İsrail’de ‘Karşıtlar Koalisyonu’ ve Filistin tepkisi

Koalisyon, Netanyahu'yu görevden uzaklaştırma amacıyla çeşitli yönelimlerden bir dizi İsrail partisini içeriyor

Netanyahu’yu görevden uzaklaştırmak İsrail’deki pek çok partinin hedefi (AFP)
Netanyahu’yu görevden uzaklaştırmak İsrail’deki pek çok partinin hedefi (AFP)
TT

İsrail’de ‘Karşıtlar Koalisyonu’ ve Filistin tepkisi

Netanyahu’yu görevden uzaklaştırmak İsrail’deki pek çok partinin hedefi (AFP)
Netanyahu’yu görevden uzaklaştırmak İsrail’deki pek çok partinin hedefi (AFP)

Nebil Fehmi (Mısır eski Dışişleri Bakanı)
Binyamin Netanyahu, 1996 – 1999 yılları arasındaki döneme ek olarak, 2009'dan bu yana kesintisiz İsrail başbakanı olarak görev yaptı ve bu pozisyonda en uzun süre görev yapan İsrailli politikacı oldu. Hatta kendisini bu makamdan uzaklaştırmak için ardı ardına 4 seçim yapılması, Yamina ve Yeni Umut partilerinin temsil ettiği aşırı sağ, İşçi, Meretz partilerinin temsil ettiği sol, Yeş Atid, İsrail Evimiz partileri ve Mavi-Beyaz İttifakı’nın temsil ettiği merkez ile Birleşik Arap Listesi Raam arasında bir koalisyona varılması gerekti. Ne var ki bu koalisyon, kendisini sadece tek bir hedefin, Netanyahu’nun başbakanlık dönemini sona erdirmenin bir araya getirdiği bir karşıtlıklar ve tarihsel çekişmeler koalisyonu.
Netanyahu'nun bu gelişmelere tepkisi, dostu Trump'ın tepkisine benziyor; koalisyonun yasallığını ve seçimlerin meşruiyetini sorgulamak. Gelgelelim, koalisyonun gayesinin İsrail seçmenin oy verdiği bir siyasi akımın programını uygulamak olmadığı konusunda haklı olabilir. Ne var ki İsrail’deki siyasi bölünme nedeniyle yaygın ve geniş çaplı bir desteğe sahip bir siyasi program da bulunmuyor. Bu bölünme nedeniyle İsrail’de her zaman koalisyon hükümetleri kuruluyor, çünkü hükümeti kurmanın şartı olan Knesset’te salt çoğunluğu temsil eden 61 oyu almak ancak ittifaklarla mümkün. Koalisyon üyeleri, Netanyahu'yu uzaklaştırmak için pozisyonlarını geçici olarak uyarladılar. Netanyahu’nun bir Arap partisiyle koalisyon içinde olmaktan mahcup sağcı bir milletvekilini yanına çekmesini, hatta Arap partisini yerel idarelere mali destek teşviki ile tarafına çekmesini engellemek için mümkün olduğu kadar bu pozisyonda kalacaklar.
Koalisyon ortaklarının programları birbiriyle epey çelişiyor; sağın bazı üyeleri, ruhsatsız Arap binalarının yıkılmasını destekleyen Comenetz Yasasının dondurulmasına itiraz ediyor.  Negev'deki (Nakab) binaların yıkımının geçici olarak durdurulmasına ve Arap sosyal programlarına mali desteğin artırılmasına karşı çıkıyor. Sağ ve sol arasında İsrail sosyal yasaları ve dini kurumların rolü konusunda da bir görüş ayrılığı var. Yine sağa göre Batı Şeria, sola göre de Negev'deki altyapı harcamaları daha öncelikli.
Arapları en çok ilgilendiren konulardan biri ise, koalisyon üyelerinin Arap-İsrail çatışmasıyla bağlantılı konulardaki tutumları. Meretz Partisi ve onunla birlikte İşçi Partisi, İsrail’e komşu bir Filistin devleti kurulmasını destekliyor. Öte yandan, Naftali Bennett’in lideri olduğu sağcı parti buna kesinlikle karşı çıkıyor ve İsrailli yerleşimcilerin pek çok pozisyonunu ve politikasını benimsiyor. Hatta Bennett 2016’da Donald Trump’ın seçilmesinin ardından “Filistin devleti çağı sona erdi” şeklinde dikkat çekici bir açıklamada bulunmuştu.
Buradan koalisyonun aşırı sağ ile solu istisnai ve taktiksel olarak bir araya getirdiği sonucuna varılıyor. Küçük partilerin konumlarının ve çıkarlarının etkilerine alışmış, onlara seçim ve  siyasal ağırlıklarının çok ötesinde siyasi ağırlık veren bir ülke ve siyasi sistemde bile bu gerçekten eşsiz bir koalisyon.
Bu koalisyonun kısa vadede herhangi bir stratejik karar almayı başarmasını uzak bir ihtimal olarak görüyorum. Çünkü ister İsrail siyasi sisteminin yeniden yapılandırılmasıyla, isterse Filistinliler ve işgal altındaki Arap topraklarıyla bağlantılı olsun, böyle bir karar çöküşüne yol açacaktır. Koalisyonun bir uzlaşı, soluklanmak ve siyasi kartları yeniden karmak için bir fırsat olduğunu düşünüyorum.
