Suriye: Uluslararası boykota rağmen ‘Mülteci Konferansı’ başladı

Suriye’nin kuzeybatısındaki Roma harabeleri kalıntıları üzerinde oynayan iki yerinden edilmiş çocuk (AFP)
Suriye’nin kuzeybatısındaki Roma harabeleri kalıntıları üzerinde oynayan iki yerinden edilmiş çocuk (AFP)
TT

Suriye: Uluslararası boykota rağmen ‘Mülteci Konferansı’ başladı

Suriye’nin kuzeybatısındaki Roma harabeleri kalıntıları üzerinde oynayan iki yerinden edilmiş çocuk (AFP)
Suriye’nin kuzeybatısındaki Roma harabeleri kalıntıları üzerinde oynayan iki yerinden edilmiş çocuk (AFP)

Moskova, geniş bir uluslararası boykota rağmen mülteci konferansının başarısı için çalışıyor.
Suriyeli mültecilerin geri dönüşü konulu uluslararası konferans bugün (11 Kasım) Rusya’nın geniş katılımıyla Şam’daki Konferans Sarayı’nda uluslararası ve bölgesel tarafların büyük bir bölümünün boykotuyla başlıyor. Moskova, 10 Kasım’da Lübnan’a önde gelen bir heyetin ulaşmasıyla hazırlığını tamamlarken, Şam’a yönelmeden önce de Lübnanlı yetkililerle diyaloglar gerçekleştirdi.
Rusya’nın, Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarından üst düzey katılımların yanı sıra çeşitli alanlarda uzmanlaşmış çok sayıda kurum tarafından temsil edileceği biliniyor. Kremlin’in daha önce açıkladığı gibi Rus heyetin, mültecilerin geri dönüşüyle ilgili askıda kalmış çeşitli konularla ilgilenen, 35 Rus kurumun temsilcilerini içermesi bekleniyor. Rusya Devlet Başkanının Suriye Özel Temsilcisi Aleksandr Lavrentyev’in katılımının yanı sıra Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un ise konferansa video konferans aracılığıyla eşlik etmesi bekleniyor.
İki gün devam edecek olan konferans çalışmaları, mültecilerin geri dönüşleri için uygun koşulların oluşturulmasının yanı sıra, Suriye’deki mevcut durum, yerinden edilmişlerin geri dönüş koşulları ve geri dönüşlerinin önündeki ele engelleri masaya yatıracak birkaç oturum içeriyor. Aynı şekilde konferansta, insani yarım, altyapı restorasyonu, bilim ve eğitim kuruluşları arasında iş birliği, savaş sonrası dönemde Suriye’deki enerji altyapısının yeniden inşası konuları ele alınacak, konferans kapanış oturumu ve kapanış bildirgesi ile de sona erecek.
Suriye Dışişleri ve Yabancılardan Sorumlu Bakan Yardımcısı Eymen Susan, 10 Kasım’da ‘Suriye’deki terör örgütlerinin ilk destekçisi olan Erdoğan rejimi tarafından olumlu bir şey beklenemeyeceği’ gerekçesiyle, Türkiye dışında konferansa davet edildiğini duyurdu. Susan, bazı ülkelerin de kendilerini konferansa katılmaktan vazgeçmeleri için baskı altında bulduklarını dile getirdi.
Susan, konferansa katılan ülkeler arasında Çin, Rusya, İran, Lübnan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Pakistan ve Umman Sultanlığı’nın olduğunu, Birleşmiş Milletler’in (BM) ise gözlemci olarak yer aldığını belirtti.
Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 10 Kasım’da Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün katılımına değindiği biliniyor ancak BM Genel Sekreteri’nin bir temsilcisinin varlığından bahsetmedi. Bu çerçevede Susan, Şam’ın ‘katılımın hacminden memnun olduğunu ve mevcut ülkelerin uluslararası sahnede oldukça önemli olduğunu’ dile getirdi.
Suriye Dışişleri Bakan Yardımcısı, “Bir dizi ülke, bu konferansa katılmama hususunda maruz kaldıkları baskıların hacmini bize belirtti. Suriye Devleti, yerinden edilmişlerin geri dönüşü için her türlü çabayı sarf edecek. Yerinden edilmişlerin geri dönüşü ve yeniden yapılanma koşullarını oluşturmak için tek taraflı yaptırımlar kaldırılmalıdır” dedi.
Lübnan hükümeti, Sosyal İşler ve Turizm Bakanı Remzi Muşerrefiye’nin konferansta ülkeyi temsil edeceğini duyurmuştu. Bölgesel tarafların pozisyonları net olmasa da Türkiye, Rusya ile önceki görüşmeler sırasında, konferansı düzenleme girişimi ilan edilmeden önce Moskova’nın Ankara ile istişareleri göz ardı etmesinden duyduğu memnuniyetsizliği dile getirmişti.
İran Dışişleri Bakanı Yardımcısı Ali Asgar Hacı ise 10 Kasım’da Devlet Başkanı Beşşar Esed’e ‘İran’ın bu konferansa yönelik vizyonu ve konferansın başarısı ile bu insani sorunun çözümüne katkıda bulunabilecek her türlü desteği sağlama istekliliği’ hakkında bilgi verdi. Yetkili, ‘Suriye topraklarındaki güvenlik durumunun önemli ölçüde iyileştiğini ve Suriye hükümetinin terörizm tarafından yıkılan her şeyi yeniden inşa etmek için gösterdiği hızlı çabaların tüm Suriyeli mültecilerin geri dönüşüne ve çoğunun sığındıkları ülkelerinde yaşadığı acıların sona ermesine yönelik güçlü bir temel oluşturduğunu’ vurguladı.
Toplantıda, Suriye konulu Astana görüşmeleri ve Anayasa Tartışma Komitesi de dahil olmak üzere, siyasi açıdan endişe uyandıran bir dizi mesele hakkında görüş alışverişinde bulunuldu.
Konferansa katılımı kabul etmeyen tepkiler de ortaya koyulurken Kanada, mültecilerin dönüşü konusunda Rusya’nın sponsor olduğu Şam faaliyetine katılmayacağını duyurdu. Kanada, yayınladığı bir bildiride, ‘mültecilerin güvenli, gönüllü ve onurlu bir şekilde geri dönüşünü desteklediğini, ancak Suriye’ye böyle bir dönüş için şartların mevcut olmadığını’ açıkladı.
Bu tutum, Avrupa Birliği’nin (AB) Yüksek Temsilcisi tarafından yapılan bir açıklamasına beziyordu. AB, üye devletlerin Dışişleri Bakanları ve Yüksek Temsilcinin, Şam’daki konferansa katılmak üzere davet aldığını, ancak AB ve üye devletlerin konferansa katılmayacağını belirtti. Açıklamada, ‘şu anda önceliğin Suriyelilerin güvenli, gönüllü ve onurlu şekilde geri dönüşleri için gerekli şartların uluslararası hukuk çerçevesinde sağlanması ve BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin Suriye’nin tamamına engelsiz erişimi olması gerektiği’ vurgulandı. Açıklamada, bu nedenle konferansın erken olduğu ve Suriye’deki koşulların geniş çaplı gönüllü geri dönüşlere izin vermediği aktarıldı.
