İran-İsrail, "Gölge Savaşı" şiddetleniyor... İki ülke 1979'dan beri ilk defa sıcak çatışmaya bu kadar yakın

(Reuters- AFP)
(Reuters- AFP)
TT

İran-İsrail, "Gölge Savaşı" şiddetleniyor... İki ülke 1979'dan beri ilk defa sıcak çatışmaya bu kadar yakın

(Reuters- AFP)
(Reuters- AFP)

İran ve İsrail, gergin ilişkiler içinde olan iki ülke.
Ancak bu gerginlik hiç olmadığı kadar artmış durumda.
İsrail, uzun zamandan beri Suriye içinde bulunan İran güçlerini vuruyor.
İran da özellikle geçmiş yıllarda finanse ettiği Filistinli gruplar ve Hizbullah aracılığıyla İsrail'e yönelik saldırıları destekliyor.
Ancak son dönemlerde karşılıklı saldırıların daha direkt yapıldığı, çeşitlendiği ve geniş coğrafyaya yayıldığı görülüyor.
Hatta artık İran içindeki bazı saldırıların bizzat İsrail tarafından yapıldığı öne sürülüyor.
Örneğin 27 Kasım 2020 tarihinde İran'ın nükleer ve füze programının en önde gelen isimlerinden olan Savunma Bakan Yardımcısı Muhsin Fahrizade ülkesinde uğradığı silahlı bir suikast sonucu öldürüldü.
İranlı yetkililer, bu saldırıdan İsrail gizli servisi Mossad'ı sorumlu tuttu.
Yine İran'ın savunma sanayisinde veya nükleer projelerinin geliştirilmesinde görev alan başka uzmanlar da geçmiş yıllarda benzer suikastlar sonucu hayatını yitirmiş, Tahran yönetimi bu saldırılardan da Mossad'ı suçlamıştı.
Ancak yaşanan yeni gelişmeler iki ülke arasındaki gizli savaşın artık denizlere de yayıldığını gösterdi.

Gemilere karşılıklı saldırılar
İlk olarak İsrail'in bir süreden beri Suriye'ye yük götüren İran tankerlerine farklı tarihlerde Akdeniz'de saldırı düzenlediği ve en az 12 İran tankerinin batırılmayacak şekilde vurulduğu öne sürüldü.
Bu iddia Umman Körfezi'nde bir İsrail gemisine saldırı düzenlenmesinin ardından ortaya atıldı.
İran'ın bu saldırılara misilleme amacıyla İsrail gemisine saldırdığı iddia edildi.
Derken yine geçen günlerde Kızıldeniz'de bir İran gemisi daha saldırıya uğradı.

İran, Natanz Nükleer Tesisi'ndeki patlamadan İsrail'i sorumlu tuttu
Aynı günlerde İran'ın Natanz Nükleer Tesisi'nde bir patlama meydana geldi.
İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif, saldırıdan İsrail'i sorumlu tuttu ve intikam alacaklarını söyledi.
Zarif, tesiste büyük hasar olmadığını da öne sürdü.
İsrail'den yapılan dolaylı açıklamalarda saldırı üstlenildi ancak patlamanın bir bombadan değil, siber saldırıdan kaynaklandığı ve tesise ciddi zarar verdirilerek, dokuz ay süreyle yeni uranyum zenginleştirilemeyecek hale getirildiği iddia edildi.
Aynı tesisin geçen yıl da bir siber saldırıya uğradığı biliniyor.

Erbil'de Mossad üssü vuruldu iddiası
Bu olaydan hemen sonra bu sefer de önce Birleşik Arap Emirlikleri açıklarında bir İsrail gemisi vuruldu.
Devamında da Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin başkenti Erbil'de Mossad'a ait olduğu öne sürülen bir üsse İran yanlısı olduğu ve adı duyulmamış bir grup tarafından saldırı düzenlendiği ve ölenlerin olduğu gündeme getirildi. 
IKBY'li yetkililer ise Erbil'de Mossad üssü olmadığını, böyle bir olayın yaşanmadığını söylerken, İran yanlısı kaynaklar iddialarında ısrarlı.

