Halkın öfkesi sonucu Başbakan Kazimi Sağlık Bakanı'nı, müdürünü ve Bağdat Valisi’ni görevden uzaklaştırdı.
Bağdat'ta Kovid-19’a yakalananların kaldığı İbn el-Hatib Hastanesi’ndeki bir Kovid-19 hastası dün oksijen tüpleriyle çevrili bir şekilde ziyaret edilmeyi beklerken. (AFP)
Bağdat / Fadıl en-Neşmi
TT
TT
Bağdat'ta hastane yangını sonrası kamuoyu öfkeli
Bağdat'ta Kovid-19’a yakalananların kaldığı İbn el-Hatib Hastanesi’ndeki bir Kovid-19 hastası dün oksijen tüpleriyle çevrili bir şekilde ziyaret edilmeyi beklerken. (AFP)
Iraklılar, başkent Bağdat’ın güneyindeki Zafaraniye bölgesindeki yeni tip koronavirüs (Kovid-19) hastalarının kaldığı İbn el-Hatib Hastanesi’nde çıkan büyük yangına ilişkin Cumartesi akşamı ilk haberlerin verilmesinin ardından yoğun öfke ve üzüntü anları yaşadı. Ülkede dün erken saatlerde ölenlere ilişkin şok edici sayıların açıklanmasının ardından halkın acıları ve üzüntüleri ikiye katlandı ve olanlardan sorumlu tuttukları hükümete, partilerine ve siyasi bloklara karşı benzeri görülmemiş bir öfke ve eleştiri dalgası yaşandı.
İçişleri Bakanlığı tarafından ölenlerin sayısına ilişkin yapılan açıklama, hastalıktan ve ölümden kaçanlar için sığınak olması gereken bir hastanede meydana gelen felaketin boyutunu gösterdi. Bakanlık Sözcüsü Halid el-Mihanna, “Olayda 82 kişi şehit oldu, 110 kişi de yaralandı” dedi. Sözcü, özellikle yaralanmaların çoğunun yanıklar ve yüksek bir yerden atlamalar sonucu olması nedeniyle, çeşitli yaralanma vakalarının varlığından dolayı kaza nedeniyle ölenlerin sayısının artacağını beklediklerini bildirdi.
Söz konusu yangın, Bağdat halkına 2016 yılında Bağdat'taki Yermuk Hastanesi’nde 20 prematüre bebeğin ölümüne yol açan benzer bir ihmal olayını hatırlattı.
Başbakan Mustafa el-Kazimi, Irak halkının öfkesini yatıştırma ve olaydan sorumlu olanların cezalandırılması taleplerine cevap verme çabası çerçevesinde bir dizi sert önlem aldı. Kazimi, ülkede üç günlük yas ilan ettikten sonra Bakanlar Kurulu'nun olağanüstü toplantısında bir soruşturma komitesi kurmaya karar verdi. Ayrıca Sağlık Bakanı Hasan Temimi, Bağdat Valisi Muhammed Cabir Ata ve Bağdat Risafa Yakası Sağlık Müdürü Abdulgani Saadi’yi geçici olarak görevinden uzaklaştırma ve hakkında inceleme başlatma kararı aldı. Toplantıda, İçişleri Bakanı başkanlığında bir soruşturma yapılmasına, soruşturmanın 5 gün içinde tamamlanmasına ve raporun Bakanlar Kurulu’na sunulmasına da karar verildi.
Bakanlar Kurulu aynı zamanda mağdurların aileleri için 10 milyon dinar ödenmesini onayladı ve mağdurların ailelerine maddi ve manevi destek sağlayan Şehitler Vakfı’na dahil edilmeleri kararı aldı.
Başbakan Mustafa el-Kazimi olayın ardından dün bakanlar ve güvenlik yetkilileriyle acil bir toplantı yaptı. Başbakanlık Ofisi’ne göre Kazımi şu açıklamayı yaptı:
“Kaza çok acı verici. Bu yüzden sizinle ve halkımızla açık bir şekilde konuşmak için aynı gece ve bu geç saatte toplandık. Bu trajik kaza sonucu hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet diliyoruz. Ölenleri şehit mertebesinde değerlendirdik. Ayrıca yaralılara Irak içinde ve dışında her düzeyde iyi bakılması talimatı verdik. Açıkça söylüyorum ki bu olay Irak ulusal güvenliğine bir hakarettir ve kelimenin tam anlamıyla bir aksaklıktır. Bu tür olayların göz ardı edilmesine izin vermemeliyiz. Böyle bir kaza, bir kusurun kanıtıdır."
