Çin’i Rusya’dan ayırmanın mükemmel yolu

Washington, Moskova'nın Pekin ile yaptığı kötü evlilikten kurtulmasına yardım etmeli

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Kasım 2019'da Brezilya'da bir araya gelmişlerdi (‏‎Marcelino Oxley - Reuters)
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Kasım 2019'da Brezilya'da bir araya gelmişlerdi (‏‎Marcelino Oxley - Reuters)
TT

Çin’i Rusya’dan ayırmanın mükemmel yolu

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Kasım 2019'da Brezilya'da bir araya gelmişlerdi (‏‎Marcelino Oxley - Reuters)
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Kasım 2019'da Brezilya'da bir araya gelmişlerdi (‏‎Marcelino Oxley - Reuters)

Charles A. Kupchan
Washington, Çin’in yarattığı zorluklarla baş edebilmek için etkili bir strateji geliştirmeye çalışırken ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin en görünür avantajlarından birine, yani küresel ittifak ağına güvenme konusunda ne kadar haklı olduğunu kanıtladı. Fakat Biden’ın, bir yandan Pekin’i evcilleştirmek amacıyla bir ittifak kurarken diğer yandan Çin'in uluslararası ortaklıklarını zayıflatarak denklemin diğer tarafında da çalışması gerekiyor. Biden, her ne kadar Çin’in yükselişini durduramayacak olsa da baş ortağı Rusya'yı Çin’den uzaklaştırmaya çalışarak Pekin’in nüfuzunu sınırlayabilir.
Ne var ki Çin-Rusya ortaklığı, Çin’in ABD karşısında artan rolünün ve nüfuzunun yarattığı zorluğu daha da çetin hale getiriyor. Pekin ve Moskova arasındaki ortak eylem, küresel kurumların kontrolü için verilen savaşta ve demokrasi ile liberal olmayan alternatifler arasındaki küresel rekabette, Çin’in hırsını ve dünyanın farklı yerlerindeki nüfuzunu güçlendiriyor. Çin’in artan gücü, Rusya’nın dünya sahnesinde gerçek boyutunun ötesinde bir nüfuza sahip olmasına izin verirken Moskova'nın Avrupa ve ABD’deki demokratik yönetimi baltalama kampanyasını da destekliyor.
“Çin ve Rusya arasındaki ilişki, 1950'lerdeki Çin-Sovyetler Birliği yakınlaşmasına benzemeye başladı
Her ne kadar Çin ve Rusya arasındaki ilişki güçlü görünse de arka planda bir takım sıkıntılar söz konusu. Yükselen ve kendine güvenen ve çıkarlarıyla ilgilenen bir Çin ile gücü istikrarlı olmayan durgun ve güvensiz bir Rusya arasındaki kapsayıcı ilişki, eşitsiz bir ilişkidir. Bu durum, Biden'a bir fırsat sunuyor. Biden yönetimi iki ülkeyi birbirinden uzaklaştırmak için Rusya'nın Çin'in küçük ortağı statüsüyle ilgili endişelerini kullanmalı. Biden, Rusya'nın Çin ile ilişkilerinde belirgin olan zayıf noktalarını düzeltmesine, yani Moskova'nın kendisine gerçekten yardım etmesine yardım ederek Moskova’yı Pekin’den uzaklaşmaya cesaretlendirebilir. Çünkü Rusya’yı Çin’den ayırmak, her iki ülkenin da hırslarına pranga vuracak ve ABD’nin demokratik ortaklarıyla birlikte, liberal değerlerini savunmasını kolaylaştıracaktır. Ayrıca giderek çok kutuplu ve ideolojik çeşitliliğe sahip bir dünyada barışçıl bir uluslararası düzen şekillendirecektir.

