Harabe ülke üzerindeki savaş tamtamlarının sesi kısılırken Suriyelilerin yaraları kanamaya devam ediyor

Harabe ülke üzerindeki savaş tamtamlarının sesi kısılırken Suriyelilerin yaraları kanamaya devam ediyor
TT

Harabe ülke üzerindeki savaş tamtamlarının sesi kısılırken Suriyelilerin yaraları kanamaya devam ediyor

Harabe ülke üzerindeki savaş tamtamlarının sesi kısılırken Suriyelilerin yaraları kanamaya devam ediyor

Suriye'de ‘Arap Baharı’ isimli sürecin yol açtığı barışçıl protestoların başlamasının üzerinden on yıl geçti. Suriyeliler, birçok konuda olduğu gibi protestoların yıl dönümünün tarihiyle ilgili de aynı fikirde değiller. Geçtiğimiz on yıl içinde coğrafi, askeri, sosyal ve siyasi olarak pek çok değişiklik olsa da belki de değişmeyen tek şey çekilen acılardı.
Suriyeliler pek çok konuda anlaşmazlık yaşarken çeşitli meseleler ve konular, aralarında bölünmelere neden oluyor. Ancak hepsi, gerek ülke içinde ve dışında gerek rejimin kontrolü altındaki bölgeler içinde veya dışında olsun, barışçıl veya şiddet içeren eylemler lehine veya aleyhine olmak üzere başlarının belada olduğunu düşünüyorlar. Dil ve ‘destek’ dışında, hepsinin ortak bir yanı daha var, o da ‘acı çekmek’. Çekilen acının ölçüsü değişiklik gösterse de son on yıl içinde yaşananlardan doğrudan etkilenmeyen bir tane Suriyeli dahi bulmak oldukça zor. Bunun tek istisnası, bir yer kazanırken birçok yeri kaybeden, toprak kazanırken tarihi kaybeden veya coğrafyayı kazanırken geleceğini kaybeden bir grup insandır.
Suriye Savaşı bugün 10’uncu yılını doldurup yeni bir yıla giriyor. Bu yeni yıl, krizin temel nedenlerine dönmek ve son on yılda olup bitenleri önümüzdeki yılları önceden görme çabasıyla gözden geçirmek için bir fırsattır.
Şarku’l Avsat bugünden itibaren, Suriye'deki ve yurtdışındaki Suriyelilerin çektiği acılara dair saha raporları, istatistikler, haritalar ve tablolar içeren bölümler ve Suriye'deki başlıca yabancı aktörlerin tutumlarını anlamak amacıyla yazar ve araştırmacıların makalelerini yayınlamaya başlıyor:
Arap Baharı protestolarının ilk kıvılcımları, 2010 yılı sonlarında Tunus ve Kuzey Afrika'da başladı. Suriye’ye ise gecikmeli olarak ulaştı. Onlarca yıldır ülkeyi yöneten yetkililere karşı ‘ihtiyatlı bir meydan okuma’ olarak başlayan protestolar, ilk olarak diğer ülkelerdeki ayaklanmaları desteklemek amacıyla Libya’nın Şam Büyükelçiliği önünde yapılan eylemlerle ortaya çıktı. Atılan sloganlar, Tunus, Trablus ve Kahire'ye hitaben olsa da aslında Şam’la ‘konuşuyorlardı’. Eylemciler, Arap Baharı ateşinin Suriye’de nasıl yakılacağını düşünüyorlardı.
Suriye'nin önde gelen insan hakları aktivisti, gazeteci Mazen Derviş, Fransız Haber Ajansı’na (AFP) verdiği demeçte, 17 Aralık 2011'de kendisini ateşe vererek Tunus’taki ayaklanmanın ilk kıvılcımını yakan Tunuslu seyyar satıcısı Muhammed Buazizi'ye atıfta bulunarak, “Asıl meselemiz bize ulaşacak kıvılcımı bulmaktı. Akıllarımıza ‘Peki, Suriyeli Buazizi kim olacak?’ sorusu takılmıştı” ifadelerini kullandı.
Ta ki ülkenin güneyindeki Dera vilayetinde iki çocuk, ülkesinden kaçmak zorunda kalan Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'ye ya da halkın ve ordunun baskısıyla istifa etmek zorunda kalan Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'e olanlara işaret ederek, bir duvara, Suriye Devlet Başkanı Esed’e atıfla “Ey doktor sıra sende” yazana kadar bu arayış devam etti. Duvara bu yazıyı yazan çocukların gözaltına alınıp işkence görmeleri, Suriyelileri sokağa döktü.
Birçok tarafın Suriye ayaklanmasının başlangıcını belgelemek için kullandığı tarih, 15 Mart protestoların başladığı ilk gün değil, gösterilerin ülkenin farklı yerlerinde eş zamanlı olarak başladığı gündür.
Suriyeliler arasındaki protestolara dair korku duvarı yıkıldı, sessizlik dağıldı ve gösteriler yayılmaya başladı. Talepleri, ‘rejimin düşmesi’ çağrısı yapan siyasi pankartlara kadar ilerlerken olaylar, kullanılan şiddet ve dış destek nedeniyle arttı. Gösteriler, Temmuz 2011'de Hama'da ABD'nin son Şam Büyükelçisi Robert Ford da dahil olmak üzere çeşitli ülkelerin büyükelçilerinin katıldığı büyük bir yürüyüşle doruğa ulaştı. Ford’un aynı gün terk ettiği şehre yaptığı ziyaret, ABD’nin gösterileri, atılan sloganları ve ‘rejimin devrilmesini’ destekledikleri izlenimi verdi. Eski ABD Başkanı Barack Obama’nın Ağustos 2011’de yaptığı ‘Esed’in kenara çekilmesi’ şeklindeki açıklaması, bu yanlış izlenimi pekiştirdi.

