İsrail ile barış temalı Erbil Konferansı’nda neler yaşandı?

Irak’taki bazı aşiret liderleri İbrahim Anlaşmalarına katılmayı talep ediyor. IKBY hükümeti ise Erbil’deki konferansın izni ve onayı olmadan düzenlendiğini açıkladı. Mukteda es-Sadr konferans katılımcılarını ‘iğrenç tipler’ diye niteledi.

Ekran görüntüsü
Ekran görüntüsü
TT

İsrail ile barış temalı Erbil Konferansı’nda neler yaşandı?

Ekran görüntüsü
Ekran görüntüsü

Basim Francis
New York merkezli Center for Peace Communications (CPC) isimli kuruluşun Başkanı Yahudi asıllı Iraklı Joseph Braude, İsrail ile barışı desteklemek için Erbil kentinde düzenledikleri konferansın, İran’ın ‘yayılmacı’ politikalarına yanıt niteliğinde olan İbrahim Anlaşmaları”na Irak’ın da dahil olmasını isteyen gençler başta olmak üzere ülkede geniş kesimlerinden destek gördüğünü söyledi.
CPC, 24 Ağustos’ta Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) Erbil kentinde ‘Barış ve Yeniden Kazanmak’ başlığı altında bir konferans düzenledi. Braude’a göre, konferansa Irak’ın Bağdat, Musul, Anbar, Selahaddin ve Diyala kentlerinden aralarında bazı Şii ve Sünni aşiret liderlerinin de bulunduğu 300 civarında isim katıldı.
Braude, Independent Arabia’ya yaptığı açıklamada, “Konferansın hazırlıkları uzun zaman aldı. Konferansın düzenlenmesi için bu zamanlamadan faydalanmak gerekiyordu. Bu zamanlama da bölgedeki siyasi, sosyal ve kültürel gelişmelerin genel çerçevesiyle bağlantılıdır. Iraklıların büyük bir kesiminin özellikle de gençlerin, konferanstaki katılımcıların bahsettiği sebeplerden ötürü Irak’ın İbrahim Anlaşmalarına katılmasını arzuladıkları hiç kimse için bir sır değil. Irak kamuoyu iki eğilim arasında bölünmüş durumda. Birinci eğilim iç savaşları, fitneleri, yolsuzlukları ve krizleri; ikinci eğilim ise bölgedeki gelecek nesillerin istikbali adına kalkınmayı, hoşgörüyü, işbirliğini ve kardeşliği teşvik etme ve geçmişteki musibetlerin üstesinden gelme arzusuyla genişlemeye başlayan İbrahim Anlaşmaları’nı temsil ediyor” diye konuştu.