AB açıklamasında, sınırlı sayıdaki dönüşlerin birçok engeli ve tehdidi gözler önüne serdiği belirtilirken, bunlar arasında zorla askere alma, ayrım gözetmeksizin yapılan gözaltılar, işkence, fiziki ve cinsel şiddet, konuta erişimde ayrımcılık, temel hizmetlerin bulunmaması gibi unsurların yer aldığı kaydedildi.
AB, 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi (BMGK) kararının, “Suriye çatışmasına kapsamlı ve sürdürülebilir siyasi bir çözüm sağlamak için faaliyet çerçevesini tanımladığını”, ayrıca “çatışma, mülteci krizi ve yerinden edilmesinin altında yatan nedenleri ele aldığını” vurgularken, rejime ve sponsorlara da ‘Anayasa Komitesi’nin çalışmalarına ve başta tutukluların serbest bırakılması olmak üzere, 2254 sayılı BMGK kararında belirtilen diğer tüm konulara tam ve iyi niyetle katılma’ çağrısı yaptı. 
AB’nin açıklaması, yaklaşık 2 hafta önce tarafları bir araya getiren bir bakanlar toplantısının sonunda benzer bir tutum sergileyen Küçük Grup’un bildirisinin neredeyse birebir tekrarı niteliği taşıyor.
Suriye Mülteci Hakları Derneği, 10 Kasım’da Şam’da bugün başlaması planlanan Suriyeli mülteciler ve yerinden edilmişlerin geri dönüşü için bir konferans düzenlenmesini sert bir şekilde reddettiğini duyurdu.
Alman Haber Ajansı’nın (DPA) aktardığına göre Dernek, bugün yaptığı bir basın açıklamasında, “Suriyeli mültecilerin ve yerlerinden edilmişlerin geri dönüşüne yönelik konferansın düzenlenmesi için orada ve burada yapılan tüm çağrıların, terörist Esed rejimine meşruiyet kazandırmayı amaçlayan şüpheli çağrılar olduğunu tüm dünyaya duyuruyoruz” ifadelerini kullandı. Dernek, “Suriyeli mültecilerin güvenli, onurlu ve gönüllü geri dönüşü, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından güvence altına alınmalıdır. Zira gözaltı, geri dönüşün zorluklarından biridir ve 2254 sayılı BMGK kararına göre demokratik bir geçiş sağlanmalıdır” dedi. Bu çerçevede Suriye’de hapsedilen bir Alman, Şam’daki bir ‘işkence hapishanesinde’ yaşadıklarını hakkında şahitlik yapma kararı aldı. Avrupa Anayasa ve İnsan Hakları Merkezi, 10 Kasım’da yaptığı açıklamada, Martin Lautvin’in Suriye Askeri İstihbarat’taki üst düzey yetkililere karşı, Suriye’de işkence gören 13 kişinin Alman savcılığına açtığı ceza davasına dahil olduğunu duyurdu. Lautvin, “Alman mahkemesine tanıklığımın, insan hakları suçlarının adalet bulmasına yardımcı olmasını umuyorum” dedi. Suriye Askeri İstihbaratı, Lautvin’i teknik ve insani yardımlar sağladığı gerekçesiyle 2018 yılında Kamışlı şehrinde gözaltına aldı. Martin Lautvin, daha sonra diplomatik çabalar sayesinde serbest bırakıldı.