Protesto gösterileri, askeri çatışmalara nasıl dönüştü?
Protesto gösterilerinin, askeri çatışmalara dönüşmesi için birçok neden birikti. Başlangıçta, hükümet güçleri ve güvenlik birimleri, gösterileri şiddet, silah, varil bombaları, abluka ve gösterilere katılanlara yönelik ‘casusluk’ suçlamalarında bulunmak gibi yöntemlerle bastırmaya başvurdu. Birçoğu, 2003 yılından sonra Irak'ta Amerikalılarla savaşan ve sahadaki örgütsel ve savaş deneyimlerinden yararlanan, rejiminin cezaevlerinde bulunan binlerce aşırılık yanlısı serbest bırakıldı. Bu da Batı’yı ‘ya rejim ya da DEAŞ’ şeklindeki iki seçenek arasında bıraktı.
Buna karşın, Suriye ordusundan ayrılıp Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) kuranlardan başlayarak muhalifleri destekleyen ‘Suriye Halkının Dostları Grubu’ oluşturuldu. Ancak muhalifleri destekleyen ülkeler arasındaki bölünmenin ve içlerindeki farklı eğilimlerin yarattığı etki de dikkat çekiciydi. CIA 2012'nin sonunda, Ürdün ve Türkiye'den gelen muhalifleri destekleyen gizli bir programa destek verdi.
Barışçıl protestocuların sesi kısılırken dış desteğin çoğu silahlı çatışmayı destekleyen diğer oyunculara gitti. Obama, 2012'de Esed’i ‘kırmızı çizgi’ olarak tanımladığı kimyasal silah kullanımına karşı uyardı. Batılı uzmanlar ve yetkililer, rejim Ağustos 2013'te Şam yakınlarındaki Doğu Guta'yı hedef alan bir kimyasal saldırıyla bu kırmızı çizgiyi geçtiğinde, Obama'nın pek çok kişinin beklediği askeri müdahaleyi yapmaktan kaçındığını söylüyorlar.
Birçoklarına göre Obama’nın askeri müdahaleden kaçınması, Esed rejimine ağır bir darbenin indirilmesini engelleyen belirleyici bir an oldu. Birkaç çatı altında savaşan ve bir kısmı yurt dışından para ve silah yardımı alan muhalif gruplar, ilk iki yılda firarlar nedeniyle zayıflayan Suriye ordusuna ağır kayıplar verdirmeyi başardı. Ama İran'ın Hizbullah başta olmak üzere İran yanlısı gruplarla Suriye’ye erken müdahalesi muhaliflerin ilerlemesini durdurmaya katkıda bulundu. Ancak Rusya ve ABD, Eylül 2013'te kimyasal silahları etkisiz hale getirme ve güç kullanmama konusunda vardıkları anlaşma, muhalifleri ve müttefiklerini hayal kırıklığına uğrattı. Buradaki en önemli gelişme, DEAŞ terör örgütünün ve onunla ilişkili diğer grupların ülkede yayılmaya başlaması ve Suriye'nin yarısını kontrol etmeleridir.

ABD ve Rusya ne zaman ve neden müdahale etti?
ABD, DEAŞ’ın 2014 yılında Suriye ve Irak'taki ilerleyişi karşısında, şuan yaklaşık 80 ülke ve kuruluşun yer aldığı uluslararası bir koalisyon kurdu. DEAŞ ile mücadeleyi hedefi olarak belirleyen ABD, hükümet güçleriyle mücadelede muhaliflere verdiği desteği azalttı. Öte yandan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2014 yılı başlarında Ukrayna'ya müdahale etti. Bu müdahale, aynı zamanda Ukrayna ile Suriye arasındaki bağın kurulmasında bir dönüm noktasıydı. O dönemde Rusya, Birleşmiş Milletler (BM) destekli müzakerelerde Suriye hükümeti heyetine, ‘geçici bir yönetim’ kurulması için yayınlanan Cenevre Bildirisi’ni uygulamaya koymaları için herhangi bir baskıda bulunmadı.
Müttefikleri, muhalifleri askeri ve mali olarak desteklemeye devam ederken, rejim güney Dera'yı ve İdlib’i kaybettikten sonra kontrolü altındaki bölgeler 2015 baharında yüzde 15’e geriledi. Rus lider Putin, mevcut durumdan hızla yararlanmaya başlarken doğrudan askeri müdahale için bir fırsat yakaladı. Bu müdahale, İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) yurtdışı kolu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'nin 2015 yazında bir an önce müdahale edilmesi ve ‘müttefik Suriye’nin kurtarılması’ için Kremlin'e yaptığı talep üzerine geldi. Anlaşma, Rusya’nın havadan, İran’ın ise karadan müdahalesi şeklindeydi. Amaç, Sovyetler Birliği'nin Afganistan’da başına gelenler gibi Rusya'nın ‘Suriye batağına’ dalmadan müttefiki olan rejimi kurtarmasıydı.
Rusya’nın Eylül 2015'teki kararlı müdahalesi, sahadaki dengelerin, Suriye'nin büyük şehirleri ve petrol sahaları da dahil olmak üzere yaklaşık yüzde 85'inin kontrolünü kaybeden Esed lehine kademeli olarak değiştirdi. Muhalif gruplar, Şam'ın dış mahallelerine kadar ulaşmıştı. Ancak savaş uçaklarının, mühimmatın, Rus danışmanların ve Hizbullah liderliğindeki Tahran yanlısı grupların desteğiyle Esed, gücü yeniden ele geçirdi. Rejim güçleri, kaybettiği bölgelerin kontrolünü geri kazanmak için ‘kavrulmuş toprak’ politikası izleyerek bir misilleme kampanyası yürüttü.