Barış arzusu
Braude, “Irak’ın barışı arzulaması, İran’ın Irak üzerindeki hegemonyasına yönelik homurdanmaların yansımasıdır. İran’ın yayılmacı politikalarına alternatif aramayı arzulayan bir eksen var. Üçüncü nokta ise bu meselenin köklerinin olmasıdır. Irak’taki Yahudilerin kadim tarihi Kral Nebukadnezar'ın günlerinden başlayıp 20. yüzyılın ortalarına kadar ulaşır. Nitekim 20. yüzyılın ortalarında ülkede hoşgörü ve insanlar arasında dayanışma hakimdi. Temelleri atılmakta olan modern Irak Devleti’nin ilk maliye bakanı Yahudi olan Ezekiyel Sason idi. Iraklılar liyakat, şeffaflık ve vatanseverlik konularında Sason’u örnek gösterir. Irak asıllı Yahudiler de bu ülkeyi özlüyor” dedi.
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre, Erbil’deki konferans, Irak Cumhurbaşkanlığı, Bağdat hükümeti ve dini merciler tarafından tepkiyle karşılandı. Sosyal medya platformlarda dolaşan diyaloglar göz önüne alındığında halkın konferansa yönelik tepkilerinin birbirinden farklı olduğu söylenebilir.
Braude, konferansın Irak ve İsrail arasında normalleşmeyi mi amaçladığı sorusuna, “Çabalarımız sivil topluma odaklanıyor. Bizim siyasi meselelerle ilgimiz yok ve böyle meselelere girmeyiz. Biz, bir sivil toplum kuruluşuyuz. Çalışmalarımız sivil, sosyal ve kültürel faaliyetlerle sınırlıdır. Bunun nedeni, siyasi çözümlerin, halkın barışa geniş kapsamlı destek vermesini ve çözümler bulma noktasında esnek olunması gerektirdiği yönündeki inancımızdan kaynaklanıyor. Bu da söz konusu ilkelere dayanan bir toplumsal bilinç olmadıkça gerçekleşmez. Dolayısıyla biz sahada yapıcı bir medya veya bilinçlendirme ya da toplumsal sözleşme gibi düzeylerde çalışıyoruz” diye yanıt verdi.
Braude, “Biz aynı zamanda Arap ülkeleri düzeyinde de çalışıyoruz. Fakat Erbil konferansının kendisine has özellikleri var. Benim annem Irak asıllı. Ağır koşullar nedeniyle zorla yerinden edilmesine rağmen bizi Irak sevgisi ve aidiyeti ile büyüttü. Biz de Irak’taki geniş halk arzusuna cevaben bir şey sunmaya çalıştık” ifadelerini kullandı.
İsrail ile daha önce anlaşma imzalayan Arap ülkeleriyle koordinasyon içinde konferansın düzenlendiği iddiasını yalanlayan Braude, “O anlaşmaları takdir ediyoruz. Fakat bu bize ait bir girişimdi. Yüksek bir maliyet gerektirmedi. Katılmaları için kimseye hiçbir mali destek sunmadık. Herkes kendi iradesiyle ve gönüllü olarak geldi. Biz sadece düzenleme ve organizasyon ücretlerini ödedik” dedi. Iraklı yetkililere, vatandaşlara düşünce özgürlüğü tanıyan demokratik ilkelere bağlı kalma çağrısında bulunan Braude, “Konferansa katılanlara yönelik herhangi bir saldırının olması, demokratik yasalara aykırılık teşkil edecektir” şeklinde konuştu.
Braude, “Uluslararası toplum, insan hakları ilkeleriyle çeliştiği için normalleşme karşıtı sözde kanunları reddediyor. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Sudan’ın bu kanunları iptal etme kararı memnuniyetle karşılandı. Boykot etmek ise donukluğun ve esnekliğin olmayışına sebep olan yalnızlık anlamına gelir. Barış iki tarafa da uzlaşı, bazı konularda taviz verme ve yapıcı davranma alanı tanır. Bu nedenle bu kanunlar ve politikalar Filistin meselesine asla hizmet etmiyor. Eğer Filistin meselesinin çözümüyle ilgileniyorsam o zaman diyalog ve karşılıklı tanışma için sosyal ilişkilerin oluşturulmasını teşvik etmem gerekir.

IKBY’nin bilgisi ve onayı dışında yapılan konferans
IKBY İçişleri Bakanlığı tarafından konferans hakkında yayınlanan açıklamada “Konferans IKBY hükümetinin bilgisi, onayı ve katılımı olmadan gerçekleştirilmiştir. Bu konferans hiçbir şekilde IKBY hükümetinin resmi tutumunu yansıtmamaktadır. Bu toplantının nasıl düzenlendiğini araştırmak için gerekli işlemler yapılacak” ifadelerine yer verildi.
Bununla birlikte Braude, IKBY İçişleri Bakanlığı’ndan konferans için onay aldığını belirtti ve ekledi, “Bu fırsatı bize verdikleri için onlara çok teşekkür ediyoruz. IKBY hükümetini, barışı arzulayan ve bölgenin seçkin hükümetlerinden biri olarak görüyoruz. Kürt toplumundan isimlerin konferansa katılması ise zikrettiğimiz şehirlerden gelen kesimlerin isteğiyle yapılan davetle gerçekleşti. Öte yandan IKBY bölgedeki ülkelerin çoğuyla geniş kapsamlı ilişkilere sahip. Bize bu fırsatı veren ve konferansa yetkili gönderen IKBY’dir.”
Braude, PCP’nin bundan sonra hangi adımları atacağı sorusuna, “Bu tür zor ve sofistike meseleler üzerinde çalışmanın zor bir görev olmasından ötürü bu adım uzun bir yolda atılan ilk adımdı. Fakat elimizden geldiğince Irak ve diğer ülkelerdeki dostlarımızla birlikte çalışacağız. Biz sadece Filistin-İsrail meselesi üzerinde çalışmıyoruz aynı zamanda genel olarak iç savaşları sona erdirmek için çalışıyoruz. Karşılıklı tanışma için kültürel ve başka programlarımız olacak. İsrail’i ziyaret etmeyi arzulayan herkesi memnuniyetle karşılıyoruz. Neden insanlık için kardeşler arasında karşılıklı tanışma gerçekleşmiyor? Yarım milyon Irak asıllı İsrailli var. Bir kişi bunların kardeşini ziyaret etmesini nasıl engelliyor?” dedi.