Koalisyon ortaklarını birleştiren ve kısa vadede iş birliği yapmalarını sağlayacak olan faktör; Netanyahu'nun büyük bir siyasi itici güç olarak geri dönme şansını ortadan kaldırmaya yönelik çıkarlarıdır. Zira Netanyahu’nun dönüşü, uzun vadede sağcı akımın kontrolünü ele geçirmeyi uman Bennett'in hırsları önünde bir engel. İsrail solu da, ihtişamını geri kazanmasını engellediği için kurnaz siyasetçi Netanyahu'yu dizginlemeye çalışıyor. Siyasi vizyon farklılığı nedeniyle koalisyonun uzun süre dayanacağını ya da ortaklarının öncelikleri çeliştiği için çok şey başaracağını tasavvur etmek zor olsa da, kısa sürede çökeceğini de düşünmüyorum. Bilhassa Bibi’nin geleceğinin siyasi arenada lider konuma dönüşü içermediği açık ve net bir şekilde kesinleşene kadar çökeceğini sanmıyorum. Aynı zamanda, ortaklarının çelişen ve çatışan siyasi konumları nedeniyle ittifakın tam 4 yıl sürmesini beklemek de yanlış.
Koalisyonun siyasi düzeydeki ilk adımı, iki ülke arasındaki siyasi pusulayı gerek hükümetler gerekse Amerikan Yahudileri düzeyinde normal konumuna geri döndürmek için ABD'ye yönelik olacak. İran ile nükleer anlaşmanın sürdürülmesi konusunda Biden yönetimiyle açık bir çatışmadan kaçınılacak. İsrail'in tutumu, yüksek sesli muhalefetten, İran'ın nükleer anlaşmaya varıldıktan sonra yükümlülüklerini herhangi bir şekilde ihlal etmesinin olası risklerini üstlenmek için pazarlık yapma, güvenceler, ek askeri ve maddi destek talep etmeye dönüşecek.
Filistin-İsrail hattında, Bennett'in destekçilerine taleplerinden vazgeçmediğini kanıtlaması için, işgal altındaki topraklarda daha yavaş oranlarda da olsa İsrail yerleşim yerlerinin inşasının devam edeceğini tahmin ediyorum. Elbette koalisyon ortağı siyasi sol akım ile Başkan Biden'ın destekçileri arasında ağırlıklı olan Demokrat Parti içindeki sol kanadı tahrik edip kızdırmamak için bu konuda siyasi yaygara koparılmaktan kaçınılacak. İsrail'in yerleşim yerleri inşaatının genişleme hızını kontrol etmesi ve ABD’nin önceliği olan İran nükleer anlaşmasını canlandırmaya itiraz etmemesi karşılığında, koalisyonun dağılmasına yol açabilecek çelişkileri kaşımamak için ABD'nin de Filistin-İsrail barışını hızlandırmaktan kaçınmasının uzak bir ihtimal olmadığını düşünüyorum.
Yakın gelecekte İsrail-Filistin barış müzakerelerinde de gerçek bir hareketlenmeye tanık olmayacağız. İsrail ve ABD’nin çabalarının, büyük ihtimalle bir yandan İsrailliler ile Filistinliler arasındaki ateşkesi istikrarlaştırmaya, diğer yandan Filistin tarafına insani amaçlarla yardım sağlamaya yönelik olacağına inanıyorum. Kısa vadede kendisine ulaşmak için gerçek bir çaba göstermeden iki devletli çözüm ilkesini, bu konuda gerçek bir baskı uygulamadan herhangi bir Arap-İsrail barışından duyulacak memnuniyeti vurgulayacağını düşünüyorum. Yukarıda belirtilen hususlara dayanarak ve siyasi durgunluktan, haklarının erozyona uğramasından kaçınmak için Filistin tarafına geçici olarak şu hedeflere odaklanmasını öneriyorum:
-Gelecekteki İsrail koalisyonlarını veya seçimlerini daha iyi etkilemek için İsrail arenasındaki sol ve merkezci akımla doğrudan ve Arap İsrailliler aracılığıyla etkileşim kurmak.
-İsrail'in işgalci bir güç olarak görevlerine saygı göstermemesini ve İsrail Araplarına karşı ırkçı muamelesini gündeme getirmek. İşgalin bir zorla ilhak biçimi olduğu tespitinde bulunan İrlanda parlamentosunun kararına benzer kararlar için sivil toplum ve uluslararası insan hakları savunucularıyla birlikte yürüttüğü çabalarını canlandırmak.
-Açık ve dürüst olmak, Filistin siyasi denklemini herkes için kapsamlı, dayanak noktasını İsrail ulusal kimliğinin oluşturduğu bir denklem olacak şekilde sıfırlamak. Mısır'ın farklı eğilimlerden Filistinlilerle görüşmesi bunun için elverişli bir fırsat, ancak Filistinliler arasında da samimi duruşlara ihtiyacı var.
-En azından İsveç gibi Filistin devletini tanıyan ülkelerin sayısını artırmak için uluslararası bir çaba harcamak.
-Filistin tarafının, yukarıda belirtilen hedeflere ulaşmak için 2002 Arap Barış Girişimini temel alan özel ve ayrıntılı bir Arap eylem planı ortaya koyması. Bu eylem planının, varsa uzlaşıya yatırım yapma, uygulama, değerlendirme veya zamanlamada herhangi bir uyumsuzluğu (zira bizi birleştirenler, ayıranlardan çok daha fazla) iyi yönetmek amacıyla yan yollara girmekten kaçınması.
*Bu makale Şarku'l Avsat Türkçe tarafından Independent Arabia'dan tercüme edilmiştir.



