Libyan Foreign Bank, Serrac ile Merkez Bankası Başkanı arasındaki anlaşmazlığı yeniden alevlendirdi

Libya Merkez Bankası Başkanı Sadık el-Kebir, UMH yönetiminden uzak bir şekilde kendi yönetimini sürdürmekte kararlı görünüyor

(UMH) Başkanı Fayiz es-Serrac (EPA)
(UMH) Başkanı Fayiz es-Serrac (EPA)
TT

Libyan Foreign Bank, Serrac ile Merkez Bankası Başkanı arasındaki anlaşmazlığı yeniden alevlendirdi

(UMH) Başkanı Fayiz es-Serrac (EPA)
(UMH) Başkanı Fayiz es-Serrac (EPA)

Türkiye'nin, Fayiz es-Serrac başkanlığındaki Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile Libya Merkez Bankası Başkanı Sadık el-Kebir arasında devam eden anlaşmazlıkları sona erdirmeye yönelik çabaları başarılı olamadı. Anlaşmazlıklar, Kebir’in ‘yürürlükteki yasa ve yönetmeliklerin ihlali’ olarak nitelendirdiği Serrac’ın, Libyan Foreign Bank (LFB) için bir yönetim kurulu atayacak bir genel kurul oluşturma kararının ardından yeniden alevlendi.
LFB’nin fonlarıyla ilgili suçlamalar nedeniyle şuan hapiste olan bankanın Genel Müdürü Muhammed bin Yusuf aleyhindeki suçlamaların arka planında LFB de ülkedeki siyasi çatışmalar çemberine girmiş durumda.
Kebir, UMH Bakanlar Kurulu'nun 2005 tarihli ve 1 sayılı kanunun çıkarılmasına ve bankalar ile ilgili yönetmelikte değişikliğe gidilmesine rağmen halen yürürlükte olduğunu düşündüğü 1972 tarihli kuruluş kanunu uyarınca birkaç gün önce aldığı LFB üzerindeki yetkilerini tam olarak kullanma kararına karşı çıkıyor. Bu yüzden Serrac ile Kebir arasında iki gündür çekişme yaşanıyor. Serrac’ın başkanlığında yapılan olağanüstü toplantıda Bakanlar Kurulu, bankanın ana sözleşmesi ve kuruluş kanunu uyarınca kendisine verilen görev tanımına göre LFB için bir yönetim kurulu atayacak bir genel kurul oluşturma kararı aldı.
Ancak Kebir, kararı ‘yasa ve yönetmeliklere aykırı’ olarak niteledi. Merkez Bankası Başkanı Sadık el-Kebir, salı akşamı yaptığı açıklamada, yürürlükteki tüm kanunların Bakanlar Kurulu'nun LFB için bir yönetim kurulu atama yetkisini dayandırdığı yasayı hükümsüz kıldığını söyledi. Kabir, “Sözleşme metinleri, Libya Merkez Bankası’nın, LFB’nin tek sahibi ve LFB’nin hisselerinin tamamını elinde bulunduran genel kurulu olduğunu kesin bir şekilde teyit etmektedir” ifadelerini kullandı.
Serrac’ı, yönetim kurulunun UMH tarafından oluşturulması durumunda LFB’nin uğrayacağı zarardan yasal ve tarihsel olarak sorumlu tutan Kebir, bunun, LFB’nin eski yönetimi tarafından işlenen suçlarla ilgili uluslararası soruşturmaların yürütülmesini etkileyebileceği ve böylece kamu fonlarının ciddi bir şekilde zarar görebileceği konusunda uyardı.
Kebir, UMH'ye bağlı Maliye Bakanı Farac Bumtari’nin ‘olumsuz rolü’ olarak nitelendirdiği, ‘başsavcılığın emriyle tutuklu LFB’nin eski Genel Müdür tarafından yasalara aykırı bir şekilde çıkarılan ticari sicili kabul ederek LFB bağımsızlığına zarar veren tutumuna’ dikkat çekti.
