Harabe ülke üzerindeki savaş tamtamlarının sesi kısılırken Suriyelilerin yaraları kanamaya devam ediyor

Harabe ülke üzerindeki savaş tamtamlarının sesi kısılırken Suriyelilerin yaraları kanamaya devam ediyor
TT

Harabe ülke üzerindeki savaş tamtamlarının sesi kısılırken Suriyelilerin yaraları kanamaya devam ediyor

Harabe ülke üzerindeki savaş tamtamlarının sesi kısılırken Suriyelilerin yaraları kanamaya devam ediyor

Suriye'de ‘Arap Baharı’ isimli sürecin yol açtığı barışçıl protestoların başlamasının üzerinden on yıl geçti. Suriyeliler, birçok konuda olduğu gibi protestoların yıl dönümünün tarihiyle ilgili de aynı fikirde değiller. Geçtiğimiz on yıl içinde coğrafi, askeri, sosyal ve siyasi olarak pek çok değişiklik olsa da belki de değişmeyen tek şey çekilen acılardı.
Suriyeliler pek çok konuda anlaşmazlık yaşarken çeşitli meseleler ve konular, aralarında bölünmelere neden oluyor. Ancak hepsi, gerek ülke içinde ve dışında gerek rejimin kontrolü altındaki bölgeler içinde veya dışında olsun, barışçıl veya şiddet içeren eylemler lehine veya aleyhine olmak üzere başlarının belada olduğunu düşünüyorlar. Dil ve ‘destek’ dışında, hepsinin ortak bir yanı daha var, o da ‘acı çekmek’. Çekilen acının ölçüsü değişiklik gösterse de son on yıl içinde yaşananlardan doğrudan etkilenmeyen bir tane Suriyeli dahi bulmak oldukça zor. Bunun tek istisnası, bir yer kazanırken birçok yeri kaybeden, toprak kazanırken tarihi kaybeden veya coğrafyayı kazanırken geleceğini kaybeden bir grup insandır.
Suriye Savaşı bugün 10’uncu yılını doldurup yeni bir yıla giriyor. Bu yeni yıl, krizin temel nedenlerine dönmek ve son on yılda olup bitenleri önümüzdeki yılları önceden görme çabasıyla gözden geçirmek için bir fırsattır.
Şarku’l Avsat bugünden itibaren, Suriye'deki ve yurtdışındaki Suriyelilerin çektiği acılara dair saha raporları, istatistikler, haritalar ve tablolar içeren bölümler ve Suriye'deki başlıca yabancı aktörlerin tutumlarını anlamak amacıyla yazar ve araştırmacıların makalelerini yayınlamaya başlıyor:
Arap Baharı protestolarının ilk kıvılcımları, 2010 yılı sonlarında Tunus ve Kuzey Afrika'da başladı. Suriye’ye ise gecikmeli olarak ulaştı. Onlarca yıldır ülkeyi yöneten yetkililere karşı ‘ihtiyatlı bir meydan okuma’ olarak başlayan protestolar, ilk olarak diğer ülkelerdeki ayaklanmaları desteklemek amacıyla Libya’nın Şam Büyükelçiliği önünde yapılan eylemlerle ortaya çıktı. Atılan sloganlar, Tunus, Trablus ve Kahire'ye hitaben olsa da aslında Şam’la ‘konuşuyorlardı’. Eylemciler, Arap Baharı ateşinin Suriye’de nasıl yakılacağını düşünüyorlardı.
Suriye'nin önde gelen insan hakları aktivisti, gazeteci Mazen Derviş, Fransız Haber Ajansı’na (AFP) verdiği demeçte, 17 Aralık 2011'de kendisini ateşe vererek Tunus’taki ayaklanmanın ilk kıvılcımını yakan Tunuslu seyyar satıcısı Muhammed Buazizi'ye atıfta bulunarak, “Asıl meselemiz bize ulaşacak kıvılcımı bulmaktı. Akıllarımıza ‘Peki, Suriyeli Buazizi kim olacak?’ sorusu takılmıştı” ifadelerini kullandı.
Ta ki ülkenin güneyindeki Dera vilayetinde iki çocuk, ülkesinden kaçmak zorunda kalan Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'ye ya da halkın ve ordunun baskısıyla istifa etmek zorunda kalan Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'e olanlara işaret ederek, bir duvara, Suriye Devlet Başkanı Esed’e atıfla “Ey doktor sıra sende” yazana kadar bu arayış devam etti. Duvara bu yazıyı yazan çocukların gözaltına alınıp işkence görmeleri, Suriyelileri sokağa döktü.
Birçok tarafın Suriye ayaklanmasının başlangıcını belgelemek için kullandığı tarih, 15 Mart protestoların başladığı ilk gün değil, gösterilerin ülkenin farklı yerlerinde eş zamanlı olarak başladığı gündür.
Suriyeliler arasındaki protestolara dair korku duvarı yıkıldı, sessizlik dağıldı ve gösteriler yayılmaya başladı. Talepleri, ‘rejimin düşmesi’ çağrısı yapan siyasi pankartlara kadar ilerlerken olaylar, kullanılan şiddet ve dış destek nedeniyle arttı. Gösteriler, Temmuz 2011'de Hama'da ABD'nin son Şam Büyükelçisi Robert Ford da dahil olmak üzere çeşitli ülkelerin büyükelçilerinin katıldığı büyük bir yürüyüşle doruğa ulaştı. Ford’un aynı gün terk ettiği şehre yaptığı ziyaret, ABD’nin gösterileri, atılan sloganları ve ‘rejimin devrilmesini’ destekledikleri izlenimi verdi. Eski ABD Başkanı Barack Obama’nın Ağustos 2011’de yaptığı ‘Esed’in kenara çekilmesi’ şeklindeki açıklaması, bu yanlış izlenimi pekiştirdi.