Avustralya: Müfettişler, Bondi Plajı saldırısının faillerinin DEAŞ mensubu olduklarına inanıyor

Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)
Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)
TT

Avustralya: Müfettişler, Bondi Plajı saldırısının faillerinin DEAŞ mensubu olduklarına inanıyor

Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)
Bondi Plajı saldırısının şüphelisinin evini çevreleyen şeridi kaldıran Avustralyalı bir polis memuru (Reuters)

Avustralya Yayın Kurumu (ABC), Avustralya istihbarat biriminin altı yıl önce Bondi Plajı saldırganlarından birinin DEAŞ ile bağlantıları olduğunu araştırdığını bildirdi.

Avustralya polisi, 50 yaşındaki bir adam ile 24 yaşındaki oğlunun pazar günü Sidney’de ünlü bir plajda Hanuka Bayramı kutlaması yapanlara ateş açtığını, saldırıda 15 kişinin hayatını kaybettiğini ve 40’tan fazla kişinin yaralandığını açıkladı.

Avustralya medyası, saldırganların Sajid Akram ile oğlu Naveed Akram olduğunu ve Sajid Akram’ın polisle çıkan çatışmada öldüğünü, Naveed Akram’ın ise polis gözetiminde hastanede tedavi gördüğünü bildirdi.

Şarku’l Avsat’ın ABC’den aktardığına göre, Bondi Plajı saldırısını soruşturan ortak terörle mücadele ekibindeki üst düzey bir yetkili, Avustralya Güvenlik ve İstihbarat Teşkilatı’nın (ASIO) 2019 yılında Naveed Akram ile ilgili bazı şüpheleri araştırdığını belirtti.