Olayın neden olduğu yaygın halk öfkesine paralel olarak, öne çıkan şahsiyetlerin ve siyasi blokların çoğu, kazaya neden olan güvenlik önlemlerine karşı ihmal ve kayıtsızlık durumunu kınayan ifadeler içeren bildiriler yayınladılar ve olaya neden olanların sorumlu tutulmasını talep ettiler.
İçişleri Bakanlığı sözcüsü açıklamasında, "Kaza mahallini inceleyen sivil savunma ekiplerinin açıklamaları hastanede yangın ve acil durum sistemi olmadığını gösterdi" dedi.
Cumhurbaşkanı Berhem Salih ise, mağdurların ailelerine başsağlığı dileyerek, hükümet ve Bakanlar Kurulu’nun kazanın nedenlerine ilişkin acil soruşturma açılmasıyla ilgili kararlarını desteklediğini ifade etti. Söz konusu olayı, “yolsuzluk ve kötü yönetim sonucunda devlet kurumlarının yıkılmasının bir sonucu" olarak değerlendirdi. Salih ayrıca, "Şehitlerimizin ve yaralılarımızın ailelerine acı duymak ve ilgilenmek yeterli değil. Söz konusu ihmalkarlıktan dolayı sıkı bir hesap verme zorunluluğu söz konusu” dedi.
Irak Temsilciler Meclisi Başkanlığı, yangın olayına ilişkin araştırma yapmak için Sağlık ve Çevre Komitesi’ni atama kararı aldı.
Iraklılar arasında yetkililer tarafından oluşturulan soruşturma komitelerinin yararlılığı ve etkililiğine ilişkin şüpheler söz konusu. Halk arasında acı verici ve büyük olaylara karşı halkın öfkesinin azalmasının ardından bu komitelerin genellikle ihmal edildiği yönünde genel bir izlenim var. Öte yandan Sünni Vakıflar Ofisi de tüm camilerinde mağdurlar için gıyabi cenaze namazı kılmaya karar verdi.
Bağdat'taki çok sayıda yabancı büyükelçilik ise Irak halkına taziyelerini sundu.
Irak Doktorlar Sendikası Genel Merkezi dün yaptığı açıklamada, İbn el-Hatib Hastanesi’nde yaşananlardan dolayı duydukları üzüntüyü dile getirerek, doktorların bu tür benzer koşullarda çalışmayı kabul etmeyeceklerini vurguladı. Sendika yaptığı açıklamada, “Bu olay bize kurumlarımızda yaşanan, tüm hükümet kademelerindeki bir kusurun neden olduğu diğer olayları hatırlatıyor. Geçerlilik süresi dolan kurumlarda iş ve sosyal güvenlik zorunlulukları takip edilmiyor. Buralarda sadece muhtaç hastalar kalacak, sadece gönüllü doktorlar veya görevini yerine getirmek zorunda kalanlar çalışacak. Sendika açıklamasında, hükümet kurumlarını sivil savunma ve kişisel koruma gereksinimlerine göre en üst düzeyde tam güvenlik önlemlerini güvence altına almaya, aksi takdirde doktorların gelecekte benzer koşullarda çalışmayı kabul etmeyeceğini ve dolayısıyla halk için tehdit edici bir tehlikeye neden olacağını vurguladı.
Diğer taraftan, Irak savcılığı dün İbn el-Hatib Hastane müdürünü soruşturma tamamlanıncaya ve sorumlular tespit edilinceye kadar tutuklamaya karar verdi.
Savcılık tarafından yapılan açıklamada, “Yetkili yargıç trajik kazanın nedenlerini öğrenmek için Bağdat Suçlarla Mücadele Müdürlüğü ile bir çalışma grubu kurdu” bilgisi verildi.
