meselenin dini olduğuna işaret edildi. Makalede aynı zamanda, bu diyalogun, uluslararası toplumun yararına ortak çıkar için verimli bir arayışı teşvik ettiği konusunda tam bir farkındalık olduğu belirtildi.
Kutsal Makam elbette, Çin'deki Katolik cemaatlerin hayatlarına özel bir atıfta bulunarak, geçici anlaşmanın imzalanmasının ve uzatmasının, tüm dünyanın derin jeopolitik gerilimlere tanık olduğu bir döneme ortak ilgi konusu olan sorunların çözülmesine ve barış için uluslararası bir ufkun açılmasına katkıda bulunmasını umuyor.

Francis'in Çin'e giden yolunu kim kesti?
Şarku’l Avsat Independent Arabia’dan analize göre, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, Roma'daki sempozyumda öfkelenmesinin nedeni, Papa'nın ve Kutsal Makam’ın Çin'de hak ve özgürlüklere yönelik ihlallere karşı ahlaki bir sorumluluğu olduğunu düşünmesinden kaynaklanıyordu.
Pompeo sempozyumda, Kilise'nin farklı bir konumda olduğunu ve - söylediği üzere - dünyevi düşüncelerin, ebedi gerçeklere dayanan ilkeli duruşları caydırmaması gerektiğini vurgulayarak Amerikan insan hakları diplomasisinin, meleksel rolünü göstermeye çalıştı.
Burada şu önemli soruyu sormak gerekiyor: Pompeo, Çin dışında farklı bir sebepten ötürü Papa'ya kızgın olabilir miydi?
Vatikan Devletlerle İlişkiler Sekreteri (Dışişleri Bakanı) Monsenyör Paul Richard Gallagher’e göre ABD’nin Vatikan Büyükelçiliği, sempozyumu, tek taraflı ve neredeyse Vatikan'ın marjinalleştirecek şekilde düzenledi. Özellikle Gallagher'ın sadece birkaç dakika konuşmasına izin verildiğinden gizli niyetler ortaya çıktı. Papa'nın Pompeo ile görüşmeyi reddetmesinin nedenlerinden biri de buydu.
Bununla birlikte Papa Francis, anketlerde Demokrat rakibi Joe Biden’ın gerisinde kalan Başkan Trump'ın seçim kampanyasına katkıda bulunacak herhangi bir önyargı oluşmaması amacıyla ABD Dışişleri Bakanı ile görüşmekten kaçındı. Bu da, Trump yönetiminde olumsuz bir sinyal olarak görüldü ve Vatikan ile Washington ilişkileri birkaç yıl geriye gitti.
Vatikan tarihçileri ve düşünürleri, Pompeo’nun, sağcı Katolik Amerikalı seçmenleri çekmek amacıyla Çin ve Roma Katolik Kilisesi arasında ısrar ve başarı ile gün geçtikçe ilerleyen uzlaşıların önünü tıkamaya çalıştığını düşünüyorlar. Ayrıca çeşitli Amerikan Evanjelik grupları, mezheplerinin çeşitliliğine ve partilerinin çokluğuna rağmen, Trump yönetiminin yanlarında olması ve Papa ve Vatikan ile bir çatışmaya girilmesi pahasına olsa dahi ABD’nin ‘gerçek düşmanı Çin’ ile mücadele etmesi gerektiğini düşünüyorlar.
Peki, mevcut durum, Papa Francis ile yıllar önce Trump’ı destekleyen Katolik sağcılar arasında bir tür kültürel savaş olarak kabul edilebilir mi?
Vatikan Devlet Sekreteri Kardinal Pietro Parolin, gazetecilere yaptığı açıklamada, Kutsal Makam’ın Beyaz Saray’ın Vatikan’ın dış politikasına açıkça müdahalesi karşısında ‘şaşırdığını’ belirtirken Vatikan Devletlerle İlişkiler Sekreteri Monsenyör Gallagher, Pompeo'nun Papa Francis ile bir görüşme talebinde bulunduğu, ancak talebin reddedildiğinin doğrulanmasının ardından Trump yönetimini açıkça, ‘Papa'yı seçimlere alet etmeye çalışmakla’ suçladı.