"Süreç küçük çaplı da olsa bir savaş ihtimalini barındırıyor"
Peki bu tür olaylar daha ne kadar devam edebilir? İki ülke arasında sıcak savaş riski var mı?
Bu soruları ilk olarak İran uzmanları Savash Porgham ile Arif Keskin'e yönelttik.
Porgham, iki ülkenin uzun süreden beri Suriye'da örtülü savaştığını belirtti. Porgham'a göre iki ülke arasındaki bu durum "Gölge Savaşı".
Porgham, devam eden "Gölge Savaş"ta İsrail'in bir süreden beri farklı bir şey yaparak direkt İran içinde operasyonlar düzenlemeye başladığını söyledi. Porgham, "İsrail ve İran, 1979'daki İslam devriminden bu yana sıcak savaşa en yakın noktada" dedi.
Keskin ise son durumu "1979'dan günümüze kadar baktığımızda İran ve İsrail ilişkilerinin en tehlikeli, öngörülemez sürece girdiğini düşünüyorum. Bu süreç küçük çaplı da olsa bir savaş ihtimalini barındırıyor" diye özetledi.

"İran, İsrail saldırılarına karşı koyamıyor"
Her iki uzmanın da dikkati çektiği bir noktada İran'ın zafiyeti ve İsrail'in İran içerisindeki etkinliği.
Porgham, yaşanan son olayların İran'ın istihbaratı ve güvenlik birimleri içerisinde çok önemli bir gediğin açıldığını gösterdiğini öne sürdü.
Porgham, İran'ın nükleer programına dair gizli belgelerin bile İsrail tarafından ele geçirilip, Netanyahu tarafından televizyonlarda gösterildiğini hatırlatarak şöyle devam etti:
"İran, inanılmaz biçimde kendi içinde İsrail'in saldırılarına karşı koyamıyor. İsrail, İran'ın en korunaklı yerlerinde operasyon yapabiliyor. Bakıldığında İran'ın İsrail karşısında bir altta kalmışlığı görünüyor."

"İsrail, İran'a istihbari olarak nüfuz etti"
Keskin ise son gelişmelerin İsrail'in ciddi şekilde İran'a istihbari olarak nüfuz ettiğini ve bunun İran'ın nükleer çalışmalarına, istihbarat birimlerine hatta askeri alanlarına kadar uzandığını öne sürerek, şunları söyledi:
"Neredeyse İran'ı felç etmiş durumda. Son dönemlerde İran devlet yetkilileri de bunu itiraf ediyor. İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı İshak Cihangiri, demecinde ‘Açıkça söylüyorum güvenlik olarak inanılmaz açığımız var' dedi. Yine Devrim Muhafızları eski komutanı Muhsin Rızai, her alanda casusluk yapıldığını söyleyerek yabancı istihbarat servislerinin İran'da güvenlik bürokrasisindeki nüfuzunu bir nevi itiraf etti."

"İran, intikam alacağız diyor ama yaptığı bir şey de yok"
İsrail'in eylemlerine karşın İran'ın ciddi bir karşılık veremediğini de öne süren Keskin, iddialarını şöyle sürdürdü:
"İran sürekli intikam alacağız diyor ama yaptığı bir şey de yok. İran'ın acizliği ülke içinde yönetimin meşruluğunu da tartışma konusu yapıyor. İçeride dayılanıyorsunuz ama İsrail'e bir şey yapamıyorsunuz deniyor. Devletin kendini koruyamadığı düşüncesi gelişiyor."

"İsrail, ABD'nin İran'la anlaşmasını istemiyor"
Gerek Porgham gerekse Keskin, İran ve İsrail arasında gerilimin yükselmesinin Biden yönetiminin İran'la yeniden nükleer görüşmelere başlama niyetinden kaynaklandığını iddia ederek, İran ile ABD arasında varılacak bir mutabakatın İran'ı güçlendireceğinden endişe eden İsrail'in bunun önüne geçmek için elinden geleni yapacağını deklere ettiğini hatırlattılar.
Porgham, İran'ın nükleer programına yönelik müzakerelerin Viyana'da başladığını hatırlatarak, bu müzakerelerde ilerleme sağlandıkça İsrail ile İran'ın gölge savaşının daha fazla sertleştiğini öne sürdü.

"Sıcak çatışmaya hiç bu kadar yakın olmadılar"
Savaş ihtimalinin güçlenmesine karşın bunun gerçekleşmesinin de kolay olmadığını söyleyen Porgham, sözlerini şöyle sürdürdü:
"İran askeri gücü İsrail teknolojisiyle açık bir savaşta boy ölçüşemez ama İran'da bağlı örgütler üzerinden Lübnan'da ve Körfez'de İsrail gemilerine karşı asimetrik savaş yürütebilir. Sıcak çatışma riski var ve 42 yıldır sıcak çatışmaya hiçbir bu kadar yakın olmadılar. Endişeyle takip ediyorum."