Haberde, Naveed Akram’ın, Temmuz 2019’da yakalanan ve Avustralya’da bir terör eylemi planlamakla suçlanan DEAŞ üyesiyle yakın bağlantısı olduğunun düşünüldüğü ifade edildi.

ABC, terörle mücadele soruşturmacılarının, Bondi Plajı saldırısını gerçekleştiren silahlı kişilerin DEAŞ mensubu olabileceğine inandığını bildirdi.

ABC’ye konuşan yetkililer, silahlı kişilerin araçlarında iki DEAŞ bayrağı bulunduğunu da açıkladı.

ASIO Genel Direktörü Mike Burgess dün gazetecilere yaptığı açıklamada, saldırganlardan birinin kendileri tarafından bilindiğini ancak ‘acil tehdit’ olarak görülmediğini belirterek, “Dolayısıyla burada yaşanan olayın şartlarını yeniden gözden geçirmemiz gerektiği açık” dedi.

Yeni Güney Galler polisi ise ABC’nin haberini doğrulayamayacaklarını belirtirken, ASIO da ‘bireyler veya devam eden soruşturmalar hakkında yorum yapmadığını’ açıkladı.


Cezaevindeki 4 bin 200 PKK-KCK’lı için kademeli düzenleme: Suça karışmamış 950-1.050 PKK’lı eve dönüş yolunda mı?

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
TT

Cezaevindeki 4 bin 200 PKK-KCK’lı için kademeli düzenleme: Suça karışmamış 950-1.050 PKK’lı eve dönüş yolunda mı?

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

Türkiye’de “Terörsüz Türkiye” süreci, kimilerine göre 2. çözüm süreci olarak değerlendiriliyor; bu konuda çok şey yazılıp çiziliyor. Sürecin toplumsallaşması adına tartışılması doğru; ancak bu tartışmanın gündelik siyasi çekişmeler, öne çıkma çabaları ya da kısır hesaplar üzerinden yapılması, sürece yarardan çok zarar veriyor. Burada herkesin dikkatli olması gerektiğinin altını bir defa daha çizmek gerekiyor.

Siyasetin bu süreçte daha cesur olması, daha fazla adım atması ve daha fazla inisiyatif alması gerekiyor. Çünkü artık top, güvenlik bürokrasisinin sahasından siyasetin sahasına geçmiş durumda.

Elbette süreçte daralmalar olacaktır. İşin doğası gereği bu daralmaların olması son derece doğaldır; ancak siyasi aktörlük meselesi üzerinden herkesin kendisini tekrardan sorgulaması gerekiyor. “Her meseleyi Öcalan’a soralım” yaklaşımı, bana göre doğru değil. Siyasetin inisiyatif alması bir bütün olarak gerçekleşmeli ve inisiyatifler alınabilmelidir. Her meselede Öcalan’ı öne çıkarma, aktör yapma isteğinin toplumsal güvende yara açtığı da görülmelidir. Belki artık örgütün partiyi kurma paradigması tersine dönmeli ve parti, örgütü dönüştürebilmelidir.

Pedal çevirme teorisi işlemeye devam ediyor. Örgütün el yükseltme sebebi ya da farklı seslerin çıkma sebebi, bence devlette ciddiyetin ilk defa bu kadar net görülmesidir. Artık herkes yeni bir paradigmaya dönüleceğini görmeye başladı ve doğal olarak bir bocalama süreci yaşanıyor. Süreç tamamlanırsa siyasetin de paradigmasının değiştiği görülmelidir.

Çünkü şu ana kadar siyaseten “zaten masa devrilecek, güvenmiyoruz, gel gel yapıyorlar, sonra yine bizi hapishanelere atacaklar” anlayışı çok hakimdi. Ama atılan adımlar neticesinde işin ciddiyeti anlaşılıyor ve bu da ezber bozuyor. Bu bakımdan şu ana kadar yaşananların, ben sürecin özüne bir tahribat verdiğini düşünmüyorum. Bu düşüncemi görüştüğüm farklı kaynaklarım da doğruluyor.

Sürecin geldiği yerde iki mesele, en çok sorulan ve merak edilen konuların başında geliyor: Yasal düzenlemeler ve SDG meselesi.