Esed rejiminin devrilmesini Humus şehir merkezindeki yeni saat kulesinin etrafında kutlayan Suriyeliler, 18 Aralık 2024 (AFP)
Elie el-Kasifi
Suriye’de Beşşar Esed rejiminin düşmesiyle sonuçlanan gelişmeler, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana bölgede meydana gelen jeopolitik değişikliklerin güçlü bir göstergesiydi. Her ne kadar geçtiğimiz eylül ayı ortalarından bu yana Lübnan'da Hizbullah'a indirilen ve onu büyük ölçüde zayıflatan ağır darbeler, İsrail'in ABD desteğiyle Gazze Şeridi'ne açtığı savaşın dayattığı bu değişikliklerin bir kanıtı olsa da Suriye'deki son gelişme, Gazze Şeridi’nden ve Lübnan'dan sonra üçüncü büyük gelişme ve her ikisinde de yaşananların bir sonucu olması nedeniyle bu değişikliklerin teyidinde belirleyici bir unsur oldu.
Bu durum akıllara ‘Bu değişim döngüleri nerede duracak? Suriye son durak mı olacak, yoksa Irak ve muhtemelen İran'ı da kapsayacak mı?’ gibi temel soruları getirdi. Gerçekten de 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana yaşananlar, Ortadoğu gibi bir bölgede ve İsrail'in savaştığı gibi karmaşık bir bölgesel ve uluslararası sahnede, başta ABD olmak üzere Batı ülkeleriyle ‘Batı’nın hegemonyasına’ karşı kendilerini sağlam bir kutup olarak sunmaya çalışan bölgesel ve uluslararası güçler arasında derinleşen bir yeniden konumlanma zemininde yaşanan bir savaşta gelecekteki gelişmeleri tahmin etmenin çok güç olduğunu ortaya koyuyor.
Sadece 7 Ekim 2023'ten bu yana yaşananların Ortadoğu'nun uluslararası arenadaki stratejik konumunu hala koruduğunu teyit ettiği kesin. Tüm bunlar, savaştan önce ABD'nin önceliklerinin Rusya ve Çin ile kendi coğrafi ve siyasi bağlamlarında mücadeleye yönelmesi nedeniyle bölgeye olan ilgisini kaybettiğinin konuşulduğu bir dönemde gerçekleşti. Bu yeni yönelim, Ortadoğu'nun uluslararası arenadaki stratejik değerinin ABD'nin bölgeyi ‘terk etmesi’ nedeniyle azaldığı izlenimini yarattı. Gerçekte bu izlenim, bölgesel ve uluslararası güçlerin ABD'nin önceliklerindeki değişimi, ABD'nin gerileyen nüfuzu pahasına bölgedeki etkilerini güçlendirmeleri için bir fırsat olarak gösteren bir medya ve siyasi platform yaratma çabaları çerçevesinde okunmalı.
Hamas Hareketi’nin Gazze Şeridi’ndeki lideri Yahya es-Sinvar'ın Aksa Tufanı Operasyonu'nu planlarken bu okumayı göz önünde bulundurduğuna şüphe yok, Zira Washington'ın Avrupa’ya ve Pasifik'e yönelmesi İsrail'i savunmak için bölgede yeniden angaje olma isteğini azaltacağına şüphe yok. Fakat bu, Sinvar'ın henüz tam olarak ortaya çıkmamış ve pek çok yönü belirsiz ve bilinmez olarak kalabilecek operasyonunu gerçekleştirme nedenlerini özetlemiyor. Ancak Sinvar’ın, Netanyahu liderliğindeki hükümetin yürüttüğü ‘yargıda reform’ planından dolayı yaşanan anlaşmazlık nedeniyle İsrail içindeki bölünmelerin yanı sıra başta kendisiyle birlikte Hamas ve Gazze Şeridi'nin tamamının, ardından da Hizbullah ve Lübnan'ın kurban edildiği ‘meydanların birliği’ stratejisini uygulamak için İran'ın başını çektiği Direniş Ekseni’nin kendisiyle birlikte savaşa girmeye hazır olduğu düşüncesi üzerine bahis oynadığı da bir gerçek.