Çin’e karşı ‘kutsal ittifak’
Peki, Washington ile Vatikan arasındaki olaylar tarihi tekerrür edecek mi? Karl Marx'a göre tarih aynı şekilde tekerrür etmez; tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekerrür eder. Ancak bununla birlikte, olaylar bir birine benzeyebilir ya da en azından bazı tarihi deneyimleri, özellikle iyilerse ve olayları değiştiriyorlarsa yeniden üretmeye çalışanlar vardır. Fakat bir nehrin suları akarken her saniye değişir ve akıntılar onlarca yıl sabit kalmaz.
O halde Washington, Papa Francis’in Ronald Reagan ile Papa II. John Paul arasında 1980'lerin başlarında yaşanan deneyimi yeniden üretmesini engellemeye mi çalışıyor?
İngiliz yazar Gordon Thomas’ın ‘Gideon's Spies: The Secret History of the Mossad’ (Gideon'un Casusları/Mossad'ın Gizli Tarihi) adlı kitabında iddia edildiği gibi 2. John Paul’un memleketi olan Katolik Polonya'dan komünizmi silmek amacıyla Beyaz Saray ile Vatikan arasında gizli bir ittifak kuruldu mu?
Soruyu biraz daha açmamız gerekebilir. Pompeo'nun Komünist Çin'e karşı yukarıdakine benzer bir kutsal ittifak kurulmasını istediği açık ve Başkan Trump, Biden karşısında zafer kazanamasa bile, 2024'te başkanlığa aday olmayı ve bundan sonra bu yöndeki planlarını hayata geçirmeyi düşünüyor olabilir.
Roma Katolik Kilisesi'nin Çin ile ilişkisine zarar vermek için uzun zaman önce hazırlanmış bir plan var gibi görünüyor. Çünkü Çin ve Katolik Kilisesi arasındaki yakınlaşma, her zaman birilerini rahatsız etmiştir.
Son soru: Papa Francis dünyaya ‘hepimiz kardeşiz’ mesajı verirken, kendisini hedef alan bir karalama kampanyası başlatılması, bazılarının kutsal olarak gördüğü bir ittifakın başarısız girişimi olabilir mi?



Küreselleşme neden ABD’nin yükselişiyle ilişkilendirildi? Peki, düşüşüyle birlikte sona erer mi?

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
TT

Küreselleşme neden ABD’nin yükselişiyle ilişkilendirildi? Peki, düşüşüyle birlikte sona erer mi?

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)

Independent Arabia

Otuz yıldır, entelektüel ve kültürel söylemlerde küreselleşme veya bazılarının deyimiyle ‘gezegenselcilik’ ile ilgili yeni terimler ortaya çıktı. Bu hareketin ön saflarında, çalışmalarının niteliği nedeniyle tanınmış olanlar ve anonim kalanlar olmak üzere, bu yeni hümanist yaklaşımı ortaya koyan etkili sesler yer aldı.

Dünya, ünlü Amerikalı yazar Thomas Friedman'ı, uluslararası ilişkiler ve ticarette yeni bir çağın habercisi olan ‘Küreselleşmenin Geleceği: Lexus ve Zeytin Ağacı’ adlı kitabıyla tanıdı.

Ancak, duyulmayan muhalif sesler de vardı. Bu kişiler arasında olan Immanuel Wallerstein, dünyayı çekirdek, çevre ve yarı çevre ülkeleri olarak ayıran ve ekonomik küreselleşmenin dinamiklerini anlamaya yardımcı olan ‘dünya sistemi’ teorisinin geliştiricisiydi.

Küreselleşme çalışmaları alanında önde gelen Alman sosyolog Ulrich Beck, küreselleşme bağlamında ‘risk toplumu’ kavramlarına odaklanmasıyla tanınır.

Ronald Robinson ise küreselleşme ve evrensel kültürün sosyal teorisine katkıda bulunan bir tarihçiydi.

Mesele şu ki, biz burada isimleri sıralamak için değil, bu yazının özünde yatan ana sorunun cevabını aramak için bulunuyoruz: Küreselleşmenin bir geleceği var mı? Özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılması ve ABD’nin dünya kaynaklarını ve kontrolünü otoriter bir şekilde domine ettiği, yeni tek kutuplu dünya düzeni olarak adlandırılan düzenin ortaya çıkmasıyla 1990'larda başlayan süreci tamamlama şansı hala var mı?

Bu sorular, küreselleşmenin modern bir fenomen olarak sona eriyor olabileceği ya da en azından yön değiştirip farklı bir isim altında yeni bir döneme yol açmak üzere olduğu konusunda hemfikir olan okumalar çerçevesinde gündeme getirildi.

Her halükârda tartıştığımız bu olgunun 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, özellikle de dünya çapında fikir ve ticaret akışında heyecan verici bir rol oynadığını kesin olarak söyleyebiliriz. Bu olgunun dünyayı her zamankinden daha fazla birbirine bağladığını, engelleri ortadan kaldırdığını ve duvarları yıktığını söylemek abartı olmaz.