Eşit olmayan ortaklık
Çin ile Rusya arasındaki ilişki bir çıkar evliliği olabilir, ama çok etkili bir evliliktir. Çin genel olarak, uluslararası sahnede tek başına hareket etmekte ve diğer ülkelerle serbest ticareti ve karşılıklı ilişkileri tercih etmektedir. Fakat Rusya ile ilişkisi bir istisnadır. Bugün Pekin ve Moskova’nın arasında, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından kullanılan bir terim olan ‘ittifak benzeri’ bir ilişki vardır. Bu ilişki, ABD dolarının küresel ekonomideki hakimiyetini azaltma çabaları da dahil olmak üzere ekonomik bağların derinleştirilmesini öngörüyor. Çin ve Rusya’nın vatandaşlarını kontrol etmek ve izlemek için ortak bir dijital teknoloji kullanmaları, dünya demokrasilerinde çatışma tohumları ekti. İki ülke arasında ortak askeri tatbikatların yapılmasının yanı sıra Rusya'dan Çin'e gelişmiş silah sistemlerinin yanı sıra teknoloji transferi gibi savunma alanında iş birliği de var.
Rusya'nın Çin'e yönelik eğilimine, NATO'nun doğu sınırlarının Rusya'nın batı sınırlarına kadar genişlemesiyle derinleşen Batı'ya yabancılaşması eşlik etti. Avrupa Birliği (AB) ve ABD’nin 2014 yılında Kırım’ı ilhak etmesi ve Ukrayna’nın doğusundaki askeri müdahalesi nedeniyle Rusya'ya yaptırımlar uygulamasının ardından Moskova, Pekin ile ilişkilerini geliştirme çabalarını hızlandırdı. Pekin de Moskova’ya aynı şekilde karşılık verdi ve ABD ile artan ekonomik ve stratejik rekabeti çerçevesinde nüfuzunu artırmak için Moskova’ya doğru bir eğilim gösterdi. Şi Cinping, 2013 yılında Çin’in devlet başkanı olmasından bu yana Putin ile yaklaşık 40 kez yüz yüze veya telefon aracılığıyla görüştü.
Çin ve Rusya arasındaki ilişki, gerçekçi bir dünya görüşüne dayanıyor. Her iki ülkenin de bu ilişkiden karşılıklı ve bireysel çıkarları var. Aralarındaki diplomatik ortak eylem, Batının jeopolitik ve ideolojik olarak sınır tanımayan bir hırsı olarak gördükleri tutumu karşısında direnme konusundaki ortak hedeflerini temsil ediyor. Bu ortaklık, Rusya'nın stratejik dikkatini batı sınırlarına, Çin'in stratejik dikkatini ise deniz kanadına vermesine olanak sağlıyor. Rusya ayrıca Çin'e enerji ve silah satışından önemli gelir elde ederken, Çin de Rus yapımı silahların yardımıyla ekonomisini geliştirmeye ve askeri kapasitesini artırmaya çalışıyor.
Ancak iki ülke ‘doğal ortaklar’ değil, yani aynı inanç, amaç ve çıkarlarla bağlı değiller. Tarihe bakıldığında iki ülke arasında her zaman rekabetçi bir ilişki olmuştur. Uzun süredir devam eden rekabetlerinin kaynakları neredeyse hiç değişmemiştir. Kremlin, güç gerçeğine karşı oldukça hassastır ve yaklaşık 150 milyon nüfuslu durgun bir Rusya'nın, yaklaşık 1,5 milyar nüfuslu canlı bir Çin ile boy ölçüşemeyeceğini çok iyi bilir. Çin ekonomisinin Rusya ekonomisinin neredeyse 10 katı büyüklüğünde olmasının yanı sıra Çin, inovasyon ve teknoloji söz konusu olduğunda Rusya’dan tamamen farklı bir seviyededir. Çin’in Kuşak-Yol Girişimi (BRI), Rusya’nın Orta Asya’daki geleneksel nüfuz alanında derin atılımlar gerçekleştirirken Kremlin, Çin'in Kuzey Kutbu için de planları olması nedeniyle haklı olarak endişe ediyor.
Bu farklılıklara rağmen Rusya'nın Çin'e bağlılığını sürdürmesi, Moskova’nın Batı’ya duyduğu kızgınlığın güçlü bir işaretidir. Bununla birlikte, dengesizlik zamanla artacak ve Kremlin için daha büyük bir rahatsızlık sebebi haline gelecektir. Washington’ın Rusya’nın duyduğu bu rahatsızlıktan faydalanması ve Rusya’yı eğer Çin’e karşı tavır alır ve Batı’ya yönelirse daha iyi bir jeopolitik ve ekonomik konumda olacağına ikna etmesi gerekiyor.
Ancak böyle bir manevrayı gerçekleştirmek kolay olmayacaktır. Putin, Rus milliyetçiliği üzerine bahis oynayarak ve Batı'ya karşı tavır alarak içerideki hâkimiyetini sağlamlaştırdı. Kendisi ve destekçileri, kendilerini değiştirmeyip olduğu gibi kalmaya kararlı olabilirler. Bunların dışında farklı bir dayanağa sahip bir dış politikayı benimsemek istemiyor da olabilirler. Bu yüzden Biden yönetimi, Moskova'ya uyanık bir şekilde yaklaşmalı. Rusya'yı batıya çekmeye çalışırken, Kremlin'in saldırgan davranışına boyun eğmemeli veya Putin'in Washington'ın uzattığı elden faydalanmasına izin vermemeli.
Biden, 1970’li yıllarda dönemin ABD Başkanı Richard Nixon'ın Çin'e yaklaşıp Çin-Sovyetler Birliği ilişkilerini bozmayı ve komünist bloğu zayıflatmayı başardığında karşılaştığı durumdan daha karmaşık bir durumla karşı karşıya kalacaktır. Nixon, 1972 yılında Çin’i ziyaret ettiğinde, Pekin ve Moskova’nın yolları ayrılmıştı ve Nixon, bu konuda hiç zorluk çekmemişti. Nixon’ın görevi Pekin-Moskova ilişkilerinde bir çatlak açmak değil, var olan çatlağı genişletmekti. Fakat Biden, sağlıklı bir ortaklığı bozmak gibi daha da büyük bir engelle karşı karşıya. Elindeki en büyük koz, Çin-Rusya ilişkilerinde altta yatan gerilimleri körüklemek olacaktır.