Öte yandan bazı siyasetçiler ve ekonomistler de iki taraf arasında yeniden alevlenen kriz hattına girdiler. Libya borsasının eski başkanı Süleyman eş-Şuhumi, Libya Merkez Bankası Başkanı'nın, Merkez Bankası Yönetim Kurulu toplantılarını sürdürerek ve Bankacılık Kanunu'nu uygulayarak beklenen ekonomik reformlar ve LFB yönetimi konusundaki gerilimin artması nedeniyle UMH ile çatışmadan, gerginliğin artmasından ve karşılıklı provokasyondan kaçınmaya çalışmış olabileceğini söyledi.
LFB’nin, Asya, Afrika, Avrupa ve ABD gibi dünyanın hayati bölgelerinde geniş dış ortaklıkları ve katılım ağı bulunmaktadır. Genel Muhasebe Divanı’nın, LFB ile ilgili bir önceki raporunda iç kontrol sistemlerinin ve kontrol araçlarının zayıflığının yanı sıra ifşa ve hesap verebilirlik eksikliği, Genel Kurul ve Kontrol Komitesinin sorumluluklarını yerine getirmedeki rolünün olmaması dahil olmak üzere bankanın performansına ilişkin çeşitli gözlemleri yer aldı.
Libya Medya Kurumu başkanı Muhammed Ömer Bauyi de Serrac ile Kebir arasındaki gerilime ilişkin yorumda bulunarak, “LFB’yi mevcut genel müdürü ve ekibinin elinden kurtarmak, Libya petrol gelirlerinin güvenli bir şekilde akışını sağlamak için önemli bir ulusal adımdır” dedi.
Libya Savcısı, 21 Eylül’de LFB Genel Müdür Muhammed bin Yusuf'un tutuklanması emri çıkardı. Tutuklanan Bin Yusuf, savcılığa sevk edildi. Daha sonra Savcılık, ‘yolsuzluk ve kamu parasının israf edilmesi’ ile ilgili suçlamalar nedeniyle Bin Yusuf’un tutukluluk süresini uzattı.
Öte yandan Libya, bir Fransız şirketinden açtığı ve 600 milyon euro tazminat talep edilen iki davayı kazandı. Libya Dava İdaresi’nden dün yapılan açıklamada, Libya Yüksek Yargı Konseyi Uyuşmazlıklar Komitesi’nin, Fransa merkezli Sorelik Şirketi ile üst düzey bir bakanlık yetkilisinin imzaladığı bir anlaşma nedeniyle açıklan davada kamu hazinesini yarım milyar euroyu aşan bir meblağı ödemekten kurtardığı belirtildi.
Fransız şirket, Libya devletine karşı tahkim davası açmıştı. Dava İdaresi'ne göre Fransız şirket, 2003 yılında 36 milyon euro değerinde olduğu tahmin edilen projelerin hayata geçirilmesi karşılığında gerekli ödemenin yapılmaması nedeniyle anlaşmada yer alan tazminat bedelini talep etti. Dava İdaresi, Paris Temyiz Mahkemesinin salı günü, 2017 yılında Paris'teki Uluslararası Ticaret Odası tarafından alınan 230 milyon euro tutarındaki kısmi tahkim kararın iptal edilmesi için Libya devleti adına Dava İdaresi tarafından yapılan itirazı kabul ettiğini ve şirketin, yasal harcamalar için Libya devletine 150 bin euro ödemesine karar verdiğini bildirdi.
Mahkeme ayrıca, Paris'teki Uluslararası Ticaret Odası tarafından şirket lehine verilen 452 milyon euro tutarındaki nihai tahkim kararının iptaline ve şirketin, yasal harcamalar için Libya devletine 10 bin euro ödemesine karar verdi.



ABD-İran müzakereleri başarısız olursa ne olur?

Görsel: Brian Stauffer
Görsel: Brian Stauffer
TT

ABD-İran müzakereleri başarısız olursa ne olur?

