ABD’nin Vatikan’a karşı verdiği kültür savaşındaki Çin gerekçeleri

Pompeo, Pekin'e karşı ‘kutsal ittifak’ fikrini savunurken Papa, böyle bir ittifaka karşı çıkıyor

Papa Francis, Mayıs 2017’de  ABD Başkanı Donald Trump ile Vatikan'da bir araya geldi (Getty Images)
Papa Francis, Mayıs 2017’de ABD Başkanı Donald Trump ile Vatikan'da bir araya geldi (Getty Images)
TT

ABD’nin Vatikan’a karşı verdiği kültür savaşındaki Çin gerekçeleri

Papa Francis, Mayıs 2017’de  ABD Başkanı Donald Trump ile Vatikan'da bir araya geldi (Getty Images)
Papa Francis, Mayıs 2017’de ABD Başkanı Donald Trump ile Vatikan'da bir araya geldi (Getty Images)

İmil Emin
Dünya, Amerikan basınında Papa Francis'e yönelik organize bir saldırı gibi görünen karalama kampanyası karşısında şaşkınlığa uğradı. Ne üst düzey isimlerin ne de sıradan vatandaşların bunun arkasındaki nedene ilişkin hiçbir fikri yoktu. Çeşitli medya platformları, gazeteler, radyolar ve televizyonlar, Papa Francis'in adını, eşcinsellerin ayrı ailelere sahip olması, yani eşcinsel evliliğin yasallaştırılması ve bununda -bazı sapkınların söylediği gibi- onların Tanrı'nın çocukları olmasından ötürü yapılması gerektiği talebiyle ilişkilendirdiler.
Gerçekte ne Papa ne de Roma Katolik Kilisesi’ndeki üst düzey herhangi bir papaz böyle bir şey söylemedi, söyleyemez de. Zira, bu durum, ne Hristiyanlık inancıyla ne de Katolik mezhebiyle bağdaşmaz. Papa’nın sözleri, özellikle bilimin bugüne kadar bu insanları böyle bir kadere götüren genetik veya zihinsel nedenleri netleştiremediğinden ötürü, ölümcül bir hastalığa yakalandıklarında aileleriyle birlikte olmaları ve bakıma muhtaç insanlar olarak onlara sempati duyulması gerektiğine dair nasihatlerin ötesine geçmedi.
Başkan Donald Trump ile Papa Francis arasındaki ilişkinin, özellikle Trump yönetiminin ilk yılında pek de iyi olmadığı herkes tarafından biliniyor. Vatikan’ın, Beyaz Saray’ın efendisinin Meksika sınırına bir ayırma duvarı inşa etme fikrine karşı çıkması gerginliğe sebep olmuştu. Ancak Papa Francis’in ABD’yi ziyaret etmesinin ardından ortalık sakinleşti. Papa’nın ABD ziyaretine ilgi büyüktü. Ardından Trump ve eşi, Vatikan'ı ziyaret ettiler. Sanki işler, yoluna girmiş gibi görünüyordu.
Ancak son dönemde Washington ile Vatikan arasındaki gerilimi yeniden alevlendiren nedenin ne olduğuna dair bir takım soru işaretleri yine gündemde. ABD Dışişleri Bakanı (Mike) Pompeo'nun geçtiğimiz haftalarda Kutsal Makam’a (Holy See/Vatikan) karşı gösterdiği öfkenin nedeni ne? ABD’nin, bekasına yönelik en büyük tehdit olarak gördüğü, bugüne kadar yaşanan benzersiz kutuplaşmanın diğer ucunda bulunan ve ister bir Çinli ister ulusal topraklarında ikamet eden bir yabancı olsun tüm insan haklarını küçümseyen, özgürlükleri istismar eden ve hatta Çinli Hıristiyanları büyük ölçüde kısıtlamaya çalışan bir ülke olan Çin'in bu krizdeki rolü nedir?

‘Diyakoz’ Pompeo, Papa’ya kızgın
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Washington’da ‘diyakoz’ olarak biliniyor. Diyakoz, Katolik kilisesindeki üç yüksek ruhban derecesinin ilk basamağı olan diyakozluk rütbesindeki kişidir ve genellikle rahibe dualarda yardımcı olur.
Ancak buradaki ironi Pompeo'nun bir Katolik olmamasıdır. Evanjelik Presbiteryen Kilisesi'ne mensup olan Pompeo, 2007 ile 2009 yılları arasında, özellikle Pazar Okulları adı verilen okullarda görev yaptı.
Pompeo, Amerikan sağıyla ​​uyumlu olan Hıristiyanlık düşüncelerini açıklamaktan hiçbir zaman geri durmamıştır. ABD’nin yeni Kenan Diyarı olduğuna ve komünizmin Şeytan'ın işi olduğuna inanan Pompeo, genellikle Başkan Trump ile Beyaz Saray'daki dua oturumlarına katılıyor. Hem Pompeo hem de Trump, ilk eşlerinden boşanmış ve ikinci eşleriyle evlenmişlerdir.

Peki, ‘Diyakoz’ Pompeo’nun, son günlerde Kutsal Makam’a yönelik öfkesinin sebebi nedir?
İtalya’nın başkenti Roma, geçtiğimiz Eylül ayı sonlarında, ABD’nin Vatikan Büyükelçiliği tarafından organize edilen ‘dünyada din özgürlüğü’ konulu bir sempozyuma ev sahipliği yaptı. ‘Diplomasi Yoluyla Uluslararası Din Özgürlüğünü Geliştirmek ve Savunmak’ başlıklı sempozyum, ABD'nin Vatikan Büyükelçisi Callista Gingrich tarafından yapılan konuşmayla açıldı. Büyükelçi Gingrich, sempozyumun konusunun hem ülkesi hem de Vatikan için bir öncelik olduğunu ve bugün dünyanın içinde bulunduğu kritik dönemde, büyük önem arz ettiğini vurguladı.
Sempozyumun katılımcılarının ön saflarında yer alan Pompeo konuşmasında, bu yıl sona ermesinin 75’inci yıl dönümü olan 2. Dünya Savaşı'ndan bahsetti. Halk arasında Yahudiler için halka dua ettiği için Naziler tarafından tutuklanan rahip ‘Bernhard Lichtenberg’den bahsetti.
Pompeo ayrıca Papa 2. Jean Paul'un Varşova Paktı’nın çöküş süreci ve Sovyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması sürecinde komünizmin ezilmesinde oynadığı büyük rolden de bahsetti.
Pompeo'nun sözlerinin hedefinde, özellikle de dini özgürlükleri açıkça ihlal ettiği göz önüne alındığında Çin'in olduğu aşikârdı.