"İsrail, nükleer görüşmelerin masasının çerçevesini belirleyecek noktada"
Son olayların ardından İran ve İsrail'in daha sert karşı karşıya geleceğinin görüldüğünü belirten Keskin ise uğradığı saldırıların İran devletini imajını korumak için bir şeyler yapmaya zorladığını belirterek, İran'ın içinde olduğu karmaşayı şöyle anlattı:
"İran nükleer dosyasının bundan sonra nereye evrileceğine sadece ABD ve İran görüşmeleri açısından bakmakta yanlış. Şu an itibariyle İsrail masada olmasa da yaptıklarıyla masanın çerçevesini belirleyecek noktaya gelmiştir. Muhsin Fahrizade öldürüldüğünde İran ek protokolden çıktı. Natanz tesisine saldırının ardından şimdi de yüzde 60 uranyum zenginleştirmeye başladık denildi. Her ikisi de İsrail operasyonlarına tepki olarak yapıldı. Bunlar da İsrail eylemlerinin İran'ın görüşmelerini etkileyecek noktada olduğunu gösteriyor."

Kasım Süleymani'nin öldürülmesi İran'ın operasyon gücünü azalttı mı?
Her iki uzmana da Kasım Süleymani'nin öldürülmesinin ardından İran'ın dış operasyon gücünün azalıp azalmadığını, sorduk.
Porgham, Süleymani'nin önemine değindikten sonra İran'ın operasyonel gücünün Kasım Süleymani öncesi ve sonrasında çok önemli değişimler gösterdiğinin söylenebileceğini belirtti.

İran'ın kaygısı ABD'nin işe karışması
Buna karşılık Keskin, İran'ın karşılık verememesinin Kasım Süleymani'nin olmamasından kaynaklanmadığını öne sürerek, "İran karşılık verirse İsrail'in daha sert karşılık vereceğini biliyor. İsrail'in kendisini karşılıklı misillemelere sokarak olayı büyüterek bu şekilde ABD'yi de işin içine çekmeye çalıştığından çekiniyor ve korkuyor" iddiasında bulundu.

"İran şimdilik Hizbullah kartına oynamayacak"
Keskin ayrıca İran'ın Hizbullah kartını oynamak içinde henüz erken olduğunu düşündüğünü belirterek, "İran zamanından önce bir hareket yapmak istemiyor. Tansiyon yükselirse İsrail – Hizbullah çatışması olabilir ama İran bunun için erken olduğunu düşünüyor" dedi.

İsrail, İran'ı Suriye'de Rusya'nın onayıyla mı vuruyor?
İsrail'de yaşayan gazeteci Rafael Sadi ise İran rejiminin İsrail'i yok etmeyi, denize dökmeyi hedeflediğini dile getirdiğini hatırlatarak bundan dolayı İran'a karşı yürütülen mücadele kapsamında Suriye içindeki İran hedeflerinin vurulduğunu belirtti.
Sadi, Suriye'deki İran hedeflerinin vurulmasının Rusya ile İsrail arasında varılan mutabakat kapsamında olduğunu ve Rusya'nın İsrail uçaklarına engellemede bulunmadığını öne sürdü.

İran gemisi İsrail kıyılarına bilerek petrol sızdırdı iddiası
İran'ın nükleer projesinin iddia ettiği gibi barışçıl hedefler içermediğini de öne süren Sadi, "Nükleer enerji veya silah sahibi hiçbir ülkenin ağzından bir diğerini imha edeceği ifadelerini duymuş değiliz. Halbuki İran İsrail'i atom bombası atarak yok etmekten söz eden ilk ülkedir" şeklinde konuştu.
İran'ın İsrail gemilerine yönelik saldırılar düzenlediğini aktaran Sadi, hatta bir Suriye'ye kaçak petrol taşıyan bir İran tankerinin İsrail kıyılarına petrol sızdırarak bilerek çevre kirliliği yarattığını iddia etti.