Türkiye neden Suriye topraklarına girdi?
Şubat 2016'da amacının Suriye'nin tamamını geri kazanmaktan başka bir şey olmadığını iddia eden Esed, “İmkanımız olsun ya da olmasın bu, hiç tereddüt etmeden üzerinde çalışacağımız bir hedeftir. Herhangi bir bölgeden vazgeçeceğimizi söylemek mantıksızdır” ifadelerini kullandı.
2016 yılının sonunda, ibre rejim lehine eğilmeye başlarken rejim güçleri Halep'in doğu mahallelerini geri aldılar. Aynı senaryo daha sonra Doğu Guta'da ve diğer bölgelerde tekrarlandı. Bu saldırıların çoğu, on binlerce sivil ve muhalif savaşçının, yaklaşık üç milyon kişinin Heyetu Tahriru'ş Şam (HTŞ/ eski adıyla Nusra Cephesi) ve diğer grupların kontrolü altında yaşadığı İdlib’e tahliyesini öngören uzlaşılarla sona erdi.
Ancak bu kontrol değişimi, ülkeyi yeni bir aşamaya, yani ‘nüfuz alanlarının’ kurulmasına getirdi. Mayıs 2017'de Rusya, Türkiye ve İran ile ‘Astana Formatı’ adıyla yeni bir süreç başlattı. Amaç, Dera, Guta, Şam, Humus ve İdlib’i kapsayan ‘gergiliği azaltma’ anlaşmalarına varmaktı. Uygulamada ise bu süreç, bölgesel değiş tokuşlara yol açtı. Türkiye yanlısı gruplar, Halep'in doğusunu geri alma karşılığında, kuzeyine girerek ‘Fırat Kalkanı’nı oluşturdular. Yine 2018'in başlarında Guta ve Humus'u geri alma karşılığında Halep'in kuzeyindeki Afrin'de gerçekleştirilen ‘Zeytin Dalı’ operasyonuna katıldılar.
ABD’nin Fırat Nehri’nin doğusunda DEAŞ’a karşı mücadelede Suriyeli Kürtlere verdiği destek karşısında Türkiye, güney sınırlarında bir Kürt oluşumunu engellemek olan stratejik çıkarlarıyla ilgili beklentilerini düşürdü. Fırat Kalkanı Harekatı, Fırat'ın doğusundan batısına kadar bir Kürt oluşumunun önünü keserken Zeytin Dalı Harekatı da olası bir Kürt bölgesini, diğer yerlerden ayırdı. Bu senaryo, Ekim 2019'da, Türkiye'nin Fırat'ın doğusuna müdahale ettiği ve ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG) tarafından kontrol edilen alanlar küçültüldüğünde de tekrarlandı.
Türkiye'nin SDG’ye yönelik operasyonlarının yanı sıra İran’ın Suriye'deki nüfuzuna dair bölgesel endişeler de arttı. İsrail, İran’ın Suriye'ye yerleşmesini önlemek için ‘İran mevzilerine’ baskınlar düzenlemeye başladı. Bunun yanı sıra ABD, Rusya ve Ürdün, 2018 yılı ortalarında İran ve İran yanlısı milislerini Golan Tepeleri ve Ürdün'den uzaklaştırılmasını ve Suriye hükümet güçlerinin Dera ve Kuneytire kırsalına geri çekilmesini içeren ‘Güney Anlaşması’nı imzaladılar.

‘Nüfuz alanları' nasıl oluşturuldu?
Savaşlar ve pazarlıklar, Rusya ve İran destekli rejimin kontrolü altında olan, en fazla şehrin ve nüfusun bulunduğu Suriye'nin yaklaşık yüzde 65'ini kapsayan bölge, ABD destekli SDG’nin kontrolü altında olan, Suriye’nin yüzde 23'ünü kapsayan ve ülkenin stratejik zenginliklerinin çoğunun yer aldığı bölge ve son olarak, Türkiye tarafından desteklenen muhalif grupların kontrolü altında olan, Rusya’nın ülkenin batısındaki Tartus ve Lazkiye'de bulunan iki üssünün ve Suriye rejiminin bir üssünün yer aldığı ülkenin kalanı olmak üzere üç bölgede gerçekleşti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rus mevkidaşı Putin, geçtiğimiz yılın başlarında yaşanan bir dizi çatışmanın ardından 5 Mart 2020'de İdlib için ateşkes mutabakatı imzaladılar. Bu mutabakattan faydalanan Türk güçleri, Suriye'nin kuzeybatısında yaklaşık 15 bin asker, binlerce araç, onlarca askeri üs ve gözlem noktası konuşlandırdı.
Temas hatları 2011 yılından bu yana ilk kez, bir yılı aşkın bir süredir, yani Mart 2020'nin başından beri herhangi bir çatışmaya sahne olmadı. Rejim güçlerinin uzun süredir başlatma tehdidinde bulunduğu saldırının gerçekleşmesi şimdilik pek olası görünmüyor. Analistler, herhangi bir yeni saldırının iki askeri güç olan Rusya ve Türkiye'yi, İdlib'den daha geniş stratejik ilişkilere sahip oldukları bir dönemde doğrudan çatışmaya sokacağını düşünüyorlar.
Doğuda ABD’nin iki ve batıda Rusya’nın bir hava koruması altında olmak üzere bu üç nüfuz alanında çok sayıda savaşçı, askeri üs ve yüzlerce gözlem noktası var. Suriye’de ABD, Rusya, İran, Türkiye ve İsrail’in olmak üzere beş ordu faaliyet gösteriyor.
Bu ülkeler ayrıca sınırlar ve geçiş noktalarının kontrolünü de paylaşıyorlar. Suriye üzerine kapsamlı çalışmaları bulunan coğrafyacı Fabrice Balanch, yakın tarihli bir raporunda, rejim güçlerinin ‘Suriye sınırlarının yalnızca yüzde 15'ini kontrol ettiğini’ açıkladı. Sınırların ‘üstünlüğün bir sembolü’ olduğunu söyleyen Balanch, rejimin bu konudaki puan hanesinin ‘neredeyse boş’ olduğunu belirtti. Balanch, Türkiye, ABD, Kürtler ve Tahran tarafından desteklenen grupların fiilen kontrol ettiği sınırların geri kalanının rejimin kontrolünde olduğunu kaydetti.
Böylece, rakip güçlerin sınırlarının çoğunu tek taraflı olarak kontrol ettiği ülke, gayri resmi olarak birden fazla etki alanına bölünmüş durumdadır. Yaraları derinleşen ve çileleri ağırlaşan Suriyelilerin, başkalarının rahatlamasını, anlayışlarını ve anlaşmalarını beklemekten başka yapacak bir şeyleri yoktur. Şam sakinlerinden birinin, “Savaş, çatışmaların durması anlamında sona erdi, ancak yaralarımız hala kanıyor” şeklindeki sözleri birçok şeyi açıklamaktadır.