Peki, Vatikan, din özgürlüğünü kınayamaz veya savunamaz mı?
Sempozyuma katılan bir kaynak, bu sorunun yanıtının, din özgürlüğünün savunulması ve teşvik edilmesinin Vatikan’ın diplomatik faaliyetinin ayırt edici bir işareti olduğunu vurgulayan Vatikan Devlet Sekreteri (Başbakan) Kardinal Pietro Parolin tarafından, ‘devredilemez yaşam hakkı çerçevesindeki din özgürlüğü hakkının tüm insan haklarının temelini oluşturduğuna dikkat çekilerek’ verildiğini söyledi.
O halde sempozyumun sonunda Pompeo'yu kızdıran ve Papa'yı din özgürlüğü meselesinde daha fazla sorumluluk almaya ve Vatikan'ı Pekin ile iş birliği yapmaktan vazgeçmeye çağırmasına neden olan neydi?

Papa Francis ile Vatikan'da bir araya gelen Çinli Hristiyan hacılar ülkelerinin bayrağını dalgalandırırken (Getty Images)
Çin'in Roma Katolik Kilisesi ile ilişkisi

Çin'in bilimleri, edebiyatı, sanatı, kültürleri, dilleri ve halkları ile Batı dünyasına açıldığı köprüyü çok uzun süre temsil eden Çin ile Roma Katolik Kilisesi arasındaki ilişkinin tarihine bakılmadan yukarıdaki soruya cevap verilemez.
MS. 13. yüzyılda Çin'e açılan ilk kişilerin, misyonerlik yapan Fransisken rahipleri olduklarını söyleyebiliriz. Ardından 16. ve 17. yüzyıllar arasında, eski Çin felsefesinin birçok izini modern Avrupa'nın dillerine çeviren Cizvit Tarikatı rahipleri Çin’e ulaştı. Cizvitler, ayrıca Çin halkını matematik, astronomi, tıp ve benzeri gibi Batı bilimleri ile tanıştırdılar.
Çin Komünist Partisi'nin 1949 yılında iktidara gelmesiyle birlikte Çinli yetkililerin, tüm Katolik ve Protestan misyonerleri kovması ve kilisenin Batı emperyalizminin bir parçası olarak görülmesi, Çin ile Roma Katolik Kilisesi arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası oldu.
Vatikan ile Çin arasındaki diplomatik ilişkiler, 1951 yılında resmen kesildi ve yaklaşık altı yıl sonra, Çinli Komünist yetkililer, ‘Çin Yurtsever Katolik Derneği’ni (CCPA) kurdular. Buradaki amaç,  Hristiyan olsa bile herhangi bir Çin milliyetçisi grubun, Roma Kilisesi ve Papa ile olan ilişkisinin ötesine geçmektir. Ancak bu girişim, papalıkla idari, örgütsel veya manevi olarak doğrudan bağlantılı değildir.
Bu yüzden Vatikan’ın Katolik Hristiyan topluluklarını üzerlerinde tam bir kontrol sağlamak amacıyla dış dünyadan izole etme fikrinin ötesine geçmeyen CCPA’ya piskopos atamayı reddetmesi son derece doğaldı. Peki, Çin'deki Katolikler böyle bir yaklaşımı kabul ettiler mi?
Kaynak, Çin’de CCPA’nın kurulmasından bu yana dini ritüellerini ve ibadetlerini Vatikan'a bağlı ‘yeraltı kiliselerinde’ yerine getiren gizli Katolik grupların çoğaldığını ve bu yüzden Çin hükümetine kayıtsız kaldıklarını söyledi. Çinli Katoliklerin sayısının 12 milyon olduğu tahmin ediliyor. Bunların yarısı resmi Çin Katolik Kilisesi'ne (yani CCPA’ya), diğer yarısı ise Vatikan'a bağlı olan yeraltı kilisesine mensuplar.
Resmi Çin Katolik Kilisesi, Papa'nın manevi otoritesini tanımıyor. Hatta Çin’de Vatikan’a bağlı olanlar bu konuda büyük zorluklarla karşı karşıya geliyorlar.  Tacizlerle başlayan bu zorluklar, başta 30 yılını hapiste geçiren Piskopos Ignatius Kung olmak üzere Papa'yı tanıyan bazı Çinli Katolik piskoposlara verildiği gibi hapis cezasına çarptırılmaya kadar varıyor.

Vatikan ve Çin arasında 2018 yılında bir anlaşmaya varıldı
Roma Katolik Kilisesi, zamanları ve olayları okumayı bilen modernist bir kilise olarak biliniyor.  Dolayısıyla küreselleşme çerçevesinde sınırları kaldırmış, setleri yıkmış, Çin ile yaşanan gerilimi kaçınılmaz bir kadermiş gibi kabul edememiştir.
Buna karşın bugün eski Avrupa kıtasının bulunduğu batı Avrasya bölgesiyle ilişkilerini canlandırmak için bir araç olarak gördüğü İpek Yolu başta olmak üzere yumuşak ve pürüzsüz araçlarla bir sonraki kutuplaşma projesi için çalışan Çin’in rolü, Vatikan'ın rolünden daha mı önemsiz?
Çin Ulusal Din İşleri İdaresi Müdür Yardımcısı Chen Zongrong, Pekin'in Vatikan'la temas kurmak için gerçekten çaba sarf ettiğini söylerken Ulusal Din İşleri İdaresi Sözcüsü Xiao Hong Beijing, Reuters tarafından aktarılan açıklamasında Çin'in Vatikan ile aktif olarak görüşmeleri sürdürdüğünü belirtti.