İmralı Adası’ndan Meclis’e: Fırsat yasası ve sürecin kritik eşiği

Komisyon üyelerinin İmralı Adası’na gitmesi, bir eşiğin daha aşılmasını kolaylaştırdı. MHP Genel Başkanı Feti Yıldız Bey’in okuduğu özet, kendi tuttuğu notların özetiydi. Dolayısıyla 16 sayfalık raporun özeti değildi. Beklenti, hem AK Parti adına Hüseyin Yayman’ın hem de DEM adına Gülistan Koçyiğit’in de notlarını okumasıydı; ama bu gerçekleşmedi. Keşke onlar da komisyon üyelerine notlarını aktarsaydı ve sorulacak olan sorulara da cevap verseydi.

Komisyon üyelerinin tuttuğu 16 sayfalık raporun aslında komisyon üyelerine dağıtılması gerekiyordu. Sürecin şeffaflığı, toplumsal rıza üretme konusunda bunun yapılmasının hâlâ geç olduğunu düşünmüyorum. Görüştüğüm ve raporu bilen kaynaklarım, burada anlatılamayacak bir şeyin olmadığını, Öcalan’ın bugüne kadar söylediği görüşlerin benzerlerinin yer aldığını ifade ediyorlar.

Şimdi top Meclis’te. Nasıl bir yasa çıkarılacak? Toplumda cezasızlık algısına da yol açmadan, süreci de sahiplenerek nasıl bir yol bulunacak?

Görev, öncelikli olarak Komisyon’da bulunan partilere düşüyor. Onlar tekliflerini yavaş yavaş Meclis Başkanlığı’na verecekler. Meclis hukukçuları ve güvenlik bürokrasisi de sürece destek verecek.

Kesinleşen bir şey olmamakla beraber, anladığım kadarıyla çıkarılacak olan “Fırsat Yasası” iki ayağa cevap verecek:

A- Eve dönüş durumu
B- Mevcut tutuklu ve hükümlülerin durumu

KCK-PKK örgüt üyeliğinden şu an Türkiye’de cezaevlerinde bulunanların sayısının 4 bin 200 kişi civarında olduğu belirtiliyor. Bunlar içerisinde müebbet hapis cezası alanlar olduğu gibi, cezası bitmeye yakın insanlar da var.

Bunlar için kademeli bir anlayış ve bakış açısı geliştiriliyor. Kişi bazında durumlar incelenecek, toptancı bir anlayışla düzenleme yapılmayacak. Cezaevindekiler için düzenleme yapılırken, aynı zamanda eldeki bazı uygulamalardan da yararlanılacak. Denetimli serbestlik meselesi, yararlanılacak uygulamaların başında geliyor.

PKK’lıların Türkiye’ye dönüşü: Suça karışmamış 950-1.050 kişi için yasal çerçeve nasıl şekillenecek?

Eve dönüş olarak adlandırılan PKK’lıların Türkiye’ye dönme meselesine gelince…

Öncelikle Ankara, Bağdat ve Erbil arasındaki mekanizmanın hâlâ çalıştığını ifade etmek lazım. Bu mekanizma hem silahların hem mağaraların teslimi hem de Irak’ta kalmak isteyen örgüt mensupları için son derece hayati.

Benim gerek Irak makamları, gerek Irak Kürdistan Bölgesi Yönetimi yetkilileri, gerek PKK ve gerekse de Ankara’dan aldığım bilgiye göre PKK içerisinde suça karışmamış militan sayısı 950-1050 arasında. Bu kişilerin gelmesinin önünde şu an herhangi bir engel bulunmuyor. Diyarbakır annelerinin çocukları başta olmak üzere ilk etapta suça karışmamış kişilerin gelmesi, “Fırsat Yasası” ya da “Çerçeve Yasası”nın şekillenmesiyle birlikte gerçekleşebilir.

Burada yapılacak olan yasal düzenleme netleştiğinde, atılacak olan adımların daha da hızlanacağını göreceğiz. Meclis’ten çıkacak olan yasa büyük bir ihtimalle özel bir yasa olacak. Hukukçular bu yasayı çalıştırırken bir taraftan Anayasa’nın eşitlik ilkesinin çiğnenmemesine, diğer taraftan da FETÖ başta olmak üzere diğer örgütlerin yararlanmasının önünü kapatacak. Burada kendisini fesheden bir örgüt olduğu için yeni bir yasa zorunluluğu ortaya çıkıyor.