Suriye devleti tehlikede

Görsel: Nash Weerasekera
Görsel: Nash Weerasekera
TT

Suriye devleti tehlikede

Görsel: Nash Weerasekera
Görsel: Nash Weerasekera

Hayid Hayid

Suriye rejimi Mart 2020’de, pek çok bölgeyi muhalif güçlerden geri alarak ülkenin büyük bölümü üzerindeki kontrolünü teyit etmişti. Büyük oranda İran’ın ve Rusya’nın desteğiyle gerçekleşen bu askerî başarı, Esed’in iktidarını sağlamlaştırdı ve onu, muhalifleri tarafından tamamen devrilmekten kurtardı.

Ancak rejim, topraklar üzerinde tam kontrol sağlayamadı. Nitekim Suriye topraklarının yaklaşık yüzde 30 ila 35’i diğer silahlı grupların hükmü altında kaldı. Mesela kuzeybatıda Heyetu Tahrir’uş Şam (HTŞ) ve askerî ve idari olarak Türkiye tarafından desteklenen Suriye Milli Ordusu (SMO) hüküm sürerken, Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) de kuzeydoğu bölgesini yönetiyor.  

Düzensiz silahlı örgütlerin varlığı, bu bölgelerle de sınırlı değil. Nitekim çok sayıda milis, Suriye rejiminin kontrolündeki bölgelerde faaliyeti sürdürüyor. Bunlardan Ulusal Savunma Güçleri gibi bazıları, güvenlik ve askerî kurumlarla iş birliği yaparken, eski ‘isyancı güçler’ ve yerel Dürzi silahlı gruplar gibi bazıları da bir ölçüde bağımsız faaliyet yürütüyor.

Buna ek olarak Lübnan Hizbullah’ı ve Iraklı silahlı örgütler gibi yurt dışından, bilhassa İran’dan destek gören pek çok milis de özellikle Suriye sınırında halen aktif.

Esed’e bağlı milisler, rejimin varlığını güvence altına almada önemli bir rol oynamakla birlikte, bu milislerin varlığı ve faaliyetleri, ulusal devletin temel vazifelerine yönelik çeşitli tehditler oluşturdu. Toplumsal birlikteliğin baltalanması, hukukun ve düzenin bozulması, devlet egemenliğinin aşınması ve ulusal sınırların çiğnenmesi bu tehditler arasında sayılabilir. Aynı şekilde rejime bağlı olmayan silahlı örgütlerin ve bunların kendi faaliyet bölgelerinde kurdukları rakip ekonomik ve idari yapıların varlığı da ulusal devlet kavramını ve rolünü önemli ölçüde etkiledi. Bu örgütlerin varlığı ayrıca, toprak bütünlüğünü etkiliyor ve iktidarın çökmesi, toplumsal yalnızlaşma ve ulusal ekonominin parçalanması gibi tehditler de barındırıyor.

Rejime bağlı milisler

Hükümet yanlısı ve düzenli silahlı güçlerle müttefik olan milisler, Esed hükümetinin korunmasında ve çatışma döneminde güvenliğin sağlanmasında önemli bir rol oynadı. Ancak 2016 yılında elini güçlendiren rejimin, kontrolünü yeniden sağlamaya dönük çabaları, bir yük veya tehdit olarak gördüğü milisleri hedef aldı ve bu da geriye kalan devlet dışı grupların akıbetine dair şüpheler doğurdu. Bazı durumlarda rejimin stratejileri, paramiliter grupları yeniden isimlendirip, onları profesyonel yapılara dönüştürmek yerine Suriye Arap Ordusu’na yardımcı odaklar haline getirmeyi içeriyordu.

Düzensiz silahlı örgütlerin varlığı, barışın ve istikrarın yeniden tesis edilmesi ve devlet otoritesinin güçlendirilmesi açısından bir zorluk oluşturuyor

Şarku’l Avsat’ın Majalla’dan aktardığına göre bunun bir sonucu olarak varlığını sürdüren düzensiz silahlı örgütler, barışın ve istikrarın yeniden tesis edilmesi ve devlet otoritesinin güçlendirilmesi konusunda bir zorluk oluşturuyor.  

Analitik açıdan en iyisi, dış desteğe bakılmaksızın Suriyeli savaşçılar tarafından oluşturulan yerel milisler ile Suriyeli olmayan savaşçıları içeren yabancı milisler arasında ayrım yapmaktır.

