ABD kontrgerilla stratejisine hala ihtiyaç duyuyor

“Sonsuz savaşlar köreldi” ama teröristlere ve çetelere karşı mücadele devam edecek.

Afganistan'ın Helmand vilayetindeki Gorgak Kampı yakınlarında Temmuz 2011 tarihinde görüntülenen ABD’ye ait bir askeri araç. (Reuters)
Afganistan'ın Helmand vilayetindeki Gorgak Kampı yakınlarında Temmuz 2011 tarihinde görüntülenen ABD’ye ait bir askeri araç. (Reuters)
TT

ABD kontrgerilla stratejisine hala ihtiyaç duyuyor

Afganistan'ın Helmand vilayetindeki Gorgak Kampı yakınlarında Temmuz 2011 tarihinde görüntülenen ABD’ye ait bir askeri araç. (Reuters)
Afganistan'ın Helmand vilayetindeki Gorgak Kampı yakınlarında Temmuz 2011 tarihinde görüntülenen ABD’ye ait bir askeri araç. (Reuters)

Max Boot
ABD ordusu 2006 yılında, Irak'taki savaşın şiddeti tüm zamanların en düşük seviyesine gerilediğinde ayaklanmalara karşı koyma stratejisini (düzensiz güçleri bastırmayı amaçlayan bir dizi askeri ve sivil önlem/kontrgerilla) yeniden canlandırdı. 1950’li yıllarda Malaya’da İngiliz Mareşal Sir Gerald Walter Robert Templer ve Filipinler'de Amerikan gizli ajanı Edward Lansdale gibi askeri yenilikçiler tarafından geliştirilen bu stratejiye göre askeri güçler, isyancılar ortadan kalkmadan isyanları bastıramazlar. Esasen hiçbir ayrım gözetmeksizin öldürme stratejisi, düşmanların sayısını azaltacak yerde bir artışa yol açabilir. Kontrgerilla stratejisine göre hedefe ulaşmanın yolu, güvenliği sağlamak ve sıradan insanlara temel hizmetler sunmaktır. Bu yaklaşım, isyan bastırma operasyonlarının halkın güvenini kazanmaya yardımcı olma, masum sivillere zarar vermeden aşırılık yanlısı isyancıları ortadan kaldırma veya yakalama için gerekli hayati öneme sahip istihbarat bilgilerini toplama olasılığını da artırır.
ABD ordusundan iki general - ABD Kara Kuvvetleri'nden (U.S. Army) David Petraeus ve ABD Deniz Piyadeleri'nden (U.S. Marine Corps/USMC) James Mattis - Aralık 2006 tarihinde “Karşı Ayaklanma Doktrini” başlığıyla yayınlanan yenilikçi bir saha rehberi hazırladılar. General Petraeus, sonraki yıllarda Irak’taki ABD kuvvetlerinin komutanı olarak görev yaptığı süre boyunca bu stratejiyi uyguladı. Bu alandaki yoğun askeri operasyonları, Irak’taki şiddetin yüzde 90'dan fazla azaltılmasına katkıda bulundu. ABD kuvvetleri, gizlice sürdürülen etnik çatışmaları ve artık kronikleşmiş halde olan mezhep kavgalarını çözmede veya Irak'ı örnek alınacak bir demokrasiye dönüştürmede başarılı olamasa da (asker sayısını artırarak) isyan bastırmada kısa sürede elde ettikleri başarı, Amerikan ulusal güvenliğinin çeşitli çevrelerinde bu doktrinin popülaritesinin artmasına katkıda bulundu. Sonraki dönemlerde General Petraeus ve General Mattis, (Ortadoğu'dan sorumlu) ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın (CENTCOM) başına geçtiler ve ABD yönetiminin en üst makamlarında görev aldılar. Örneğin General Petraeus, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) başkanlığına atanırken General Mattis Savunma Bakanlığı görevini devraldı.
Buna karşın General Petraeus, 2010-2011 yılları arasında Afganistan'daki ABD ve uluslararası kuvvetleri yönetti. Bu sırada bölgedeki askeri kuvvetleri artırmaya yönelik başka bir planın uygulanması görevinin de başında yer aldı. Ancak bu plan, Irak'taki gibi sert sonuçlar vermedi. Petraeus'un göreve gelmeden önce yaptığı - Afganistan’ın ‘daha karmaşık bir sorun teşkil ettiği’ gibi - uyarılar, kısa süre içinde açık göstergeler haline geldi ve saha gerçeklerine dönüştüler. ABD Başkanı Joe Biden şimdi, ABD’nin yaklaşık yirmi yıldır süren askeri müdahalesinden sonra, Afgan hükümeti ile Taliban arasındaki barış görüşmelerinde ilerleme olmamasına rağmen Afganistan'da kalan 3 bin 500 Amerikan askerini geri çekme kararı aldı. Hareket her zamankinden daha güçlü görünüyor ve geniş alan kazanımları elde etmeye hazırlanıyor. ABD istihbarat servisleri, uluslararası kuvvetlerin Afganistan’dan ayrılmasından iki veya üç yıl sonra ülkenin tamamının Taliban’ın kontrolüne gireceği konusunda uyarıda bulundular. Uyarı gerçeğe dönüşürse bu, ABD’nin kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra düşmanın kazandığı Vietnam Savaşı'ndan bu yana yaşadığı en küçük düşürücü askeri yenilgisi olacak.

ABD ve NATO güçlerinin geri çekilmesinin ardından Bagram Askeri Üssü’nde selfie çeken bir Afgan askeri. (AFP)
Başkan Biden'ın ABD'nin Afganistan'dan çekilmesine ilişkin stratejisi, özellikle Washington'ın hem Çin hem de Rusya ile sürdürdüğü büyük güç rekabetine odaklanma ihtiyacına dayanıyor. Kendini 1920'lerden bu yana ülkesinin önde gelen “küçük savaş gücü” olarak gören ABD Deniz Piyadeleri, Pasifik Okyanusu'nda, (İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya'ya karşı Pasifik Cephesi Müttefikleri tarafından kullanılan bir askeri strateji olan) adalar arasında yüksek tempolu tatbikatlara yönelmeye başladı. Bu tatbikatlar, ABD Deniz Piyadeleri’nin çok uzun zaman önce Irak'ın Anbar ve Afganistan'ın Helmand vilayetlerinde gerçekleştirdiği kontrgerilla operasyonlarının kapsamından oldukça farklı bir yol izliyor.
ABD’deki 11 Eylül Saldırıları’ndan yaklaşık yirmi yıl sonra, kontrgerilla dönemi sona eriyor ve strateji, ABD ulusal güvenlik çevrelerindeki etkisini hızla kaybediyor. Ancak bugün bu stratejinin göz ardı edilmesi, teröristlerle ve çetelerle mücadelede daha iyi bir strateji uygulamaya konulmadığından dolayı son derece ciddi bir hata olacaktır.