PKK, Hamas, Hizbullah: Yarım asırlık silahlı örgütlerin Ortadoğu’daki etkisi

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
TT

PKK, Hamas, Hizbullah: Yarım asırlık silahlı örgütlerin Ortadoğu’daki etkisi

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

Rüstem Mahmud

Bir gün içinde PKK militanları Türkiye topraklarından çekiliyor veya Güvenlik Konseyi Hamas'ı silahsızlandırma kararı aldı ya da Lübnan hükümeti ordunun Hizbullah'ı silahsızlandırma planını bekliyor yahut Irak'taki Haşdi Şabi ile Suriye, Yemen ve Libya’daki diğer örgütler hakkında benzer haberler ve raporlar duyabiliyoruz. Yıllardır, bu savaşçı örgütler, üyeleri ve davranışları bölgemizdeki en önemli ve çoğu zaman tek haber oldular. Dış gözlemciler artık siyasi, sosyal ve kültürel sahnemizi çok çeşitli örgütlerin ve savaşçılarının yuvasından ibaret sanmaya başladılar.

Bu örgütler yalnızca silahlı eylem konumunu işgal etmiyorlar, aynı zamanda siyasi rollere, etkinliğe ve üretkenliğe de sahipler. Yaşadıkları toplumların geniş kesimleri için prestijli ve sembolik değere sahip bir konuma sahipler. Savaşçıları, en azından toplumun belirli bir kesimi için, bir kutsallık halesiyle çevrililer.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre 1970'lerin başından itibaren, bu örgütler bölgemizdeki olağanüstü siyasi gerçeklikler ve bağlamların bir sonucu olarak ortaya çıktılar. Filistin ve Kürt meselelerine, birçok devletin, kendilerini baskı altında hisseden, yalnızca siyasi eylem ve mücadeleyle asgari düzeyde bile uzlaşıya varamayan milyonlarca insandan oluşan topluluklara yönelik bir tür “sıfır toplamlı” yaklaşımı damga vurmuştu. Nasırcılığın 1967’deki savaşta uğradığı yenilgi, devletin ve düzenli orduların sahip oldukları güç ve nüfuzu kaybetmelerine neden oldu. İran rejimi, dış politikasının bir dayanağı olarak hizipçiliğe dayanan uzun vadeli bir strateji uygulayarak, bu iki temele mezhepsel bir boyut ve yük ekledi. Ancak, bu örgütlerin türediği ülkelerde ekonomik, siyasi, güvenlik, anayasal, eğitim ve sağlık yapıları tamamen başarısız olmasaydı, bu çeşitli koşullar ve araçlar etkili olmazdı. Söz konusu örgütler bu başarısızlık sayesinde kendilerini kurtarıcılar ve devlet adına hareket ederek tüm ulusu koruyan araçlar olarak sundular.

Yarım asırdan fazla bir süre boyunca, bu örgütlerin üyeleri ve liderleri, toplumlarımızın geniş kesimleri arasında sahip oldukları “sembolik hegemonya” sayesinde, kamusal alana bir değerler, söylemler ve normatif araçlar cephanesi dayatmayı başardılar. Bunlar arasında şunlar sayılabilir: “Şiddet, değişimin özü ve tek aracıdır”, “sembolik lider tarihsel bir zorunluluktur”, “mevcut koşullar ucu açık bir olağanüstü hal gerektirmektedir”, “toplumsal ilerleme ve statü, bu örgütlere sadakat ve bağlılıkla bağlantılıdır”, “bu sınıfın üyeleri eleştirinin ötesindedir ve şehitler aziz statüsüne sahiptir”, “servet, eğitim, incelikli eylemler, entelektüel üretim ve sanatsal çalışma gibi şeyler, bu örgütlerle bağlantılı olmadıkları sürece anlamsızdır”. Bunlar ve benzeri birçok söylem kamusal alanda sürekli bir korku duygusu yaratıyor ve mevcut koşullarımızın “istisnai” olduğu yönünde derin bir hissi besliyordu. Tüm bunlar, toplumların geleceği ve güvenliği ve bu “savaşçı sınıf” örgütlerinin varlığını sürdürmesiyle sıkı sıkıya bağlantılıydı.

Samurayların ortadan kaldırılması, eski Japonya'nın sonunu ve hümanist modernitenin ilke ve değerlerine bağlı modern, medeni ve demokratik bir devletin yükselişini işaret ediyordu

Bir bakıma, bu sınıfın üyeleri, başlangıçta üyeleri İmparatorluk Muhafızları'nda asker olan, daha sonra zamanla, toplumsal güvenliği ve kaos dönemlerinde imparatorluk gücünün bütünlüğünü korumada oynadıklarını söyledikleri olağanüstü roller sayesinde kamusal bir rol, bir tür kontrol, otoriter konum ve sembolik statü üstlenen geleneksel Japon samuraylarına benzer hale geldiler. Davanın koruyucularından “davanın kendisine” dönüştüler. Kamu düzenini korumaya adanmış savaşçılar konumundan, her türlü kamusal erdemin sembolü haline geldikleri için, yerel topluluklara kendilerine ayrıcalıklı bir şekilde davranmayı dayatan, mali, idari, ticari, sembolik ve kültürel derebeyliklerin liderleri ve sahipleri konumuna geçiş yaptılar.

Tıpkı Japon samuraylarının tarihsel anlatısında olduğu gibi, bölgemizdeki bu savaşçılar ve örgütleri de, farklı derecelerde de olsa oldukça karmaşık ve istisnai tarihsel koşullardan sonra ortaya çıktılar. Ancak kendilerini “davanın kendisine” dönüştürmekten çekinmediler. Bu çeşitli örgütler, varoluşlarının asıl nedeni ortadan kalkmış olsa bile, askeri ve sembolik genel egemen statülerini her zaman farklı derecelerde de olsa korumaya gayret ettiler. Nitekim Lübnan Hizbullahı, İsrail'in bir kısmını yeniden işgal etmesinden önce tüm Lübnan topraklarından çekilmesinden çeyrek asır sonra bile silahlarını elinde tutmaya kararlı. Filistinli Hamas hareketi, silahını, Filistin'in tek kurtarılmış bölgesi olan Gazze Şeridi'ndeki tüm yaşam biçimlerinin sürekliliğinden ve devamından daha kutsal, gerekli ve kaçınılmaz görüyor.