Hem eve dönüş hem de mevcut cezaevindekilerle ilgili düzenleme yapılırken iki ayrımın altını çizmek gerekiyor. Yapılacak olan düzenleme ile birlikte “örgüt” ortadan kalkarsa örgüt üyeliği ya da örgüte üye olmamakla birlikte oluşan suç ortadan kalkacak; ancak işlenen suçlar ortada duracağı için yapılacak olan düzenlemede kademeli olarak buna cevap verilecek.

Örneğin, örgütte yıllarca kuryelik yapan ama silahlı eylemlere katılmayan kişiler örneğinde olduğu gibi belirli ayrımların yapılması gerekiyor. Benim kaynaklarımdan aldığım bilgiye göre, kişinin durumu üzerinden bir değerlendirme yapılacak, toptan bir değerlendirme yapılmayacak.

Çıkarılacak olan yasada bir süre sınırı konulması, denetimli serbestlik vb. uygulamaların işletilmesi de karşımıza çıkacak gibi duruyor. Burada belki tekrar altını çizeceğim, bireylerin durumunun tek tek ele alınacağı.

Örgüt üst düzey yönetici dediğiniz 232 kişi civarında. Bunlardan 30-40’ı en önemli üst düzey yönetici olarak karşımıza çıkıyor. Bunların büyük bir kısmının Irak’ta kalması ya da seyahat özgürlüğü kapsamında Avrupa ve Irak arasında olması bekleniyor. Burada da Bağdat-Erbil ve Ankara arasındaki mekanizmanın devreye girmesi öngörülüyor.

SDG meselesinde kilit güç ABD: Mazlum Abdi ve YPG’nin silahlı sayısı gerçekçi rakamlarla değerlendiriliyor

SDG meselesine gelince:
Öncelikle Mazlum Abdi’nin verdiği 100 bin rakamı çok abartılı bulunuyor. Hem Suriye’deki kaynaklar hem Ankara’da görüştüğüm kaynaklar, SDG ve onun silahlı kanadını oluşturan YPG’nin silahlı sayısının 45 bin civarında olduğunu belirtiyor.

Suriye’de muhatabın esas olarak ne Şara ne Abdi olduğu, muhatabın ABD olduğu ve SDG meselesinin çözümünde sürecin ABD ile yürütüldüğünün altı çiziliyor. Yani esas patron kimse, müzakereler de onlarla yürütülüyor.

Bu noktada özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’la olan kişisel ilişkisinin, MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın temaslarının ve zamanın ruhunun Türkiye’nin işini kolaylaştırdığı belirtiliyor. Erdoğan-Trump görüşmesi, ardından Şara-Trump görüşmesi, CENTCOM’un Trump politikalarıyla paralel hareket etmesi ve Tom Barrack’ın Mazlum Abdi’ye ABD politikaları konusunda net mesajları, aslında Suriye’de önümüzdeki haftalarda bazı olumlu adımların SDG tarafından atılacağını gösteriyor.

Bu aşamada süreci bozma noktasında Fransa, İran ve İsrail gibi ülkelerin SDG’nin kulağına fısıldadığı da gözlerden kaçmıyor.

Sınır kapılarının devri, enerji sahalarının devri ve silahlı unsurların Savunma Bakanlığı’na entegrasyonu sağlanırsa, SDG Türkiye açısından tehdit olmaktan çıkacak.

SDG içerisinde iki anlayış hâkim.

1- Anlayış, “Ankara’nın hem SDG’nin tamamen tasfiyesini hem de 10 Mart mutabakatının uygulanmasını aynı anda talep etmesi, Suriye’de siyasi çözümü engellemeye yönelik politikasını açıkça ortaya koyuyor” derken,

2- Anlayış, “Türkiye Şam Hükümeti ile aramızda garantör ülke olsun. Kolaylaştırıcı olursa süreç daha çabuk ilerler” anlayışında.

Peki SDG bu adımı atar mı?