Protesto gösterileri, askeri çatışmalara nasıl dönüştü?
Protesto gösterilerinin, askeri çatışmalara dönüşmesi için birçok neden birikti. Başlangıçta, hükümet güçleri ve güvenlik birimleri, gösterileri şiddet, silah, varil bombaları, abluka ve gösterilere katılanlara yönelik ‘casusluk’ suçlamalarında bulunmak gibi yöntemlerle bastırmaya başvurdu. Birçoğu, 2003 yılından sonra Irak'ta Amerikalılarla savaşan ve sahadaki örgütsel ve savaş deneyimlerinden yararlanan, rejiminin cezaevlerinde bulunan binlerce aşırılık yanlısı serbest bırakıldı. Bu da Batı’yı ‘ya rejim ya da DEAŞ’ şeklindeki iki seçenek arasında bıraktı.
Buna karşın, Suriye ordusundan ayrılıp Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) kuranlardan başlayarak muhalifleri destekleyen ‘Suriye Halkının Dostları Grubu’ oluşturuldu. Ancak muhalifleri destekleyen ülkeler arasındaki bölünmenin ve içlerindeki farklı eğilimlerin yarattığı etki de dikkat çekiciydi. CIA 2012'nin sonunda, Ürdün ve Türkiye'den gelen muhalifleri destekleyen gizli bir programa destek verdi.
Barışçıl protestocuların sesi kısılırken dış desteğin çoğu silahlı çatışmayı destekleyen diğer oyunculara gitti. Obama, 2012'de Esed’i ‘kırmızı çizgi’ olarak tanımladığı kimyasal silah kullanımına karşı uyardı. Batılı uzmanlar ve yetkililer, rejim Ağustos 2013'te Şam yakınlarındaki Doğu Guta'yı hedef alan bir kimyasal saldırıyla bu kırmızı çizgiyi geçtiğinde, Obama'nın pek çok kişinin beklediği askeri müdahaleyi yapmaktan kaçındığını söylüyorlar.
Birçoklarına göre Obama’nın askeri müdahaleden kaçınması, Esed rejimine ağır bir darbenin indirilmesini engelleyen belirleyici bir an oldu. Birkaç çatı altında savaşan ve bir kısmı yurt dışından para ve silah yardımı alan muhalif gruplar, ilk iki yılda firarlar nedeniyle zayıflayan Suriye ordusuna ağır kayıplar verdirmeyi başardı. Ama İran'ın Hizbullah başta olmak üzere İran yanlısı gruplarla Suriye’ye erken müdahalesi muhaliflerin ilerlemesini durdurmaya katkıda bulundu. Ancak Rusya ve ABD, Eylül 2013'te kimyasal silahları etkisiz hale getirme ve güç kullanmama konusunda vardıkları anlaşma, muhalifleri ve müttefiklerini hayal kırıklığına uğrattı. Buradaki en önemli gelişme, DEAŞ terör örgütünün ve onunla ilişkili diğer grupların ülkede yayılmaya başlaması ve Suriye'nin yarısını kontrol etmeleridir.