Diplomatik ilişkiler
Irak Kültür Bakanlığı’nda arşiv uzmanı olarak görev yapan Seher et-Tai, konferansın sonuç bildirgesini okudu. Bildirgede “İbrahim Anlaşmaları’na katılmak istiyoruz. Bu anlaşmalar nasıl imzacı ülkelerle İsrail arasında diplomatik ilişkiler sağlıyorsa, biz de gelişme ve kalkınma arzusuyla İsrail ile normal ilişkiler ve halkıyla sivil ilişkilere dayalı yeni bir politika talep ediyoruz” ifadelerine yer verildi.
Tai, “İster yerel ister harici olsun hiçbir gücün böyle bir çağrı yapmamızı engellemeye hakkı yok” dedi.
ABD’nin gözetiminde Eylül 2020’de imzalanan İbrahim Anlaşmaları kapsamında İsrail ile bazı Arap ülkeleri arasında barış anlaşmaları imzalandı.
Konferansa katılanlar arasında yer alan Sahva Silahlı Güçleri lideri Şeyh Visam el-Hardan, Independent Arabia’ya verdiği demeçte, “Basın yayın organlarında ve sosyal medya platformlarında yanılgılar oluştu. Bizim katılımımız yanlış bir şekilde yorumlandı. Sanki İsrail’i kuran ve Filistin topraklarından taviz veren bizmişiz gibi çeşitli suçlamalarla karşılaştık. En basit tabirle biz, barış davetçileriyiz. Biz sadece misafirdik. Konferansın hazırlık komitesi tarafından hazırlanan konuşmayı yaptım. Konuşanlar arasında tanındığım için de beni seçtiler. İçinde normalleşme kelimesi geçen bir ifade okudum. Oradaki normalleşmeden kasıt, daimi barışın sağlanması için Filistinliler ile Yahudiler arasındaki normalleşmeydi. Soruyorum: barışa çağıran kimse cezalandırılır mı? Yoksa savaşmamız mı gerekiyor? Biz diyoruz ki; savaşa ve çatışmaya elveda. 20 yıldır şiddet ve savaştan ne kazandık?” ifadelerini kullandı.