Öte yandan, dünya özellikle 1960'larda Kanadalı sosyolog Marshall McLuhan'ın ‘küresel köy’ tanımının ötesine geçip akıllı telefonların temsil ettiği bir ‘dünya kutusu’ haline geldikten sonra, benzeri görülmemiş türde tehditler ortaya çıktı.

Ancak, bugün dünyada birçok küreselleşme eğilimi nedeniyle büyük bir endişe hakim. Bunların başında, küresel savaşları tetikleme tehdidi oluşturan silahlı çatışmaların geri dönüşü, eşit kalkınma fırsatlarından yoksun bir gezegen ve ekolojik ve çevresel felaketlerin darbeleri altında inleyen bir dünya geliyor.

Öyleyse kafası karışık insanlık bundan sonra nereye gidebilir? Küreselleşmiş dünya fikri önümüzdeki on yıllar boyunca geçerli olacak mı, yoksa onun ölüm ilanını yazmanın zamanı geldi mi? Elbette, bunu yargılayacak konumda değiliz, ancak en azından felsefi açıdan sorular, cevaplardan daha önemli olmaya devam ediyor. Peki, nereden başlayacağız?

Küreselleşme eski mi, yoksa yeni bir fikir mi? Belki de buradan başlayıp küreselleşme fikrini incelemeliyiz: Bu fikir modern mi, yoksa eski bir insan yapısı mı?

Kısacası, insanlık gelişmiş medeniyetler boyunca birçok bağlantı ve ayrılık biçimi tanıdı. Ancak dünyayı tek bir bütün haline getirecek tek bir sistem fikri, 1940'ların başına kadar hiç duyulmamıştı. 1940 yılında Cumhuriyetçilerin ABD başkan adayı Wendell Willkie'nin ‘tek dünya’ fikrine Amerikalılar hayran kalmıştı.

O dönemde Wendell Willkie, küreselleşmenin eşanlamlısı olan ‘tek dünya’ sloganını ortaya attı ve milliyetçiliğin beslediği ırkçılık ve emperyalist sömürünün olmadığı bir dünya çağrısında bulundu.

Profesör Samuel Zipp, ‘Bir İdealist: Wendell Wilkie'nin Savaş Döneminde Tek Dünya Kurma Arayışı’ (The Idealist: Wendell Willkie’s Wartime Quest to Build One World) adlı kitabında “Tek dünya bize yeter. İnternetin olmadığı günlerde, bu ifadenin, insanlık ve duygusal birlik arzusu gösteren idealist bir ifade olarak nasıl karşılanacağını tahmin etmek zor değil” yazıyor:

Wilkie'nin vizyonu o dönemde naif bulunmuş olsa da bize küreselleşmenin ilk dönemlerindeki görüş hakkında bir fikir veriyor. Burada ‘Bu çağrı o dönemde meyve verebilir miydi?’ sorusu ortaya çıkıyor.

cdfrg
Küreselleşmiş bir dünya fikri önümüzdeki on yıllar boyunca geçerli olacak mı, yoksa artık onun ölüm ilanını yazmanın zamanı geldi mi? (Unsplash)

Bilinen cevap, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından dünyanın bir kez daha yaklaşık kırk yıl sürecek ve ‘Soğuk Savaş’ olarak bilinen başka bir küresel savaşla karşı karşıya kaldığıdır. O dönemde dünya, Atlantik ve Varşova olmak üzere iki kampa bölünmüştü ve bu da birleşik, küreselleşmiş bir dünya fikrini geçmişte kalan bir şey haline getirmişti.

Willkie, ‘tek dünya’ ifadesini kullanan ilk isim değildi; ondan önce de yazarlar ve düşünürler, buharlı gemiler, telgraflar, telefonlar, uçaklar, borsalar ve radyonun mesafeleri kısaltıp zamanı hızlandırarak uzak yerler ve kültürler arasındaki iletişimi artırdığına dair açıklamalarda bulunmuştu.

Willkie'nin bu haykırışı, modern küreselleşmenin yolunun ABD’de başladığını, ancak entelektüel öncülerin ABD’de olmadığını mı ima ediyor?