Çin’in fikir değiştirmesine ne sebep oldu?
Kısacası Çin yönetimi, dünyanın altı kıtasına dağılmış yaklaşık bir milyar 350 milyon mensubu olan yani Çin'in toplam nüfusuna eşdeğer bir nüfusa sahip ana kiliseden uzak durmanın çıkarına olmadığını fark etti.
Bu ileriye dönük vizyon, 22 Eylül 2018'de, Vatikan ile Çin arasında, piskoposların atanmasına ilişkin ve ilişkilerin geliştirilmesini teşvik etmek için bir geçici anlaşma ile pekiştirildi. Sözü konusu anlaşma, uzun süren bir tartışmalar sürecinin ardından kademeli ve karşılıklı bir yakınlaşma sonucunda yapıldı. Bu süreç, anlaşmanın uygulamasına dair periyodik değerlendirmelerin yapılmasını sağlarken Çin ile Vatikan arasında iş birliğinin artırılması için gerekli koşulların oluşmasına izin verdi.
Anlaşma, imzalandığı gün Papalık Basın Ofisi tarafından yapılan bir açıklamayla duyurulurken iki taraf arasında ‘umut paylaşımı’ olarak adlandırıldı. Açıklamada bu umudun, verimli ve ileriye dönük kurumsal bir diyalog süreci yaratmaya, Çin halkının yararına ve hem dünya barışına gem de Çin Katolik Kilisesi'ne olumlu katkıda bulunmaya yardımcı olacağı belirtildi.
2019’a gelindiğinde 70 yıldır süregelen anlaşmazlıklar yavaş yavaş çözülmeye başlamış gibi görünüyordu. Papalık Ofisi Holy See Basın Bürosu Müdürü Matteo Bruni, 27 Ağustos 2019'da piskopos Antonio Yao Shun’ın Çin’e bağlı İç Moğolistan Özerk Bölgesi’ne Şantung başpiskoposu olarak atandığını duyurdu. Anlaşmanın imzalanmasının ardından yapılan ikinci atama ise 28 Ağustos'ta Piskopos Stefano Xu Ho Ngway’in, Hangeong Piskoposluğu’na yardımcı piskopos olarak atanması oldu.

ABD, Çin ile Vatikan arasındaki geçici anlaşmanın uzatılmasına karşı çıktı
2018 yılında Vatikan ve Çin arasında yapılan antlaşmanın süresi Ekim ayında dolarken Vatikan ve Çin geçici anlaşmayı, 21 Ekim 2022'ye kadar iki yıl daha uzattılar. Papalık Basın Ofisi’nden yapılan açıklamada ‘Vatikan’ın, söz konusu anlaşmanın uygulanmasının, iki taraf arasındaki iyi iletişim ve iş birliği sayesinde olumlu yönde ilerlediği değerlendirmesinde bulunduğu ve Katolik Kilisesi'nin, Çin halkının iyiliğini desteklemenin yanı sıra açık ve yapıcı bir diyalog devam ettirmek için anlaşmayı uzatmak istediği’ belirtildi.
Vatikan'ın sırları halka açıklanmıyor. Çünkü (eski İsrail Başbakanı) Golda Meir'in 1967'de Papa VI. Paul'un döneminde Vatikan'a yaptığı ilk ziyarette söylediği gibi Vatikan’ın saati, dünya saatlerinden farklı çalışıyor.
Bu yüzden Vatikan ile Çin arasında Eylül 2018'de imzalanan anlaşma uzun bir yolculuğun varış noktasını oluştururken, aynı zamanda ve her şeyden önce daha geniş ve ileri ye dönük anlaşmalar için bir başlangıç ​​noktasını da temsil ediyor. Bununla birlikte içeriği gizli tutulan geçici anlaşma, açık ve yapıcı bir diyalogun sonucudur.
Saygı ve dostluk çerçevesindeki bu diyalogun, seleflerinin uzun yıllar önce başlattığı müzakerelerden sonra Papa Francis'in geçmişte Kilise'nin aldığı yaraların farkında olması ve bunları iyileştirmeye çalışmasının bir sonucu olduğu bir gerçek.  Papalık yetkisi olmadan piskoposluk töreni yapan Çinli piskoposlarla tam bir birliktelik oluşturan Papa, eski Papa XVI. Benedict tarafından onaylanan piskoposların atanmasına ilişkin anlaşmanın imzalanmasına izin verdi.

Kilise’nin adımı dini mi yoksa jeopolitik mi?
Çin-Vatikan yakınlaşması tamamen dini bir hareket mi yoksa Roma Katolik Kilisesi'nin kazanımlarını artıran jeopolitik bir hareket mi? Ünlü Amerikan tarihçisi Will Durant, ‘The Story of Civilization’ (Medeniyetin Temelleri) adlı ölümsüz eserinde Kilise’yi, ‘tarihteki en önemli insan kurumu’ olarak tanımlarken diğerleri Vatikan’ın, sınırları veya kolonileri olmayan bir imparatorluk olduğunu söylediler. Şuana kadar edinilen deneyimler, tıpkı 2.Dünya Savaşı'nın sonunda 1945'teki Yalta Konferansı'nın oturum aralarında Joseph Stalin'in tiye aldığı gibi Papa’nın askeri birlikleri olmasa bile ahlaki bir etkiye sahip olduğunu kanıtladı.
Vatikan’da ve onun idari ve bilimsel departmanlarında, özellikle Atlantik'in diğer yakasında ve ABD-Çin anlaşmazlığı çerçevesinde, bilinçli ve parlak beyinler olduğu kesindi. Bir gün mevcut sahnenin, bir zamanlar Doğu Avrupa'nın ruhundaki Komünizmin sarsılmasının nedeni olan Katolik Kilisesi’nin lehine heyecan verici ve tehlikeli bir nüfuz alanı için bir kazanım olduğu görülecektir.
Vatikan'ın resmi yayın organı L'Osservatore Romano gazetesi bu bağlamda özel bir makale yayımladı. Makalede, birilerinin bu anlaşmayı jeopolitik yorumlarla göreceğine, ancak Kutsal Makam için tüm meselenin dini olduğuna işaret edildi. Makalede aynı zamanda, bu diyalogun, uluslararası toplumun yararına ortak çıkar için verimli bir arayışı teşvik ettiği konusunda tam bir farkındalık olduğu belirtildi.
Kutsal Makam elbette, Çin'deki Katolik cemaatlerin hayatlarına özel bir atıfta bulunarak, geçici anlaşmanın imzalanmasının ve uzatmasının, tüm dünyanın derin jeopolitik gerilimlere tanık olduğu bir döneme ortak ilgi konusu olan sorunların çözülmesine ve barış için uluslararası bir ufkun açılmasına katkıda bulunmasını umuyor.