Vur-kaç taktiği
Burada kontrgerilla stratejisi bir kenara itilmeden önce, ABD'nin bunun uygulamasına yeterince destek verdiği dönemde Afganistan'da başarılı olduğunu belirtmekte fayda var. 2011-2012 yılları arasında -ABD'nin Afganistan'daki ayaklanmalara karşı uygulamaları zirvedeyken- Helmand ve Kandahar vilayetlerini ziyaret eden herkes orada bu alanda açık bir ilerleme olduğunu görebilirdi.
Askerler ve Deniz Piyadeleri, Taliban’ı kaleleri olarak görülen, her zaman kontrolleri altında olan yerlerden temizlediler ve buralardaki güvenlik koşullarının iyileştirilmesine katkıda bulundular. General Stanley A. McChrystal, 2009-2010 yılları arasında Afganistan'daki ABD kuvvetlerinin komutanıyken hazırladığı bir raporda “Taliban’ın neredeyse ABD’nin Afganistan’daki askeri operasyonunu başarısızlık tehlikesiyle burun buruna getirecek kadar hızlı kazanımlar elde ettiği” uyarısında bulundu. Eski ABD Başkanı Barack Obama döneminde General Stanley A. McChrystal’ın komuta ettiği asker sayısı 100 bine çıkarılarak  bu tehlike önlemiş ve Taliban'ın kaydettiği ilerlemeye darbe vurulmuştu.
Ancak belirli alanlarda güvenlik şartlarının iyileştirilmesi ve bu durumun uzun sürmemesi büyük bir sorun teşkil ediyordu. ABD, ülke çapında kontrgerilla operasyonları yürütmek için yeterli sayıda asker sağlamayı gerektiği gibi taahhüt etmedi. Başkan Obama, Afganistan’da demokratik bir devlet kurma yöntemine yönelik eleştirilerine rağmen Afganistan'a ek birlikler gönderilmesi için ısrar etti. Ancak ek birlikler, 18 aylık bir takvim çerçevesinde  gönderildi. Beklendiği gibi bu, Taliban Hareketi’ni basitçe ABD operasyonunun sonunu beklemeye itti. Böylece ABD bu noktalardan çekildikten sonra Taliban üyeleri çıkarıldıkları bölgelere geri döneceklerdi. Buna karşın, ABD’nin geri çekilmesi için açıklanan son tarih, barış müzakerelerinin başarıyla sonuçlanması umutlarını söndürdü. Şarku'l Avsat'ın Independent Arabia'dan aktardığı analize göre Taliban Hareketi’nin liderlerinden biri bu konuda yaptığı açıklamada, “Sizin istediğiniz kadar saatiniz, bizimse istediğimiz kadar zamanımız var” ifadelerini kullandı.

“Kontrgerilla dönemi, 11 Eylül Saldırıları’ndan 20 yıl sonra sona erdi”
Pentagon, ABD tarafından eğitilmiş Afgan güvenlik güçlerinin Afganistan’dan çekilen güçlerinin yerini alacağını umut etmişti. Ancak Afgan askeri güçleri ve polis birimleri her zaman bu iyimser beklentilerin gerisinde kaldı. Kağıt üzerinde Afgan güvenlik güçlerinin sayısının yaklaşık 300 bini bulduğu belirtiliyor. Fakat Afgan ordusunda personel sayısı bunun çok daha altında kalıyor. Yolsuzluk yapan yetkililer, genellikle sadece kağıt üzerinde görülen personel için maaş talep ediyorlar. Afgan Özel Harekât Polisi, bu kuvvetlerin en etkili ve yetenekli birimi konumunda. Ancak polis ve ordudaki yetersizlik nedeniyle cephede oluşan boşluğu doldurmak zorunda kalmak onlara aşırı yük getiriyor. Aradan yirmi yıl geçmesine rağmen Afgan ordusu meseleleri kendi başına halledebilecek noktaya halen gelemedi, hatta yaklaşamadı bile. ABD sadece Afgan güçlerinin maaşlarını ödemekle kalmıyor, aynı zamanda lojistik, istihbarat, planlama ve hava desteği alanlarında da onlara yardım ediyor.
Aslında, Afgan güçlerinin sınırlı kalan bu performansı, daha derindeki kusurları yansıtıyor ve Afgan hükümetinin yapısına nüfuz ediyor. ABD, nihayet Taliban’dan temizlenen bölgelere kamu hizmetlerini hızlı bir şekilde yerleştirmeyi hedefliyordu. Fakat bunu nadiren başarabildi. Bugün bile Afgan devleti büyük yolsuzluk olaylarından, verimsizlikten ve bölünmelerden zarar görmeye devam ediyor. Hükümetin başarısızlıkları, Taliban'ın yeniden ortaya çıkması için eşsiz bir fırsat sundu. Kontrgerilla stratejisinin esas olarak muhakeme kriterlerinde rekabet avantajı oluşturması amaçlandıysa da düşman, Afganistan'ın güneyi ve doğusundaki bazı kırsal bölgelerde kazanan taraf olmuştu.
Kontrgerilla stratejisinin Afganistan’da başarılı olmamasının bir başka nedeni de komşu Pakistan'da Taliban üyeleri için güvenli bölgelerin olmasıdır. Tecrübeler göstermiştir ki bir isyanın başarısı veya başarısızlığı, sınır ötesi destek alıp almamasıyla yakından ilgilidir. ABD yirmi yıldır Pakistan İstihbarat Servisi’nin (ISI) Taliban'a uzun süredir verdiği desteği sonlandırmayı umuyordu. Ancak bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Çünkü Pakistanlıların bir kısmı ABD’yi her zaman kararsız bir müttefik olarak gördüler (ki bu anlaşılabilir bir durumdur). Taliban liderleri halen Pakistan'da sığınma avantajına sahipler. Taliban savaşçıları bile Afganistan'da baskı altındayken sınırı geçebiliyorlar. Mücahitler, 1980’li yıllarda Sovyet Kızıl Ordusu’na karşı verilen mücadele sırasında da bu avantaja sahiplerdi ve bunun etkinliği o dönemde de kanıtlanmıştı.