Meşru talep
Hardan, konuşmasının devamında şunları kaydetti:
“Normalleşme kelimesi yanlış bir şekilde yorumlandı. Irak’ın İsrail ile ortak sınırı yok. İkincisi, normalleşme meselesi devlet kurumlarının ve resmi kanalların görevleri arasında yer alıyor. Biz halk olarak veya halkın bir kesimi olarak buna karar verecek yetkiye sahip değiliz. Öte yandan toplumun farklı kesimlerinden oluşan katılımcıların tamamı federal bölgelerin aktifleştirilmesi talebiyle sivil unvanla geldi. Bu, Anayasa’nın bir maddesi ve meşru bir taleptir. Biz, tüm insanlık ve dinler arasında eşitlik, adalet ve barışın temin edilmesi için çalışan barış elçileriyiz. Irak İbrahim Peygamber ile başlayan dinlerin ülkesi olması hasebiyle krizlerin, nefretin ve din düşmanlığının yaratılmasına karşıyız. Yahudileri (Irak’tan) tehcir edenlerin Iraklılar olmadığını söyledik. Çünkü ülkemiz İngiltere mandası altındaydı. O dönem yaşananlardan İngiltere sorumludur. Yahudilerin Irak’a geri dönerek mallarını talep etmeleri halinde tavrımızın nasıl olacağı soruldu. Biz de onlara bunun Irak Devleti’nin kararına bağlı olduğunu söyledik. Katılımcıların İsrail’i ziyaret etme niyeti yoktu. Benim gelecekte İsrail’i ziyaret etmek gibi bir hedefim veya gayem yok. Irak’tan tehcir edilen hiçbir Yahudi ile akrabalık bağımız da yok. Bizim amacımız, barış için tamamen insani bir bakış açısından doğuyor. Bu ilk ve tek katılımdı. Gelecekte benzer adımlar atacağımızı sanmıyorum.”
Irak merkezi hükümetinin katılımcılar hakkında adli takibat başlatmasıyla ilgili endişelere değinen Hardan, “Muhtemelen konferansa katılan Iraklılar hakkında işlem başlatılması için Iraklı yetkililerin girişimleri olacaktır. Fakat bu girişimlerin en nihayetinde insafla ve kanunen güvence altına alınan demokrasiyle bağdaşmayacağını düşünüyorum. Ayrıca cezalandırılmamızı gerektirecek ne suç işledik?” diye konuştu.
Sadr Hareketi lideri Mukteda es-Sadr, konferansa katılanları “iğrenç tipler” diye niteleyerek, IKBY hükümetine “bu tür terörist ve Siyonist toplantıları engelleme” çağrısında bulundu. Merkezi hükümetin tüm katılımcıları suçlu sayması ve tutuklaması gerektiğini belirten Sadr, “Hukuken, aklen ve ulusal açıdan üzerimize düşeni yapacağız ve Allah’ın rızasına erişmek için hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmayacağız. Müminler bu iğrenç tiplerle meşgul olmaya başlamak için bizden emir beklesin. Irak normalleşmeye başkaldırdı. Çoğunluğun ve Başbakanlığın ardından bizim de bir pozisyonumuz olacak. ‘Bekleyin, biz de bekliyoruz’” ifadelerini kullandı.
Merkezi hükümete İsrail ile normalleşme çağrısı yapan kişileri tutuklaması yönünde çağrıda bulundu. Sadr dün yaptığı açıklamada “Erbil’in bu toplantıları engellemesi gerektiğini” söyleyerek “normalleşme yanlısı toplantıları engellemek için yasal, akli ve ulusal olarak çalışmakla” tehdit etti.

Katılımcılar hakkında tutuklama kararı
Irak Yüksek Yargı Konseyi, aralarında eski bir vekilin de bulunduğu konferansa katılımcılarından 3 kişi hakkında tutuklama kararı aldı.
Konseyin internet sayfasında yayınlanan açıklamada, “Kerh Birinci Sorgu Mahkemesi, Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’nın sunduğu bilgilere dayanarak, İsrail ile normalleşme çağrısı yapan Visam el-Hardan hakkında tutuklama kararı verdi. Mahkeme aynı suçtan Misal el-Alusi ve Kültü Bakanlığı çalışanı Seher Kerim et-Tai hakkında da tutuklama kararı verdi” denildi. Açıklamada ayrıca geri kalan katılımcıların tam isimlerinin öğrenilmesi durumunda haklarında hukuki işlemlerin başlatılacağı bilgisi paylaşıldı.



PKK, Hamas, Hizbullah: Yarım asırlık silahlı örgütlerin Ortadoğu’daki etkisi

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
TT

PKK, Hamas, Hizbullah: Yarım asırlık silahlı örgütlerin Ortadoğu’daki etkisi

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

Rüstem Mahmud

Bir gün içinde PKK militanları Türkiye topraklarından çekiliyor veya Güvenlik Konseyi Hamas'ı silahsızlandırma kararı aldı ya da Lübnan hükümeti ordunun Hizbullah'ı silahsızlandırma planını bekliyor yahut Irak'taki Haşdi Şabi ile Suriye, Yemen ve Libya’daki diğer örgütler hakkında benzer haberler ve raporlar duyabiliyoruz. Yıllardır, bu savaşçı örgütler, üyeleri ve davranışları bölgemizdeki en önemli ve çoğu zaman tek haber oldular. Dış gözlemciler artık siyasi, sosyal ve kültürel sahnemizi çok çeşitli örgütlerin ve savaşçılarının yuvasından ibaret sanmaya başladılar.