Tuhaf birliktelik
Çin ve Rusya uzun süredir toprak ve itibar için rekabet ediyorlar. 2 bin 600 mili aşan kara sınırını paylaşan iki ülke arasında sınır bölgelerindeki nüfuz ve ticaret konusunda yaşanan anlaşmazlıklar, yüzyıllar öncesine dayanıyor. Güç ve kontrol 17. ve 18. yüzyıllarda Çin’in elindeydi. Daha sonra, 19. ve 20. yüzyıllarda, Rusya ve diğer Avrupalı ​​güçler, Çin'den toprak almak ve sömürücü ticaret koşulları dayatmak için askeri saldırıdan ve zorlayıcı diplomasiden oluşan bir kombinasyona başvurdukça işler tersine döndü.
Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) 1949 yılında iktidara gelmesi, Çin ile Sovyetler Birliği arasında tarihi açıdan eşi-benzeri görülmemiş bir stratejik iş birliği döneminin önünü açtı. İki ülke 1950 yılında komünizme olan ortak bağlılıklarına dayanarak resmi bir ittifak imzaladılar. Böylece binlerce Sovyet bilim adamı ve mühendisi, endüstriyel ve askeri teknolojiyi paylaştıkları ve hatta bir nükleer silah programının geliştirilmesine yardımcı oldukları Çin'e taşındılar. Kore Savaşı sırasında Sovyetler Birliği Çin'e mühimmat, askeri danışmanlar ve hava koruması sağladı. İki ülke arasındaki ticaret de hızla büyüdü. On yıl sonra Sovyetler Birliği Çin'in dış ticaretinin yüzde 50'sini oluşturuyordu. Çin!in o dönemdeki lideri Mao Zedong iki ülke arasındaki ilişkiyi ‘yakın bir kardeşlik ilişkisi’ olarak tanımlarken, Sovyetler Birliği Başbakanı Nikita Kruşçev, Çin'deki komünist devrimi ‘dünya tarihindeki en dikkate değer olay’ olarak niteledi.
“Putin'in ‘Şi’nin yardımcısından başka bir şey olmadığı düşüncesi Rusya'da pek hoş karşılanmıyor
Ancak bu ittifak, doğduğu hızla bozuldu. Mao ve Kruşçev 1958 yılında ters düşmeye başladılar. Kısmen ideolojik farklılıklar nedeniyle aralarında görüş ayrılığı olduğu ortaya çıktı. Mao köylülüğü harekete geçirmeye, hem yurtiçinde hem de yurtdışında devrimci ateşini yakmaya ve toplumsal huzursuzluğu körüklemeye çalışırken Kruşçev, yurtiçinde ve yurtdışında ideolojik ılımlılığı, endüstriyel sosyalizmi ve siyasi istikrarı destekledi. iİki ülke arasındaki Komünist bloğa liderlik rekabeti, Mao'nun Kruşçev'in ‘dünyadaki komünist partilerin Sovyetler’e değil, Çin’e sadık olacaklarına inanmayacağından korktuğunu’ belirtmesiyle başladı.
Bu zıtlaşmalar, Çin’in Sovyetler Birliği'nin kuşkusuz çıkarına olan güç eşitsizliklerinden duyduğu rahatsızlığı daha da kötüleştirdi. Mao 1957 yılında yaptığı bir konuşmada Sovyetler Birliği'ni ‘büyük güç şovenizmi’ yapmakla suçladı. Ertesi yıl, Sovyetler Birliği’nin Pekin Büyükelçisi’ne “Bizi kontrol edebilecek bir konumda olduğunuzu düşünüyorsunuz” diyerek şikâyetini dile getirdi.
Mao'ya göre Ruslar Çin'i ‘geri kalmış bir ulus’ olarak görüyorlardı. Kruşçev ise iki ülke arasındaki bölünmeden Mao'yu sorumlu tuttu. Kruşçev, 1959 yılında Çin ve Hindistan güçleri arasında tartışmalı sınırlarda karşılıklı olarak ateş açılmasının ardından Pekin'in ‘bir horozun savaşmayı özlediği kadar savaşı arzuladığını’ söyledi. Hızını alamayan Kruşçev, Komünist bloğa bağlı parti liderlerinin bir toplantısında ‘aşırı solcu ve dogmatik’ diyerek Mao'yla alay etti.
İki lider arasındaki bu çekişme, Çin-Sovyet Birliği iş birliğinin yıkılma götürdü. Sovyetler Birliği, 1960 yılında askeri uzmanlarını Çin'den çekerek stratejik iş birliğini kesti ve takip eden iki yıl içinde iki ülke arasındaki ticaret hacmi yaklaşık yüzde 40 azaldı. Sınırlar yeniden silahlandırıldı ve 1969'da patlak veren çatışmalar neredeyse top yekûn bir savaşın fitili ateşleniyordu.
Dönemin ABD Başkanı Nixon 1970'lerin başlarında iki ülke arasındaki bu durumdan yararlandı ve Çin'e yaklaşarak bölünmeyi daha da derinleştirdi. Süreç, 1979 yılında ABD-Çin ilişkilerinin normalleşmesiyle sonuçlandı. Moskova ve Washington arasındaki ilişkiler, ancak Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonraya normale döndü.

İyi geçinme çabaları
Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra, Çin ve Rusya 1990'larda ilişkilerini düzeltmeye başladılar. Geriye kalan bir dizi sınır anlaşmazlığını çözdüler ve 2001 yılında İyi Komşuluk, İş birliği ve Dostluk Antlaşması imzaladılar. Ardından 2010 yılında Rusya'dan Çin'e ilk petrol boru hattının çekilmesiyle askeri iş birliğini ve ticari ilişkileri kademeli olarak güçlendirdiler. Sonrasında ise Pekin ve Moskova, BM’deki konumlarını uyumlu hale getirmeye başladılar ve 2001'de Şanghay İşbirliği Örgütü'nün (ŞİÖ), 2009 yılında BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) Ekonomi Grubu’nun kurulması gibi Batı ülkelerinin etkisine karşı koymayı amaçlayan girişimlerde iş birliği yaptılar.


Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, BMGK’nın deniz güvenliği konulu video konferansında konuşurken çekilen bir fotoğraf. Pekin ve Moskova, Batı etkisi karşısında BM’deki konumlarını uyumlu hale getiriyorlardı (AP)