"İsrail'in tutumu Biden'ın İran politikasından bağımsız"
Sadi, İsrail ve İran arasında gerilen ilişkilerde Biden yönetiminin İran'la görüşme konusundaki tutumundan bağımsız olduğu görüşünde.
Sadi, İsrail'in Biden yönetiminin alacağı kararların kendi bilecekleri bir iş olduğunu söylediğini ancak güvenliklerini kimseye bırakmayacaklarını ve gerekirse kendi göbeklerini kendilerinin keseceğini deklere ettiğini de hatırlatarak şöyle devam etti:

"İsrail, nükleer santrale sabotajı kerhen de olsa kabullendi"
"Bunun sonucunda da İran Natanz  nükleer santralinde uranyum zenginleştirmeye başlanacağı haberi ile  her nasıl olduysa  santralin elektrikleri kesilivermiş ve trafosu patlamıştır. Hasar ifade edildiği kadarı ile 9 aylık bir gecikmeye sebebiyet vermiştir. İsrail şimdiye kadar ki politikaları gereğince bu tür eylemlerinde sessiz kalmayı yeğlemiş ve sorumluluk almamıştır. İlk kez bu olayda  yarım ağızla olsa bile ki öncelikle yabancı istihbarat kurumlarının ifadesine göre ibaresi ile haber İsrail basınında da yer almış hatta aynı  gün Başbakan Netanyahu, ordu mensupları ile bulunduğu şehitleri anma töreni arifesinde kendilerini kutlamış ve İsrail'in vatanı koruması için daima görevde oldukları için bu  eylemi de  kerhen kabullenmiştir."

"ABD'lilere siz olmasanız da biz devam edeceğiz mesajı verildi"
Sadi, bu kabullenmenin arkasında  sadece İran'a verilen bir mesaj olmadığını belirterek, "Aynı  zamanda Amerikalılara da siz bu işin içinde yanımızda olmazsanız bile biz gerekeni yapmaya devam edeceğiz denmekteydi. Hoş kaldı ki bu elektrik kesintisi Amerikalıların da az hoşuna gitmemiş değildi" ifadelerini kullandı.

"İran'ın en endişe ettiği sözcük Mossad"
İsrail'in yıllardır İran'a karşı sadece psikolojik değil aynı zamanda stratejik ve askeri bir üstünlük konumunda olduğunu öne süren Sadi, "Kimin ne dediği çok önemli değildir. Durum budur ve İranlıların en fazla endişe duydukları sözcük Mossad istihbarat kurumudur" iddiasında bulundu.

"Topyekün savaşa dönüşmeyecek"
Sadi, buna karşın karşılıklı çatışmalar asla bir topyekün savaşa dönüşmeyeceğini çünkü böyle bir savaşın her iki ülke açısından fazlasıyla pahalı ve gereksiz olduğunu ayrıca iki ülke halkları arasında da bir düşmanlık bulunmadığını vurguladı.

Independent Türkçe



ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara
TT

ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara

Robert Ford

2000 yılında, Bill Clinton'ın başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Ulusal Otoritesi Başkanı Yaser Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamak için hummalı bir şekilde çalışıyordu. Clinton ekibi önceki yönetimler gibi, iki devletli çözümün İsrail ile Arap devletleri arasında kapsamlı bir anlaşmanın önünü açacağına ve bölgede kalıcı istikrarı sağlayacağına inanıyordu. Son Camp David zirvelerinde Clinton, haritalar ve sınırlarla ilgili ayrıntılara bizzat daldı, Kudüs'teki belirli mahalleleri ve sokakları inceledi, Barak ve Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Daha sonra Clinton, başarısızlığın sorumluluğunu Arafat'a yükledi, ancak yardımcısı Robert Malley'nin yeni bir kitabı bu değerlendirmeyi sorguluyor.

Bill Clinton iki devletli çözüm için çabalıyor

Clinton, iki devletli çözüm için çabalarken aynı zamanda Saddam Hüseyin'e Irak'ın kitle imha silahları programına ilişkin BM soruşturmalarıyla iş birliği yapması için baskı yapıyordu. Birkaç füze saldırısı düzenledi ancak bölgeye yönelik herhangi bir ABD kara müdahalesinden kaçındı. Selefi Başkan baba George Bush gibi, Clinton da bir rejim değişikliğine veya Irak'ın iç siyasetine müdahale etmeye istekli değildi. Bunun yerine, Bağdat'ın iş birliği yapmasını sağlamak için füze saldırıları ve sert yaptırımları tercih etti. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Iraklı siviller, özellikle de çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine rağmen, Irak'a uygulanan yaptırımları savundu.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Başkan oğul George Bush, Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi

Bu arada, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran'a karşı uzun süredir devam eden Amerikan düşmanlığını sürdürdüler. Bu düşmanlık, İran'ın Hizbullah ve Filistinli muhalif fraksiyonlara verdiği destek ile Tahran'ın kitle imha silahları programlarına olan ilgisine dair endişelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle Clinton, 1995 yılında İran ile Amerikan petrol şirketi Conoco arasında imzalanması planlanan 1 milyar dolarlık anlaşmayı engelledi; dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu anlaşmanın ikili ilişkileri geliştireceğini umuyordu. Bunun yerine, Clinton yönetimi hem Irak hem de İran'a karşı “çift yönlü çevreleme” politikası kapsamında İran'a yönelik yaptırımları sıkılaştırdı.

ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)

Clinton, bölge ülkelerinde siyasi reformu desteklemekle ilgilenmiyordu. Nitekim 1994-1997 yılları arasında Cezayir'deki ABD Büyükelçiliği'nde çalışırken, teröristlerin ve güvenlik güçlerinin katliamlar işlediği dehşetli iç savaşın ortasında, Washington'daki hiçbir üst düzey yetkili Cezayirli yetkililerle temaslarında hükümetin suistimalleri konusunu gündeme getirmedi. Aynı durum Saddam Hüseyin'in Irakı gibi baskıcı rejimler için de geçerliydi. Daha sonra, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arasındaki özel ikili girişimi yöneten Amerikan ekibinin bir parçası olduğumda da ABD’nin odak noktası insan hakları değil, Mısır ekonomisinin liberalleştirilmesiydi. Washington'daki hakim görüş, bölgede kapsamlı bir barışın, sivil ve insan haklarına saygıdan ziyade ekonomik büyümeye bağlı olduğu ve bunun istenen istikrarı sağlayacağı yönündeydi.

11 Eylül her şeyi değiştiriyor

11 Eylül 2001'de yaklaşık 3 bin kişinin ölümüne yol açan terör saldırılarından sonra, Başkan George W. Bush Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi. Beyaz Saray'ın Saddam Hüseyin'in el-Kaide ile ilişkisine dair güçlü bir kanıtı olmamasına rağmen, Saddam'ın bir gün el-Kaide ile iş birliği yapabileceği gerekçesiyle işgali haklı çıkarması dikkat çekicidir. Ortadoğu konusunda uzman iki kıdemli Amerikalı diplomat, William Burns ve Ryan Crocker, Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı Irak'ı işgal etmenin tehlikeleri konusunda ikna etmeyi başardılar, ancak Powell Bush'u ikna edemedi. Bush'un Amerikan askeri üstünlüğü sayesinde Irak ve Afganistan'da beklediği hızlı zafer ise bir yanılsamaydı.

Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi

Daha geniş bir bölgesel ölçekte, Bush yönetimi, baskıcı ve yolsuz hükümetlere karşı Arap sokaklarına hakim olan hayal kırıklığını terörün kaynağı olarak görüyordu. Clinton yönetiminin yaklaşımından önemli bir sapmayla Bush yönetimi, uzun süredir müttefik olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet üzerinde siyasi baskıyı yoğunlaştırdı. 2005 yılında, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Kahire'de bir insan hakları konferansına ev sahipliği yapmayı reddetmesi ve siyasi muhalif Eyman Nur'u tutuklamasının ardından Mısır ziyaretini iptal etti. 2002 yılında Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi'ni başlattı ve bölgede insan haklarını teşvik etme amacıyla başına Cumhuriyetçi Parti’ye sadık bir kişiyi atadı.

 ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)

2006 yılında büyükelçi olarak Cezayir'e döndüğümde, Washington ilk görevimden farklı olarak, Cezayirli yetkililerle temaslarında insan hakları ve sivil özgürlükler konularını gündeme getirmeye hazırdı. Bu girişim ayrıca, bağımsız gazeteler gibi Cezayir sivil toplum üyelerine işletme yönetimi ve örgütlenme konusunda eğitim verilmesini de sağladı. Ardından, 2008'de Bağdat'taki ABD Büyükelçiliğine döndüğümde, Irak'ta insan haklarını ve sivil toplumu teşvik etmeye yönelik yıllık bütçemiz 70 milyon dolara ulaşmıştı ve bu şaşırtıcı bir rakamdı. Ama ne yazık ki, bu paranın büyük bir kısmı bu konuda asla ciddi olmayan gruplara harcandı.