Francis'in Çin'e giden yolunu kim kesti?
Şarku’l Avsat Independent Arabia’dan analize göre, ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, Roma'daki sempozyumda öfkelenmesinin nedeni, Papa'nın ve Kutsal Makam’ın Çin'de hak ve özgürlüklere yönelik ihlallere karşı ahlaki bir sorumluluğu olduğunu düşünmesinden kaynaklanıyordu.
Pompeo sempozyumda, Kilise'nin farklı bir konumda olduğunu ve - söylediği üzere - dünyevi düşüncelerin, ebedi gerçeklere dayanan ilkeli duruşları caydırmaması gerektiğini vurgulayarak Amerikan insan hakları diplomasisinin, meleksel rolünü göstermeye çalıştı.
Burada şu önemli soruyu sormak gerekiyor: Pompeo, Çin dışında farklı bir sebepten ötürü Papa'ya kızgın olabilir miydi?
Vatikan Devletlerle İlişkiler Sekreteri (Dışişleri Bakanı) Monsenyör Paul Richard Gallagher’e göre ABD’nin Vatikan Büyükelçiliği, sempozyumu, tek taraflı ve neredeyse Vatikan'ın marjinalleştirecek şekilde düzenledi. Özellikle Gallagher'ın sadece birkaç dakika konuşmasına izin verildiğinden gizli niyetler ortaya çıktı. Papa'nın Pompeo ile görüşmeyi reddetmesinin nedenlerinden biri de buydu.
Bununla birlikte Papa Francis, anketlerde Demokrat rakibi Joe Biden’ın gerisinde kalan Başkan Trump'ın seçim kampanyasına katkıda bulunacak herhangi bir önyargı oluşmaması amacıyla ABD Dışişleri Bakanı ile görüşmekten kaçındı. Bu da, Trump yönetiminde olumsuz bir sinyal olarak görüldü ve Vatikan ile Washington ilişkileri birkaç yıl geriye gitti.
Vatikan tarihçileri ve düşünürleri, Pompeo’nun, sağcı Katolik Amerikalı seçmenleri çekmek amacıyla Çin ve Roma Katolik Kilisesi arasında ısrar ve başarı ile gün geçtikçe ilerleyen uzlaşıların önünü tıkamaya çalıştığını düşünüyorlar. Ayrıca çeşitli Amerikan Evanjelik grupları, mezheplerinin çeşitliliğine ve partilerinin çokluğuna rağmen, Trump yönetiminin yanlarında olması ve Papa ve Vatikan ile bir çatışmaya girilmesi pahasına olsa dahi ABD’nin ‘gerçek düşmanı Çin’ ile mücadele etmesi gerektiğini düşünüyorlar.
Peki, mevcut durum, Papa Francis ile yıllar önce Trump’ı destekleyen Katolik sağcılar arasında bir tür kültürel savaş olarak kabul edilebilir mi?
Vatikan Devlet Sekreteri Kardinal Pietro Parolin, gazetecilere yaptığı açıklamada, Kutsal Makam’ın Beyaz Saray’ın Vatikan’ın dış politikasına açıkça müdahalesi karşısında ‘şaşırdığını’ belirtirken Vatikan Devletlerle İlişkiler Sekreteri Monsenyör Gallagher, Pompeo'nun Papa Francis ile bir görüşme talebinde bulunduğu, ancak talebin reddedildiğinin doğrulanmasının ardından Trump yönetimini açıkça, ‘Papa'yı seçimlere alet etmeye çalışmakla’ suçladı.

Çin’e karşı ‘kutsal ittifak’
Peki, Washington ile Vatikan arasındaki olaylar tarihi tekerrür edecek mi? Karl Marx'a göre tarih aynı şekilde tekerrür etmez; tarihte olaylar ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak tekerrür eder. Ancak bununla birlikte, olaylar bir birine benzeyebilir ya da en azından bazı tarihi deneyimleri, özellikle iyilerse ve olayları değiştiriyorlarsa yeniden üretmeye çalışanlar vardır. Fakat bir nehrin suları akarken her saniye değişir ve akıntılar onlarca yıl sabit kalmaz.
O halde Washington, Papa Francis’in Ronald Reagan ile Papa II. John Paul arasında 1980'lerin başlarında yaşanan deneyimi yeniden üretmesini engellemeye mi çalışıyor?
İngiliz yazar Gordon Thomas’ın ‘Gideon's Spies: The Secret History of the Mossad’ (Gideon'un Casusları/Mossad'ın Gizli Tarihi) adlı kitabında iddia edildiği gibi 2. John Paul’un memleketi olan Katolik Polonya'dan komünizmi silmek amacıyla Beyaz Saray ile Vatikan arasında gizli bir ittifak kuruldu mu?
Soruyu biraz daha açmamız gerekebilir. Pompeo'nun Komünist Çin'e karşı yukarıdakine benzer bir kutsal ittifak kurulmasını istediği açık ve Başkan Trump, Biden karşısında zafer kazanamasa bile, 2024'te başkanlığa aday olmayı ve bundan sonra bu yöndeki planlarını hayata geçirmeyi düşünüyor olabilir.
Roma Katolik Kilisesi'nin Çin ile ilişkisine zarar vermek için uzun zaman önce hazırlanmış bir plan var gibi görünüyor. Çünkü Çin ve Katolik Kilisesi arasındaki yakınlaşma, her zaman birilerini rahatsız etmiştir.
Son soru: Papa Francis dünyaya ‘hepimiz kardeşiz’ mesajı verirken, kendisini hedef alan bir karalama kampanyası başlatılması, bazılarının kutsal olarak gördüğü bir ittifakın başarısız girişimi olabilir mi?