ABD ve Rusya ne zaman ve neden müdahale etti?
ABD, DEAŞ’ın 2014 yılında Suriye ve Irak'taki ilerleyişi karşısında, şuan yaklaşık 80 ülke ve kuruluşun yer aldığı uluslararası bir koalisyon kurdu. DEAŞ ile mücadeleyi hedefi olarak belirleyen ABD, hükümet güçleriyle mücadelede muhaliflere verdiği desteği azalttı. Öte yandan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2014 yılı başlarında Ukrayna'ya müdahale etti. Bu müdahale, aynı zamanda Ukrayna ile Suriye arasındaki bağın kurulmasında bir dönüm noktasıydı. O dönemde Rusya, Birleşmiş Milletler (BM) destekli müzakerelerde Suriye hükümeti heyetine, ‘geçici bir yönetim’ kurulması için yayınlanan Cenevre Bildirisi’ni uygulamaya koymaları için herhangi bir baskıda bulunmadı.
Müttefikleri, muhalifleri askeri ve mali olarak desteklemeye devam ederken, rejim güney Dera'yı ve İdlib’i kaybettikten sonra kontrolü altındaki bölgeler 2015 baharında yüzde 15’e geriledi. Rus lider Putin, mevcut durumdan hızla yararlanmaya başlarken doğrudan askeri müdahale için bir fırsat yakaladı. Bu müdahale, İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) yurtdışı kolu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'nin 2015 yazında bir an önce müdahale edilmesi ve ‘müttefik Suriye’nin kurtarılması’ için Kremlin'e yaptığı talep üzerine geldi. Anlaşma, Rusya’nın havadan, İran’ın ise karadan müdahalesi şeklindeydi. Amaç, Sovyetler Birliği'nin Afganistan’da başına gelenler gibi Rusya'nın ‘Suriye batağına’ dalmadan müttefiki olan rejimi kurtarmasıydı.
Rusya’nın Eylül 2015'teki kararlı müdahalesi, sahadaki dengelerin, Suriye'nin büyük şehirleri ve petrol sahaları da dahil olmak üzere yaklaşık yüzde 85'inin kontrolünü kaybeden Esed lehine kademeli olarak değiştirdi. Muhalif gruplar, Şam'ın dış mahallelerine kadar ulaşmıştı. Ancak savaş uçaklarının, mühimmatın, Rus danışmanların ve Hizbullah liderliğindeki Tahran yanlısı grupların desteğiyle Esed, gücü yeniden ele geçirdi. Rejim güçleri, kaybettiği bölgelerin kontrolünü geri kazanmak için ‘kavrulmuş toprak’ politikası izleyerek bir misilleme kampanyası yürüttü.