Bu örgütler yalnızca silahlı eylem konumunu işgal etmiyorlar, aynı zamanda siyasi rollere, etkinliğe ve üretkenliğe de sahipler. Yaşadıkları toplumların geniş kesimleri için prestijli ve sembolik değere sahip bir konuma sahipler. Savaşçıları, en azından toplumun belirli bir kesimi için, bir kutsallık halesiyle çevrililer.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre 1970'lerin başından itibaren, bu örgütler bölgemizdeki olağanüstü siyasi gerçeklikler ve bağlamların bir sonucu olarak ortaya çıktılar. Filistin ve Kürt meselelerine, birçok devletin, kendilerini baskı altında hisseden, yalnızca siyasi eylem ve mücadeleyle asgari düzeyde bile uzlaşıya varamayan milyonlarca insandan oluşan topluluklara yönelik bir tür “sıfır toplamlı” yaklaşımı damga vurmuştu. Nasırcılığın 1967’deki savaşta uğradığı yenilgi, devletin ve düzenli orduların sahip oldukları güç ve nüfuzu kaybetmelerine neden oldu. İran rejimi, dış politikasının bir dayanağı olarak hizipçiliğe dayanan uzun vadeli bir strateji uygulayarak, bu iki temele mezhepsel bir boyut ve yük ekledi. Ancak, bu örgütlerin türediği ülkelerde ekonomik, siyasi, güvenlik, anayasal, eğitim ve sağlık yapıları tamamen başarısız olmasaydı, bu çeşitli koşullar ve araçlar etkili olmazdı. Söz konusu örgütler bu başarısızlık sayesinde kendilerini kurtarıcılar ve devlet adına hareket ederek tüm ulusu koruyan araçlar olarak sundular.

Yarım asırdan fazla bir süre boyunca, bu örgütlerin üyeleri ve liderleri, toplumlarımızın geniş kesimleri arasında sahip oldukları “sembolik hegemonya” sayesinde, kamusal alana bir değerler, söylemler ve normatif araçlar cephanesi dayatmayı başardılar. Bunlar arasında şunlar sayılabilir: “Şiddet, değişimin özü ve tek aracıdır”, “sembolik lider tarihsel bir zorunluluktur”, “mevcut koşullar ucu açık bir olağanüstü hal gerektirmektedir”, “toplumsal ilerleme ve statü, bu örgütlere sadakat ve bağlılıkla bağlantılıdır”, “bu sınıfın üyeleri eleştirinin ötesindedir ve şehitler aziz statüsüne sahiptir”, “servet, eğitim, incelikli eylemler, entelektüel üretim ve sanatsal çalışma gibi şeyler, bu örgütlerle bağlantılı olmadıkları sürece anlamsızdır”. Bunlar ve benzeri birçok söylem kamusal alanda sürekli bir korku duygusu yaratıyor ve mevcut koşullarımızın “istisnai” olduğu yönünde derin bir hissi besliyordu. Tüm bunlar, toplumların geleceği ve güvenliği ve bu “savaşçı sınıf” örgütlerinin varlığını sürdürmesiyle sıkı sıkıya bağlantılıydı.

Samurayların ortadan kaldırılması, eski Japonya'nın sonunu ve hümanist modernitenin ilke ve değerlerine bağlı modern, medeni ve demokratik bir devletin yükselişini işaret ediyordu

Bir bakıma, bu sınıfın üyeleri, başlangıçta üyeleri İmparatorluk Muhafızları'nda asker olan, daha sonra zamanla, toplumsal güvenliği ve kaos dönemlerinde imparatorluk gücünün bütünlüğünü korumada oynadıklarını söyledikleri olağanüstü roller sayesinde kamusal bir rol, bir tür kontrol, otoriter konum ve sembolik statü üstlenen geleneksel Japon samuraylarına benzer hale geldiler. Davanın koruyucularından “davanın kendisine” dönüştüler. Kamu düzenini korumaya adanmış savaşçılar konumundan, her türlü kamusal erdemin sembolü haline geldikleri için, yerel topluluklara kendilerine ayrıcalıklı bir şekilde davranmayı dayatan, mali, idari, ticari, sembolik ve kültürel derebeyliklerin liderleri ve sahipleri konumuna geçiş yaptılar.