Rusya’nın Ukrayna cephesindeki kayıpları artıyor

Ukrayna savaşında çatışmalar sürerken, taraflar arasındaki müzakerelerde henüz somut ilerleme kaydedilemedi (AP)
Ukrayna savaşında çatışmalar sürerken, taraflar arasındaki müzakerelerde henüz somut ilerleme kaydedilemedi (AP)
TT

Rusya’nın Ukrayna cephesindeki kayıpları artıyor

Ukrayna savaşında çatışmalar sürerken, taraflar arasındaki müzakerelerde henüz somut ilerleme kaydedilemedi (AP)
Ukrayna savaşında çatışmalar sürerken, taraflar arasındaki müzakerelerde henüz somut ilerleme kaydedilemedi (AP)

Birleşik Krallık istihbaratına göre Ukrayna cephesinde bu yıl 400 binden fazla Rus asker öldürüldü ya da yaralandı.

Londra yönetiminin ekimde yayımladığı son savunma istihbarat raporuna göre, Şubat 2022'de başlayan savaştan bu yana Rus ordusunda toplamda 1 milyon 118 bin asker yaralandı ya da öldü.

Telegraph'ın aktardığına göre bu rakam, savaş öncesi Rus ordusunun toplam büyüklüğünden daha fazla.

Analizde, Rus ordusunun cephede “kıyma makinesi” diye de adlandırılan yoğun saldırı taktiklerini kullandığına, bunun da kayıpları artırdığına dikkat çekiliyor.

Economist'in bu ay yayımladığı çalışmada da Rusya'nın kayıplarının 1,35 milyona vardığı savunulmuştu. Ayrıca son üç yılda Rusya'nın Ukrayna topraklarının sadece yüzde 1,45'ini ele geçirebildiği belirtilmişti.

Rusya olası barış anlaşması çerçevesinde, Ukrayna'ya ait Herson, Zaporijya, Donetsk ve Luhansk'tan Kiev güçlerinin çekilmesini istiyor. Bu bölgelerin bir kısmı halihazırda Moskova'nın kontrolünde.

Economist'in haberinde, Rusya'nın sözkonusu bölgeleri askeri harekatla ele geçirmesinin Mayıs 2028'i bulacağı, bu süreçte ciddi kayıplar verilebileceği savunulmuştu.

Diğer yandan Ukrayna ordusu, Donetsk'teki Siversk kentinden çekildiğini dün duyurdu.

Ukrayna Genelkurmay Başkanlığı'nın açıklamasında, askerlerin can güvenliği ve kaynakların korunması için geri çekilme kararı alındığı bildirildi.

New York Times'ın analizinde, Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden önce yaklaşık 10 bin nüfusa sahip olan kentin, Donetsk bölgesinin savunmasında büyük rol oynadığına dikkat çekiliyor.

Şehrin kaybıyla Donetsk üzerindeki kontrolü zayıflayan Kiev'in müzakerelerde dezavantajlı konuma düşebileceği belirtiliyor.

Rusya ve Ukrayna arasındaki müzakerelerde Kiev yönetimi, Moskova'nın toprak tavizi taleplerini reddetmişti. ABD arabuluculuğunda yürütülen görüşmelerde Ukrayna, herhangi bir anlaşmayı kabul etmeden önce Batılı müttefiklerden güvenlik garantileri istiyor.

Independent Türkçe, Telegraph, New York Times


İsrailli teknoloji şirketleri, Gazze savaşına rağmen Avrupa’da gücünü artırıyor

Gazze savaşının patlak vermesiyle Fransa'da İsrail karşıtı protestolar düzenlemişti (AP)
Gazze savaşının patlak vermesiyle Fransa'da İsrail karşıtı protestolar düzenlemişti (AP)
TT

İsrailli teknoloji şirketleri, Gazze savaşına rağmen Avrupa’da gücünü artırıyor

Gazze savaşının patlak vermesiyle Fransa'da İsrail karşıtı protestolar düzenlemişti (AP)
Gazze savaşının patlak vermesiyle Fransa'da İsrail karşıtı protestolar düzenlemişti (AP)

İsrailli teknoloji şirketleri, Gazze savaşı sırasında Avrupa'daki işgücünü artırdı.

İsviçreli risk sermayesi fonu Planven ve Britanya merkezli danışmanlık şirketi KPMG'nin araştırmasında, İsrailli teknoloji firmalarının Avrupa'daki faaliyetlerini genişlettiği ve daha fazla çalışan istihdam ettiği belirtiliyor.

Avrupa Birliği'ne (AB) bağlı Avrupa İnovasyon ve Teknoloji Enstitüsü'nün İsrail'deki inovasyon merkezi IT Hub Israel de salı günü yayımlanan çalışmaya katkı sağladı.

Araştırmaya göre, Hamas'ın 7 Ekim 2023'teki Aksa Tufanı saldırısıyla  patlak veren Gazze savaşından bu yana İsrail teknoloji şirketlerinin Avrupa'daki istihdamı ortalama yüzde 5 arttı.

Ocak 2025 itibarıyla Avrupa'da faaliyet gösteren toplam 1686 İsrailli teknoloji şirketi, çalışan sayısını 32 bin 617'ye çıkardı. Bu sayı 2024'te 30 bin 936, 2023'teyse 29 bin 317'ydi.

Avrupa'da en fazla sayıda İsrailli teknoloji şirketine ev sahipliği yapan ülke Birleşik Krallık. Ülkede 704 İsrail teknoloji şirketi, 6 bin 724 çalışanıyla faaliyet gösteriyor.

415 şirket ve 2 bin 131 çalışanla Almanya ikinci, 312 şirket ve 2 bin 598 çalışanla da Ukrayna üçüncü sırada geliyor.