Türkiye neden Suriye topraklarına girdi?
Şubat 2016'da amacının Suriye'nin tamamını geri kazanmaktan başka bir şey olmadığını iddia eden Esed, “İmkanımız olsun ya da olmasın bu, hiç tereddüt etmeden üzerinde çalışacağımız bir hedeftir. Herhangi bir bölgeden vazgeçeceğimizi söylemek mantıksızdır” ifadelerini kullandı.
2016 yılının sonunda, ibre rejim lehine eğilmeye başlarken rejim güçleri Halep'in doğu mahallelerini geri aldılar. Aynı senaryo daha sonra Doğu Guta'da ve diğer bölgelerde tekrarlandı. Bu saldırıların çoğu, on binlerce sivil ve muhalif savaşçının, yaklaşık üç milyon kişinin Heyetu Tahriru'ş Şam (HTŞ/ eski adıyla Nusra Cephesi) ve diğer grupların kontrolü altında yaşadığı İdlib’e tahliyesini öngören uzlaşılarla sona erdi.
Ancak bu kontrol değişimi, ülkeyi yeni bir aşamaya, yani ‘nüfuz alanlarının’ kurulmasına getirdi. Mayıs 2017'de Rusya, Türkiye ve İran ile ‘Astana Formatı’ adıyla yeni bir süreç başlattı. Amaç, Dera, Guta, Şam, Humus ve İdlib’i kapsayan ‘gergiliği azaltma’ anlaşmalarına varmaktı. Uygulamada ise bu süreç, bölgesel değiş tokuşlara yol açtı. Türkiye yanlısı gruplar, Halep'in doğusunu geri alma karşılığında, kuzeyine girerek ‘Fırat Kalkanı’nı oluşturdular. Yine 2018'in başlarında Guta ve Humus'u geri alma karşılığında Halep'in kuzeyindeki Afrin'de gerçekleştirilen ‘Zeytin Dalı’ operasyonuna katıldılar.
ABD’nin Fırat Nehri’nin doğusunda DEAŞ’a karşı mücadelede Suriyeli Kürtlere verdiği destek karşısında Türkiye, güney sınırlarında bir Kürt oluşumunu engellemek olan stratejik çıkarlarıyla ilgili beklentilerini düşürdü. Fırat Kalkanı Harekatı, Fırat'ın doğusundan batısına kadar bir Kürt oluşumunun önünü keserken Zeytin Dalı Harekatı da olası bir Kürt bölgesini, diğer yerlerden ayırdı. Bu senaryo, Ekim 2019'da, Türkiye'nin Fırat'ın doğusuna müdahale ettiği ve ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG) tarafından kontrol edilen alanlar küçültüldüğünde de tekrarlandı.
Türkiye'nin SDG’ye yönelik operasyonlarının yanı sıra İran’ın Suriye'deki nüfuzuna dair bölgesel endişeler de arttı. İsrail, İran’ın Suriye'ye yerleşmesini önlemek için ‘İran mevzilerine’ baskınlar düzenlemeye başladı. Bunun yanı sıra ABD, Rusya ve Ürdün, 2018 yılı ortalarında İran ve İran yanlısı milislerini Golan Tepeleri ve Ürdün'den uzaklaştırılmasını ve Suriye hükümet güçlerinin Dera ve Kuneytire kırsalına geri çekilmesini içeren ‘Güney Anlaşması’nı imzaladılar.

‘Nüfuz alanları' nasıl oluşturuldu?
Savaşlar ve pazarlıklar, Rusya ve İran destekli rejimin kontrolü altında olan, en fazla şehrin ve nüfusun bulunduğu Suriye'nin yaklaşık yüzde 65'ini kapsayan bölge, ABD destekli SDG’nin kontrolü altında olan, Suriye’nin yüzde 23'ünü kapsayan ve ülkenin stratejik zenginliklerinin çoğunun yer aldığı bölge ve son olarak, Türkiye tarafından desteklenen muhalif grupların kontrolü altında olan, Rusya’nın ülkenin batısındaki Tartus ve Lazkiye'de bulunan iki üssünün ve Suriye rejiminin bir üssünün yer aldığı ülkenin kalanı olmak üzere üç bölgede gerçekleşti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rus mevkidaşı Putin, geçtiğimiz yılın başlarında yaşanan bir dizi çatışmanın ardından 5 Mart 2020'de İdlib için ateşkes mutabakatı imzaladılar. Bu mutabakattan faydalanan Türk güçleri, Suriye'nin kuzeybatısında yaklaşık 15 bin asker, binlerce araç, onlarca askeri üs ve gözlem noktası konuşlandırdı.
Temas hatları 2011 yılından bu yana ilk kez, bir yılı aşkın bir süredir, yani Mart 2020'nin başından beri herhangi bir çatışmaya sahne olmadı. Rejim güçlerinin uzun süredir başlatma tehdidinde bulunduğu saldırının gerçekleşmesi şimdilik pek olası görünmüyor. Analistler, herhangi bir yeni saldırının iki askeri güç olan Rusya ve Türkiye'yi, İdlib'den daha geniş stratejik ilişkilere sahip oldukları bir dönemde doğrudan çatışmaya sokacağını düşünüyorlar.
Doğuda ABD’nin iki ve batıda Rusya’nın bir hava koruması altında olmak üzere bu üç nüfuz alanında çok sayıda savaşçı, askeri üs ve yüzlerce gözlem noktası var. Suriye’de ABD, Rusya, İran, Türkiye ve İsrail’in olmak üzere beş ordu faaliyet gösteriyor.
Bu ülkeler ayrıca sınırlar ve geçiş noktalarının kontrolünü de paylaşıyorlar. Suriye üzerine kapsamlı çalışmaları bulunan coğrafyacı Fabrice Balanch, yakın tarihli bir raporunda, rejim güçlerinin ‘Suriye sınırlarının yalnızca yüzde 15'ini kontrol ettiğini’ açıkladı. Sınırların ‘üstünlüğün bir sembolü’ olduğunu söyleyen Balanch, rejimin bu konudaki puan hanesinin ‘neredeyse boş’ olduğunu belirtti. Balanch, Türkiye, ABD, Kürtler ve Tahran tarafından desteklenen grupların fiilen kontrol ettiği sınırların geri kalanının rejimin kontrolünde olduğunu kaydetti.
Böylece, rakip güçlerin sınırlarının çoğunu tek taraflı olarak kontrol ettiği ülke, gayri resmi olarak birden fazla etki alanına bölünmüş durumdadır. Yaraları derinleşen ve çileleri ağırlaşan Suriyelilerin, başkalarının rahatlamasını, anlayışlarını ve anlaşmalarını beklemekten başka yapacak bir şeyleri yoktur. Şam sakinlerinden birinin, “Savaş, çatışmaların durması anlamında sona erdi, ancak yaralarımız hala kanıyor” şeklindeki sözleri birçok şeyi açıklamaktadır.