Obama, Bush'un politikasını değiştirdi

Barack Obama, Beyaz Saray’a girdiğinde Ortadoğu'daki savaşları sona erdirmeye kararlıydı. Bölgenin, ABD'nin yeniden şekillendiremeyeceği bölünmüş toplumlardan ibaret olduğu inancıyla hareket etti. Selefi Demokrat Başkan Bill Clinton'ın aksine, Obama İsrail-Filistin çatışmasını çözmekle pek ilgilenmedi. 2013 yılında ikinci Dışişleri Bakanı John Kerry'nin başlattığı girişime hiçbir destek sunmadı.

 Eski ABD Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters) ABD Eski Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters)

Buna karşılık, Obama ve ilk Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bölgedeki zayıf yönetimi doğrudan istikrarsızlıkla ilişkilendirdiler. 12 Ocak 2011'de Clinton, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden bir gün sonra ve Mısır ordusunun Kahire’deki ayaklanma sırasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i devirmesinden bir ay önce, Doha'da hükümet yolsuzluğunu ve baskısını eleştiren sert bir konuşma yaptı. Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi. Yıllar sonra, Oval Ofis'te onunla, bir ABD başkanının askeri müdahale niyeti olmamasına rağmen bir liderin istifa etmesini kamuoyu önünde talep etmesinin ne kadar akıllıca olduğu konusunu tartışmış, istifası istenen liderin böyle bir talebi görmezden gelmesinin başkanı nasıl zayıf göstereceğini ve iç muhalefete sahte bir umut vereceğini söylemiştim. Ancak Obama, bir ABD başkanının müdahale sözü vermeden insan haklarına saygı gösterilmesini kamuoyu önünde talep etmesi gerektiğinde ısrar etti. Ocak 2011'de Mübarek'ten istifa etmesini istemişti, ancak onu deviren Washington değil, Mısır sokağı ve Mısır ordusuydu.

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor

Arap Baharı Libya'ya uzandığında, Obama Mart 2011'de Muammer Kaddafi'ye karşı uluslararası müdahaleyi destekleyen bir lojistik ve istihbari rol oynamayı isteksizce kabul etti. Obama yönetimi yetkililerinden biri, ABD'nin Avrupalıları ve Arap müttefiklerini perde arkasından yönlendirdiğini söyledi. Hillary Clinton da 2012'de bana, askeri uzmanların Libya ordusunun birkaç hafta içinde çökeceğini tahmin ettiğini, ancak Kaddafi'nin isyancılar tarafından öldürülmesine kadar yedi ay süren bir mücadele yaşandığını söylemişti. Libya’da durumun yanlış yorumlanması, Irak Savaşı'nın anıları ve Beşşar Esed'e karşı herhangi bir müdahaleye yönelik iç siyasi desteğin yokluğu, Obama'yı 2013'te Esed'in kimyasal silah kullanımına karşı çizdiği kırmızı çizgiyi savunmaktan kaçınmaya yöneltti.

Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)

Obama, sadece DEAŞ’a karşı güçlü bir şekilde müdahale etme konusunda istekli görünüyordu. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikasının örgüte ilk aşamalarında yardımcı olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkan Yardımcısı Joe Biden, 2010 seçimlerinden sonra Washington'un Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'yi yeni bir dönem için güçlü bir şekilde desteklemesi gerektiğine karar verdi, çünkü Biden ve danışmanları, yalnızca Maliki'nin hızlı bir şekilde hükümeti kurabileceğine, istikrarı sağlayabileceğine ve Irak'taki Amerikan güçlerinin geleceği hakkında Washington ile müzakerelere olanak tanıyabileceğine inanıyordu. Ancak Maliki'nin Irak'taki Sünni topluluklara yönelik yenilenen baskısı, DEAŞ'ın üye kazanmasına ve 2013 ve 2014 yılları arasında batı Irak ve doğu Suriye'yi ele geçirmesine yardımcı oldu. 2014 ve 2016 yılları arasındaki Paris ve Brüksel saldırıları, Washington ve Avrupa başkentlerinde endişeyi artırdı. Libya'nın aksine, Obama, DEAŞ'a karşı uluslararası bir koalisyonu ön saflardan yönetmeye hazırdı.