Tıpkı Japon samuraylarının tarihsel anlatısında olduğu gibi, bölgemizdeki bu savaşçılar ve örgütleri de, farklı derecelerde de olsa oldukça karmaşık ve istisnai tarihsel koşullardan sonra ortaya çıktılar. Ancak kendilerini “davanın kendisine” dönüştürmekten çekinmediler. Bu çeşitli örgütler, varoluşlarının asıl nedeni ortadan kalkmış olsa bile, askeri ve sembolik genel egemen statülerini her zaman farklı derecelerde de olsa korumaya gayret ettiler. Nitekim Lübnan Hizbullahı, İsrail'in bir kısmını yeniden işgal etmesinden önce tüm Lübnan topraklarından çekilmesinden çeyrek asır sonra bile silahlarını elinde tutmaya kararlı. Filistinli Hamas hareketi, silahını, Filistin'in tek kurtarılmış bölgesi olan Gazze Şeridi'ndeki tüm yaşam biçimlerinin sürekliliğinden ve devamından daha kutsal, gerekli ve kaçınılmaz görüyor.

Ancak, savaşçı sınıf ve silahlı örgütleri içindeki tüm bu otoriter özelliklerin bölgemizde yerleşik olmasına, toplumlarımızdaki genel modernleşme süreçleri bağlamında oynayabilecekleri gerici rollerin açıkça kabul edilmesine rağmen, temel soru hâlâ ortada duruyor: Bu örgütleri, bu istisnai sınıfı, ortaya çıktıkları koşulların, iklimlerin ve şartların yapısında köklü dönüşümler yaratmadan rollerini ve egemenliklerini ortadan kaldırmak mümkün müdür? Mevcut Hamas dağılsa bile, milyonlarca Filistinli, nesnel bir barışı asgari koşullarda da olsa karşılayan bağımsız bir devlete sahip olmadığı sürece, farklı isimler, sloganlar ve mekanizmalarla yeni bir Hamas'ın ortaya çıkmayacağının garantisi var mı? Türkiye'deki Kürt sorunu, Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) ve 40 yıllık silahlı mücadelesinin doğuşuna mı sebep oldu, yoksa PKK mı Kürt sorununu doğurdu? Dolayısıyla “Kürt mazlumiyeti gölü” varlığını ve etkinliğini koruduğu sürece, oradaki “Kürt mücadelesi balığı”nın yok olacağının bir garantisi var mı?

Samurayların ortadan kaldırılması, eski Japonya'nın sonunu ve hümanist modernitenin ilke ve değerlerine bağlı modern, medeni ve demokratik bir devletin yükselişini işaret ediyordu. Ama öncelikle Japonya, “hakkı” olduğuna inandığı şey uğruna komşu ülkeleri işgal edip milyonlarca masum insanı tekrar öldüremeyecek üretken bir ülke. Japonya artık birçok şeyi başarabilen bir ülke, bunların başında da geçmişte yaptıklarından dolayı özür dileyebilmesi geliyor.


Suriye Savunma Bakanlığı: SDG ile çıkan çatışmada iki asker hayatını kaybetti

Deyrizor'daki SDG milisleri (Arşiv – Reuters)
Deyrizor'daki SDG milisleri (Arşiv – Reuters)
TT

Suriye Savunma Bakanlığı: SDG ile çıkan çatışmada iki asker hayatını kaybetti

Deyrizor'daki SDG milisleri (Arşiv – Reuters)
Deyrizor'daki SDG milisleri (Arşiv – Reuters)

Suriye Savunma Bakanlığı bugün yaptığı açıklamada, dün akşam Rakka kırsalında Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile çıkan çatışmalarda iki askerin öldürüldüğünü duyurdu.