Ancak, savaşçı sınıf ve silahlı örgütleri içindeki tüm bu otoriter özelliklerin bölgemizde yerleşik olmasına, toplumlarımızdaki genel modernleşme süreçleri bağlamında oynayabilecekleri gerici rollerin açıkça kabul edilmesine rağmen, temel soru hâlâ ortada duruyor: Bu örgütleri, bu istisnai sınıfı, ortaya çıktıkları koşulların, iklimlerin ve şartların yapısında köklü dönüşümler yaratmadan rollerini ve egemenliklerini ortadan kaldırmak mümkün müdür? Mevcut Hamas dağılsa bile, milyonlarca Filistinli, nesnel bir barışı asgari koşullarda da olsa karşılayan bağımsız bir devlete sahip olmadığı sürece, farklı isimler, sloganlar ve mekanizmalarla yeni bir Hamas'ın ortaya çıkmayacağının garantisi var mı? Türkiye'deki Kürt sorunu, Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) ve 40 yıllık silahlı mücadelesinin doğuşuna mı sebep oldu, yoksa PKK mı Kürt sorununu doğurdu? Dolayısıyla “Kürt mazlumiyeti gölü” varlığını ve etkinliğini koruduğu sürece, oradaki “Kürt mücadelesi balığı”nın yok olacağının bir garantisi var mı?

Samurayların ortadan kaldırılması, eski Japonya'nın sonunu ve hümanist modernitenin ilke ve değerlerine bağlı modern, medeni ve demokratik bir devletin yükselişini işaret ediyordu. Ama öncelikle Japonya, “hakkı” olduğuna inandığı şey uğruna komşu ülkeleri işgal edip milyonlarca masum insanı tekrar öldüremeyecek üretken bir ülke. Japonya artık birçok şeyi başarabilen bir ülke, bunların başında da geçmişte yaptıklarından dolayı özür dileyebilmesi geliyor.


Suriye Savunma Bakanlığı: SDG ile çıkan çatışmada iki asker hayatını kaybetti

Deyrizor'daki SDG milisleri (Arşiv – Reuters)
Deyrizor'daki SDG milisleri (Arşiv – Reuters)
TT

Suriye Savunma Bakanlığı: SDG ile çıkan çatışmada iki asker hayatını kaybetti

Deyrizor'daki SDG milisleri (Arşiv – Reuters)
Deyrizor'daki SDG milisleri (Arşiv – Reuters)

Suriye Savunma Bakanlığı bugün yaptığı açıklamada, dün akşam Rakka kırsalında Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile çıkan çatışmalarda iki askerin öldürüldüğünü duyurdu.

Suriye devlet televizyonu dün akşam, SDG'nin bölgedeki Suriye ordusu mevzilerine sürpriz bir saldırı düzenlemesinin ardından Rakka'nın doğusundaki Ma'adan şehri civarında şiddetli çatışmaların çıktığını bildirdi. Kanal, SDG'nin bölgedeki ordu mevzilerini hedef almasının ardından ordu topçularının SDG'nin ateşine karşılık verdiğini de ekledi. SDG ise güçlerinin DEAŞ unsurlarının Rakka'nın doğusundaki Ganem el-Ali çölünde bulunan mevzilerine insansız hava araçları (İHA) fırlatmak için kullandıkları bir dizi mevziyle mücadele ettiğini söyledi. SDG tarafından yapılan açıklamada, “Bölge, bu hafta Şam hükümetine bağlı gruplar tarafından bir dizi saldırıya maruz kaldı. Bu saldırılar, terörist saldırılarını gerçekleştirmek için bu bölgeleri kullanan DEAŞ unsurlarının faaliyetleriyle paralel olarak gerçekleşti” denildi. SDG, ‘Suriye'nin kuzey ve doğusunu meşru bir şekilde savunmaya ve sivilleri hedef alan her türlü terörist tehdidi önlemeye’ kararlı olduğunu vurguladı.