Başka bir deyişle Sinvar, Direniş Ekseni’nin kendisi hakkında yaydığı güç yanılsamalarına kapılarak İsrail içinde yaşananları ve Washington'ın Tel Aviv'i ne ölçüde destekleyebileceğini yanlış değerlendirdi. Hamas’tan kaynaklara göre Sinvar, Aksa Tufanı Operasyonu'nun bu boyuta ulaşacağını ve amacının İsrailli rehineleri kaçırıp ardından bir esir takas anlaşması müzakere etmek olduğunu tahmin etmemişti. Ancak operasyon, özellikle İsrail'in Gazze Şeridi’ndeki ‘savunma’ ağlarının çökmesiyle kontrolden çıktı. Aynı kaynaklar, Sinvar’ın savaşın başında Norveçli arabuluculara kapsamlı bir anlaşma için müzakerelerin yapılmasını istediğini bildirdiğini, ancak Netanyahu’nun bu teklifi reddettiğini aktardılar.
Suriye’deki gelişmeler elbette tek başına Rusya'nın uluslararası konumunun gerilediğini kanıtlamak için kullanılamaz. Bu düşüşün başlıca göstergesi, Ukrayna'daki savaş ve Moskova'nın bu savaştan galip ya da en azından mağlup olmadan çıkma becerisi olmaya devam ediyor.
Ne olursa olsun Aksa Tufanı Operasyonu’nun detayları halen gizli tutuluyor. İsrail tarafından yürütülen soruşturmalar, bu konudaki en önemli bilgi kaynaklarından biri olabilir. Ancak dikkate alınması gereken husus, Sinvar'ın Aksa Tufanı Operasyonu’nun koşullarına ilişkin değerlendirmesinin, Direniş Ekseni ile tam olarak koordine edilmemiş olması. Direniş Ekseni'nin bölgedeki bölgesel ve uluslararası güç dengesine ilişkin değerlendirmesinin genel çerçevesinden sapmadı, ancak daha sonra sadece Hamas'ın değil bir bütün olarak Direniş Ekseni'nin gücünü tahmin etme yanılsamasına düştüğünü yahut olayların gücünün boyutunu ortaya çıkarmasını beklemediğini gösterdi.
Bununla birlikte bölgedeki değişimler, sadece direniş eksenini değil, başta Rusya olmak üzere bölgedeki bölgesel ve uluslararası nüfuz haritasında kendilerine sağlam bir yer bulmak isteyen uluslararası güçleri de etkiledi. Ortadoğu'daki savaşta ABD’nin ve Batı ülkelerinin dikkatini dağıtarak Ukrayna'da üzerindeki baskıyı hafifletmeyi hedefleyen ve Aksa Tufanı Operasyonu’nda Rusya'nın özel bir rol üstlenip üstlenmediği konusunda soru işaretleri yaratan Moskova, Esed rejiminin düşmesinin ardından kendisini Suriye'deki bu savaşın sonuçlarıyla karşı karşıya buldu. Bu durum, Rusya'nın sadece Suriye'deki değil, tüm bölgedeki nüfuzunun seviyesinde büyük bir değişime yol açtı.
Dolayısıyla mesele Gazze, Lübnan ve Suriye'deki bölgesel olayların İran üzerindeki etkileriyle sınırlı değil. Bu dramatik olayların İran rejiminin içeriden zayıflamasına ve İsrail’in ve -Donald Trump'ın bu olasılığı masaya koymasının ardından- muhtemelen ABD’nin İran’ın nükleer programına karşı bir saldırı düzenlemelerine yol açıp açmayacağı ve başta Suriye'deki gelişmeler olmak üzere bölgesel olayların, Esed rejiminin düşüşünün kaçınılmazlığı netleştikten sonra ‘buna uygun hareket etmekte’ geç kalan Rusya üzerindeki nüfuzunun boyutu hakkında da bir soru işareti söz konusu. Moskova'nın 2015 yılında Esed rejimini kurtarmak için yaptığı müdahalenin ardından bölgeye ve sıcak sulara güçlü bir şekilde geri dönmesi ve -özellikle Kırım'ın ilhakından sonra- uluslararası sahnede önemli bir oyuncuya dönüşmesi, Rusya’nın Suriye'deki projesinin askeri açıdan çöküşüne işaret ediyordu. Rusya'nın Suriye'deki projesinin, Moskova'nın birlikler kurmak için yatırım yaptığı Suriye ordusunun başarısızlığa uğramasının ardından önce askeri olarak ve gerilimi azaltmak amacıyla yapılan Astana ve Soçi süreçlerinin başarısızlığa uğramasının ardından siyasi olarak çökmesi, Rusya'nın Ortadoğu'dan başlayarak uluslararası sahnedeki konumunun gerilemeye başladığının bir göstergesi olabilir. Bu da bölgenin stratejik önemini koruduğunu teyit ediyor. Zira herhangi bir küresel ya da bölgesel gücün bölgedeki etkisinin azalması, uluslararası sahnedeki varlığının da azalmasına yol açıyor.