Görsel: Brian Stauffer
Görsel: Brian Stauffer

Arash Azizi

Her ne kadar ‘havuç-sopa stratejisi’ diplomatik müzakerelerde geleneksel bir politika olsa da ABD Başkanı Donald Trump, bunu yeni bir seviyeye taşıdı. Aldığı birçok karardan geri adım attı, ancak İran konusundaki katı tutumu değişmedi. Başından beri İran'a iki net seçenek sundu; ya kendisiyle bir anlaşmaya varacak ve ödülleri toplayacak ya da dünyayı nükleer silah peşinde olmadığına ikna edemezse yıkıcı askeri saldırılarla karşı karşıya kalacak. Kısacası Trump, İran’a ‘ya başarılı ol ya da yok ol’ diyor.

Al Majalla’da yayınlanan daha önceki yazılarımda da öngördüğüm gibi, Trump'ın yaklaşımı en azından İran'ı müzakere masasına getirmeyi başardı. İran’ın Dini Lideri (Rehber) Ali Hamaney, şubat ayına kadar, Trump'ın kafa karıştırıcı tehditleri ve diplomatik çabaları karşısında uzlaşmaz tavrını sürdürdü ve Tahran'ın ABD ile konuşmayacağını söyledi. Ancak Trump’ın kendisine gönderdiği bir mektubu karşılıksız bırakmayıp yanıtladı ve iki taraf arasındaki müzakereler başladı. İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ile Trump'ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff arasında Umman’ın başkenti Maskat ve İtalya’nın başkenti Roma'da olmak üzere bugüne kadar üç müzakere turu gerçekleşti. İlk kez 26 Nisan'da yapılan üçüncü turda teknik müzakereler de yer aldı. Her iki taraf da ilk üç turun yapıcı geçtiğini ve anlaşmazlıklar devam etse de bir anlaşmaya varılabileceği konusunda ihtiyatlı bir iyimserlik içinde olduklarını söyledi.

Trump'a ne zaman İran'la ilgili bir soru sorulsa, sopa gösterip havuç veriyor. 14 Nisan'da El Salvador Devlet Başkanı Nayib Bukele’yi Beyaz Saray'da ağırlayan Trump, İran için o bildik ‘cennet ve cehennem’ vizyonunu sunarak, “İran'ın zengin ve büyük bir ulus olmasını isterim ancak asla nükleer silaha sahip olamazlar” ifadelerini kullandı ve hemen ardından “Eğer çok sert bir şey yapmamız gerekirse, yapacağız. Bunu kendimiz için yapmıyorum, dünya için yapıyorum” diye ekledi.

Geçtiğimiz günlerde Time dergisine açıklamalarda bulunan Trump, ABD'nin ‘İran ile bir anlaşmaya varacağını’ söylerken bir yandan da müzakerelerin aksaması halinde ABD'nin İran'a savaş açmada ‘ön saflarda yer alacağı’ uyarısında bulundu.

Felaket

Bir savaşın İran için ne kadar yıkıcı olabileceği 26 Nisan'da İran'ın güneyindeki Şehid Recai Limanı'nda meydana gelen korkunç patlamaların ardından net bir şekilde ortaya çıktı. Yüzlerce kişi yaralandı ve öldü. İranlılar hem şok içindeler hem de yastalar. Patlamanın maddi zararının milyarlarca dolar olabileceği belirtildi. İran'ın deniz ticaretinin büyük bir kısmı bu liman üzerinden gerçekleştiği için gerçek maliyet çok daha yüksek. Patlamanın endüstriyel bir kaza mı yoksa dışarıdan bir sabotajın sonucu mu olduğu halen belirsizliğini koruyor. Bunu bilemeyebiliriz, ama kesin olan şu ki, İsrail ve ABD’nin gelecekte İran’a karşı hava saldırıları düzenlemesi durumunda, etkileri 26 Nisan’da gördüklerimize benzeyecek, ama İran altyapısının büyük ölçüde tahrip edilmesi ve İranlıların hayatlarını kaybetmesi de dahil olmak üzere kat be kat fazla olacak.

İran, Trump'ın askeri harekat tehditlerinin blöf olduğunu düşünürse büyük bir hata yapmış olur. Trump, gerçekten de askeri harekattan kaçınıp barışçıl bir yoldan yana olsa da eğer ilk seçenek başarısız olursa askeri harekata hazır olacağına şüphe yok. Evet, Başkan kararsız olabilir, dolayısıyla İran onu kızdırmayı başarırsa ya da örneğin gerçek tavizler vermeden müzakereleri çok uzun süre uzatarak manipüle ederse, askeri harekatı tercih edebilir.