Sonuç almaya başlama
Kontrgerilla stratejisi Afganistan'da başarısızlığa uğramış olabilir. Ancak dünyanın başka yerlerinde çeşitli başarılar elde etti. İsrail güçleri, 2000-2005 yılları arasındaki İkinci İntifada sırasında Filistinli militanlar karşısında kontrgerilla operasyonlarıyla dikkate değer kazanımlar elde ettiler. Kolombiya’da da güvenlik birimleri, 50 yılı aşkın bir süre boyunca savaştıkları Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’ne (FARC) karşı yürüttükleri kontrgerilla operasyonlarıyla aynı başarıyı yakaladılar. 2016 yılında imzalanan barış anlaşmasıyla ülkedeki iç savaş da bitti. Her iki durumda da hükümet güçleri, isyancıları veya liderlerini ortadan kaldırmaya çalışmak yerine siviller için 24 saat güvenlik sağladılar. İki örneğe bakılırsa Kolombiya’daki süreç daha başarılıydı. Çünkü ülkedeki demokratik hükümet, daha önce isyancılar tarafından kontrol edilen bölgelerde otorite kurabilmişti. Buna karşın İsrailliler, Filistin topraklarındaki yönetimlerinde meşruiyetten yoksundular. Bu nedenle görevi, Afgan hükümetine özgü kusurlar yelpazesinden nasibini alan Filistin Yönetimi’ne emanet etmek zorunda kaldılar.

Taliban'ın ilerlemesine karşı koymak için kuzey Afganistan'daki mevzilerini koruyan Afgan milislerin devriyesi. (AFP)
ABD, 2014 yılında başlayan ve 2019 yılında kendi kendini ilan eden hilafetin çöküşüyle sonuçlanan DEAŞ’a karşı gerçekleştirdiği son operasyonda yürüttüğü kontrgerilla stratejisiyle başarı elde etti. Her ne kadar DEAŞ bir gerilla gücünden çok bir ordu olarak savaşarak akılsızca bir hata yapsa da yenilgiye uğrayacağı önceden pek kestirilememişti. Amerikan kuvvetlerinin kara harekatları ile  DEAŞ’a karşı yürüttüğü operasyon, Afganistan ve Irak'ın işgalinden açık ara farklıydı. ABD güçlerinin 2011 yılında Irak'tan iyi düşünülmeden çekilmesinden sonra dönemin ABD Başkanı Obama 2014 yılında Irak'a geri dönme kararı aldı. Ancak ABD güçlerinin rolü çoğunlukla askeri tavsiye ve yardım şeklindeydi ve Obama böyle bir karar almakla akıllıca davrandı. Söz konusu dönemde Irak ve Suriye'deki ABD askerlerinin sayısı 8 bini (Irak'ta 6 bin, Suriye'de 2 bin) geçmiyordu. ABD güçleri, birkaç özel harekat birimi dışında genel olarak düşmanla doğrudan çatışmaya girmedi. Diğer yandan Irak güvenlik güçleri ve Suriyeli Kürt milisler, kayıplara neden olan çatışmanın yükünü bir dereceye kadar çektiler. ABD, bahsi geçen bu yerel güçleri istihbarat, hava desteği ve lojistik olarak destekledi.
DEAŞ’a karşı yürütülen operasyon, ABD’nin teröristlere ve savaşçılara karşı gelecekte yürüteceği operasyonlarda tekrarlanabilecek sürdürülebilir bir modelin doğasını yansıtıyordu. Independent Arabia’nın Foreign Affairs Dergisi’nden aktardığı analize göre bu model, müttefiklere kontrgerilla stratejisi kapsamında belirli sayıda ABD’li danışman sağlanarak ve hava desteği verilerek yardım etmeye dayanıyor. Washington, on binlerce hatta yüz binlerce askerin katıldığı devasa kontrgerilla operasyonlarına son verdi.
Basitçe açıklayacak olursak; bu tür operasyonları sürdürmek için siyasi irade olmadığını söyleyebiliriz. ABD’de gerçekleşen 11 Eylül Saldırıları büyüklüğünde bir eylem daha meydana gelmedikçe bu yönde bir değişikliğin olmasını düşünmek güç. Ancak bu, politika yapıcıların terör tehditlerini tamamen görmezden gelebileceği veya yalnızca özel harekat güçlerinin hava saldırıları ve operasyonlarıyla ortadan kaldırabileceği anlamına gelmez.