Suriye’deki gelişmeler elbette tek başına Rusya'nın uluslararası konumunun gerilediğini kanıtlamak için kullanılamaz. Bu düşüşün başlıca göstergesi, Ukrayna'daki savaş ve Moskova'nın bu savaştan galip ya da en azından mağlup olmadan çıkma becerisi olmaya devam ediyor. Ancak Moskova'nın gücünü ve Batı’nın hegemonyası karşısında önemli bir kutup olarak geri dönüşünü tasvir ettiği göz önüne alındığında, Esed rejimini 2015 yılındaki gibi savunamaması, Moskova'nın uluslararası sahnedeki stratejik kazanımlarını koruma yeteneğini değerlendirmede geçici bir detay olarak görülemez.
Rusya'nın bölgede gerileyen nüfuzu, düşmanlarını kendisine karşı siyasi ve askeri baskı araçlarını yoğunlaştırmaya ne ölçüde itecek?
Esed'in ordusunun savaşmaya hazır olmaması, Moskova ve Tahran'ın neden Esed'i savunmaya gelmediğini açıklamak için tek başına yeterli değil. Ancak en nihayetinde ne İran ne de Rusya, Esed rejiminin düşmesini bir kez daha engelleyebildi. Ne son savaşta vekilleri ağır darbeler alan İran, danışmanlarını ve kendisine bağlı milis grupların üyelerini, Suriyeli muhalif gruplara karşı savaşmak üzere konuşlandırabildi ne de 2015 yılında savaş uçakları karadaki askeri operasyonlara eşlik eden Rusya, muhalfilerin Şam'a doğru ilerleyişini durdurabildi. Ancak bu durum, aralarındaki tüm çelişkili söylemlere rağmen Tahran ve Moskova'nın bölgede, özellikle de Suriye'de birbirlerini tamamlayan bir nüfuza sahip olduklarını gösterse de iki yılı aşkın bir süredir Ukrayna’da yürüttüğü savaşla meşgul olan ve aylar önce Ukrayna ordusu tarafından işgal edilen sınırları içindeki Kursk bölgesini geri almak için Kuzey Kore’den getirdiği paralı askerleri kullanan Rusya, Esed rejimini savunmak için yeniden savaşa girmeye artık muktedir ya da istekli değildi. Bunun yerine Ukrayna'da yürüttüğü savaşa odaklanmayı seçti. Daha da önemlisi, 7 Ekim 2023'ten bu yana bölgedeki savaşın dayattığı jeopolitik değişimler, Moskova'yı Suriye'de baş etmek için yeterli araçlara sahip olmadığı yeni bir gerçeklikle karşı karşıya bıraktı. Onu buna teslim olmaya, uyum sağlamaya ve kayıplarını sınırlamaya zorladı. Tüm bunlar, bölgedeki gelişmelere, etkileri Ortadoğu ile sınırlıymış gibi salt bölgesel bir şekilde yaklaşılamayacağını, uluslararası güç dengesi üzerindeki etkileri temelinde uluslararası düzeyde yaklaşılması gerektiğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Rusya ordusunun Nükleer, Biyolojik ve Kimyasal Savunma Güçleri (NBC) Komutanı İgor Kirillov’un geçtiğimiz salı günü Kremlin'den yedi kilometre uzaklıkta düzenlenen bir saldırıda öldürülmesi, Ukrayna istihbaratı tarafından gerçekleştirilen suikast ile Esed rejiminin düşüşü arasındaki eşzamanlılığın anlamı üzerine düşünmeye itti.
İlk bakışta iki olayın zamanlamasını birbiriyle bağdaştırmak, coğrafi olarak farklı bölgelerde olmaları ve suikastın Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından bu yana türünün ilk örneği olmadığı göz önüne alındığında yersiz gibi görünüyor. Aynı zamanda aralarında doğrudan bir nedensel ilişkisi kurulmasında abartıya kaçılmaması gerekir. Ancak iki olayın eşzamanlı gerçekleşmesi, Rusya'nın Ortadoğu'daki nüfuzunun gerilemesinin Rusya içindeki, yakın stratejik alanındaki ve dünyadaki güç dinamiklerinin geleceğini ne ölçüde etkileyeceği konusunda ‘Rusya'nın bölgede gerileyen nüfuzu, düşmanlarını Rusya'ya karşı siyasi ve askeri baskı araçlarını yoğunlaştırmaya ne ölçüde itecek?’ şeklindeki temel bir soruyu da gündeme getiriyor.