Bana göre zaman içerisinde SDG bu adımı beş sebepten dolayı atmak durumunda kalacak.

1- Amerika Birleşik Devletleri’nin bunu istemesi
2- SDG’yi oluşturan en büyük güçlerden Arap aşiretlerinin tavrı
3- YPG içerisindeki silahlı dağılım
4- Türkiye ve ABD’nin arabuluculuğu ve garantörlüğü meselesi
5- Zamanın ruhu

Şam yönetimi SDG’den ne istiyor?

Şara yönetimi, SDG’den askerlerinin %75’ini kendilerine vermesini ve Savunma Bakanlığı’na dâhil olmasını istiyor. Geri kalanların ise yerel yönetimlerde asayiş gücü olarak kullanılabileceği belirtiliyor.
SDG, Şam’a üç tümen vereceğini ve komutanların isimlerini Şam’a bildirdiğini ifade ediyor.

Önce saha gerçekliği adına şunu görmemiz gerekiyor:
SDG’nin sahip olduğu 45 bin kişilik gücün %75–%80’inin Arap aşiretlerden oluştuğu, geri kalanının ise farklı Kürt yapılardan oluştuğunun altı çiziliyor.

Saha kaynakları YPG içerisindeki formülasyonu şöyle yapıyorlar:

Irak’tan gelen Irak Kürtlerinin sayısı yaklaşık olarak 1350 civarında.

PKK’dan YPG’ye gelen militan sayısı 1500 civarında.

Suriye Kürtlerinin ise 6 bin civarında olduğu belirtiliyor.

Şam ve SDG anlaşırsa kalan silahlı güç nasıl entegre edilecek: Savunma Bakanlığı mı, polis gücü mü?

Peki diyelim ki Şam Hükümeti ve SDG arasında bir anlaşma oldu; kalan %25 silahlı güç ne olacak sorusuna cevap, silahlı unsurların Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi Suriye Hükümeti’nin karar vereceği bir konu, ancak asayiş ya da polis gücü olarak kullanılmaları güçlü bir olasılık.

Burada özellikle polis gücü olmak istedikleriyle ilgili olarak, merkezi hükümetin denetiminde bir yapı oluştuğunda; Dürzi bölgelerinde Dürzilerden, Arapların yoğun olduğu yerlerde Araplardan, Kürtlerin yoğun olduğu yerlerde ise Kürtlerin alınması son derece doğal. Burada anlaşmazlık, bunların kimin kontrolünde olacağı. Merkezi hükümet, bu polis gücünün Suriye Devleti’nin polis gücü olacağını söylüyor ve Kamışlı’da görev alan bir polisin Süveyda’ya, Lazkiye’de görev alan bir polisin de Kamışlı’ya tayinle gönderilebileceğini ifade ediyor. Aynı şekilde Savunma Bakanlığı bünyesine katılacak olan yapıların da komuta merkezinin Suriye Hükümeti’nde olacağı belirtiliyor.

Suriye’de tamamlanmamış devlet tamamlanırsa, hem anayasal güvence hem de diğer haklar garanti altına alınmış olacak ve Dürzilerin de, Nusayrilerin de olduğu gibi Kürtlerin de devlette karar alma süreçlerinde yer alacağını görmemiz gerekiyor.

Bu geçiş sürecinde SDG yasal garanti istiyor. Bu garanti büyük ihtimalle ABD tarafından verilecek. Türkiye’nin istediği adımlar atılmaya başlanırsa, Türkiye de bu noktada süreci kolaylaştıracak her adımı atacak. Bu adımlardan en önemlisi Nusaybin Sınır Kapısı’nın açılması ve Kamışlı ile ticaretin Türkiye üzerinden devam etmesi olacak.

Amerikalılar Esad döneminde Arap aşiretlerini SDG bünyesine dahil ettiler ve hâlen maaşlarını ödemeye devam ediyor. ABD Kongresi’nden geçen bütçenin büyük bir kısmı bu maaşlara gidiyor.
PKK, Türkiye’de sürecin ciddileştiğini görüyor; SDG de Suriye’de ABD’nin entegrasyonu istediğini ve bu konuda ısrarcı olduğunu biliyor.