Yerel milisler

Ayaklanma başladığından bu yana Suriye rejimi büyük ölçüde, yerel olarak finanse edilen milislere dayandı. İran’ın kurduğu bu milisler, ‘Halk Komiteleri’ olarak adlandırılıyor. Başlarda bu milisler, muhalif güçlere karşı şehirleri korudu. Daha sonra örgütsel olarak gelişerek, rejimin savunulmasında ve toprakların geri alınmasında önemli hale geldi. Aşağıda bu milislerin isimlerini kapsayan bir listeyi özetleyeceğiz, en önemlilerine ışık tutacağız ve mümkün olduğunca gruplandıracağız.

Ulusal Savunma Kuvvetleri

Ulusal Savunma Kuvvetleri (USK), 2012 yılında kuruldu. Suriye hükümeti, İran’ın desteğiyle 2012 yılında bu yapıyı oluşturmak için çeşitli milisleri birleştirdi. USK, çok geçmeden ülkenin en büyük grubu haline geldi ve çeşitli topluluklardan yaklaşık 40 bin savaşçıyı bir araya getirdi. USK grupları, Suriye ordusunun komutası altında faaliyet yürütürken, bağımsız hapishaneler kurdular ve birçok soruşturma yürüttüler. Bu durum, genellikle uzak bölgelerde yaşandı. Çatışmaların azalmasıyla birlikte bazı USK liderleri, yasa dışı faaliyetlere girişti ve bu da rejimi, bazı grupları dağıtmaya ve diğer gruplar üzerinde daha sıkı bir kontrol kurmaya sevk etti.

Yerel Savunma Kuvvetleri

Rejim, nüfuzunu artırmak için USK’yi Suriye’deki resmî silahlı yapıya dahil etme konusunda tereddüt yaşayınca İran, Yerel Savunma Kuvvetleri’ne (YSK) başvurdu. Bu strateji, 2017 yılında başarısını ispatladı ve Tahran, YSK’nin hükümetin resmî kuvvetlerine entegrasyonunu koordine etmeyi başardı. Resmî entegrasyona rağmen İran’la güçlü ilişkileri koruyan YSK, İran’dan silah, para ve tazminat alıyordu. Bu ilişki, İran’ın büyük nüfuzunu korumakla birlikte, es-Sefira Kolordusu, el-Bakır Tugayı ve el-Katırcı Güçleri gibi etkili milislerin güçlendirilmesini sağladı.

Şii milisler

İran; Halep, Humus ve Rakka gibi bölgelerdeki Suriyeli Şii azınlığı seferber etti ve ülke geneline yayılmış tahminî 5 bin ila 8 bin savaşçıyı harekete geçirdi. Halep’teki ‘el-İmamü’l-Hucce Taburu’, Nubl’da ve ez-Zehra’daki ‘Mehdi’nin Askerleri’, Şam’daki ‘Rukayye Tugayı’, İdlib’deki ‘el-Vaadü’s-Sadık Kolordusu’, Humus’taki ‘er-Rıza Kuvvetleri’, Deyrizor’daki ‘313 Tugayı’, Lazkiye’de ve Hama’daki ‘Muhtar es-Sekafi Tugayı’ öne çıkan gruplar arasında. Askerî rollerinin yanı sıra bu milisler, Suriyeli topluluklar arasında dinî girişimler, eğitim ve yardımlar yoluyla İran’ın nüfuzunu güçlendirmeye çalışıyorlar.

Süveyda’daki silahlı örgütler

Dürzi çoğunluğa sahip bu eyaletteki yerel milisler, kendi toplumlarını güvenlik tehditlerinden korumaya çalışıyor ve eyalet sınırları dışındaki çatışmalara katılmaktan uzak duruyor. Bu grupların çoğu, siyasi motivasyondan yoksun olmakla birlikte bazıları, nüfuz elde etmek için rejimin güvenlik güçleriyle iş birliği yapıyor. Bu gruplar, kendi kendini finanse etmeye ve bağışlara dayanırken, küçük bir kısmı da yasa dışı faaliyetlerde bulunuyor. ‘Onurlu Adamlar Hareketi’, ‘Şeyhu’l-Kerame Güçleri’ ve ‘el-Fahd Güçleri’ başlıca gruplardan.

İran, Esed rejimini güçlendirmek ve İran’ın çıkarlarını korumak için yurt dışında Şii savaşçıları seferber etti.

Sekizinci Tugay

Sekizinci Tugay, Dera’da Rusya aracılığıyla bir uzlaşma anlaşması imzalanmasından sonra 2018 yılında Beşinci Kolordu bünyesinde kuruldu. Ahmed el-Avde liderliğindeki bu tugay, dağılmış muhalif gruplardan savaşçılar içeriyor. Bu tugay, yarı bağımsız bir şekilde faaliyet yürüttüğü için Beşinci Kolordu bünyesinde türünün tek örneği olarak görülüyor. Rejimin denetiminden uzak olmasından ötürü de Sekizinci Tugay ile rejime bağlı güçler arasında anlaşmazlıklar ve çatışmalar yaşanıyor.

Yabancı milisler

İran, Esed rejimini güçlendirmek ve İran’ın çıkarlarını korumak amacıyla yurt dışından Şii savaşçıları harekete geçirdi. Lübnanlı Hizbullah, Afgan ‘Fatımiyyun Tugayı’, Pakistanlı ‘Zeynebiyyun Tugayı’ ve Haşd-i Şabi (Halk Seferberlik Güçleri) ile bağlantılı Iraklı milisler, bu savaşçılar arasında yer alıyor.