Bu hafta başında SDG, doğu Rakka'da Suriye hükümeti gruplarının saldırısını engellediğini duyurmuş ve çatışmanın tırmanmasını önlemek için orantılı bir yanıt verildiğini belirtmişti.

SDG, Suriye'nin kuzey ve doğusunun büyük bir bölümünü kontrol ediyor.

Suriye Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra geçen ay, başkent Şam'da SDG lideri Mazlum Abdi ile görüştüğünü ve ülkenin kuzey ve kuzeydoğusundaki tüm cephelerde ve askeri konuşlanma noktalarında derhal kapsamlı bir ateşkes üzerinde anlaştıklarını söyledi.


İsrail'in Gazze'nin güneyine düzenlediği hava saldırısı sonucu 3 kişi hayatını kaybetti, 15 kişi yaralandı

Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bulunan Nasır Hastanesi'nde İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybedenlerin cenaze namazını kılan Filistinliler (Reuters)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bulunan Nasır Hastanesi'nde İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybedenlerin cenaze namazını kılan Filistinliler (Reuters)
TT

İsrail'in Gazze'nin güneyine düzenlediği hava saldırısı sonucu 3 kişi hayatını kaybetti, 15 kişi yaralandı

Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bulunan Nasır Hastanesi'nde İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybedenlerin cenaze namazını kılan Filistinliler (Reuters)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bulunan Nasır Hastanesi'nde İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybedenlerin cenaze namazını kılan Filistinliler (Reuters)

İsrail savaş uçakları, Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'un doğusuna hava saldırısı düzenlerken, sivil savunma ekipleri kanlı bir günün ardından bölgeden üç ceset çıkardı ve 15 yaralıyı tahliye etti.

Filistin Enformasyon Merkezi, ‘işgal uçaklarının bu sabah erken saatlerde Han Yunus'un doğusunda, ağır topçu bombardımanı ile eşzamanlı olarak birkaç hava saldırısı düzenlediğini’ bildirdi.

Gazze Şeridi'ndeki Sivil Savunma Müdürlüğü, ‘işgal güçlerinin Han Yunus'un doğusundaki Beni Suheyla bölgesinde bir evi bombalamasının ardından üç şehit çıkarıldığını ve 15 yaralı tahliye edildiğini’ duyurdu.

Gazze Şeridi'ndeki hastanelerin sağlık kaynakları dün, ‘İsrail ordusunun 10 Ekim'de yürürlüğe giren ateşkes anlaşmasını açıkça ihlal ederek, Gazze ve Han Yunus şehirlerinde 17'si çocuk ve kadın olmak üzere 28 kişiyi öldürdüğünü’ bildirdi.

Hamas Sözcüsü Hazım Kasım bugün yaptığı açıklamada, İsrail’i Gazze anlaşmasını ihlal etmekle suçladı. Kasım, İsrail’in aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu çok sayıda kişiyi öldürdüğünü ve yaraladığını belirterek, Mısır, Katar, Türkiye ve ABD’yi bu ‘ihlalleri’ derhal durdurmak için harekete geçmeye çağırdı.

Kasım, İsrail ordusunun ‘anlaşmanın varlığına rağmen Gazze’de büyük bir katliam gerçekleştirdiğini’ ve bu tutumun, İsrail hükümetinin arabulucular ve garantör ülkeler nezdindeki açık saygısızlığını yansıttığını söyledi. Kasım ayrıca, bu ülkelerin işgalci güçlerin Gazze’ye yönelik saldırılarını durdurmakta yetersiz kaldığını ifade etti.

dwef
İsrail'in düzenlediği hava saldırısının gerçekleştiği bölgeyi inceleyen Filistinliler (Reuters)

Kasım, “Şarm eş-Şeyh'te anlaşmayı imzalayan tüm tarafları, özellikle Mısır, Katar, Türkiye ve ABD'yi, sorumluluklarını yerine getirmeye ve işgalin saldırganlığını ve Gazze'deki savaşı sona erdirmek için yapılan anlaşmanın ihlallerini durdurmak için acil önlemler almaya çağırıyoruz” dedi.