İkili iş birliğine yönelik art arda atılan adımlar, Şi ve Putin döneminde arttı ve hızlandı. Rusya'nın Ukrayna'yı işgal etmesinin ardından Moskova ile Batı arasındaki bağların kopması ve ABD ile Çin arasında artan rekabet de bunu daha da sağlamlaştırdı. Son yıllarda Çin ile Rusya arasındaki ilişki, 1950'lerdeki Çin-Sovyetler Birliği yakınlaşmasına benzemeye başladı. 1990'larda başlayan askeri iş birliğini güçlendiren Rusya, savaş uçakları, modern hava savunma sistemleri ve gemi ve denizaltı karşıtı füzeler sağlayarak Çin'in en önemli savunma önceliklerini ele almasına yardımcı oldu. Son yıllarda Çin'in silah ithalatının yaklaşık yüzde 70'ini Rusya karşıladı. Çin’e petrol ve gaz satmak, Rus ekonomisini canlandırırken Çin'in daha zayıf deniz tedarik yollarına bağımlılığını azalttı. Artık Rusya, Çin'in en büyük petrol tedarikçisi olarak Suudi Arabistan ile rekabet ederken, Çin, Rusya'nın en büyük ticaret ortağı olarak Almanya'nın yerini aldı.
Çin ve Rusya, Şi ve Putin döneminde, uluslararası kuruluşlarda liberal ilkelere karşı çıkmak ve dünyanın birçok yerinde bilgi platformları üzerinde otoriter yönetim ve devlet kontrolüne dayalı bir yönetim biçimini yaymak için iş birliği yaptı. Rusya’nın karalama kampanyaları ve istihbarat operasyonları, Çin’in yatırımlarla liberal olmayan rejimleri destekleyerek ‘karşı tarafı kendi çıkarlarına aykırı bir şeye mecbur bırakma’ konusundaki zorlayıcı nüfuzuyla birleşiyordu.
Birçok düzeydeki bu iş birliği etkileyici ve çok önemli olsa da Soğuk Savaş'ın başlangıcında Çin-Sovyetler Birliği ortaklığında olduğu gibi kırılgan bir temele dayanmaktadır ve karşılıklı güvenden yoksundur. 1950’li yıllarda, Çin ile Sovyetler Birliği arasındaki yakın ilişkiler daha ziyade Mao ve Kruşçev arasındaki ilişkiye bağlı olduğundan ikili arasındaki iniş çıkışlar karşısında savunmasızdı. Bugün de Çin-Rusya iş birliği, büyük ölçüde Şi ve Putin arasındaki beklenmedik ilişki temeline bağlıdır.
Soğuk Savaş sonrası ilk yıllarda Moskova, yurtiçinde ve yurtdışında istikrar arayışına girdi. Pekin ise o dönem devrimi sürdürmeyi tercih ederken, bugün yükselişinin hızını artırmak için iç ve dış istikrara güveniyor. Moskova ise bugün kaosu teşvik etmek için sınırlarının dışında kaslarını esnetiyor. 1950'lerde Moskova'nın ikili ilişkiler üzerindeki hegemonyası Pekin'de öfkeye neden olurken, bugün Çin, bu hegemonyanın kendisine geçmesinin tadını çıkarıyor. Ancak bu aşırı güç asimetrisi bu kez de Rusya'yı kızdırıyor.
Kremlin'in bu güç eşitsizliğini sindirmesi oldukça güç. Rusya'yı büyük güç konumuna geri getirmeye çalışan Putin için, sadece Şi'nin yardımcısı olarak görünmek içeride hiçte iyi karşılanmıyor. Ancak iki ülke arasındaki eşitsizlik gün geçtikçe daha da belirginleşiyor ve büyüyor. Çin ile ticaret, Rusya'nın toplam dış ticaretinin yüzde 15'inin üzerindeyken Rusya ile ticaret, Çin'in dış ticaretinin yaklaşık yüzde birini temsil ediyor. Bu dengesizlik uçurumu, Çin'in yüksek teknoloji sektöründe ilerlemesiyle daha fazla derinleşiyor.
Rusya’nın doğusunda, Çin ile olan sınır boyunca yaklaşık 6 milyon Rus yaşarken, Çin’e bağlı Mançurya bölgesinin üç eyaletinde yaklaşık 110 milyon Çinli yaşıyor. Sınır bölgesinin giderek Çin ürünlerine ve hizmetlerine bağımlı hale gelmesi, önde gelen Rus siyasi analist Dmitry Trenin’i bile bölgeyi ‘Çin'in ele geçirebileceği’ tahmininde bulunacak kadar ileriye gitmeye itti.
“Rusya, belki de kendi (çıkarları) pahasına Çin’in askeri modernizasyonuna yardım ve yataklık etti
İki ülke arasında toprak ve sınır bölgelerindeki nüfuz konusunda bir kamu tartışmasının patlak vermesinin üzerinden uzun yıllar geçse de milliyetçilik ve ırkçılık, her iki siyasi kültürde de derin bir yere sahip olduklarından uzun süredir uykuda olan bölgesel çatışmaları yeniden alevlendirebilir.
Bu konuyla ilgili olarak South China Morning Post (SCMP) gazetesi, geçtiğimiz günlerde “Şi'nin Moskova ile flört etmesi anlamsız” şeklinde bir yorum yayınladı. Gazete, Şi’nin 17. yüzyıldan bu yana Çin ve Rusya ilişkilerin bir özelliği olan düşmanlığı görmezden geldiğini ve Rusya'daki Çin karşıtı duyguların büyümeye devam ettiğini öne sürdü. Dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi koronavirüs (Kovid-19) salgınının Çin kökenli olması da bu karşıtlığı körüklüyor. Ancak bu önyargılar, kısmen Mao'nun yaklaşık 60 yıl önce şikâyet ettiği aynı ırkçı önyargılarla körüklendiğinden bu karşıtlığın salgından çok önce başladığını söyleyebiliriz.
Rusya'nın Çin'e olan ekonomik bağımlılığı artarken, bu durum Moskova’yı, Pekin'in zorlayıcı nüfuzuna karşı giderek daha savunmasız bırakıyor. Rusya'nın, ihracat gelirinin üçte ikisinden fazlasını ve federal bütçenin üçte birini oluşturan fosil yakıtları ihraç etme bağımlılığı da artıyor. Dünya yenilenebilir enerji kaynaklarına dönerken bu durum, gelecekteki risklere hazır olmak adına hiç iyi bir tablo çizmiyor. Çin'in Kuşak-Yol Girişimi, tüm Avrasya’da yatırımlar ve altyapı projeleri başlatsa da her ne kadar çoğunlukla Rusya’nın etrafında dönse de ona çok az fayda sağlıyor. Son yıllarda birkaç yeni sınır kapısı açıldı, ancak Çin'in Rusya'daki yatırımları en düşük düzeyde kaldı.
Ruslar, Avrasya Ekonomik Birliği'ni (AEB) Kuşak-Yol Girişimi’ne bağlamayı planlıyor. Ama iki yönetim birbirini tamamlamaktan ziyade bir biriyle rekabet ediyorlar. AEB, 2017 yılında Çin'e 40 ayrı ulaşım ağı projesi önerdi ve bunların tümü Pekin tarafından reddedildi. Çin-Rusya ilişkilerinde uzmanlaşmış bir analist olan Ankur Shah, Moskova'nın ‘artık Pekin'in Kuşak-Yol Girişimi önünde boyun eğmek zorunda hissetmediğine’ (yani bu girişime direnmeyi ve rekabet etmeyi bıraktı) dikkati çekerek Rusya Dışişleri Bakanı’nın geçtiğimiz yıl Kuşak-Yol Girişimi konulu üst düzey bir toplantıya katılmadığını hatırlattı.
Rusya’nın Orta Asya'daki baskın ekonomik güç konumu Çin’e geçti. Pekin'in ekonomik kalkınmadan ve Uzak Kuzey'deki yeni nakliye yollarından yararlanma konusundaki ilgisi, Çin'in ‘Kutup İpek Yolu’ olarak adlandırdığı ve Rusya'nın bölgedeki stratejisine açık bir meydan okuma olan projeden ibaret. Çin'in Kuzey Kutbu planları Rusya'nın planlarını tamamlıyor gibi görünse de AEB ve Kuşak-Yol Girişimi'nde olduğu gibi rakip vizyonlar, Moskova'yı endişelendiriyor.
Bu arada, Çin ile Rusya arasındaki savunma ilişkileri ışıltısının bir kısmını kaybetti. Çin ordusu, özellikle Rus yapımı silahlardan ve teknoloji transferlerinden faydalanırken Moskova, elde ettiği gelir ve bunun sonucunda ortaya çıkan askeri iş birliğinden memnundu. Ancak Çinli şirketlerin Rus silah teknolojisini kısmen çalmasıyla Çin'in savunma sektöründeki ilerleme, Çin'i Rusya’dan yapılan silah ithalatına daha az bağımlı hale getirmeye başladı. Çin’in orta menzilli füzelere sahip olması (görünüşte ABD'nin gelişmiş silahlarına karşı koymayı amaçlıyordu), Rus toprakları için olası bir tehdit oluşturuyor. Moskova’nın Pekin’in kıtalararası balistik füzeleri ve Çin'in batısında yeni fırlatma rampaları kurulması dahil genişleyen cephaneliğini yakından takip ettiğine şüphe yok. Bu durumda Rusya, belki de kendi (çıkarları) pahasına Çin'in askeri olarak modernleşmesine yardım ve yataklık etmiş oldu.