Yarım kalan çözüm
Terörle mücadele, isyan bastırmaktan farklıdır. Terörle mücadele, belirli bireyleri ve grupları hedef alınmasını, isyan bastırma ise sivillerin korunmasını temel alır. Yüksek teknolojiyle donatılmış ordular için terörle mücadele diğerlerinden daha pratik ve hırsın daha az olduğu bir strateji gibi görünebilir. Ancak İsrail’in Hamas ve Hizbullah’la mücadelesinde ortaya çıktığı üzere asıl sorun, terörle mücadele operasyonlarının terör örgütlerinin eylemlerini bozabilse de onları yenememesidir. Teröristler, kontrolleri altındaki bölgelerden hareket ettikleri sürece hava saldırıları veya özel hareket güçleri (komandolar) tarafından düzenlenen operasyonlarda kaybettiklerinin yerini her zaman doldurabilirler.
Bu konuda ABD’nin bizzat kendisi, El Kaide ve diğer İslami eğilimli terör örgütlerine karşı hiç bitmeyen savaşında terörle mücadele stratejisinin sınırlarını gösterdi. Sonuç olarak Usame bin Ladin, ABD’nin 1998 yılında kruz (seyir) füzeleriyle Afganistan'daki El Kaide mevzilerini ve yapılarını hedef almasına rağmen 11 Eylül Saldırıları’nı gerçekleştirmeyi başardı. ABD yirmi yıldır askeri operasyonlarına devam etse de El Kaide halen varlığını sürdürüyor. Üstelik bunu sadece Pakistan'daki merkezi altyapısı düzeyinde değil, aynı zamanda Kuzey Afrika, Somali, Yemen ve diğer yerlerdeki uzantıları ile yapıyor. Başlangıçta El Kaide'den ayrı olan DEAŞ'ın bugün Afganistan, Mozambik ve Nijerya gibi çeşitli ülkelerde binlerce savaşçısı ve kendisiyle bağlantılı üyesi var. Siyasi analist Bruce Hoffman yaptığı değerlendirmede, bugün cihadi selefiliğe (selefi cihadizm) inanan terör örgütlerinin sayısının 11 Eylül saldırıları döneminden en az dört kat daha fazla olduğu tahmininde bulundu. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ve arkasında kesinlikle herhangi bir hükümet tarafından yönetilmeyen geniş alanlar bırakacak olması, hem El Kaide'nin hem DEAŞ'ın konumunun güçlenmesine yol açacaktır.
Terörle mücadele operasyonları gerekli olsa da bu, cihatçı grupların veya aşırılık yanlısı örgütlerin oluşturduğu tehditle başa çıkmak için yeterli değildir. ABD Ortak Özel Harekât Komutanlığı (U.S. Joint Special Operations Command), 2003-2006 yılları arasında Irak'ta birçok terörist lideri öldürmeyi veya yakalamayı başardı. Ancak General Petraeus, "tahliye et, koru ve inşa et" olarak bilinen üç sac ayağı üzerine kurulu bir yaklaşımın getirilmesini gerektiren kapsamlı bir kontrgerilla stratejisi uygulamaya başlayana kadar ülkedeki genel durumda pek bir değişiklik olmadı. Bu strateji sadece isyancıların kalelerini ortadan kaldırmakla sınırlı değildi. Aynı zamanda bu bölgelerde güvenliği sağlamayı, bu bölgelerde konuşlu güçlerle 7/24 kontrolü sıkılaştırmayı,  gerekli devlet desteğini elde etmeyi ve Sünni isyancılara ulaşmak için bir operasyon düzenlemeyi de kapsıyordu.
Bugün şiddet yanlısı İslami eğilimli grupların ve diğer isyancı yapıların aktif olduğu ülkelerde hükümetlerin benzer operasyonlara ihtiyaç duyduğu bir gerçek. Ancak ABD kuvvetleri bu tür bir görevi ne tek başına üstlenebilir ne de gerçekleştirebilir. ABD, müttefik ordulara ve hükümetlere, tehditlerle kendi başlarına mücadele etmeleri için yardım sağlamaya odaklanmalı.

“Kontrgerilla, sürekli eğitim ve uygulama gerektiren, sürdürülebilir bir stratejidir
Bu görevin askeri danışmanlardan oluşan sivil ve askeri ekiplerin yanı sıra CIA, Dışişleri Bakanlığı, Tarım Bakanlığı ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) gibi askeri olmayan kuruluşların temsilcilerinin sorumluluğunda olması gerekiyor. Bu çalışmalarda yer almak için kapasitelerini geliştirmeleri gereken bu sivil idarelerin dehası var. Askeri tarafta ise danışma ve destek odaklı operasyonlar, ABD Ordusu Özel Harekât Kuvvetleri (Yeşil Bereliler) ve 2018'de yeni kurulan ABD Güvenlik Gücü Yardım Tugayı'nın (SFAB) temel becerileri üzerine inşa edilmiştir. SFAB, ABD ordusunun, mevcut muharebe birimlerinin çalışmalarını aksatmadan yabancı kuvvetlere tavsiyede bulunma yeteneklerini arttırmak amacıyla kurulmuştur. Bugün bu taburların sayısı beşi saha hizmetinde aktif ve bir diğeri de Ulusal Muhafızlar’da olmak üzere altıdır. Yeşil Bereliler için de aynı durum geçerli. Bu birimler, operasyonlarının Afrika, Avrupa, Ortadoğu, Pasifik bölgesi ve Güney Amerika’yı kapsayan coğrafi düzeyde koordinasyonu ile öne çıkıyor.
Bu coğrafi uzmanlık, SFAB'a bulunduğu bölgelerde uzmanlığını geliştirmesi ve operasyonlarında sürekliliği sağlamasına yardımcı olacaktır. Bu durum, hayati ve görev açısından kritik bir kombinasyon oluşturmaktadır. Başarısı veya başarısızlığı, ev sahibi ülkelerdeki askeri güçlerin güvenini kazanmaya bağlıdır. SFAB’lar, ABD’nin müttefiklerinin ortak düşmanlarla nispeten düşük maliyetle ve ABD kuvvetleri için daha düşük risklerle savaşmasına yardımcı olmak için insansız hava araçları (İHA) ve hassas güdümlü mühimmat dahil olmak üzere üstün Amerikan teknolojisinin sunduğu avantajlardan da yararlanma imkanına sahip.
Kontrgerilla stratejisinin önümüzdeki yirmi yılda ABD askeri operasyonları için son yirmi yılda olduğu kadar önemi kalmayacak. Ancak kontrgerilla, ilkeleri ve uygulamaları yaygınlaştırılması gereken sürdürülebilir bir strateji olmaya devam ediyor. ABD ordusu (Rusya'nın Çeçenistan’da yaptığı gibi) esasen ABD gibi demokrasiler açısından tiksindirici bir politika olan yanmış toprak stratejisinin uygulandığı operasyonlara katılmaya istekli olmadığı sürece teröristlerin güvenli limanlarını ortadan kaldırmanın başka bir yolu yoktur.
Özetle, ABD liderliğindeki kontrgerilla operasyonlarını yurt dışında sürdürmenin maliyeti Amerikalılar için son derece yüksek olmaya devam ediyor. Fakat Washington, gerektiğinde danışmanlık ve yardım sağlayarak müttefiklerinin bu tür operasyonları yerine getirmelerine yardımcı olmaya devam edebilir. Afganistan deneyimi, tıpkı bu yaklaşımı eleştirenlerin iddia ettiği üzere kontrgerilla deneyiminin kolayca başarısız olabileceğini gösteriyor. Ama henüz daha iyi bir alternatifi bulunamadı.