1990'lardaki küreselleşme ve farklı bir gezegen

Özetle 1945 yılındaki İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden 9 Kasım 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasına kadar geçen yaklaşık kırk yıl, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik çatışmalar ve Varşova Paktı ile NATO arasındaki gizli Soğuk Savaş’la damgalandı ve bu da dünya çapında iki kampın oluşmasına neden oldu. Söz konusu dönem, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik çatışmalar ve Varşova Paktı ile NATO arasında gizli bir Soğuk Savaş’la damgalandı ve dünya iki kampa bölündü. Bazı ülkelerin attığı küçük adımlar, o dönemde geçerli olan ‘bizimle değilseniz, bize karşısınız’ formülü nedeniyle, tarafsızlık durumunun oluşmasını sağlayamadı.

O zamanlar küreselleşme kavramı henüz ortaya çıkmamıştı ve bazıları McLuhan'ın vizyonunu sorguluyor, bunun özellikle radyo, televizyon ve yazılı medya aracılığıyla bilgi iletişimi kavramıyla sınırlı olduğuna inanıyordu.

Her ne kadar bütün bunlar, Doğu Avrupa halklarında devrim yaratmada bilinçli ve açık bir rol oynayarak onları Sovyet Demir Perdesine karşı ayaklanmaya itmiş olsa da tek bir küreselleşmiş dünya fikrini yaratacak kadar etkili olamadı.

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyet cumhuriyetlerinin dağılmasının başlaması, tek kutuplu bir güçle sonuçlanan yeni bir kozmik başlangıcı işaret etti. O gün, ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ veya Amerikan tek kutupluluğu terimini ortaya attı.

O dönemde birçok sosyolog, ABD’ye bağımlılık çağının başladığına ve Washington’daki düşünürler ve planlamacılar ile altı kıtadaki partilerin öncülüğünde küreselleşme çağının ölüm ilanı yazılmaya başlandığına inanıyordu.

Küresel ekonominin yüzünü ve insan toplumlarının koşullarını değiştiren dinamik bir hareketin bundan 35 yıl önce başladığına şüphe yok. Değerli fırsatlar yaratan bu eğilimler, birçok ülke ve bölgede hızlı ekonomik büyümeyi kolaylaştırarak, küresel gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) 2000 yılında yaklaşık 5 trilyon ABD dolarından 2016 yılında 75 trilyon ABD dolarına ve 2024 yılında 111 trilyon ABD dolarına yükselmesine katkıda bulunmuştu.

Ancak bugün, üretim ve işgücü piyasalarındaki değişimler, teknolojideki hızlı ilerlemeler ve küresel iklim değişikliği aracılığıyla radikal değişiklikler ortaya çıktı. Bu durum, dünya meselelerini izleyenlerin, özellikle ciddi endişe yaratan dördüncü bir eğilim çerçevesinde küreselleşmenin geleceğini haklı olarak sorgulamasına neden oluyor. Bu eğilim, ulusların sağlığı ve popülizmin geri dönüşüyle ilgilidir ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra faşizm ve Nazizmin çöküşünden bu yana Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yerleşik olan liberal ve demokratik yolları tehdit ediyor.

Küreselleşmenin peşinde koşmak, sürdürülebilir kalkınma için bir umuttu ve küresel ekonomik büyümenin güçlü bir motoru olarak hizmet etti. Küreselleşme, otuz beş yılı aşkın bir süredir gelişmekte olan ülkelerdeki birçok insanın yaşam koşullarının iyileştirilmesinde önemli ve hatta öncü bir rol oynadı. Ancak bugün, 21’inci yüzyılın üçüncü on yılının ortasında, siyasi ve ekonomik bir tepki var gibi görünüyor. Bu tepki Washington'da başladı ve özellikle de korumacılığın geri dönüşü, gümrük vergilerinin açıklanması ve kaba kuvvet mantığının hakim olmasıyla birlikte serbest ticaret dünyasına inanan diğer ülkelerde de yankı buldu. Bu, insanlığın nihayet tanıdığı küreselleşmeye vurulmuş büyük bir darbe mi?

Küreselleşme: Son mu, yeni bir dönem mi?

Küreselleşmenin hikayesini benzeri görülmemiş bir ciddiyet ve objektiflikle düşünmek için duran en iyi finans ve ekonomi stratejistleri arasında, Credit Suisse'in Uluslararası Varlık Yönetimi Bilgi Departmanı'nın eski başkanı ve birçok önemli uluslararası pozisyonda görev yapmış Michael O'Sullivan da yer alıyor. O'Sullivan, 2022 yılının mayıs ayında küreselleşmenin geleceğini sorgulayarak, bu fenomenin sonuna mı geldiğimizi, yoksa başkalarının dediği gibi yeni bir döneme mi girdiğimizi sordu. O'Sullivan’ın tahminine göre her halükarda yeni bir dünya düzeni geliyor ve bu düzenin 2030 yılına kadar şekillenmesi muhtemel, ancak kimse bunun nasıl bir şekil alacağını bilmiyor. Ancak, bu okumada önemli olan soru, küreselleşmenin gerilemesini ve bu gerilemenin arkasındaki eğilimleri nasıl ölçebileceğimiz sorusu.