Clinton'ın Doha konuşmasından ve Washington'un Libya'daki “arka plandan liderlik etme” yaklaşımından dört yıl sonra, Obama otoriter rejimlerle iş birliğine daha meyilli hale geldi ve Washington'dan gelen ciddi reform talepleri sona erdi. Yine de Obama, bu savaşta büyük kara birliklerini kullanma konusunda tereddüt ediyordu. Bu sebeple bu birlikler yerine, Amerikalılar Suriye'de Kürt liderliğinde kurulan bir milis gücüne ve Irak'taki Şii milislerle dolaylı koordinasyona güvendiler. Bu iş birliği, her iki ülkede de daha sonraki siyasi ve güvenlik sorunlarının doğrudan sebebi oldu.

Trump'ın politikası, Clinton'ın yaklaşımını yeniden şekillendiriyor

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor. Bu konuda Clinton, Obama ve Biden'a benziyor. Haziran ayında İran nükleer hedeflerine yönelik saldırıları güçlü ve hızlıydı ve hemen ardından müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu açıkladı. Trump, askeri güç dengesi zayıf bir devlet aleyhine olduğunda, anlaşmayı güvence altına almak için önemli tavizler vermek zorunda kalacağına inanıyor. Bu algı, Ukrayna'nın yanı sıra nükleer mesele konusunda İran için de geçerli. Ancak Trump'ın kavrayamadığı şey, daha zayıf tarafın dış destek arayışıyla veya rakiplerinin zayıflaması umuduyla beklemeyi tercih edebileceğidir. İran rejimi devrilmedikçe, Trump ne İran ile nükleer bir anlaşma imzalayacak ne de çok istediği Nobel Ödülü'nü kazanacaktır.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok

Aynı zamanda Trump, özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki ülkelerle ticaret anlaşmaları yapmaya büyük bir gayret gösteriyor. Kendi girişimleri ve ortak ticari çıkarlar vizyonu, kalkınmaya odaklanan Gore-Mübarek Girişimi gibi ekonomik programların yerini aldı.

Ticari kazançlara odaklanma, küresel ölçekte insan haklarına yönelik sözlü desteği bile bir kenara itti. 2019'da Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi'yi en sevdiği cumhurbaşkanı olarak tanımladı ki bu, ne George Bush, ne Obama, ne de Biden'ın yapacağı bir açıklama değildi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)

Geçen yıl Riyad'da düzenlenen bir konferansta Trump, bölgedeki ilerlemenin arkasında Batı müdahalesi, devlet kurucular veya Amerikalı neo-muhafazakarlar değil, bölge halkları olduğunu söyledi.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok. Bunun yerine, Gazze'de ateşkesin, dış denetim altında bir Filistin yönetimine doğru atılan küçük adımların ve oradaki yabancı ticari kalkınmanın Arap devletlerini İbrahim Anlaşmalarına katılmaya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye ikna edeceğini umuyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Trump, diğer Arap devletlerinin, özellikle Körfez'dekilerin, hızla Suudi Arabistan'ın izinden gideceğini ve böylece kendisine Nobel Ödülü kazandıracağını varsayarak yanlış düşünüyor. Zira on yıllardır devam eden Amerikan mali ve askeri desteğinden sonra, İsrail bölgedeki baskın askeri güç haline geldi ve 1979'da olduğu gibi kendisini barış karşılığında toprak vermeye teşvik edecek hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Keza bazı Arap devletlerinin İsrail'in askeri tehditlerinden İran'dan korktukları kadar korktuğunu gösteren işaretler var. Yine de Trump ve ekibi, Arap devletlerinin İsrail ile normalleşme karşılığında toprak tavizlerini kabul edeceğine inanıyor. Bu, iyi düşünülmüş bir analiz değil, sadece bir umuttur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Netanyahu, Trump’ın ekibinin desteğini kaybediyor

Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
TT

Netanyahu, Trump’ın ekibinin desteğini kaybediyor

Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)

ABD Başkanı Donald Trump'ın ekibi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun barış sürecini sabote etmek istediğini düşünüyor.

Kimliğinin açıklanmaması şartıyla Axios'a konuşan ABD'li yetkililer, Gazze'deki ateşkes anlaşmasının gidişatının Trump ve Netanyahu arasında pazartesi günü yapılacak görüşmeyle belirleneceğini söylüyor.

Trump'ın ekibinin Netanyahu'nun süreçte atılması gereken adımları geciktirdiğini ve Gazze'ye yönelik askeri operasyonları tekrar başlatabileceğini düşündüğü aktarılıyor.