Max Boot: Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Jeane J. Kirkpatrick Ulusal Güvenlik Çalışmaları Merkezi’nde üst düzey araştırmacı ve “The Road Not Taken: Edward Lansdale and the American Tragedy in Vietnam” (Alınamayan Yol: Edward Lansdale ve ABD’nin Vietnam’daki Trajedisi) kitabının yazarı

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia'dan çevrilmiştir.

 


Lazzarini: İsrail, Gazze kentinde dört günde 10 UNRWA binasını bombaladı

Dün Gazze kentinde İsrail’in düzenlediği hava saldırılarının yol açtığı hasarı inceleyen Gazzeliler (Reuters)
Dün Gazze kentinde İsrail’in düzenlediği hava saldırılarının yol açtığı hasarı inceleyen Gazzeliler (Reuters)
TT

Lazzarini: İsrail, Gazze kentinde dört günde 10 UNRWA binasını bombaladı

Dün Gazze kentinde İsrail’in düzenlediği hava saldırılarının yol açtığı hasarı inceleyen Gazzeliler (Reuters)
Dün Gazze kentinde İsrail’in düzenlediği hava saldırılarının yol açtığı hasarı inceleyen Gazzeliler (Reuters)

Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) Genel Komiseri Philippe Lazzarini, İsrail'in sadece son dört günde Gazze Şeridi’nin Gazze kentinde aralarında şu an binlerce yerinden edilmiş kişinin barınak olarak kullandığı yedi okul ve ikisi kliniğin de olduğu 10 UNRWA binasını bombaladığını açıkladı.

İsrail, birkaç gün önce Gazze kentindeki yüksek katlı konut binalarını kademeli olarak yıkmaya başladı. Bu durum, yerinden edilmiş ailelerin sayısını artırdı ve onları zorla yerinden etti. Filistin resmi haber ajansı WAFA'nın bugün aktardığı bir habere göre insan hakları örgütleri, bunun amacının kent sakinlerini güneye kaçmaya zorlamak olduğu konusunda uyardı.

Lazzarini, UNRWA tarafından sosyal medya platfromu X hesabından paylaşılan açıklamasında, hava saldırılarının yoğunlaştığı Gazze kentinde ve Gazze Şeridi’nin kuzeyinde güvenli bir yer ve güvenli bir kimse olmadığını, bu durumun daha fazla Filistinliyi bilinmeyene kaçmaya zorladığını vurguladı.

Lazzarini’nin açıklaması şöyle devam etti:

“Gazze Şeridi’nin kuzeyinde bulunan ve sağlık hizmeti verilen tek yer olan eş-Şati Mülteci Kampı’ndaki sağlık hizmetlerini askıya almak zorunda kaldık. Hayati önem taşıyan su ve hijyen hizmetlerimiz ise şu anda sadece yarı kapasiteyle çalışıyor.”

Sadece son dört gün içinde Gazze kentinde 10 UNRWA binasının hedef alındığını belirten UNRWA Genel Komiseri, acil ateşkes çağrısında bulundu.

Hamas, İsrail ordusunun 11 Ağustos'tan bu yana en az bin 600 konut binası ve 13 bin çadırı bombaladığını açıkladı.

Yerel yetkililere göre İsrail’in yaklaşık iki yıldır Gazze Şeridi’nde yürüttüğü savaş sırasında 64 binden fazla insan öldü.


Netanyahu: Trump İsrail'in en büyük dostu, Rubio: Hamas silahlarını bıraksın!

İsrail Başbakanı Netanyahu, bugün Kudüs'te yapılan toplantı öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Rubio ile tokalaşırken (EPA)
İsrail Başbakanı Netanyahu, bugün Kudüs'te yapılan toplantı öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Rubio ile tokalaşırken (EPA)
TT

Netanyahu: Trump İsrail'in en büyük dostu, Rubio: Hamas silahlarını bıraksın!

İsrail Başbakanı Netanyahu, bugün Kudüs'te yapılan toplantı öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Rubio ile tokalaşırken (EPA)
İsrail Başbakanı Netanyahu, bugün Kudüs'te yapılan toplantı öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Rubio ile tokalaşırken (EPA)

ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio bugün, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile bir araya geldi. Görüşme, İsrail'in en yakın müttefiki ABD’nin Gazze'de ateşkes sağlanması yönündeki çabalara engel teşkil eden Katar'a yönelik hava saldırılarına dair endişelerini dile getirmesinin ardından gerçekleşti.

Netanyahu, Rubio ile görüşmesinin ardından düzenlenen ortak basın toplantısında ‘İsrail'in ABD’den daha iyi bir müttefiki olmadığını, ABD Başkanı Donald Trump'ın dünyayı daha iyi bir yer haline getirdiğini ve İsrail'in en büyük dostu olduğunu’ söyledi. İsrail Başbakanı, ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun ziyaretinin, ABD’nin terörle mücadelede İsrail'in yanında olduğu mesajını açıkça verdiğini vurguladı.

Gazze'de tutulan İsrailli rehineleri kurtarmakta kararlı olduklarını söyleyen Netanyahu, “Hamas'ı yenmeliyiz. Hamas’ın Katar'daki liderlerini bombalama kararımız, İsrail'in bağımsız bir kararıydı ve saldırının tüm sorumluluğunu üstleniyoruz” dedi.

dfrgt
ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Kudüs'ün Eski Şehir bölgesinde Ağlama Duvarı'nı ziyaret ettiler (AP)

Öte yandan ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, şunları söyledi:

“İsrail ile dostluğumuz barışın ötesinde teknoloji ve ekonomiye kadar uzanıyor. Hamas, silahlı faaliyetlerini sürdürerek barış ve istikrarı tehdit etmeye devam edemez. Başkan Trump bu konuda kararlı.”

ABD’nin Katar'ı Gazze Şeridi ile ilgili üstlendiği yapıcı rolünü sürdürmesi için teşvik edeceğini belirten Rubio, Hamas'ın silahlarını teslim edip pes etmesi gerektiğini vurgulayarak, “Bu hedefe ulaşmak için ilerliyoruz” dedi.