Özetle küreselleşme yaygın ve popüler bir olgu olmaya devam etmekle birlikte, özellikle iletişim şeklimiz, çevremizi saran medya, finansal ve diğer kaynaklarımız gibi insan yaşamı üzerindeki geniş kapsamı ve etkisi nedeniyle gizemle sarılı. Küreselleşmeyi nicel olarak ölçmek için ticaretin gayri safi yurtiçi hasılaya oranı, finansal akışların yoğunluğu, fikir ve veri akışı, internetin ve göçün nasıl değiştiği gibi faktörlere bakıyoruz.

Ancak son zamanlarda dünya daha bölgeselleşmiş ve çok kutuplu hale gelmiş görünüyor. Örneğin, Çin'in Hong Kong'daki eylemleri, Kovid-19 salgını karşısında ülkeler arasında iş birliğinin olmaması, Ukrayna'da yaşananlar, ticaret savaşları ve birçok ülkede kademeli bağımsızlık eğilimi gibi. Bunların hepsi, küreselleşmiş bir dünyada yaşanmayacak veya farklı şekilde yaşanacak olayların birer örneği.

Ancak, son otuz yılda küreselleşmenin etkilerinin farklılık gösterdiği açık ve bugün bu farklılık net olarak görülüyor.

Örneğin, en küreselleşmiş ülkeler İsveç, İsviçre ve İrlanda gibi küçük ülkeler ve bu ülkeler, vergi sistemleri sayesinde küreselleşmenin en kötü sonuçlarından biri olan büyük gelir eşitsizliklerini önleyebildiler.

Ancak İngiltere, Fransa ve İtalya gibi daha büyük ülkelerde durum aynı şekilde olmamıştı. Bu ülkelerde sosyal sınıflar arasındaki uçurum genişlemiş ve en kapitalist sınıflar arasında bile sosyal dengesizlik ortaya çıkmıştı.

Çin gibi kutuplaşmaya aday ülkeler ise küreselleşmeyi ekonomik güçle karşılanması gereken bir ABD’nin önerisi olarak görürken, Rusya gibi bir ülkede askeri seçenek ön plana çıktı.

Bu bağlamda, yine ‘Küreselleşmeye son darbe nihayet ABD’nin içinden mi vuruldu?’ sorusu ortaya çıkıyor.

Kanıtlar, ABD’nin en büyük müttefikinin liderlerinin bunu yaptığını gösteriyor. Peki ya uzak ülkelerin geri kalanı ya da belki de rakipleri ve düşmanları ne olacak? Bu öneri ne olacak?

İngiltere ve küreselleşmenin sonu

ABD Başkanı Donald Trump'ın geçtiğimiz nisan ayında ikinci kez göreve gelmesinden yaklaşık üç ay sonra, İngiltere'de küreselleşmenin bittiğine dair kesin bir görüş olduğu görülüyordu.

İngiltere İşçi Partisi lideri ve Başbakan Keir Starmer, 6 Nisan'da, BBC'ye verdiği röportajda “son yirmi yıldır bildiğimiz küreselleşme sona erdi” dedi. Başbakan Starmer, aynı hafta İngiliz gazetesi The Sunday Telegraph'ta yayınlanan bir makalede aynı görüşü yineleyerek, “Bildiğimiz dünya sona erdi” diye yazdı. Peki, bu en yakın ve en sadık müttefikin ABD’nin sorumlu olduğuna inanmasına neden olan neydi?

Kanıtlar, özellikle Trump yönetiminin İngiltere’ye yüzde 10'luk bir temel gümrük vergisi uygulamasının ardından, suçun Başkan Trump'ta olduğunu gösteriyor. Bu, çeşitli vergi oranlarına sahip bazı ıssız bölgeler de dahil olmak üzere dünyadaki çoğu ülkeyi hedef alan ve ‘Kurtuluş Günü’ olarak adlandırılan bir dizi karşılıklı gümrük vergisinin bir parçasıydı.

Trump’ın tanımları, küreselleşmiş iş birliği fikrini sona erdirdi ve ekonomik açıdan korumacılık ve emperyalist üstünlük yoluyla bireyciliği yeniden ortaya çıkardı. Bu da eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un (2007-2010) İngiliz gazetesi The Guardian'da acı dolu bir makale yazmasına neden oldu.