Diğer yandan Rusya da kara operasyonlarında Wagner Grup’u görevlendirdi ve ele geçirilen bölgelerdeki gazdan ve petrol sahaları ile fosfat madenleri üretiminden büyük bir pay elde etti. Bu grupların birçoğu halen Suriye’de olsa da özellikle şu ikisi, vatan için büyük tehdit oluşturuyor:

Hizbullah

Hizbullah, 2013 yılından bu yana Suriyeli ve Iraklı güçlerin yanında savaştı ve muhalefetin kontrolü altındaki bölgelerin geri alınmasına yardımcı oldu. Rolünün genişlemesiyle birlikte Hizbullah, Suriye’de yeni milislerin kurulmasına ve yönlendirilmesine öncülük etti. Sürekli kayıplarına rağmen Hizbullah, siyasi ve mali kazançları kayıpların önünde tutarak Suriye’de kalma kararlılığını sürdürüyor.

Iraklı Şii savaşçılar

2012 yılı sonlarında İran’ın Esed’i destekleme yönündeki talimatı doğrultusunda bu gruplar, Suriye’deki çatışmanın bir iç savaşa dönüşmesiyle birlikte müdahalelerini artırdı. Uyuşturucu kaçakçılığı gibi kârlı kaçakçılık operasyonlarından faydalanan bu gruplar, Şam gibi Şii çoğunluğa sahip bölgelerin yanı sıra Suriye’nin kuzeydoğusunda, özellikle Irak sınırlarında da kontrol kurdu. ‘Esedullah el-Galib Tugayı’, ‘Ebulfazl el-Abbas Tugayı’, ‘İmam Ali Tugayı’ ve ‘Ketaib Hizbullah’, öne çıkan gruplardan.  

Devletin temel vazifeleri

Devleti oluşturan unsurlara ilişkin çeşitli tarifler mevcut ve bu tariflerin çoğu; toprak, hükümet, sınırlı şiddet kullanımı ve egemenlik gibi temel özelliklere odaklanıyor. Esed yanlısı milisler, rejimin varlığının güvence altına alınmasında önemli bir rol oynamakla birlikte, bu milislerin varlığı ve faaliyetleri, ulusal devletin temel vazifeleri açısından çeşitli tehditler oluşturuyor. Bu tehditler şunlar:

Toplumsal bütünlüğün baltalanması

İran’ın ve Hizbullah’ın devlet kontrolü dışında dinî ağlar ve mezhepçi milisler kurma çabaları, dışlayıcı kimlik politikalarının artmasına yol açan bir tehdit oluşturuyor. Mezhepler arası çatışma ihtimali bir yana bu tür girişimler, ayrılıkların pekişmesine ve birleşik bir ulusal kimlik inşasına dönük çabaların engellenmesine hizmet ediyor. Bu da kenetlenmiş bir Suriye toplumunun yeniden inşasını engelliyor.

Hukukun ve düzenin bozulması

Devlet kontrolü dışında faaliyet yürüten yerel milislerin gözetilmesi, devletin güç kullanımını tekeline alması önünde ciddi bir zorluk oluşturuyor. Özellikle de sürekli çatışmalar yüzünden zayıf düşmüş Suriye devletinde. Nitekim kötü ekonomik koşullar, emniyetsizlik, yaygın yolsuzluk ve devletin sunduğu hizmetlerin yetersizliği, öyle bir ortam oluşturdu ki bu ortamda milisler, gelir elde etmek için yasa dışı faaliyetlere başvuruyor. Bu bağlamda bazıları, kaçakçılık yaparken, bazıları da yağma ve fidye için adam kaçırma gibi suç eylemlerine başvuruyor. Tüm bunlar da şiddetli rekabetlerin ve çatışmaların çıkmasına yol açıyor. Bu tür faaliyetler, sadece ilgili grupları etkilemiyor ve siviller için de vahim sonuçlar doğuruyor. Ayrıca bu tür milislerin varlığı devletin, normal devlet vazifelerini yerine getirmek için gerekli yasaları ve düzeni yeniden tesis etme becerisini de büyük ölçüde engelliyor.

İran’ın ve Hizbullah’ın devlet kontrolü dışında mezhepçi milisler kurma çabaları, dışlayıcı kimlik politikalarının güçlenmesine sebep oluyor.

Devlet egemenliğinin aşınması

Yabancı milisler, rejimin kontrolü altındaki bölgelerde Esed’in onayıyla faaliyet yürütse de devlet egemenliği için doğrudan bir tehdit oluşturuyor. Bu tehdit sadece, onların yabancı kökenli olmasından değil, aynı zamanda devletin onaylamadığı ya da devletin çıkarlarıyla çatışan politikaları uygulamalarından da kaynaklanıyor.

Örneğin Esed’in İsrail’le askerî gerilimi tırmandırma konusundaki isteksizliğine rağmen İran destekli gruplar, ekim ayından bu yana Suriye topraklarından İsrail’e karşı saldırılar düzenlemeye devam etti.  İsrail’in Suriye içindeki misilleme saldırılarının doğurduğu zararlara ve ufukta beliren gerginlik risklerine rağmen bu eylemler sürdürüldü. Çünkü bu yabancı milisler, talimatı Şam’dan değil, İran’dan alıyor.

Aynı şekilde İran destekli Iraklı milisler, Şam’ın değil de Tahran’ın emirleri doğrultusunda Suriye’deki ABD güçlerine pek çok saldırı düzenledi. Yani bu milislerin varlığı, İran’a, gelecekte Suriye devletinin onayını almadan saldırılar düzenleme imkânı veriyor, ki bu da devletin ve halkının güvenliği için sürekli bir tehdit oluşturuyor.