Rubio, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Hamas, bölgenin istikrarını tehdit eden silahlı bir örgüt olmaktan vazgeçmeli, aksi takdirde barış için hiçbir şans kalmaz.”

ABD Dışişleri Bakanı, İsrail ile ABD arasındaki dayanışmanın vurgulandığı bu ziyaretinin tarihini, Fransa ve Suudi Arabistan'ın Birleşmiş Milletler'de (BM) Filistin devletini tanımak için düzenlediği ve Netanyahu tarafından kınanan zirveden bir hafta önceye denk getirdi.

Donald Trump yönetimi, İsrail’in geçtiğimiz hafta ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük hava üssünün bulunduğu Katar topraklarına düzenlediği hava saldırısı karşısında şaşkına döndü. Saldırı, ABD tarafından Gazze Şeridi'nde ateşkes için sunulan yeni öneriyi görüşmek üzere bir araya gelen Hamas'ın üst düzey liderlerine suikast düzenlemek amacıyla gerçekleştirildi.

Trump yıllardır Netanyahu'nun en sadık savunucularından biri olmasına rağmen, dün yaptığı açıklamada ülkesinin Katar'a desteğini yineledi.

Trump, gazetecilere yaptığı açıklamada şunları söyledi:

“Katar çok büyük bir müttefik. Bu yüzden İsrail ve diğerleri dikkatli olmalı. İnsanlara saldırdığımızda dikkatli olmalıyız.”

Öte yandan Netanyahu dün Kudüs'teki Ağlama Duvarı'nda Rubio ile dua ederken, ABD ile ittifakın hiç bu kadar güçlü olmadığını belirtti.

Trump, 9 Eylül'de İsrail'in Doha'ya yaptığı benzeri görülmemiş saldırıdan duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirmiş olsa da Rubio da cumartesi günü İsrail'e gitmeden önce Trump'ın saldırıdan ‘memnun olmadığını’ doğruladı, ancak bu anlaşmazlığın ‘ABD-İsrail ilişkilerinin niteliğini değiştirmeyeceğini’ vurguladı.

Rubio, Netanyahu ile İsrail'in yıkılmış Gazze Şeridi'nin en büyük kentsel merkezi olan Gazze kentini kontrol altına alma planlarını ve İsrail hükümetinin bir Filistin devletinin kurulmasını engellemek amacıyla Batı Şeria'nın bazı bölgelerini ilhak etme konusundaki görüşlerini tartışacağını da sözlerine ekledi.

dfgt
ABD Dışişleri Bakanı Rubio dün Kudüs'ün Eski Şehir bölgesindeki Ağlama Duvarı'nı ziyaret ettiği sırada İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve ABD'nin İsrail Büyükelçisi Mike Huckabee arasında dururken (Reuters)

Rubio, Trump'ın 7 Ekim 2023'te kaçırılan İsrailli rehinelerin salıverilmesi ve Hamas'ın oluşturduğu tehdidin sona ermesiyle Gazze savaşının ‘sonlanmasını’ istediğini vurguladı.

“Ebedi başkent”

ABD, Avrupa ülkelerinin aksine, kuşatma altındaki ve enkaza dönen Gazze Şeridi'ndeki giderek kötüleşen insani krizi önlemek ve savaşı sona erdirmek için İsrail'e baskı yapmaktan kaçındı.

Dindar bir Katolik olan ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Yahudilerin dua edebileceği en kutsal yer olan Ağlama Duvarı’nda (Batı Duvarı) dua ettikten sonra sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımda Kudüs'ün İsrail'in ‘ebedi başkenti’ olduğuna olan inancını yansıttığını yazdı.

Fransız Haber Ajansı AFP’ye göre ABD başkanları, Trump'ın ilk başkanlık dönemine kadar İsrail'in doğusunu işgal ettiği Kudüs üzerindeki egemenliğini destekleyen bu tür açıklamalar yapmaktan kaçındı ve ABD, İslam'ın en kutsal mekanlarından biri olan Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu Kudüs’ün statüsü konusunda tarihte hep tarafsız görünmeye çalıştı.

cdfgt
ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ve eşi dün Kudüs'ün Eski Kent bölgesindeki Batı Duvarı tünellerinde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eşi ile ABD’nin İsrail Büyükelçisi Mike Huckabee ve eşiyle birlikte kameralara poz verdi (AP)

Trump, önceki başkanlığı sırasında ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğini Kudüs'e taşıma kararı alarak, uluslararası arenada Kudüs'ün tamamının İsrail'in başkenti olarak tanınmasına karşı var olan mutabakata aykırı olan tarihi bir adım atmıştı.

Öte yandan Hamas tarafından yapılan açıklamada, Rubio'nun Mescid-i Aksa'nın ayrılmaz bir parçası olan Batı Duvarı'na yaptığı ziyaret, duvarın üzerinde bulunan Mescid-i Aksa’nın kutsallığına açıkça yapılan bir saldırı ve ‘işgal altındaki Kudüs'teki tarihi ve hukuki statükonun açık bir ihlali’ olarak nitelendirildi.

Tartışmalı tünel

Diğer taraftan Rubio'nun bugün Filistin bölgesi Silvan Mahallesi’nin altından geçerek Mescid-i Aksa yakınlarındaki Yahudi yerleşim yerlerine ulaşan, ziyaretçilere ayrılmış tünelin açılış törenine katılması planlanıyor.

Projenin Filistinliler arasında, kendilerini baskı altına alacağı ve evlerinin temellerini tehlikeye atabileceği yönünde endişelere yol açtığı belirtiliyor.

Mescid-i Aksa ve Eski Şehir surlarının bitişiğindeki Filistin mahallesi Silvan sakinlerinin sözcüsü Fahri Ebu Diyab (63), Rubio'nun gelip İsrail tarafından kendi evleri dahil olmak üzere yıkılan evleri görmesi gerektiğini söyledi. Filistinliler, bu tünelin, bu kutsal şehirdeki varlıklarını yok etmek için sistematik bir kampanya olduğunu düşünüyor.

Ebu Diyab, sözlerini şöyle sürdürdü:

“ABD, uluslararası hukuku savunmak yerine aşırılık yanlılarının ve aşırı sağcıların yolundan giderek tarihimizi görmezden geliyor.”