Brown, makalesinde 35 yıllık ‘yeni dünya düzeninin’ yasını tutuyor ve bu düzenin şu anda gözlerimizin önünde parçalandığını ve bu yeni ‘Trumpçı’ Amerikan yaklaşımını sürdürmekten başka bir yolun olmadığını savunuyor.

Gordon Brown, 12 Nisan'da, modern tarihin en kötü finansal krizleriyle başlayan ve Çin-ABD çatışmasının şimdiye kadarki en ciddi tırmanışıyla sona eren bir haftanın ardından, radikal dönüşümlerle şoklar arasında ayrım yapmanın zamanının geldiğini yazdı. Eğer bir değişiklik olmazsa, 2020'ler bu yüzyılın şeytani on yılı olarak hatırlanabilir. Bu terim daha önce tarihçiler tarafından 1930'ları tanımlamak için kullanılmıştı.

Brown'un tahminine göre bu on yılın tanımı, Kovid nedeniyle ölen 7 milyon insan ve küresel yoksulluk ve eşitsizliğin artmasıyla sınırlı kalmayacak, aynı zamanda parçalanmış Ukrayna, yanmakta olan Gazze ile Afrika ve Asya'da haberlerde neredeyse hiç yer almayan zulümleri de içerecek. Bunların her biri, kurallara dayalı dünya düzeninin, güce dayalı bir düzenle şiddetli bir şekilde değiştirildiğinin kanıtı.

Okuyucu burada, sadece serbest ticaret değil, hukukun üstünlüğü ve uzun zamandır insan haklarına, demokrasiye, halkların kendi kaderini tayin hakkına ve devletler arası çok taraflı iş birliğine verdiğimiz öncelik de dahil olmak üzere eski düzenin her bir ayağı saldırı altında olduğu şeklindeki kesin bir sonuca varabilir. Buna, bir zamanlar dünya vatandaşları olarak kabul ettiğimiz insani ve çevresel sorumluluklar da dahil.

Öyleyse bu, Friedman'ın savunduğu küreselleşmenin şimdiden sona ermekte olduğu anlamına mı geliyor?

Küreselleşmenin sonu ve anti-Amerikanizm kavramı

Küreselleşmenin birçok karşıtı, bu uluslararası olgunun başarısızlığının ana nedeninin ABD olduğunu savunuyor. Tüm suçu Başkan Trump'a yüklemeden, bu sorun onun Beyaz Saray'a gelmesinden otuz beş yıl önce, bu eğilimin uluslararası bilinçte yer edinmesinden önce ortaya çıkmıştı. Peki, bunun anlamı ne?

Burada protestocular, ABD’nin son 35 yıldaki politikalarının küreselleşme için en önemli fırsatlardan birini heba ettiğini söylüyorlar. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra Washington’ın ulusal kurtuluş, sosyal adalet ve salgın hastalıklar ve endemik hastalıklarla mücadele yoluyla dünyaya liderlik edecek bir ‘Sezar’ haline gelmesi için geniş bir marj alanı vardı. Sürdürülebilir küresel kalkınmaya yardım sağlamanın yanı sıra, dünyayı Sovyetler Birliği döneminde var olan ideolojik kölelikten kurtarmanın da önemi yadsınamaz.

Ancak ne yazık ki, Polonya doğumlu ‘Amerika'nın bilge adamı’ ve eski Başkan Jimmy Carter'ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski'nin ‘Seçim: Dünyayı Yönetmek mi, Dünyaya Öncülük Etmek mi’ (The Choice: Global Domination or Global Leadership?) adlı kitabında anlattığı gibi, kontrol arzusu ABD dış politikasını ele geçirmiş görünüyor.

Benzer şekilde yazarlar Eric Cazdyn ve Imre Szeman, ‘Küreselleşme Sonrası’ (After Globalization’) adlı önemli eserlerinde, özellikle üçüncü milenyumun başlangıcında Afganistan'ın işgaliyle başlayan ve ardından Irak’ın işgaliyle devam eden, ‘teröre karşı savaş’ olarak bilinen belirsiz kampanya ile birlikte, ABD’ye yönelik uluslararası düşmanlığın durumunu tanımlıyor. Amerikanlaşmanın ikiz ve nesnel karşılığı olan küreselleşme, özellikle 2001 yılında Washington ve New York'ta yaşanan olayların ardından, dünya çapında milyonlarca insanın zihninde yerleşti.

Ancak, 11 Eylül 2001 öncesinde, küreselleşme ve küreselleşme karşıtı hareketlerin artan farkındalığı, ABD’yi ana jeopolitik güç olarak görmeme eğilimindeydi.