Hasan Abdulazim: Suriye muhalefeti safları sıkılaştırıyor

Hasan Abdulazim (Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu Facebook sayfası)
Hasan Abdulazim (Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu Facebook sayfası)
TT

Hasan Abdulazim: Suriye muhalefeti safları sıkılaştırıyor

Hasan Abdulazim (Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu Facebook sayfası)
Hasan Abdulazim (Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu Facebook sayfası)

Suriye’de muhalif bir isim olan Avukat Hasan Abdulazim, 1932 yılında Şam’ın kırsal kesimindeki Halbun köyünde doğdu. Milliyetçi bir solcu ve Suriyeliler arasında tanınmış siyasi şahsiyetlerden biri olan Abdulazim, (2011 yılında kurulan) Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu’nun genel koordinatörlüğünün yanı sıra Arap Sosyalist Demokratik Birliği partisinin liderliğini ve Arap Sosyalist Demokratik Birliği ile birlikte dört partinin yer aldığı Demokratik Toplum Hareketi sözcülüğünü yapıyor. Demokratik Toplum Hareketi, iktidardaki Arap Baas Partisi liderliğindeki İlerici Ulusal Cephe'ye alternatif olarak 1979 yılında kuruldu.

Ulusal Koordinasyon Kurulu, muhalefetteki partileri ve içeriden hareket eden, bazıları milliyetçi, bazıları solcu olan isimlerin yer aldığı siyasi bir ittifak olarak karşımıza çıkıyor. Suriye'de 2011 baharında protesto gösterilerinin başlamasıyla birlikte ünlü “Şiddete hayır, mezhepçiliğe hayır, siyasi zorbalığa hayır, yabancı askeri müdahaleye hayır” sloganını benimsedi. Ulusal Koordinasyon Kurulu, geçtiğimiz haziran ayı sonlarında Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) siyasi kanadı olan ve ABD liderliğindeki uluslararası bir koalisyon tarafından desteklenen Suriye Demokratik Konseyi (SDK) ile bir siyasi anlaşma imzaladı. Ulusal Koordinasyon Kurulu böylece muhalefetteki farklı taraflar için birleştirici bir nokta haline geldi.

Şarku’l Avsat’ın, Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu Genel Koordinatörü Hasan Abdulazim ile yaşadığı Şam'da telefon görüşmesi aracılığıyla bir röportaj gerçekleştirdi.