ABD Dışişleri Bakanı Rubio, cumartesi günü kendisine yöneltilen ziyaretiyle ilgili bir soruya verdiği yanıtta ziyaretin siyasi boyutunu küçümseyerek, Kudüs’ün ‘dünyanın en önemli arkeolojik alanlarından biri’ olduğunu söylemekle yetindi. Ancak Filistinliler, insan hakları grupları ve uluslararası örgütler, İsrail'in 1967 yılındaki işgalinin ardından ilhak ettiği Doğu Kudüs üzerindeki egemenlik iddialarını meşrulaştırdığı için bu tür görüşlere karşı çıkıyor.


İki Devletli Çözümün Uygulanmasına İlişkin New York Bildirgesi: Bir takvim bekleyen bir yol haritası

Ekranlar, ABD, New York'taki BM Genel Merkezi'nde Filistin sorunu ve iki devletli çözümün uygulanması konusunda yapılan BM Genel Kurulu oylamasında kullanılan oy sayılarını gösteriyor, 12 Eylül 2025
Ekranlar, ABD, New York'taki BM Genel Merkezi'nde Filistin sorunu ve iki devletli çözümün uygulanması konusunda yapılan BM Genel Kurulu oylamasında kullanılan oy sayılarını gösteriyor, 12 Eylül 2025
TT

İki Devletli Çözümün Uygulanmasına İlişkin New York Bildirgesi: Bir takvim bekleyen bir yol haritası

Ekranlar, ABD, New York'taki BM Genel Merkezi'nde Filistin sorunu ve iki devletli çözümün uygulanması konusunda yapılan BM Genel Kurulu oylamasında kullanılan oy sayılarını gösteriyor, 12 Eylül 2025
Ekranlar, ABD, New York'taki BM Genel Merkezi'nde Filistin sorunu ve iki devletli çözümün uygulanması konusunda yapılan BM Genel Kurulu oylamasında kullanılan oy sayılarını gösteriyor, 12 Eylül 2025

Remzi İzzeddin Remzi

Filistin devletinin kuruluşu yolunda önemli bir dönüm noktası yaşandı. 12 Eylül'de BM Genel Kurulu, geçen temmuz ayında kabul edilen “Filistin Sorununun Barışçıl Çözümü ve İki Devletli Çözümün Uygulanmasına İlişkin New York Bildirgesi”ni onaylayan kararı 142 oy gibi ezici bir çoğunlukla kabul etti.

ABD ve İsrail dahil olmak üzere yalnızca 10 ülke karara karşı çıkarken, 12 ülke çekimser kaldı. İlginç bir şekilde, Avrupa Birliği'nin (AB) 25 üyesi kararı desteklerken, Macaristan tek başına aleyhte oy kullandı, Çek Cumhuriyeti ise çekimser kaldı.

Manda yönetimindeki Filistin'in Filistin ve İsrail olmak üzere iki devlete bölünmesini öngören ve İsrail Devleti'nin kuruluşunun hukuki temelini oluşturan 1947 Genel Kurul kararının tam olarak uygulanması için hâlâ yapılması gereken çok iş var.

Bildirge, üye devletlerin bir Filistin devletinin kurulması yolunda benimseyecekleri net kilometre taşlarını ve hem olumlu hem de olumsuz belirli icraatları ortaya koyan bir “yol haritası” içeriyor. Ancak, bildirge ne yazık ki bu icraatların uygulanması için net bir takvim belirtmiyor.

Bildirge’nin kabulüyle birlikte, belirli icraatların kesin takvimlere bağlanmasını gerektiren uygulama aşamasına geçilmesi gerekiyor. Burada sorun, bu icraatların ne olması ve ne zaman uygulanması gerektiğinin belirlenmesinde yatıyor. Bu icraatlardan bazıları hemen uygulanabilirken, diğerleri önceden hazırlık gerektiriyor ve hemen uygulanamaz.

Filistin devletinin kurulması da dahil olmak üzere, bir çözüm için kabul edilmiş uluslararası parametreleri içeren bir kararın benimsenmesi için çaba gösterilmeli

Bir sonraki önemli dönüm noktası, 22 Eylül'de, aralarında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın da bulunduğu çok sayıda devlet ve hükümet başkanının katılacağı tahmin edilen, büyük bir heyecanla beklenen liderlik zirvesidir. Fransa ve İngiltere gibi önemli ülkelerin, toplantı sırasında Filistin devletini resmen tanıdıklarını duyurmaları bekleniyor. Tahminler bu tarihe kadar, 193 BM üye ülkesinden yaklaşık 160'ının Filistin Devleti'ni tanıyacağına işaret ediyor; bu sayı, İsrail'i tanıyan ülke sayısına (164 ülke) oldukça yakın. Bu duyuru, uygulama aşamasındaki ilk somut adımı teşkil edecek.

cdf
Yumruğunu havaya kaldırmış bir aktivist, Fransa'nın Akdeniz adası Korsika'nın Ajaccio şehrinde, insani yardım taşıyan filoyu ve “Gazze kuşatmasını kırmaya” söz veren aktivistleri desteklemek için bir araya gelenler ile birlikte Filistin bayrağı sallıyor, 12 Eylül 2025 (AFP)

Ünlü Fransız siyasetçi ve Avrupa Birliği'nin mimarlarından Jean Monnet, “Bir sorun çözümsüz görünüyorsa, bağlamı değiştirin!” derdi. Filistin-İsrail çatışmasının çözüm süreci tam da bunu gerektiriyor. İsrail'e karşı, özellikle Ekim 2023'ten bu yana sergilediği meşum tutum göz önüne alındığında, her şey normalmiş gibi davranmak artık mümkün değil. İsrail, birçok devletin egemenliğini ihlal ederek ve insan hayatını hiçe sayarak uluslararası ve insani hukukun tüm ilkelerini ihlal etti.

Uygun icraatların belirlenmesine yardımcı olmak için aşağıdaki noktalar dikkate alınmalı.

Öncelikle, artık bekleme lüksümüz yok. Filistinliler, neredeyse her gün, devlet hayallerinin solmakta olduğuna tanık oluyorlar. Bu nedenle bu süreç durdurulmalı. İsrail halkının da Binyamin Netanyahu liderliğindeki İsrail hükümetinin politikalarının yıkıcı sonuçlarını acilen fark etmesi gerekiyor.