Rusya’nın çıkarlarını iyi belirlemesine yardımcı olmak
Eğer Rusya yüzünü Batı’ya çevirirse, bu Washington’ın, girişimlerinin veya Moskova’nın çıkarlarını tercih etmesinden kaynaklanmayacaktır. Aksine, Kremlin’in uzun vadeli çıkarlarını en iyi nasıl ilerleteceğine dair soğuk (kasıtlı) değerlendirmesi nedeniyle olacaktır. Washington'ın Moskova’ya yaptığı Batı ile olan gerilimi azaltma teklifi tek başına başarılı (yeterli) olamayacaktır. Çünkü Putin, siyasi demir yumruğunu meşrulaştırmak için bu tür gerilimlere güveniyor. Washington'ın önündeki asıl zorluk, Batı ile daha fazla iş birliği yapmanın Çin ile yakın ortaklığından kaynaklanan artan güvenlik açıklarını ele almasına yardımcı olabileceğini göstererek Kremlin'in yaptığı kapsamlı stratejik hesabı değiştirmektir.
Washington'ın öncelikle, stratejisinin ‘otoriterliğe karşı demokrasi’ çerçevesini kırmalı. Elbette ABD ve ideolojik ortakları, vatandaşlarına hizmet sunabilmeli ve liberal olmayan alternatiflerden daha iyi performans göstermeliler. Lakin açık bir ideolojik perspektiften rekabet etmek, Rusya ve Çin'i birbirine yaklaştırmaktan başka bir şeye hizmet etmiyor.
Biden yönetimi, bunun yerine, Çin ile ilgili konular da dahil olmak üzere, ABD'nin uzun vadeli ulusal çıkarlarının Rusya'nınkilerle örtüştüğü alanlar hakkında Moskova ile samimi bir görüşme yapmalıdır. Rusya ve ABD’nin birçok konuda anlaşmazlığa düştüğüne şüphe yok. Ancak Washington, devam eden bölünmeden memnun olmak yerine, stratejik istikrar, siber güvenlik ve iklim değişikliği başta olmak üzere çeşitli konularda Moskova ile ortak bir zemin bulmaya çalışmalıdır. Bu tür bir diyalog, hızlı ilerleme sağlamasa bile, Moskova'yı Çin ile ittifak kurmaktan başka seçenekleri de olduğunu hatırlatır.
Biden yönetimi, demokratik müttefiklerine Rusya ile benzer görüşmelerde bulunmaları için baskı yapmalı. Ayrıca, Çin'in artan gücünün nasıl Rusya'nın nüfuzu ve güvenliği pahasına olduğunu vurgulayarak ortak ilgi alanlarını anlayabilirler. Bunun yanı sıra Hindistan’ın Rusya ile uzun süredir devam eden yakın ilişkileri ve Çin'in niyetlerine dair şüpheci bakış açısı göz önüne alındığında, Yeni Delhi’nin Moskova'nın dikkatini stratejik özerkliği korumanın önemine ve Pekin ile çok yakın bir ilişkinin olası tehlikelerine çekme konusunda ön safta yer alabilir. Washington, Hindistan'ı Rusya'yı Çin'den uzaklaştırmaya yardım etmeye teşvik etmek için Rus S-400 hava savunma sistemini satın alması nedeniyle Hindistan'a karşı şuan askıya alınan yaptırımları tamamen kaldırmalı.
ABD ve müttefikleri, Çin’in şu sıra Rusya'nın en büyük ticaret ortağı olmasına rağmen, Rusya'nın Çin'e artan ekonomik bağımlılığını azaltmaya da yardımcı olmalıdır. Rusya'nın AB ile ticaret hacmi, Çin ile olan ticaret hacminden çok daha büyük ve Rusya'nın dış ticaret hacminin yaklaşık yüzde 40'ını oluşturuyor.
Joe Biden'ın Rusya’nın doğalgazını Almanya'ya taşıyacak tartışmalı Kuzey Akım 2 boru hattı projesine yeşil ışık yakma kararı gerçekten de Rusya ile Avrupa arasında daha derin ticaret bağları kurulmasına cesaretlendiren akıllıca bir yatırımdı. Batı ülkelerinin Rusya’ya uyguladığı yaptırımlar, Moskova’nın saldırgan davranışına gerekli bir yanıt olsa da, Rusya'yı Çin'in ekonomik kollarına daha fazla itme konusunda etkili oldu. Buradan bakıldığında ABD ve ortakları yeni yaptırımlar uygulamadan önce iki kez düşünmeli ve Rusya'nın ABD’yi mevcut yaptırımları hafifletmeye ikna etmek için Doğu Ukrayna'daki çatışmaya diplomatik bir çözüm bulma taahhüdü ve Rusya'dan ABD’deki internet ağlarına yönelik siber saldırıları dizginleme dahil atabileceği bir takım adımlar belirlemeli.