2013-2015 yılları arasında İran ile yürütülen müzakereler sırasında dönemin ABD Başkanı Barack Obama da müzakerelerin başarısız olması halinde İran'ın nükleer programına yönelik askeri saldırıların bir seçenek olabileceğini defalarca kez dile getirmişti. Obama, 2013 eylülünde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Oval Ofis'te bir araya geldiğinde İranlı muhataplarını kızdıracak şekilde “Askeri seçenekler de dahil olmak üzere hiçbir seçeneği göz ardı etmiyoruz” ifadelerini kullandı.

Ancak Obama'nın tehditleri o dönemde, özellikle de eski Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed rejiminin kimyasal silah kullanarak ‘kırmızı çizgilerini’ aşmasına rağmen Suriye'ye askeri müdahalede bulunmamasından dolayı ciddiye alınmadı. ABD, Bush'un Irak macerasının etkisinden henüz kurtulamamıştı ve bu yüzden askeri harekat konusunda isteksizdi. Netanyahu da dönemin İsrail Başbakanı olarak Obama'nın İran'la yürüttüğü müzakerelere karşı çıkmasına rağmen askeri saldırılar konusunda pek hevesli değildi. Sonuç olarak eski İsrail Başbakanı Ehud Olmert'in hükümeti gibi onun hükümeti de böyle bir eyleme karşı çıktı.

Trump'ın askeri harekat tehditleri sadece bir söylemden ibaret değil, zira ABD'nin Ortadoğu ve Hint Okyanusu'ndaki askeri varlığı yakın tarihte hiç olmadığı kadar güçlüdür.

Öte yandan hem Washington’da hem de Tel Aviv'de gözle görülür bir değişim var. Yemen'de Husilerin bombalanması örneğinde görüldüğü üzere, Trump askeri harekat konusunda isteksiz görünmüyor. Basit ve net mesajlar vermeyi tercih etmesi, aslında sahada harekete geçmeye yönelik gizli bir eğilimi ortaya çıkarabilir. ABD'deki ruh halinin halen ülkeyi Ortadoğu'daki çatışmalara dahil etmeye karşı olduğu doğru, ancak Irak’taki savaşı takip eden felç hali bugün artık devam etmiyor. Obama'nın kendi yetkililerinden bazıları bile askeri hazırlık ihtiyacını vurguluyor. Obama döneminde ABD'nin Tel Aviv Büyükelçisi olan Daniel Shapiro, İran’a yönelik olası bir saldırının her zamankinden daha acil olabileceğini savundu. Shapiro, “Zamanlama, ihtiyaç ve fırsat belki de hiç bu kadar acil olmamıştı. Askeri seçenek şu anda geçtiğimiz on yıllarda olduğundan daha uygulanabilir” diye yazdı.

Obama döneminin yaptırım çarı ve 2015 yılında İran'la varılan anlaşmanın mimarı Richard Nephew bile kendisini ABD yönetiminden İran'la diplomasiyi denemesini ama aynı zamanda askeri bir seçeneğe de hazırlanmasını isterken buldu.

Netanyahu'nun nüfuzu

O dönemde Netanyahu, ikinci başbakanlık dönemine yeni başlamıştı. Bugün ise İsrail'in en uzun süre görevde kalan başbakanı ve içeride ve dışarıda artan eleştirilere karşı siyasi bekasını korumak için her defasında mücadele etti. İsrail yargısında rüşvet ve yolsuzlukla ilgili kovuşturmalarla karşı karşıya, dışarıda ise Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) onu istiyor. İran'a yönelik saldırıları siyasi bir miras yaratmak ve mevcut krizlerinden kaçmak için bir fırsat olarak görebilir.