İkincisi, Netanyahu hükümetinin herhangi bir barış sürecine dahil olmaya uygun bir taraf olmadığı açık ve net olmalı. Netanyahu, bir Filistin devletinin kurulmasına izin vermeyeceğini ve bölgesel güvenliğe ilişkin kendi vizyonunu dayatmak da dahil olmak üzere askeri güç yoluyla Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmeyi hedeflediğini açıkça beyan etti.

Üçüncüsü, Trump yönetiminin tutumları öngörülemez olmaya devam edecektir. Bu nedenle, uluslararası toplum, ABD yönetiminin alması beklenen tutumlardan aşırı derecede etkilenmemeli; aksine, en iyisi için çabalamalı ve en kötüsüne hazırlıklı olmalı. Yine de bu belirsizlik, uluslararası toplumun çoğunluğunu bir Filistin devletinin kurulması için uygun gördüğü icraatları benimsemekten alıkoymamalı.

Somut adımlar BM düzeyinde ve ABD ile de dahil olmak üzere ikili düzeyde atılabilir.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre BM Genel Kurulu'nda, İsrail'in Filistinlilere karşı savaşını sürdürme kabiliyetini sınırlamak, bölgesel hegemonya hırslarını frenlemek için en azından İspanya tarafından açıklananlar dahil olmak üzere bir dizi özel yaptırım içeren bir karar kabul edilebilir. Bu önlemler arasında silah ambargosu, savaş uçaklarına yakıt ikmali yasağı, silah veya yakıt taşıyan gemilerin limanlara yanaşmasının engellenmesi, İsrail'e savunma ekipmanı taşıyan uçaklara hava sahasının kapatılması ve daha fazlası yer alabilir. İsrail mevcut politikalarını sürdürmekte ısrar ederse, Genel Kurul'da faaliyetlerini askıya almak için kesin bir tarih belirlenmeli. Bunun bir emsali de var; Apartheid rejimi tarafından yönetilen Güney Afrika.

Genel Kurul'a ek olarak, Güvenlik Konseyi aracılığıyla da alınacak tedbirler düşünülmeli. Filistin devletinin kurulması dahil olmak üzere, uluslararası alanda kabul görmüş parametreleri içeren ve bölgesel bir güvenlik mimarisi çağrısında bulunan bir çözüm kararının kabul edilmesi için çaba gösterilmeli. Konsey ayrıca, İsrailli kişi ve kuruluşları yaptırım listelerine dahil etme çağrısında da bulunabilir. Buna ek olarak, İsrail, Gazze Şeridi'nde yarattığı büyük yıkımın sorumluluğunu taşıdığı için, Gazze'nin yeniden inşasını finanse etme sorumluluğundan muaf tutulmamalı. Bu bağlamda, Konsey, Filistinli mağdurların tazmin edilmesi ve yeniden inşa çalışmalarına katkıda bulunulması amacıyla, İsrail doğal gaz gelirlerinin sıkı denetim altında ihraç edilmesine izin verme çağrısı yapabilir. Irak'ta uygulanan “petrol karşılığında gıda” programında bunun bir emsali bulunuyor.

Birçok ülke, BM Genel Kurulu'nun veya münferit olarak ülkelerin Filistin devletini tanıma yönündeki herhangi bir hamlesine İsrail'in vereceği tepkiden endişe duyuyor

 ABD'nin bu icraatlara muhtemelen karşı çıkacağı gerçeği, geri adım atmak için bir sebep olmamalı. Şimdi taslak kararlar sunulabilir ve sonra kabul edilmeleri için uygun koşullar sağlanana kadar ertelenebilir. Konsey'in bu icraatları görüşüyor olması bile, daha sonrası için temel olabilecek bir başarıdır. ABD'nin beklenen muhalefeti göz önüne alındığında, yukarıdaki tüm girişimlerin BM bütçesine etkileri olacağı aşikar. Bu nedenle üye devletler böyle bir olasılığı dikkate almaya hazırlıklı olmalı.

cdfgt
BM Genel Kurulu üyeleri, ABD, New York'taki BM Genel Merkezi’nde Filistin sorunu ve iki devletli çözümün uygulanması hakkında oylama yapıyor, 12 Eylül 2025 (Reuters)

İkili olarak, ülkeler bildirgede yer alan yaptırımlardan kendi özel durumlarına uygun olanı seçebilirler, ancak en azından İsrail'in savaşlarını sürdürmesini engelleyecek olanları benimsemeliler. Aynı zamanda, ABD'nin muhalefetine rağmen, kendisini bildirgenin özüne dahil etmenin yollarını araştırmak da önemli. İsrail'in bölgesel güvenlik vizyonuna alternatif bir vizyon sunmak bu yollardan biri olabilir.  

Bazıları, önerilen her iki yolu aynı anda izlemeyi gerçekçi bulmayabilir, hatta belki de ters etki yaratabileceğini düşünebilir. Ama ben tam aksine inanıyorum. Bu adımlar, İsrail halkını hükümetlerini değiştirmeye teşvik edebilir ve hatta Trump yönetimini, özellikle de son anketlerin gösterdiği gibi, kamuoyu desteğindeki düşüş göz önüne alındığında, tutumunu yeniden değerlendirmeye sevk edebilir.

Birçok ülkenin, İsrail'in BM Genel Kurulu’nun veya ülkelerin münferit olarak bir Filistin devletini tanıma yönündeki herhangi bir hamlesine vereceği tepkiden endişe duyduğunun farkındayım. İsrail'in, şu veya bu şekilde, Batı Şeria'yı ilhak etme yolunda ilerlemeye devam etmesi ve buna karşı çıkan herhangi bir ülkeye karşı cezalandırıcı önlemler alması bekleniyor. Bu ülkelere şunu söylemek isterim; bu, hiçbir fark yaratmayacak, çünkü Netanyahu hükümeti her halükarda Batı Şeria'nın bazı kısımlarını ilhak edeceğini açıklayacak ve Gazze'de sürgün politikasını uygulamaya devam edecek.

Ancak sessiz kalmak artık ahlaki açıdan kabul edilebilir değil.