“Washington'ın öncelikle, stratejisinin ‘otoriterliğe karşı demokrasi’ çerçevesini kırmalı
ABD ve ortakları, Rusya'nın iklim değişikliğiyle mücadele etmesine ve ekonomisini fosil yakıtlara olan bağımlılıktan uzaklaştırmasına yardımcı olmak isteklerini de dile getirmeliler. Bu görev, kısa vadede metan yakalamak için en iyi yöntemleri paylaşmayı, petrol ve doğalgaz üretimine yeşil alternatifler geliştirmeye yardımcı olmayı ve Rusya'nın sera gazı emisyonlarını azaltmak için başka adımlar atmayı gerektiriyor. ABD, Rusya’nın bilgi ekonomisine geçişine yardımcı olmalıdır. Ancak bu Putin'in ülkesi pahasına ve açıkça çıkarlarına aykırı olarak asla atmadığı bir adımdır.
Buna karşın Çin, teknolojik bilgi birikimini nadiren paylaşıyor. Çin genel olarak bu konuda veren değil, alan taraf olmayı seçiyor. Bu nedenle ABD, Rusya’nın daha yeşil ve daha çeşitli bir ekonomiye geçişini kolaylaştırmak için teknolojik bilgi birikimini paylaşma fırsatını değerlendirmeli.
ABD aynı zamanda, Biden ve Putin’in Haziran ayında Cenevre'de yaptıkları görüşmede başlattıkları stratejik istikrar diyalogunu geliştirmeli. Rusya'nın Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması'nı (INF) ihlal etmesinin ABD'yi 2019 yılında anlaşmadan çekilmeye ittiği biliniyor. 
ABD ve Rusya’nın artık kaçınılmaz olduğu düşünülen füze yarışına bir çözüm bulması gerekiyor. Çin'in de dahil olduğu üçlü bir anlaşmanın yapılması uzak bir ihtimal olsa da, Çin geniş ve çeşitli orta menzilli füze cephaneliğini sınırlayan, tamamlayıcı bir takip anlaşmasını kabul etmeye zorlanabilir.  Böyle bir anlaşmayı müzakere etme girişimi, Çin'in silah kontrol anlaşmalarına girme konusundaki geleneksel isteksizliği nedeniyle muhtemelen Moskova ve Pekin arasındaki bölünmeleri ortaya çıkaracaktır. Ayrıca Rusya’nın Çin’i, nükleer silahların yayılmasının önlenmesi konusunda ABD ile daha kapsamlı bir müzakereye dahil etmesi, özellikle ABD ve Rusya’nın çıkarlarının örtüştüğü İran ve Kuzey Kore'deki nükleer programlar konusunda çıkarına olacaktır.
Kuzey Kutbu ise Washington’ın Moskova’nın Pekin’in büyüyen hırslarını pohpohlamanın stratejik olumsuz taraflarını görmesine yardımcı olabileceği başka bir alandır. İklim değişikliğinin, Uzak Kuzey'e (Rusya'nın çoğunlukla Kuzey Kutup Dairesi'nin kuzeyini kapsayan bir bölge) erişimi büyük ölçüde artırması, Rusya’nın bölgenin ekonomik ve stratejik değeri ile ilgilenmeye başlamasını sağladı. Çin'in ‘Kuzey Kutbu'na yakın bir güç’ olduğu açıklaması da Rusya’yı rahatsız ediyor.
Washington ve Moskova arasında bölgeyle ilgili bir anlaşmazlık olsa da hem Kuzey Kutup Bölgesi (Arktik) Konseyi ile ikili diyaloga girilerek hem de Kuzey Kutbu'ndaki ekonomik ve askeri faaliyetleri yöneten daha tutarlı ilkeler geliştirilerek Çin’in niyetleriyle ilgili ortak endişeler ele alınmalı. Son olarak Washington, Moskova’yı Çin’in Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika dahil olmak üzere gelişmekte olan bölgelerde artan nüfuzunu engellemeye yardım etmesi için teşvik etmeli. Bu bölgelerin çoğunda Rusya’nın politikaları ABD’nin çıkarlarıyla çakışıyor ve Moskova Washington'ı baş rakibi olarak görmeye devam ediyor. Ama Pekin ekonomik ve stratejik nüfuzunu artırmaya devam ettikçe Moskova, asıl baş rakibinin ABD değil, Çin olduğunu anlayacaktır. Çünkü Çin, söz konusu bölgelerin çoğunda Rusya’nın nüfuzunu baltalıyor. Washington bu durumu, Rusya’nın ve ABD’nin çıkarları arasında daha fazla uyum sağlamaya yardımcı olarak ve bölgesel strateji koordinasyonu için fırsatlar yaratarak göstermeli.
Şuan Rusya ile ABD arasındaki ilişkileri baltalayan düşmanlık ve güvensizlik göz önüne alındığında, Washington'ın stratejik hesabını değiştirmeyi amaçlayan diplomasiyi hedeflemek zaman alacağı anlaşılabilir. Rusya, belki de Putin görevi bırakana kadar mevcut rotasında kalabilir. Ancak Çin’in jeopolitik yükselişinin şaşırtıcı hızına ve kapsamına bakıldığında, özellikle Putin ayrıldıktan sonra görevi devralacak olan genç Rus yetkililer ve aydınlar arasında bir Çin-Rusya bölünmesinin tohumlarını ekmeye başlamanın zamanı geldi.
Çin, sadece deniz cephesinde değil birçok cephede stratejik baskıyla karşı karşıya kalırsa ve artık Rusya'nın sarsılmaz askeri ve diplomatik desteğine güvenini kaybederse ABD’nin Çin’in yükselişini başarılı ve barışçıl bir şekilde yönetme çabalarında büyük ölçüde ilerleme kaydedileceği kesin.
Çin, şimdilik, kıta sınırlarında nispeten serbest olduğu ve Moskova'nın desteğini aldığı için batı Pasifik'e ve ötesine ilerlemeye odaklanabiliyor. ABD'nin, Çin'in Rusya ile ilişkisini yeniden şekillendirmeye yardımcı olarak bu denklemi değiştirmek için uzun vadeli bir stratejiye yatırım yapması akıllıca olacaktır. Bunu yapmak, çok kutuplu bir düzen yaratma ve Pekin’in gerçekte uluslararası bir düzen inşa etme yönündeki olası çabalarını raydan çıkarma konusunda önemli bir adım olarak görülecektir.
*Makalenin yazı Charles A. Kupchan, Dış İlişkiler Konseyi'nde (Council On Foreign Relations -CFR) seçkin bir akademisyen ve Georgetown Üniversitesi Dış Hizmet ve Hükümet Okulu'nda uluslararası ilişkiler profesörüdür. Kupchan zamanda “Isolationism: A History of America’s Efforts to Shield Itself from the World” (İzolasyonizm: ABD'nin Kendini Dünyadan Koruma Çabalarının Tarihi ) adlı kitabın da yazarıdır.