İşte röportajın tamamı:

-SDK ile yaptığınız ittifakın duyurulmasıyla ve ortak bir cephe oluşturmanızla ilgili ne söylemek istersiniz?

İttifak, ulusal demokratik değişim projesini ve Suriye'yi yıllardır içinde bulunduğu kötü koşullardan kurtarmak için acil bir ulusal gereklilik olan diktatörlükten demokrasiye geçiş projesini benimseyen, devrimin ve muhalefetin bir araya geldiği geniş bir ulusal demokratik cephenin kurulduğu anlamına geliyor. Bununla ilgili üç ana belgenin ilki ortak komite tarafından geçtiğimiz ay tamamlandı.

asdefr

Tartışılan başlıca meseleler hangileri?

İki taraf arasında genel bir vizyon niteliğinde olan ittifakın duyurulmasından sonra, Ulusal Koordinasyon Kurulu, merkezi yönetim sistemine bağlı kalırken, SDK ve diğer Suriyeli Kürt güçlerin ademi merkeziyetçilikte ısrar etmesi nedeniyle yaşanan anlaşmazlık gibi bazı vizyonlarda, özellikle anlaşmanın uygulanmasına yönelik çalışma mekanizmalarının şeklinde birtakım siyasi anlaşmazlıklar söz konusu. Bu yüzden muhalefet güçlerinin seçimle gelmediğini dikkate alarak bu anlaşmazlıkları aktarma kararı aldık. Anlaşmada, tüm kesimleriyle Suriye halkının iradesini ortaya koyan bir geçiş döneminin sonunda Suriye’nin yeni anayasasının ve seçilmiş meclisin, ülkenin yönetim şekli olarak merkezi yönetimin benimsenmesini garantilediği bir çözüm yer alıyordu.

SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonu da ortak komitenin daha önce ele aldığı siyasi çözüme ilişkin konulardan biriydi. İki taraf arasında ilk olarak ellerine Suriyeli kanı bulaşmamış SDG ve Suriye Milli Ordusu (SMO) üyelerinin Suriye ordusuna tek bir blok olarak değil, operasyonel ve profesyonel bir şekilde tüm askeri ve emniyet birimlerine dağıtılarak katılmaları konusunda anlaşmaya varıldı. SDK’nın ortak komitedeki temsilcilerinin esnek ve farklı görüşler karşısında anlayışlı olduklarını gördük.

İlerici Ulusal Cephe'nin ortaya koyduğu kuruluş belgesinde Kürtlerin hakları yer almıyordu. Anlaşmanın eki mi var?

Ulusal Koordinasyon Kurulu’na göre Suriyeli Kürtler, tıpkı ülkenin toprak bütünlüğü ve birliği içinde ulusal dokusunun özgün ve tarihi bir parçası olan Süryaniler, Türkmenler ve Ermenilerle birlikte korunurken hakları da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) Suriye’nin siyasi ve coğrafi birliğini teyit eden, ortak komitede üzerinde anlaşmaya varılan siyasi çözümle tüm Suriyeliler arasında eşit yurttaşlık ilkelerinin tesis edildiği demokratik bir devlete geçişe öncülük eden tek çözüm olan 2254 sayılı kararı başta olmak üzere uluslararası kararlarla siyasi çözüm çerçevesinde koruma altına alınmıştır.

Rusya’nın Suriye dosyasına ilişkin rolüyle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Rusya’nın politikası, Suriye rejimine uygulanan tecridi ortadan kaldırmanın yanı sıra Arap ve bölge ülkelerini Şam ile normalleştirmeye zorlamak üzerine kurulu. Bu politika, kapsamlı bir siyasi çözüm için herhangi bir adım atılmadan rejimin iktidarda kalmasını sağlıyor. Uluslararası kararları da BMGK’nın 2254 sayılı kararını iptal edecek ve rejimin siyasi olarak değiştirilmesine, demokratik bir devletin kurulmasına ve iktidarın devrine yol açacak herhangi bir siyasi çözüm adımını engelleyecek şekilde tabloyu süslemenin ötesine geçmeyen bir çözüm vizyonu çerçevesinde uygulamaya çalışıyor.

Anayasa Komisyonu'nu kim engelliyor?