Nitekim yakın zaman içerisinde Şammar Aşireti’nin lideri el-Cerba, Şam’a gidip Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara ile bir araya gelmiş, daha sonra da Mazlum Abdi ile görüşmüştü. Saha kaynakları, Cerba’nın SDG’yi de 10 Mart Anlaşması çerçevesinde Şam ile anlaşmaya ikna etmek için arabuluculuğa başladığını ifade ediyor.

Toparlayacak olursam, Arap aşiretlerini SDG’ye entegre eden ABD’nin kendisi ve şu ana kadar maaşlarını da ödemeye devam ediyor. ABD’nin tavrı burada çok net: Şam’a entegrasyon, Türkiye’nin güvenlik kaygılarının giderilmesi, bununla birlikte toprak bütünlüğü ve politik birliğin sağlanması noktasında Şara’nın güçlendirilmesi. Nitekim CENTCOM Komutanı Brad Cooper, ABD’nin Suriye’deki üç önceliğini, “IŞİD’e karşı mücadele, SDG’yi Suriye devlet yapısına entegre etmek ve Suriye hükümetiyle koordinasyon sağlamak” olarak açıkladı.

10 Mart Mutabakatı ile Suriye’de Kürt, Dürzi ve diğer grupların güvenliği sağlanıyor

Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye’nin garantörlüğünde 10 Mart mutabakatının hayata geçirilmesi, Kürtlerin, Dürzilerin ve diğer grupların Suriye’de güvenceye kavuşmaları ve Suriye’nin geleceğine Suriyelilerin karar vermesi herkesin faydasına olacaktır.

Ankara’da görüştüğüm kaynaklar, “Bugün Türkiye çatışma ortamının oluşmamasını istiyorsa, İsrail’in Suriye’de nüfuzunu genişletmemesi için yapıyor. Bu yapamadığımızdan değil, İsrail’e alan açmama isteğimizden kaynaklanıyor” diyorlar.

SDG konusunda 10 Mart mutabakatının bana göre iyi niyet adımı Deyrizor’da görülecek.
Suriye’de 10 Mart mutabakatıyla ilgili önümüzdeki hafta birkaç adımın atılma ihtimali, aynı adımların Kuzey Irak’ta da (IKBY) gelme ihtimali çok yüksek. Güven artırıcı adımların atılmasına devam edilecek.

Başta ifade ettiğimi tekrar söyleyeyim. Devlet iradesi devam ediyor, ABD’nin Türkiye ve Şara’yı destek politikası devam ediyor, uluslararası konjonktür uygun, Öcalan paradigmada ısrar ediyor ve sürece katkı vermekten geri durmuyor.

Sürecin ciddiyeti noktasında iki hafta içerisinde güzel şeyler görmeye devam edeceğiz. Partiler taleplerini dillendirecekler; bu, hepsinin kabul edildiği ya da edileceği anlamına gelmez. Herkes kendi tabanına sesleniyor ama bu işin siyaset üstü olduğunu da artık görmek gerekiyor.


Zelenskiy, Ukrayna’nın NATO üyesi olması hedefinden vazgeçti

Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)
Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)
TT

Zelenskiy, Ukrayna’nın NATO üyesi olması hedefinden vazgeçti

Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)
Almanya Başbakanı Friedrich Merz, dün Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ı karşıladı (EPA)

Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenskiy dün, ülkesinin Rusya ile savaşı sona erdirecek bir uzlaşı olarak Batı'nın güvenlik garantileri karşılığında NATO üyesi olma hedefinden vazgeçtiğini açıkladı. Bu adım, Rusya'nın saldırılarına karşı bir koruma olarak Batılı ülkelerin askeri ittifakına katılmak için mücadele eden Ukrayna için önemli bir dönüşüm anlamına geliyor.

Zelenskiy bu açıklamayı, Berlin'de ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner'ın Avrupalı yetkililerle yapacakları üst düzey görüşmeler önce yaptı.

Ukrayna Devlet Başkanı, ülkesi ile Rusya arasındaki savaşı sona erdirecek bir uzlaşı sağlamayı amaçlayan görüşmelerde ‘diyaloga’ hazır olduğunu vurguladı. Zelenskiy ayrıca, ABD'yi Ukrayna'daki cephe hatlarını dondurma fikrini desteklemeye ikna etmeyi umduğunu ifade etti.