Lübnan ABD için jeopolitik önemini yitirdi mi?

Axel Rangel Garcia
Axel Rangel Garcia
TT

Lübnan ABD için jeopolitik önemini yitirdi mi?

Axel Rangel Garcia
Axel Rangel Garcia

Christopher Phillips

İsrail'in Lübnan’a yönelik mevcut işgali ile 2006 yılında Hizbullah'a karşı yürüttüğü savaş arasında birçok benzerlik olsa da son savaş, özellikle Lübnan’daki kayıplar açısından on sekiz yıl önceki savaşı çoktan geride bıraktı. Lübnan Sağlık Bakanlığı tarafından 4 Ekim'de yapılan açıklamaya göre İsrail tarafından düzenlenen saldırılarda 2 binden fazla kişi öldü, 2006 yılında öldürülen sivil sayısı bin 191 olarak açıklanmıştı. Mevcut savaşta ölen sayısı artacak gibi görünüyor.

Ancak Lübnan'da ölenlerin sayısındaki artış, mevcut savaş ile 2006 arasındaki tek önemli fark değil. İsrail tarafındaki kayıplar nispeten daha düşük. İsrail saldırısının doğası ve Hizbullah'ın gücünü budama stratejisi şimdiye kadar kayıp sayısının nispeten düşük olmasına katkıda bulundu. İsrail’in kuzeyinde 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana 33 İsrailli öldürülürken bu sayı 2006 yılında bir aydan biraz fazla bir sürede 165 olarak kayıtlara geçmişti.

Filistin lideri Yaser Arafat’ın Beyrut'ta Filistinli savaşçılarla birlikte , 26 Haziran 1982 (Getty)Filistin lideri Yaser Arafat’ın Beyrut'ta Filistinli savaşçılarla birlikte , 26 Haziran 1982 (Getty)

2006 yılında yaşananlarla en büyük tezat hiç tartışmasız savaş alanından uzakta, uluslararası toplumda gerçekleşti. 2006 yılının temmuz ve ağustos aylarında uluslararası diplomatlar arasında yoğun bir faaliyet yaşandı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde (BMGK) ve başka uluslararası mecralarda sık sık yapılan toplantılarda önde gelen küresel aktörler, savaşı sona erdirecek bir ateşkese nasıl ulaşılabileceğini tartıştılar. Buna karşın 2024 yılında uluslararası toplum sessiz kaldı ve sessiz kalmaya devam ediyor. Ortadoğu ülkelerinin liderleri İsrail saldırılarını kınamakla yetinirken Batılı ülkeler, özellikle İsrail'in Lübnan'daki Birleşmiş Milletler Barış Gücü (UNIFIL) mevzilerini hedef almasının ardından itidal çağrısında bulundu. ABD’nin en belirgin tutumu ise sağır edici sessizliği oldu.

ABD'nin neredeyse 70 yıldır Lübnan'daki en etkili dış aktör olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. ABD, Lübnan’daki Batı yanlısı hükümetin çöküşünü önlemek için 1958 yılında asker gönderdi. Dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan'ın Özel Temsilcisi Philip Charles Habib, 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgalinin ardından baş müzakereci olarak görev yaptı. Bunun sonucunda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) geri çekildi ve ABD'nin öncü rol oynadığı çok uluslu bir güç ülkeye konuşlandırıldı.

ABD, 2006 yılında İsrail'in Hizbullah'a saldırma hakkını desteklediyse de uluslararası toplumun çatışmayı sona erdirme çabalarına öncülük etti. Ardından Başkan George W. Bush yönetimi başlangıçta BMGK’nın çatışmaların derhal durdurulmasına yönelik çabalarını engellemiş olsa da savaştan iki hafta sonra ateşkes için baskı yapmaya başladı. Bu çabalar önceleri Avrupalı ve Arap diplomatların gözünde İsrail lehine olacak şekilde kayırıcı olarak seyretti ama sonunda Washington, BM'nin 1701 sayılı kararı almasıyla sonuçlanan daha dengeli bir çözümü benimsemeye ikna edildi. ABD her ne kadar İsrail'e yakınlığını gizlemese de kendisini hala uluslararası toplumun lideri ve çatışmanın çözümünden sorumlu aktör olarak görüyordu.