ABD, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra en etkili tek aktör olarak önemli ve tanınmış bir oyuncu idi, ancak henüz dünyadaki diğer taraflarla çatışmaya girmemişti.

O dönemde küreselleşmeye karşı yapılan gösteriler, büyük finans kurumlarının, özellikle Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve çokuluslu şirketlerin hakimiyetini reddediyordu.

Amerikalı yazar Michael Hardt, 2000 yılında yayınlanan etkili kitabı ‘İmparatorluk’ta (Empire'da), ülkesini dünyanın kaderini ve geleceğini kontrol eden tek güç kavramıyla ilişkilendiriyor ve aslında sekiz yıl sonra olacakları öngörüyor.

thju
ABD Başkanı Donald Trump ikinci kez göreve başladıktan yaklaşık üç ay sonra, İngiltere’de küreselleşmenin bildiğimiz şekliyle sona erdiği konusunda kesin bir görüş oluşmuş gibi görünüyordu (Unsplash)

ABD’de 2008 yılında, emlak dünyasındaki iç manipülasyonlar ve Lehman Brothers gibi bazı büyük Amerikan bankalarının çöküşünün, büyük bir finansal krize yol açması bunun sebebiydi. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bu kriz, herkesin ABD’nin yörüngesinde dönmesinden başka bir suçu olmayan küresel ekonomiyi de derinden etkiledi.

Bundan sonra, ABD’ye yönelik düşmanlık, tüm dünyanın Amerika'nın yeni efendilerinin elinde, dünya meselelerini ABD’nin keyfine göre yönetmek için esnek bir araç olarak gördüğü küreselleşme fikrine yönelik düşmanlığa dönüştü.

Joseph Nye ve Vaclav Klaus arasında küreselleşmenin geleceği

Geçtiğimiz şubat ayında, ölümünden yaklaşık üç ay önce, Amerikalı siyaset teorisyeni Joseph Nye, ‘Project Syndicate’ adlı internet sitesinde karşı karşıya olduğumuz bu olgunun gerçekliğini sorgulayarak ‘Küreselleşmenin bir geleceği var mı?’ sorusunu sordu. Nye, bu soruya, küreselleşmenin geleceğini anlamak için ekonominin ötesine bakmamız gerektiği yanıtını verdi. Çünkü ona göre askeri, çevresel, sosyal, sağlık vb. dahil olmak üzere birçok başka türde küresel karşılıklı bağımlılık söz konusu.

 Nye, bilim adamlarının iklim değişikliğinin korkunç sonuçlar doğuracağını, yüzyılın sonuna kadar küresel buz tabakalarının eriyip kıyı şehirlerinin sular altında kalacağını öngördüklerini söylüyor. Kısa vadede bile iklim değişikliği, kasırgaların ve orman yangınlarının sıklığını ve şiddetini artırıyor. Garip bir ironi olarak, küreselleşmenin yararlı yönlerini sınırlandırırken, maliyetli yönleriyle başa çıkamıyoruz. Trump'ın ikinci başkanlık döneminin ilk adımları arasında Washington’ın Paris İklim Anlaşması ve Dünya Sağlık Örgütü'nden (WHO) çekilmesi olacağı açık.

Peki, merhum Profesör Joseph Nye’ye göre küreselleşmenin geleceği ne olacak?

Nye, sözlerini insanlar hareket kabiliyetine sahip oldukları ve iletişim ve ulaşım teknolojileriyle donatıldıkları sürece uzun mesafeli bağlantıların bir gerçeklik olarak kalacağına dair felsefi bir bakış açısıyla sonlandırıyor. Sonuçta, ekonomik küreselleşme yüzyıllardır devam ediyor ve kökleri, Çin'in küresel altyapı yatırım programı olan Kuşak ve Yol Girişimi'nin sloganı olarak benimsediği İpek Yolu gibi eski ticaret yollarına kadar uzanıyor. Dünya savaşları ekonomik küreselleşmenin seyrini bozmuş, korumacı politikalar onu yavaşlatmış ve uluslararası kurumlar şu anda devam eden birçok değişime ayak uyduramamış olsa da teknolojiye sahip olduğumuz sürece, yararlı olmasa bile küreselleşme devam edecek.

Küresel politika teorisyeni olan eski Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus'un görüşleri Joseph Nye'nin görüşlerinden farklı mı?

Klaus, 16 Eylül'de Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de düzenlenen jeopolitik zirvede dünya çapında milyonlarca, hatta milyarlarca insanın aklını meşgul eden ‘post-küresel’ boyutu ele aldı.