Fransa'da 279 teknoloji şirketinde 1750 kişi çalışırken, Polonya'da 257 firmada 1734 kişilik istihdam var. İspanya'da 356 şirket faaliyet gösterirken, bu firmalarda 1415 kişi çalışıyor.

Avrupa'da Gazze savaşı nedeniyle İsrail karşıtı görüşlerin artmasına rağmen firmaların istihdam kapasitesini geliştirdiği görülüyor.

Planven'den Elle Taitou Spruch, araştırma bulgularına ilişkin Times of Israel'e şunları söylüyor:

Veriler savaş gibi zor zamanlarda bile, Avrupa'dan çok fazla eleştiri aldığımız halde, uzun vadeli varlıklarını geliştiren İsrailli girişimlerin sürekli büyüdüğünü ortaya koyuyor. İnsanlar hâlâ yatırımlarını artırmayı tercih ediyor.

Avrupa Komisyonu, AB ve İsrail arasında 5,8 milyar euroluk ihracatı etkileyecek karşılıklı ticaret anlaşmasının askıya alınabileceğini eylülde duyurmuştu. Brüksel henüz bu yönde bir adım atmadı.

Birleşmiş Milletler de İsrail ordusunun Gazze'de soykırım yaptığını bildiren çalışmasını eylülde kamuoyuyla paylaşmıştı.

Independent Türkçe, Times of Israel, Guardian


Netanyahu yeni Trump’ı anlamaya çalışıyor

ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eşi Sara, 7 Temmuz 2025'te Beyaz Saray'ın güney girişinde sohbet ederken (DPA)
ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eşi Sara, 7 Temmuz 2025'te Beyaz Saray'ın güney girişinde sohbet ederken (DPA)
TT

Netanyahu yeni Trump’ı anlamaya çalışıyor

ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eşi Sara, 7 Temmuz 2025'te Beyaz Saray'ın güney girişinde sohbet ederken (DPA)
ABD Başkanı Donald Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eşi Sara, 7 Temmuz 2025'te Beyaz Saray'ın güney girişinde sohbet ederken (DPA)

ABD-İsrail ilişkileri, bugün olduğu kadar çalkantılı bir dönem yaşamamıştı. Washington’un İsrail’e yönelik güvenlik, siyaset ve ekonomi alanlarındaki stratejik desteğine ve ABD Başkanı Donald Trump’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya verdiği güçlü desteğe rağmen, Tel Aviv’de artan bir kaygı ve yanıtsız kalan çok sayıda soru dikkat çekiyor. Trump’ın, Netanyahu’nun yargılandığı yolsuzluk davalarının düşürülmesini talep eden tutumu dahi bu belirsizlikleri gidermiş değil.

Öne çıkan soruların başında Trump’ın kendisi geliyor: İlk başkanlık dönemindeki Trump ile bugünkü Trump aynı mı? ‘İsrail’in küçük bir devlet olduğu ve genişlemeye ihtiyaç duyduğu’ yönündeki yaklaşımlarından vazgeçti mi?

Trump yönetiminin Aralık 2025’in başında yayımladığı ve yönetimin stratejik hedeflerini ortaya koyan belgede, Filistin meselesinin yakın vadede çözülebilir olmadığı ifade edildi. Bu durum, Gazze Şeridi’nde savaşı durdurmayı ve Ortadoğu’da kapsamlı bir barış tesis etmeyi amaçlayan Trump planının rafa kaldırılabileceği anlamına mı geliyor? Eğer öyle değilse, Trump İsrail üzerinde bir uzlaşıyı dayatacak baskı uygulayabilir mi? İsrail’e verilecek desteğin sınırları nerede başlayıp nerede bitecek? Trump, görev süresi boyunca önümüzdeki on yıl için İsrail’e nasıl bir askerî ve ekonomik yardım anlaşması sunacak?

sdfrgt
ABD Başkanı Donald Trump, 13 Ekim 2025'te İsrail'i ziyareti sırasında Ben Gurion Uluslararası Havalimanı'nda parmağıyla İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu işaret ediyor. (Reuters)

Netanyahu’nun yakın çevresinde, ikili ilişkilerin sağlamlığına dair iyimser açıklamalara rağmen tablo net değil. Hatta kendisini ‘ABD meselelerinde İsrail’in en büyük uzmanı’ olarak gören Netanyahu’nun dahi Trump’ın gerçek tutumunu tam olarak kestiremediği, yeni Trump’ın kişiliğini anlamak için uzun saatler harcadığı ifade ediliyor.

Netanyahu uzun süre ABD'de yaşamıştı

Siyasi tarihe göre, bugüne kadar İsrail’i yöneten 13 başbakandan 8’i, ABD’de altı aydan uzun süre yaşamış durumda. ABD’de en uzun süre kalan başbakan 18 yıl ile Golda Meir olurken, onu 16 yıl ile Binyamin Netanyahu izliyor. Her iki lider de ABD’de uzun yıllar yaşamış olmaları sayesinde ABD’yi ‘içeriden en iyi tanıyan’ siyasetçiler olmakla övünüyordu.

Ancak İsrailli tarihçiler bu tabloyu tersinden okuyor. Gazeteci ve tarihçi Tani Goldstein, bazı çevrelerin Golda Meir ile Netanyahu’yu İsrail’in ABD ile ilişkilerinde en başarısız iki başbakan olarak gördüğünü belirtiyor. Goldstein’a göre, her iki lider de görev dönemlerinde iki ülke ilişkilerinde en fazla krize yol açan isimler olarak tarihe geçti.

Golda Meir, 1958 yılında İsrail Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, ABD’nin Lübnan’daki anayasal kriz sırasında ülkeye müdahalesi esnasında, Başbakan David Ben-Gurion ile anlaşarak İsrail istihbarat servislerini Amerikan güçlerinin hizmetine sundu. Bu adım, Tel Aviv ile Washington arasındaki ilk güvenlik iş birliğinin temelini oluşturdu. Üç yıl sonra ise bir İsrail Başbakanı ile ABD Başkanı arasında ilk resmî görüşme gerçekleşti; o dönemde Beyaz Saray’da John F. Kennedy bulunuyordu. Ancak Meir’in kendisi, İsrail Başbakanı olduktan sonra, ilişkilerde ilk büyük krizi tetikleyen isim oldu.