Bugün ise Başkan Joe Biden yönetimini bu tür hesaplar yönlendiriyor gibi görünmüyor. Bir yıldır Gazze'de ateşkes anlaşması için müzakereleri başlatmakta başarısız olan Başkan Biden’ın ekibi, Lübnan'da başka bir girişimde bulunma konusunda hevesli olması mantıklı görünmüyor. ABD’nin iç meseleleri de bu yönde bir rol oynuyor. Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı Donald Trump'ın Demokrat Partili rakibi Kamala Harris'e kıyasla daha İsrail yanlısı olduğu düşünüldüğünde, Biden, İsrail yanlısı Demokrat oyların bir kısmını Cumhuriyetçilere kaptırma korkusuyla Binyamin Netanyahu'ya baskı yapmakta isteksiz davranabilir.

Eski ABD Başkanı Ronald Reagan’ın Özel Temsilcisi Philip Charles Habib, Washington'da gazetecilere açıklama yaparken (Getty)Eski ABD Başkanı Ronald Reagan’ın Özel Temsilcisi Philip Charles Habib, Washington'da gazetecilere açıklama yaparken (Getty)

Her ne kadar ABD’li herhangi bir yetkilinin bunu açıkça itiraf ettiğini görmesek de ABD'nin jeopolitik öncelikleri, Başkan Biden’ı kısıtlayan iç faktörlerle birlikte 1982 ya da 2006 yıllarından bu yana dramatik bir şekilde değişti. Beyaz Saray’ın sivillerin öldürülmesini kınadığına şüphe yok. Fakat gerçek şu ki, Lübnan artık Washington için eskisi kadar stratejik öneme sahip değil. 2006 yılı eski Başkan Bush yönetiminin Ortadoğu ülkelerini Batı yanlısı demokrasilere dönüştürmeyi amaçlayan 'teröre karşı savaşı’ zirvesindeydi. ABD, bir önceki yıl, yani 2005 yılında Fransa ile birlikte, Başbakan Refik Hariri'nin öldürülmesinin ardından Suriye'yi Lübnan'dan çıkmaya zorlayarak daha Batı yanlısı bir hükümetin kurulmasını sağlayacağını umduğu seçimlerin önünü açtı. Dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 2006 yılındaki şiddet olaylarını ‘yeni bir Ortadoğu'nun doğum sancıları’ olarak tanımlarken, Lübnan'ın ABD'nin bölgeye yönelik planları açısından ne kadar önemli olduğunun sinyallerini vermişti. Ancak Hizbullah’ın ayakta kalması, Bush'un gündemini rayından çıkaran bir rol oynadı.

Benzer şekilde Washington, 1982 yılında FKÖ'nün Lübnan'dan çıkarılmasından memnun olsa da Soğuk Savaş dinamikleri ABD'yi bu çıkışın şeklini dikkatli bir şekilde yönetmeye sevk etti. Lübnan'ın Sovyetler Birliği kampına geçmesi Washington'ın en son isteyeceği şeydi. Benzer kaygılar 1958 yılında dönemin ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower'ın müdahale etmesinde de rol oynamıştı.

Buna karşın Lübnan bugün böyle bir jeopolitik öneme sahip değil. Hizbullah'a para ve silah akıtmaya devam eden İran dışında Lübnan, önceleri üzerinde nüfuz sahibi olmak için yarışan birçok dış aktör için değerini yitirmiş durumda. Suriye, iç savaşın patlak vermesinden bu yana nüfuzunu yeniden kazanamayacak kadar zayıf. Hiçbir yeni güç, Lübnan’da nüfuzunu arttırmaya çalışmadı. Türkiye uzun zamandır Lübnan'ın içinde bulunduğu kötü durumdan bahsetmekle birlikte ciddi bir nüfuz oluşturmuş değil. Benzer şekilde Rusya ve Çin de buraya çok az yatırım yaptı.

“Dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 2006 yılındaki şiddet olaylarını ‘yeni bir Ortadoğu'nun doğum sancıları’ olarak tanımlarken, Lübnan'ın ABD'nin bölgeye yönelik planları açısından ne kadar önemli olduğunun sinyallerini vermişti.

Lübnan'ı yıllardır etkisi altına alan mali kriz, bölgesel bankacılık merkezi olma özelliğini zayıflattığından yabancılar için cazibesini yitirdi. Lübnan, bölgenin bankacılık merkezi olduğu yıllarda, Suriye'deki iç savaş yüzünden yaz aylarında kara yoluyla Körfez ülkelerinden Beyrut'a akın eden turistlerin önünü kapattı. Şarku’l Avsat’ın Majalla'dan aktardığı analize göre tüm bu faktörleri bir arada değerlendirdiğimizde, Lübnan'ın artık Soğuk Savaş ve Terörle Savaş dönemlerindeki gibi büyük bir ödül olmadığını, ABD'nin bugün savaşı durdurmaya yönelik ilgisizliğinin de bunu kanıtladığını görüyoruz.

Elbette bu durum değişebilir. Yeni faktörler Biden'ı ya da halefini savaşı durdurma konusunda yeniden harekete geçirebilir. Gazze'de olduğu gibi, artan can kayıpları yeni diplomatik girişimleri tetikleyebilir. ABD'de özellikle başkanlık seçimlerinden sonra değişen iç durum, Biden'ı görevdeki son aylarında hem Lübnan hem de Gazze Şeridi’ndeki savaşla daha fazla ilgilenmeye itebilir. Ancak jeopolitik hesapların değişmesi pek olası görünmüyor. ABD'nin genel olarak çatışmaları azaltma ve Ortadoğu'yu istikrara kavuşturma arzusunun ötesinde, Lübnan bir zamanlar sahip olduğu önemi kaybetti. Dolayısıyla Washington'ın Lübnanlıları krizle kendi başlarına mücadele etmelerini istemesi kimse için sürpriz olmasa gerek.

Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.