Özellikle Ukrayna'ya barış getirme sözü veren, ancak bunu başarmak için izleyeceği stratejiyi henüz açıklamayan Donald Trump'ın göreve başlama tarihi yaklaşırken bu soruyu yanıtlamak için elimizde yeterli veri yok. Trump'ın seçilmesinin Rusya-Ukrayna savaşı dosyasına getirdiği değişikliklerden biri de Kiev'e askeri yardımın koordinasyonunu ABD yerine NATO'nun üstlenmiş olması. Öte yandan Vladimir Putin Ukrayna'da hala üstünlük kendisindeymiş gibi davranmaya devam ediyor. Öyle ki geçtiğimiz pazartesi günü bu yılın Ukrayna'da askeri hedeflere ulaşma açısından tarihi bir yıl olduğunu söyleyerek bunun altını çizdi. Aslında Trump'ın başkan olarak seçilmesi, Rusya ordusu sahada bazı ilerlemeler kaydetse de yavaş ve savaş için belirleyici olmadığından nispeten daha az önemli olan sahadaki çatışmaların gidişatından ziyade çatışmanın siyasi çözüm olasılıklarına olan ilgiyi arttırdı.
Ortadoğu, ABD’nin dünya üzerindeki üstünlüğünün yeterli bir kanıtı olmayabilir, ancak Ortadoğu'daki değişimler olmamış ve hiçbir etkisi yokmuş gibi ele alınamayacağı da kesin.
Putin geçtiğimiz pazartesi günü yaptığı ve Ukrayna'da cephede geçen bir yılı özetlediği konuşmasında, Suriye'den bahsetmezken, Batı’nın hegemonyası karşısında Rusya'nın tutumunu paylaşan taraflarla ülkesinin askeri ittifaklarını güçlendirmeye devam edeceğin sözünü verdi.
Putin'in sözleri, aralarında Rusya’nın ve Çin'in de bulunduğu yeni küresel güçlerin uluslararası sahnede yükselişi lehine Amerikan imparatorluğunun çöküşünün başlangıcına dair anlatıyı akla getirirken Ortadoğu'daki son olaylar, ABD’nin bölgeye halen güçlü bir şekilde müdahale edip çatışmaları çözebildiğini, düşmanlarının ise arka planda kalıp kayıplarını belirlemeye çalıştığını gösterdi.
Ortadoğu, ABD’nin dünya üzerindeki üstünlüğünün yeterli bir kanıtı olmayabilir, ancak İran'dan Rusya'ya ve hatta bölgedeki dramatik gelişmeleri ve bunların sözde müttefikleri üzerindeki etkilerini yakından izlediğine şüphe olmayan Çin'e kadar kendilerini ABD ile yüzleşmeye hazırlayan tüm güçlerin Ortadoğu'daki değişimler olmamış ve hiçbir etkisi yokmuş gibi ele alınamayacağı da kesin.
Nihayetinde Putin'in geçtiğimiz perşembe günü ülkesinin Suriye'de yenilmediğini ve Suriye'deki hedeflerine ‘bir şekilde’ ulaştığını söylemesi, her ne kadar bir kez İranlıların ve İran yanlısı milislerin Şam'ı savaşmadan terk etmesine atıfta bulunarak, bir kez de ülkesinin Suriyeli muhalif gruplarla ilişkilerini sürdürdüğünü söyleyerek Esed rejiminin düşüşündeki sorumluluğunu en aza indirmeye çalışsa da Moskova'nın bölgede savunmaya geçtiğini teyit ediyor. Sonuç olarak Rusya'nın yeni Suriye'deki konumu, düşüşü bölgede uzun bir dönemin sonunu getiren ve bölgedeki bölgesel ve uluslararası nüfuz haritasının yeniden çizilmesine yol açan ‘Esed'in Suriye'sinde’ olduğu gibi olmayacak.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.