1970’lerin başında ABD, Dışişleri Bakanı William Rogers’ın adıyla anılan bir İsrail-Arap barış planını gündeme getirdi. Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’ın ölümünün ardından, Enver Sedat bu girişimleri güçlü biçimde canlandırmaya çalıştı ve barışa açık bir tutum sergiledi. ABD Başkanı Richard Nixon, Golda Meir’in kendisiyle stratejik bir ortak ve müttefik olarak hareket edeceğini, İsrail’e barışı getirecek bir anlaşmaya sıcak bakacağını düşünüyordu. Ancak Meir’in bu öneriyi reddetmesi, Nixon için büyük bir hayal kırıklığı oldu.

dfer
Eski ABD Başkanı Jimmy Carter, Eylül 1978'de Beyaz Saray'da İsrail Başbakanı Menachem Begin'in Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ı kucaklamasını alkışlıyor. (AFP)

1973 Savaşı sırasında İsrail ciddi bir güvenlik kriziyle karşı karşıya kaldığında ve Mısır ile Suriye ordularının ülkenin varlığını tehdit ettiğini hissettiğinde, ABD Başkanı Richard Nixon, Golda Meir’i affetti. Nixon, İsrail’e büyük çaplı silah sevkiyatları ve Amerikan Hava Kuvvetleri pilotları tarafından kullanılan savaş uçakları gönderdi; bu uçaklar Mısır ve Suriye’ye karşı yürütülen savaşta fiilen yer aldı.

ABD-İsrail ilişkileri konusunda uzman tarihçi Prof. Dr. Eli Lederhendler’e göre, Golda Meir’in ‘ABD’yi içeriden tanıdığı’ yönündeki iddiaları İsrail açısından olumsuz sonuçlar doğurdu. Lederhendler, Meir’in kendine aşırı güvenen bir tutum sergilediğini ve ABD’ye dair bilgisinin İsrail’in çıkarlarına ters yönde işlediğini savunuyor.

Binyamin Netanyahu da ABD’yi içeriden bildiği düşüncesiyle benzer bir özgüvene sahip. Ancak birçok gözlemciye göre Netanyahu, ülke yönetiminde bulunduğu yıllar boyunca, ABD-İsrail ilişkilerinde Golda Meir’i hem kriz sayısı hem de bu krizlerin derinliği bakımından geride bıraktı. Netanyahu, 2015 yılında İran’la nükleer anlaşmanın imzalanmasını engellemek amacıyla ABD Başkanı Barack Obama’ya karşı açık bir siyasi mücadele yürüttü.

Netanyahu, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın saldırısının ardından İsrail’in yardımına koşan ve Gazze’de ateşkesi sağlamaya çalışan dönemin ABD Başkanı Joe Biden ile de ciddi bir kriz yaşadı; Biden’ın girişimlerini boşa çıkardı. İsrail başbakanlarının çoğu, ülkenin hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçilerden destek alabilmesi için iki partiyle dengeli ilişkiler kurmaya çalışırken, Netanyahu ABD iç siyasetine müdahil olarak Cumhuriyetçi adayları destekledi ve Demokratlarla sorunlar yaşadı.

asdfrt
Gazze Şeridi sınırına yakın bir noktada konuşlanmış tankın kulesinin üzerinde duran İsrail askerleri (AFP)

Washington’daki Netanyahu karşıtları, İran nükleer anlaşmasının Trump’ın ilk başkanlık döneminde iptal edilmesinde Netanyahu’nun belirleyici rol oynadığını savunuyor. Netanyahu’nun, ABD’yi savaşa sürüklemek isteyen bir lider olarak anılmaya başlandığına dikkat çekiliyor. Nitekim son bir yıl içinde bu değerlendirme kısmen doğrulandı ve ABD, kısa süreli ve sınırlı olsa da İran’la bir savaşa girdi. Netanyahu’nun bununla yetinmediği, ABD Başkanı’nı İran’a karşı yeni bir askerî harekâta ya tamamen Amerikan ya da iki ülkenin ortak yürüteceği bir savaşa ikna etmeye çalıştığı ifade ediliyor.

İlişkinin gücü

İsrail ile ABD arasındaki ilişkilerin stratejik ve güçlü olduğu konusunda kuşku yok; bu durum Trump döneminde de geçerliliğini koruyor. Ancak değişen bir unsur var ve bu durum İsrail’de kaygı yaratması gereken bir gelişme olarak görülüyor. Nitekim Tel Aviv’de bu endişe şimdiden hissedilmeye başlandı.

ABD ile kurulan ittifakın sağlamlığı, İsrail’in Ortadoğu’da genel olarak Batı’nın, özel olarak da ABD’nin çıkarları için ilk savunma ve saldırı hattı olmayı kabul eden tek ülke olmasından kaynaklanıyor. NATO’nun eski komutanlarından ve ABD’nin eski dışişleri bakanlarından General Alexander Haig, İsrail’i ‘Amerikan askerleri sahaya inmeden savaş yürüten Ortadoğu’daki Amerikan uçak gemisi’ olarak tanımlamıştı. Almanya Şansölyesi Friedrich Merz de İsrail’in ‘Batı adına kirli işler yaptığını’ ifade etmişti.