Trump'ın askeri harekat tehditleri sadece bir söylemden ibaret değil, zira ABD'nin Ortadoğu ve Hint Okyanusu'ndaki askeri varlığı yakın tarihte hiç olmadığı kadar güçlüdür. ABD, mart ayında B-2 bombardıman uçaklarından altısını Hint Okyanusu'ndaki Diego Garcia Adası'ndaki üssüne taşıdı. Bu ağır stratejik bombardıman uçaklarından ABD’nin envanterinde toplam 19 tane var. İnanılmaz uçuş menzilleri sayesinde kolayca İran'a gidip gelebiliyorlar. Yemen'deki son saldırılar da bunun bir kanıtı.

Suudi Arabistan merkezli Al-Hadath televizyonunun haberine göre ABD, Patriot füze savunma sistemiyle birlikte THAAD füze savunma sistemini de İsrail'e göndererek eski ABD Başkanı Joe Biden'ın geçtiğimiz yıl İsrail'e gönderdiği sistemlere dahil oldu. THAAD füze savunma sistemi geçtiğimiz yıl aralık ayında ve son olarak da mart ayında Husilerin füzelerini engellemedeki etkinliğini göstermişti.

İran köşeye sıkıştırılırsa, bölgede ve ötesinde birçok taraf için hayatı daha da zorlaştıracak kadar kaosa neden olabilir.

Hem ABD hem İsrail, askeri hesaplamalarında İran'ın artan kırılganlığı belirleyici faktör olarak görüyor. İsrail'le 2024 yılındaki karşılıklı saldırılar sırasında İsrail’in saldırılarında İran'ın hava savunma sistemlerinin en azından bir kısmını tahrip oldu, ancak hasarın boyutu konusunda halen kesin bir bilgi yok. Daha da önemlisi İran, 'Direniş Ekseni' olarak adlandırılan müttefik milis ağının büyük bir bölümünün dağıtıldığına tanık oldu. Bu ağ, İsrail'in Hizbullah ve Hamas'a indirdiği ağır darbelerin, İran destekli milislerin Lübnan, Filistin ve daha geniş anlamda Arap coğrafyasındaki siyasetinde etkilerini azaltmasının ve Suriye'de Beşşar Esad rejiminin düşmesinin ardından çöktü.

Böylesine ağır koşullar karşısında İran müzakere masasına oturmayı kabul etti ve önemli tavizler vermeye hazır. Bununla birlikte, açık müzakere pozisyonunun zayıflığının gayet farkında olan İran, tehditler ve güç gösterileri yoluyla bir miktar koz elde etmeye çalışıyor. Bu durum, The Daily Telegraph gazetesi tarafından yayınlanan ve İranlı komutanların Diego Garcia Üssü’ne önleyici saldırılar düzenlemeyi düşündükleri yönündeki haberlerde bile açıkça görüldü. Bunu katı muhafazakar çizgideki medya kuruluşlarının bu tür saldırıları tasvir eden propaganda videoları yayınlaması izledi. Tahran ayrıca herhangi bir askeri tırmanışın felaketle sonuçlanacağı uyarısında bulunarak başka bir taktik benimsiyor. İran rejimine yakın bir analist, petrol fiyatlarında daha önce eşi ya da benzeri görülmemiş yükselişin, küresel ekonomide yıkıcı etkileri olan bir durgunluğa yol açabileceğini ve ABD'ye yönelik yasadışı göç krizini artırabileceğini ima ederek, Trump'ın seçmen tabanının önceliklerine ve hassasiyetlerine yönelik açık bir girişimi yansıttığını söyledi.

Bu tehditler psikolojik savaş girişimleri gibi görünse de tamamen boş tehditlerden ibaret değil. Eğer İran köşeye sıkıştırılırsa, bölgede ve ötesinde birçok taraf için hayatı daha da zorlaştıracak kadar kaosa neden olabilir. Nihayetinde Trump, ABD'yi Ortadoğu’da yeni bir çatışmaya sokma konusunda ne kadar temkinli olsa da müzakerelerin bir yere varmadığını hissederse askeri seçeneğe yönelmekte bir an bile tereddüt etmeyecektir. Trump'ın İran'a yaklaşımı ülke için büyük ödüller vaat etse de aynı zamanda büyük bir risk de taşıyor. Bu yüzden İran'ın da yanlış hesap yapmaktan kaçınmak için çok çalışması gerekiyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.