Adının gizli tutulmasını isteyen İsrailli bir yetkili de Netanyahu'nun ABD Başkan Yardımcısı JD Vance ve Dışişleri Bakanı Marco Rubio dahil Trump yönetimindeki üst düzey isimlerin desteğini kaybettiğini söylüyor.

Kaynaklar, Washington'ın bir an evvel anlaşmanın ikinci aşamasına geçilmesini istediğini belirtiyor.

Trump'ın damadı Jared Kushner'la ABD Başkanı'nın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un ikinci aşamaya geçiş için Türkiye, Mısır ve Katar'la yakın çalıştığı aktarılıyor. Ancak Netanyahu'nun planla ilgili Kushner ve Witkoff'la anlaşmazlık yaşadığı ifade ediliyor.

Öte yandan İsrail Savunma Kuvvetleri'nin (IDF) ateşkes ve rehine takası anlaşmasına rağmen Gazze'de saldırıları sürdürmesinin Washington'da olumlu karışlanmadığı belirtiliyor.

Kimliğinin paylaşılmamasını isteyen Beyaz Saray'dan bir yetkili, "Bazen sahadaki IDF komutanlarının önüne gelene ateş etmeye meraklı olduğunu düşünüyoruz" diyor.

Witkoff ve Kushner, geçen hafta Miami'de düzenlenen toplantıda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Muhammed bin Abdurrahman Al Sani ve Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdulati'yle bir araya gelmişti.

Axios'un aktardığına göre taraflar, Trump - Netanyahu toplantısı öncesi ele alınacak konuları belirledi. Bunlar arasında İsrail'e ateşkese uyma ve sivil kayıpları önleme çağrısı yapılmasının yanı sıra Gazze'nin Mısır sınırındaki Refah kapısının açılmasının sağlanması da yer alıyor. Ayrıca ABD Başkanı'nın Batı Şeria'daki yasadışı yerleşimlerle ilgili endişelerini dile getirmesi bekleniyor.

Gazze savaşının sonlandırılması için ABD öncülüğünde hazırlanan 20 maddelik barış planı 10 Ekim'de devreye girmişti. Anlaşmanın garantörleri arasında Türkiye, Mısır ve Katar var.

Anlaşmanın ilk aşamasında Hamas ve İsrail arasında rehine takası gerçekleştirilmişti. Ayrıca İsrail askerleri belirlenen "sarı hatta" geri çekilmişti. İsrail ordusu Gazze Şeridi'nin yaklaşık yüzde 53'ünü kontrol ediyor.

İkinci aşamadaysa Hamas'ın silah bırakması ve Gazze'nin geleceğinde söz sahibi olmaması isteniyor. Bunun yerine Gazze Şeridi'nin yönetiminin Filistinlilerin yer alacağı bir teknokratlar komitesine geçici olarak devredilmesi planlanıyor. Trump'ın başkanlık edeceği Barış Kurulu'na ek olarak bölgeye Uluslararası İstikrar Gücü'nün (ISF) konuşlandırılması öngörülüyor.

Independent Türkçe, Axios, Times of Israel


Guatemala'da bir otobüsün uçuruma yuvarlanması sonucu 15 kişi hayatını kaybetti

Olay yerindeki polis memurları (AFP)
Olay yerindeki polis memurları (AFP)
TT

Guatemala'da bir otobüsün uçuruma yuvarlanması sonucu 15 kişi hayatını kaybetti

Olay yerindeki polis memurları (AFP)
Olay yerindeki polis memurları (AFP)

Kurtarma ekiplerinin açıklamasına göre dün, Guatemala'nın batısındaki bir otoyolda yolcu otobüsünün uçuruma yuvarlanması sonucu en az 15 kişi hayatını kaybetti.

Gönüllü itfaiye sözcüsü Leandro Amado gazetecilere yaptığı açıklamada, "Bu trafik kazasında 15 kişi hayatını kaybetti" dedi. Yaklaşık 20 yaralının yakındaki hastanelere kaldırıldığını belirten Amado, ölenler arasında 11 erkek, üç kadın ve bir çocuğun bulunduğunu belirtti.

Otobüs, henüz bilinmeyen bir nedenle yaklaşık 75 metre derinliğindeki uçuruma yuvarlandı.

Guatemala'da ölümcül trafik kazaları sık sık yaşanıyor. Şarkul Avsat’ın edindiği bilgiye göre şubat ayında, Guatemala şehrinin kuzey eteklerinde bir yolcu otobüsü uçuruma yuvarlanmış ve 54 kişi hayatını kaybetmişti.