Başta Suriye rejimi, Rusya ve İran olmak üzere tüm uluslararası taraflar, BMGK’nın 2254 sayılı kararı da dahil uluslararası kararların uygulanamamasından sorumlular. Ancak Rusya’nın 2. Soçi Toplantısı çerçevesinde Suriye Anayasa Komisyonu’na katılması için rejime baskı yapmasına rağmen Şam, doğrudan Anayasa Komisyonu'nun daha önce yapılan sekiz toplantıdaki çalışmalarını engellemekten sorumlu. Rejim, Ukrayna savaşından önce Rusya’nın desteğiyle Anayasa Komisyonu’nun çalışmalarını ertelemeye ve engellemeye devam etmesi, Anayasa Komisyonu’nun çalışmalarının ve tüm siyasi sürecin aksamasına neden oldu.

Sizce Suriye Muhalefeti Yüksek Müzakere Kurulu içerideki krizi çözebildi mi?

Evet, Ulusal Koordinasyon Kurulu’nun Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK), Moskova ve Kahire platformları, Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS), bağımsızlar ve ılımlı silahlı gruplar ile başlatılan girişimin ardından 17 Haziran'da Cenevre'de bir toplantı düzenlendi. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreterinin Suriye Özel Temsilcisi Geir Pedersen’nin yanı sıra aralarında ABD, Kanada, Türkiye ve Arap ülkelerinin büyükelçilerinin de bulunduğu Suriye Halkının Dostları Grubu’ndan 17 delege ile önemli görüşmeler gerçekleştirildi. Suriye Muhalefeti Yüksek Müzakere Kurulu birleşti ve yeniden müzakerelere liderlik etmeye başladı.

Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerini rolüyle ilgili ne söylemek istersiniz?

Suudi Arabistan, Suriye dosyasında son derece aktif ve önemli bir rol üstlendi. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı’nın, 2015 yılının başlarında Riyad’da Suriye konulu birinci konferansa ev sahipliği yapması ve masraflarını karşıladığı Suriye Muhalefeti Yüksek Müzakere Kurulu’nu kurması bu rolün birer göstergesiydi. Aynı şekilde 2017 yılında Riyad’da Suriye konulu ikinci konferansa ev sahipliği yapan Suudi Arabistan, Suriye halkının çıkarları pahasına kendi çıkarlarını elde etmeye çalışan ve muhalefetin egemen kararına kendi siyasi gündemini ya da tutumunu dayatan diğer ülkelerin aksine Suriye Muhalefeti Yüksek Müzakere Kurulu’nun kurulması çalışmalarına karışmadı.

frggt
BM Genel Sekreterinin Suriye Özel Temsilcisi Geir Pedersen ve Ulusal Koordinasyon Kurulu’nun önde gelen isimleri  (Demokratik Değişim için Ulusal Koordinasyon Kurulu Facebook sayfası)

Ulusal Koordinasyon Kurulu, Arap ülkelerinin Suriye sorununu uluslararası kararlar temelinde çözmeye yönelik girişimlerini destekliyor. Arap ülkeleri, adıma adım yaklaşımı çerçevesinde Cidde ve Amman anlaşmalarını uygulamak için Suriye rejimiyle doğrudan temaslar yürütme yetkisini Ürdün'e verdi. Ulusal Koordinasyon Kurulu’nun bu temasların radikal bir siyasi çözüme ulaşmayı amaçlaması halinde bu konuda hiçbir endişesi yok.

Peki Türkiye-Suriye görüşmeleri ne durumda?

Ülkeler arası ilişkilerle ilgili çalışmaların siyasi bir çözüme ulaşması halinde her türlü yakınlaşmanın yanındayız. (Cumhurbaşkanı Recep Tayyip) Erdoğan’ın seçim zaferi sonrası Türkiye ile Suriye’nin arası seçimlerden önceki haliyle aynı değil. Çünkü Türk muhalefeti, seçim sürecinde Suriye ile yakınlaşma ve yerinden edilenlerin dönüşü kartını kullanıyordu. Ancak bugün olası yakınlaşma adımlarının atmayı her zamanki gibi erteleyecek ve hiçbir girişime cevap vermeyecek olan rejimle varılacak olası bir anlaşmanın karşılığında Türk hükümeti taleplerini daha da artıracak. Rejim, mevcut şartları kendi lehine değiştirme imkanı bulmak adına zaman kazanmak için bu tür adımları her zaman ertelemiştir.