Ulusal sınırların çiğnenmesi

Hizbullah’ın ve Iraklı milislerin sınır bölgelerindeki denetimsiz kontrolü, Suriye sınırlarındaki güvenliği ciddi şekilde engelledi. Hizbullah’ın yasa dışı kaçakçılık yollarını kullanımı da Suriye’deki çatışmalar sırasında yoğunlaştı. Bu yolla Hizbullah, çoğu dizel yakıt kaçakçılığından olmak üzere aylık 300 milyon dolara varan büyük gelirler elde ediyor.  

Iraklı milisler de sınır geçitleri üzerindeki egemenliklerinden faydalanarak, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı için geçici yollar oluşturuyorlar ve böylece bu yolları keşfetmek mümkün olmuyor.

Irak, Lübnan ve Suriye arasında yasal ve yasa dışı malların kaçakçılığı, güvenlik kaygıları bir yana malzeme eksikliğinin artmasına ve fiyatların yükselmesine de yol açıyor ve devleti, hayati önem taşıyan ithalat ve ihracat vergilerinden mahrum ediyor.

Hizbullah ve Iraklı benzerleri ile koordinasyon halindeki yerel milisler, sınır ötesi ve yerel düzeydeki bu faaliyetlere katkı sağlıyor.

Rejime bağlı olmayan silahlı örgütler

Bu örgütleri üç ana gruba ayırabiliriz. Bu grupların başında gelen HTŞ, Suriye’nin kuzeybatısında önemli ve güçlü bir oyuncu. Aynı bölgenin bazı kısımlarına Türkiye tarafından desteklenen ve ‘Suriye Millî Ordusu (SMO)’ bayrağı altında faaliyet gösteren silahlı gruplar hükmediyor. Suriye’nin kuzeydoğusundaki manzarada da Kürtlerin liderliğindeki SDG’nin mutlak kontrolü öne çıkıyor.

Rejimin kontrolü altında bulunan bölgelerdeki milislerin aksine bu örgütler, bağımsız hareket ediyor ve kendi bölgelerindeki askerî ve idari görevleri denetliyor.

HTŞ

Esas olarak Fethu’ş-Şam Cephesi (eski adıyla Nusra Cephesi) liderliğindeki bu koalisyon, İdlib vilayetinin kuzey bölgeleri, Hama ve Lazkiye vilayetlerinin kuzeyinde küçük kısımlar ve Halep vilayetinin batısı üzerinde nüfuz sahibi. DEAŞ ve el-Kaide ile tarihî bağları sebebiyle HTŞ, Birleşmiş Milletler (BM) ve çeşitli ülkeler tarafından terör örgütü olarak sınıflandırıldı. 2022 yılında HTŞ’nin tahminen yaklaşık 10 bin savaşçısı vardı.

HTŞ’nin toprakları doğrudan yönetmediğini, bu sorumluluğu 2017 yılında ortaya çıkan Suriye Kurtuluş Hükümeti’ne devrettiğini belirtmekte fayda var. Operasyonel bakımdan bu hükümet bir başbakandan, 11 bakandan, teknik müdürlüklerden ve idari meclislerden oluşuyor ve nominal bir yasama organı olarak faaliyet yürüten şura meclisi tarafından denetleniyor.

Kurtuluş Hükümeti, askerî ve mali destek karşılığında HTŞ’nin bölge üzerindeki kontrolünü ve hâkimiyetini sürdürmesine yardımcı oluyor. Bu demek oluyor ki HTŞ, Suriye’nin kuzeybatısının ekonomisi üzerinde, özellikle de yakıt, mali hizmetler ve iletişim gibi sektörlerde büyük bir etkinliğe sahip.

Suriye’nin kuzeydoğusundaki manzarada Kürtlerin liderliğindeki SDG’nin mutlak kontrolü öne çıkıyor. SMO (eski adıyla Özgür Suriye Ordusu)

Bu silahlı ittifak, Suriye’nin HTŞ’den sonra en büyük ikinci muhalefet koalisyonu olarak sınıflandırılıyor. Takipçileri, Suriye-Türkiye sınırındaki iki farklı bölgeyi kontrol ediyor. Bu bölgelerden büyüğü, Afrin’den Cerablus’a uzanırken, daha küçük olanı da Tel Ebyad’dan Ra’sü’l-Ayn’a kadar uzanıyor.

Resmî olarak SMO, Geçici Suriye Hükümeti Savunma Bakanlığı’nın yetki alanında olmakla birlikte Bakanlık, kendisini oluşturan gruplar için güçlü bir merkezî komuta yapısı olmadan faaliyet yürüten Milli Ordu üzerinde etkin bir kontrole sahip değil. SMO’daki karar süreci büyük ölçüde Türkiye’den etkileniyor.

efrbrfgb
Görsel: Nash Weerasekera

SMO, kendi kontrolünde bulunan bölgelerdeki günlük faaliyetler üzerinde büyük bir kontrol sahibi. Bu da güvenlik, emlak ve ticaret işlemleri, sivil toplum kuruluşlarının ve yerel idari organların faaliyetleri gibi çeşitli alanlarda etkisini gösteriyor. Buna rağmen bu bölgelerdeki yarı bağımsız konseyler, önemli düzeyde yürütme otoritesine sahip. Bu konseylerin Türkiye’den mali ve teknik destek aldığı, bunun da Ankara’ya karar alma süreçlerinde büyük bir etki sağladığı öne sürülüyor. Rejime bağlı olmayan diğer bölgelerde olduğu gibi SMO gruplarının liderleri ve onlara yakın isimler de çoğunlukla kendi nüfuz bölgelerindeki ekonomik faaliyetleri kontrol ediyor.