İsrail’in bu denli güçlü destek görmesinin temelinde bu yaklaşım yatıyor. Geçtiğimiz on yıllarda ABD’nin İsrail’e sağladığı askerî yardımlar önemli ölçüde arttı. 1998 yılında yıllık yaklaşık 1,8 milyar dolar olan yardım miktarının, 2028 itibarıyla yıllık 3,8 milyar dolara ulaşması öngörülüyor.

tyu
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yisrael Katz, ordu karargahında yaptıkları bir toplantı sırasında (İsrail hükümeti)

İsrail, önümüzdeki dönemde bu desteğin daha da artırılmasını talep ediyor. Bu rakamlara, Gazze savaşı sırasında ABD’nin sağladığı ve 22 milyar doları aşan destek dâhil değil. Haaretz gazetesinin 18 Aralık 2025 tarihli haberine göre, ABD son iki yılda savaş nedeniyle İsrail’e toplamda yaklaşık 32 milyar dolarlık yardımda bulundu. Gazete, Kongre Araştırma Servisi ve Washington’daki Brown Üniversitesi’ne dayandırdığı haberinde, Yemen ve İran’daki ABD askerî operasyonları gibi doğrudan maliyetlerin yanı sıra, Washington’un son iki yılda İsrail güvenlik kurumlarına 21,7 milyar dolar aktardığını yazdı. Buna ek olarak, ABD Temsilciler Meclisi 2025’in başında 26 milyar dolarlık özel bir askerî yardım paketini onayladı; bu paketin yaklaşık 4 milyar doları füze savunma sistemi kapsamında önleyici füzeler için, 1,2 milyar doları ise yeni lazer savunma sistemi Or Eitan için ayrıldı.

ABD-İsrail stratejik ittifakı, uzun yıllar boyunca iki ülkenin ‘ortak değerleri’ ve örtüşen çıkarları üzerine inşa edildi. Ancak Gazze savaşı, bu temellerde ciddi bir sarsıntıya yol açtı. Bu sarsıntı, Ortadoğu’da ‘gözde müttefikini’ sahiplenen bir süper gücün dayandığı dengeleri de derinden etkiledi.

Trump öngörülemez biri

Netanyahu, İsrail’in ABD’ye sunduğu stratejik hizmetin gücünün farkında ve bunu özellikle Obama ve Biden yönetimleri döneminde sert biçimde kullandı. Ancak Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşü, denklemi Netanyahu ve hükümeti açısından sarsacak ölçüde değiştirdi ve onları temkinli adımlar atmaya zorladı. ABD’nin değişmekte olduğu gerçeği, Trump yönetiminin ilk yılında belirgin biçimde ortaya çıktı.

ABD Başkanı Donald Trump, alışılmışın dışında ve kararları öngörülemez bir lider olarak görülüyor. Bu durum, onunla muhatap olanların önceki başkanlara kıyasla daha fazla dikkatli davranmasını gerektiriyor. İsrail basınına göre bu yaklaşım, Başbakan Binyamin Netanyahu’da da kaygı yaratıyor. Netanyahu’nun, Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’nin maruz kaldığı türden aleni eleştirilerle karşı karşıya kalmaktan çekindiği ifade ediliyor. Trump, İsrail’in stratejik öneminin farkında olsa da, değerlendirmeler onun hesaplarının yalnızca bu unsurla sınırlı olmadığını gösteriyor.

Trump, İsrail’in çıkarlarını İsraillilerden ve liderlerinden daha iyi bildiğine inanan liderler arasında yer alıyor. İsrail’in yürüttüğü ve bedelini İsraillilerin hayatlarıyla ödediği, ABD’ye ise tek bir asker kaybı yaşatmayan savaşları yüksek takdirle karşılıyor.

İsrail’de yapılan kamuoyu yoklamalarını yakından takip eden Trump’ın, 21 Aralık 2025’te Yahudi Halkı Araştırmaları Enstitüsü tarafından yayımlanan ve İsraillilerin yüzde 60’ının Trump’ın İsrail’in çıkarlarını önceleyen bir vizyonla hareket ettiğine inandığını ortaya koyan araştırmayı da dikkate aldığı belirtiliyor.

ABD kamuoyunda ise İsrail’e yönelik desteğin keskin biçimde azaldığına dikkat çekiliyor. Tel Aviv merkezli Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nün (INSS) bir çalışmasında, ‘İsrail’in ABD’deki konumunda ciddi bir kriz yaşandığı ve bunun stratejik bir tehdide dönüşme riskinin bulunduğu’ değerlendirmesine yer verildi.

Aralık 2025’in başında yayımlanan ve Eldad Shavit ile Ted Sasson tarafından hazırlanan çalışmada, “İsrail’in ABD’deki konumu benzeri görülmemiş bir krize girmiş durumda. Geleneksel destek, Demokratlar arasında ve hatta Cumhuriyetçilerin bir bölümünde gözle görülür biçimde aşındı” değerlendirmesi yer aldı.

Anketler, İsrail’e yönelik kamuoyu tutumunun, savaş sırasındaki İsrail uygulamalarından ve Gazze Şeridi’ndeki insani durumdan doğrudan olumsuz etkilendiğini ortaya koyuyor. Özellikle liberal çevrelerdeki Yahudi toplumu içinde desteğin gerilediği, İsrail’e yönelik eleştirilerin arttığı gözleniyor. Bu eğilimin, İsrail’in siyasi ve askerî hareket serbestisini kısıtlayabileceği ve ülkenin güvenliği açısından gerçek bir tehdit oluşturabileceği belirtiliyor.

Trump’ın, tabanını korumak istemesi ve Netanyahu’nun yönetiminin planları önünde engel oluşturduğunu düşünmesi halinde, bu değişimleri görmezden gelmesinin mümkün olmadığı ifade ediliyor. Nitekim Trump daha önce, Netanyahu döneminde İsrail’in ABD dışında neredeyse hiç dostunun kalmadığını, İsrail’i destekleyen tek ülkenin kendisi olduğunu söylemiş ve Tel Aviv’in ABD’nin çıkar ve iradesini zedeleyecek adımlardan kaçınması gerektiğini vurgulamıştı.

ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarında da önemli bir değişim yaşandığına dikkat çekiliyor. Bu değişimin en belirgin göstergesi, Trump’ın bölgedeki Arap liderlerle kurduğu yeni söylem olarak öne çıkıyor. Netanyahu’nun bu ‘yeni dili’ dikkatle dinlediği ve sınırlarını anlamaya çalıştığı belirtiliyor.

ABD Başkanı’nın görevdeki bir yılının ardından, Netanyahu’ya yakın çevrelerde hâlâ yeni Trump’ın kişiliğini çözmeye çalıştığı, ABD’ye dair edindiği bilgilerin artık güncellenmiş bir anlayış gerektirdiği değerlendirmesi yapılıyor.