Klaus'un katıldığı seminer, Danube Enstitüsü ve Heritage Vakfı tarafından düzenlenmişti. Seminerde sorulan soru, hala küreselleşme çağında yaşadığımız ve bu çağın sona ermek üzere olduğu gibi oldukça tartışmalı bir varsayıma dayanıyordu.

Klaus’a göre bu yanlış bir düşünce, hatta tarihin yanlış yorumlanması.

Küreselleşmenin sonu hakkındaki görüşünde, ABD’nin nüfuzu ile küreselleşme kavramı arasındaki yukarıda bahsedilen bağlantıya atıfta bulunan Klaus, bu yüzden bu düşüncenin temelinde, ABD’nin hegemonyasını yavaş yavaş kaybeden ve yeni dünya düzenini kabul etmek istemeyen bir ülke olmasının yattığını söylüyor. Ancak bu değişim, tek kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya doğru devam eden geçişin bir parçası.

Klaus, yazılarında asla ‘küreselleşme’ terimini kullanmaz. Ona göre küreselleşme, belirsiz bir kavramdır, gazetecilik terimidir, muğlaklıklarla doludur, çok yüzeyseldir ve ciddi tartışmaların temeli olarak işe yaramaz.

Belki de insan faaliyetlerini daha tarafsız bir şekilde uluslararasılaştırma fikrini tercih ediyordur. Çünkü dünya tarihinin siyasi, ekonomik ve sosyal düzenlemelere bağlı olarak değişen derecelerde açıklık ve yakınlaşma ile karakterize bir süreç olduğunu düşünerek, küresel sahneyi yakınlaşma ve açıklık dereceleri açısından ele almanın daha yararlı ve faydalı olacağına inanıyor.

Bu düzenlemeler, farklı özgürlük derecelerinin yanı sıra siyasi sistemin doğasının da bir sonucu. Bir toplum ve ekonomi ne kadar özgürse, o kadar açıktır ve bunun tersi de geçerlidir. Bundan dolayı Soğuk Savaş'ın sona ermesinden önce kullanılan terminolojiye geri dönülmesini öneriyor.

Peki, bir son var mı?

Elbette, küreselleşmenin sonunu ilan etmek, tarihin akışına aykırı olur. Zira bu, insan iletişimi açısından bir ‘insan diyalektiğidir’ ve geçmiş insan medeniyetleri tarafından binlerce yıldır biliniyor.

Ancak asıl yeni ve belki de en heyecan verici olan ise yapay zeka (AI) devrimi gerçekleştiğinde insanlığın geleceğindeki yansımaları olacak. Bu devrim, insanlığın başlangıcından beri deneyimlediklerinden tamamen farklı özelliklere, niteliklere ve kabiliyetlere sahip yeni bir dünya yaratacak.


Avustralya, çocukların sosyal medya platformlarına erişimini yasakladı

Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
TT

Avustralya, çocukların sosyal medya platformlarına erişimini yasakladı

Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)

Avustralya dün dünyada bir ilk olarak, 16 yaşın altındaki çocukların sosyal medyaya erişimini yasaklayan bir kararı uygulamaya koydu.

Bu karar, Facebook, Instagram, YouTube, TikTok, Snapchat ve X gibi platformların 16 yaşın altındaki kullanıcılar için hesap açmasını yasaklıyor ve mevcut tüm hesapları kapatmalarını zorunlu kılıyor. Uyumluluğu sağlamak için "makul" önlemler alınmaması durumunda 32,9 milyon dolara kadar para cezası verilebilir.


Rusya, Zelenskiy'nin yeni seçimlerin yapılmasına yönelik kararını memnuniyetle karşıladı

Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
TT

Rusya, Zelenskiy'nin yeni seçimlerin yapılmasına yönelik kararını memnuniyetle karşıladı

Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP

Kremlin, ABD Başkanı Donald Trump'ın bu yöndeki çağrısının ardından Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy'nin dün Ukrayna'da yeni seçimler yapılmasına onay vermesini memnuniyetle karşıladı. Rusya Devlet Başkanlığı sözcüsü Dmitry Peskov, bu gelişmeyi "yeni bir şey" olarak nitelendirdi.

Bu arada, ABD Başkanı dün İngiltere, Fransa ve Almanya liderleriyle yaptığı telefon görüşmesinde Ukrayna barış müzakerelerindeki son gelişmeleri ele aldı. 40 dakikalık görüşme, çatışmanın çözümünde "ilerleme kaydetmeye" odaklandı.