Türkiye'nin Suriye'deki askeri varlığında olası bir değişikliğin, başta Ankara’nın PKK ile mücadelede Şam’ın katkıda bulunması talebi olmak üzere rejimle bazı sorunlar üzerinde anlaşmaya varılmasına bağlı olduğunu görüyoruz. Bir de Türkiye’deki üç buçuk milyondan fazla Suriyeli mültecinin geri dönüşüne çözüm bulunması sorunu var. Suriyeli mültecilerin güvenli bir ortam oluşturulmadan geri dönmeleri mümkün değil. Başta 2254 sayılı karar olmak üzere uluslararası kararlar uygulanmadan mültecilerin geri dönüşünden bahsetmek de mümkün değil. Bu ve benzeri sorunların çözülmesi Türkiye ve Suriye’nin yakınlaşmasını ve ilişkilerinin gelişmesini sağlayacaktır.

Rusya-Ukrayna savaşı Suriye dosyasını ne kadar etkiledi?

Rusya'nın Ukrayna'ya açtığı savaşın tüm dünyada gerilimin yüksek olduğu bölgeleri etkilediğine şüphe yok. Rusya-Ukrayna savaşı, adeta üçüncü bir dünya savaşı gibi. Savaş yalnızca Ukrayna topraklarında yaşansa da ülkeler, iki taraftan birinin yanında yer alarak kamplaştılar. Ukrayna savaşının sonuçlarının Suriye krizini kaçınılmaz olarak etkileyeceği kesin. Belki de bu etki, Suriye halkının ve ulusal muhalefetinin yararına, olumlu bir etki olabilir. Ancak Suriye halkı aleyhine, rejim ve destekçileri lehine de olabilir.

Suriye arenasında durum nasıl?

Suriye arenası, uluslararası ve bölgesel güçlerin Suriye meselesine müdahale etmeleri ve Suriye topraklarını hesaplaşmak, çıkarlarını ve gündemlerini dayatmak için bir oyun alanı olarak görmeleri gibi birçok nedenden dolayı son derece karmaşık. Rejim, halkın barışçıl protesto gösterilerini tanımama kararı aldığından, gösterileri terör eylemi ve küresel bir komplo olarak gördüğünden çözümün yalnızca askeri müdahalede olduğuna inandığı, uluslararası bir boyuta ulaşan sınırsız bir çatışmanın patlak verdiği noktaya ulaştı. Ardından protestoları sona erdirmek için aşırılık yanlılarını hapishanelerden salıp şiddetin tırmandığı bir çatışma arenasına atmak da dahil olmak üzere tüm kartlarını oynadı. Rejim, dünyaya, yaşananların bir terör ayaklanması olduğunu, teröristlerle ve aşırılık yanlılarıyla savaştığını söyledi. Daha sonraki aşamalarda Irak, Kafkaslar ve Lübnan'dan çok uluslu mezhepçi milislerin ve ardından İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) milislerinin çatışmalara dahil olmalarına kapı aralandı.

Bir yandan bu karışıklık devam ederken Washington ve Avrupa ülkelerinin başkentlerindeki Suriye diasporası, rejimin yetkilileri hakkında soruşturma başlatılması için çaba sarf ettiler. Bu çabalar rejim ve onu destekleyen Rusya üzerinde baskı unsuru oluşturdu. Muhalif ve devrimci güçleri, Suriye’yi yakıp yıkan tüm bu gelişmelere rağmen ulusal demokratik cephelerini genişletmeye ve saflarını birleştirmeye devam etti.

Suriye Muhalefeti Yüksek Müzakere Kurulu, müzakerelerin önünü açan siyasi bir ivmenin kaydedilmesi ve istenen siyasi geçiş dönemine ulaşma yolunda somut çıktıların elde edilmesi amacıyla müzakere edilmiş bir siyasi çözüm için içeride, Arap ülkeleri ve bölgesel ve uluslararası taraflar arasında ufuk açıcı rolünü yerine getirmeye ve toplantılarını sürdürmeye çalışıyor.