SDG

Ekim 2015 yılında ABD’nin desteğiyle kurulan bu güçler; Kürt, Arap ve Hıristiyan savaşçılardan oluşan çeşitli bir ittifakı şekillendiriyor. Bununla birlikte Kürt Halk Savunma Birlikleri (YPG), SDG yapısı içinde baskın bir nüfuza sahip. SDG, Suriye’nin kuzeydoğusunda konuşlandırılmış birlikleri denetleyen güçlü bir hiyerarşik komuta sistemiyle çalışıyor.

DEAŞ’ın hezimete uğratılmasından sonra SDG, bölgesel kontrolünü Münbiç, Rakka ve Deyrizor gibi önemli bölgeleri de kapsayacak şekilde genişletti. Bu yayılma, 2018 yılında Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Bu özerk yönetim, SDG kontrolü altında yedi özerk bölgesel yönetimi denetliyor ve yönetim için bir yürütme konseyi ile parlamento görevleri için bir yasama konseyinden oluşuyor. Resmî yönetim yapısı, yürütme yetkilerini idari düzeyler aracılığıyla dağıtırken, pratikteki yürütme çoğunlukla merkezileşme eğiliminde. Diğer bölgelerde olduğu gibi SDG’ye bağlı gruplar da bölgedeki ekonomik faaliyetleri ve kaçakçılık operasyonlarını kontrol ediyor.

Ulusal devletin karşı karşıya olduğu tehditler

Paralel idari kurumlardan yoksun olan rejim yanlısı milislerin aksine, diğer bölgelerdeki silahlı gruplar kendi bölgelerinde tamamen devletin rolünü üstlendiler. Nitekim bu gruplar, yerel ekonomileri ve kendi yetki alanlarındaki nüfusun günlük işlerini yönetmek için idari çerçeveler geliştirdi, yönetim organları oluşturdu ve yasama sistemlerini uyguladı. Bu grupların yerel ve uluslararası sınırları kontrol ederek, merkezî devletin bu bölgelerdeki otoritesini elinden aldığını söylemek gerekir.

Bu silahlı grupların ve ulusal devlete alternatif yapılarının doğurduğu zorlukların boyutu, böyle bir şey gerçekleşecekse şayet, kendi bölgelerinin ne zaman ve nasıl yeniden entegre edileceğine bağlıdır.

Birleşik bir Suriye devletinin gerçekleşmesi için parçalanmış bölgeleri birleşik ve kabul edilebilir bir ulusal çerçevede bir araya getiren adil ve kapsamlı bir siyasi çözüm gerekiyor.

Toprak bütünlüğüne yönelik tehdit

Rejime bağlı olmayan silahlı gruplar, ulus-devleti destekleyen tutumlarını ve toprak bütünlüğünü korumanın önemini vurgulasalar da Esed rejimine yönelik güçlü muhalefetleri, ülkenin toprak bütünlüğünü tehlikeye sokuyor. Bu gruplar, ulusla barışçıl bir şekilde yeniden bütünleşmenin, mevcut haliyle rejimin son bulduğuna işaret eden temel bir siyasi dönüşümü gerektirdiği konusunda ısrarcı. Halihazırda askerî şartlar ve siyasi durgunluk, mevcut emrivaki düzenlemelerin yakın gelecekte de devam edeceğini gösteriyor. Bu bölünmelerin uzun bir süre devam etmesi, gerçekleşirse ve gerçekleştiğinde yeniden entegrasyon sürecini illaki karmaşık hale getirecek.

Parçalanmış yönetimin ve toplumsal izolasyonun dayatılması

Çeşitli emrivaki hükümetlerin yaygınlaşması ve yerel politikaların uygulanması, farklı bölgeler arasında maddi ve idari bir ayrılığa yol açtı. Ancak en önemli uyuşmazlık noktası, bölgeden bölgeye ciddi anlamda farklılık gösteren eğitim müfredatında yatıyor. Diğer şeylerin yanı sıra bu konudaki farklılıklar, genç nesiller üzerinde kalıcı bir etki bırakabilir, ki bu da onların diğer bölgelerden akranlarıyla iletişim becerilerini etkiler. Buna ek olarak kısıtlamalar, yüksek maliyetler ve tehlikeler de bu bölgeler arasındaki insan ve mal hareketliliğini de engelledi ve bunun sonucunda izole olmuşluk duygusu derinleşti.

Ulusal ekonominin parçalanması

Rejime bağlı olmayan emrivaki yönetimler, kendi topraklarında ayrı vergi sistemlerini uygulamaya koydu ve Suriye içinde bölgeler arasındaki ticareti düzenlemek için birçok ticari sistem ve gümrük vergisi getirdi. Suriye’nin kuzeybatı bölgeleri daha da ileri giderek, Suriye para biriminden Türk lirasına geçiş yaptı ve bu da onların Türk ekonomisine entegrasyonlarını güçlendirdi. Ancak bu uygulamalar, ülkede kalıcı ayrı ekonomilerin kurulması tehdidini barındırıyor.

Askerî şartlar ve siyasi durgunlukla karakterize edilen Suriye çatışmasının çözüme kavuşturulamaması, mevcut durumun ve silahlı grupların varlığının devam ettiğinin bir göstergesi. Bu, bu grupların ulusal devlete yönelttiği zorlukları artırmakla kalmıyor, aynı zamanda bu gerçekliğin tersine çevrilemez bir biçimde kökleşmesi riskini de artırıyor.

Birleşik bir Suriye devletinin var olması, parçalanmış bölgeleri birleşik ve iki taraf açısından kabul edilebilir bir ulusal çerçevede bir araya getiren adil ve kapsamlı bir siyasi çözüm gerektiriyor. Böyle bir çözüm; devlet otoritesinin yeniden tesis edilmesi, toprak bütünlüğünün korunması ve Suriye genelinde birleşik bir ulusal kimliğin güçlendirilmesi açısından hayati bir öneme sahip.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al-Majalla dergisinden çevrildi.