Suriye devlet televizyonu dün akşam, SDG'nin bölgedeki Suriye ordusu mevzilerine sürpriz bir saldırı düzenlemesinin ardından Rakka'nın doğusundaki Ma'adan şehri civarında şiddetli çatışmaların çıktığını bildirdi. Kanal, SDG'nin bölgedeki ordu mevzilerini hedef almasının ardından ordu topçularının SDG'nin ateşine karşılık verdiğini de ekledi. SDG ise güçlerinin DEAŞ unsurlarının Rakka'nın doğusundaki Ganem el-Ali çölünde bulunan mevzilerine insansız hava araçları (İHA) fırlatmak için kullandıkları bir dizi mevziyle mücadele ettiğini söyledi. SDG tarafından yapılan açıklamada, “Bölge, bu hafta Şam hükümetine bağlı gruplar tarafından bir dizi saldırıya maruz kaldı. Bu saldırılar, terörist saldırılarını gerçekleştirmek için bu bölgeleri kullanan DEAŞ unsurlarının faaliyetleriyle paralel olarak gerçekleşti” denildi. SDG, ‘Suriye'nin kuzey ve doğusunu meşru bir şekilde savunmaya ve sivilleri hedef alan her türlü terörist tehdidi önlemeye’ kararlı olduğunu vurguladı.

Bu hafta başında SDG, doğu Rakka'da Suriye hükümeti gruplarının saldırısını engellediğini duyurmuş ve çatışmanın tırmanmasını önlemek için orantılı bir yanıt verildiğini belirtmişti.

SDG, Suriye'nin kuzey ve doğusunun büyük bir bölümünü kontrol ediyor.

Suriye Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra geçen ay, başkent Şam'da SDG lideri Mazlum Abdi ile görüştüğünü ve ülkenin kuzey ve kuzeydoğusundaki tüm cephelerde ve askeri konuşlanma noktalarında derhal kapsamlı bir ateşkes üzerinde anlaştıklarını söyledi.


İsrail'in Gazze'nin güneyine düzenlediği hava saldırısı sonucu 3 kişi hayatını kaybetti, 15 kişi yaralandı

Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bulunan Nasır Hastanesi'nde İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybedenlerin cenaze namazını kılan Filistinliler (Reuters)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bulunan Nasır Hastanesi'nde İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybedenlerin cenaze namazını kılan Filistinliler (Reuters)
TT

İsrail'in Gazze'nin güneyine düzenlediği hava saldırısı sonucu 3 kişi hayatını kaybetti, 15 kişi yaralandı

Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bulunan Nasır Hastanesi'nde İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybedenlerin cenaze namazını kılan Filistinliler (Reuters)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bulunan Nasır Hastanesi'nde İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybedenlerin cenaze namazını kılan Filistinliler (Reuters)

İsrail savaş uçakları, Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'un doğusuna hava saldırısı düzenlerken, sivil savunma ekipleri kanlı bir günün ardından bölgeden üç ceset çıkardı ve 15 yaralıyı tahliye etti.

Filistin Enformasyon Merkezi, ‘işgal uçaklarının bu sabah erken saatlerde Han Yunus'un doğusunda, ağır topçu bombardımanı ile eşzamanlı olarak birkaç hava saldırısı düzenlediğini’ bildirdi.

Gazze Şeridi'ndeki Sivil Savunma Müdürlüğü, ‘işgal güçlerinin Han Yunus'un doğusundaki Beni Suheyla bölgesinde bir evi bombalamasının ardından üç şehit çıkarıldığını ve 15 yaralı tahliye edildiğini’ duyurdu.

Gazze Şeridi'ndeki hastanelerin sağlık kaynakları dün, ‘İsrail ordusunun 10 Ekim'de yürürlüğe giren ateşkes anlaşmasını açıkça ihlal ederek, Gazze ve Han Yunus şehirlerinde 17'si çocuk ve kadın olmak üzere 28 kişiyi öldürdüğünü’ bildirdi.

Hamas Sözcüsü Hazım Kasım bugün yaptığı açıklamada, İsrail’i Gazze anlaşmasını ihlal etmekle suçladı. Kasım, İsrail’in aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu çok sayıda kişiyi öldürdüğünü ve yaraladığını belirterek, Mısır, Katar, Türkiye ve ABD’yi bu ‘ihlalleri’ derhal durdurmak için harekete geçmeye çağırdı.

Kasım, İsrail ordusunun ‘anlaşmanın varlığına rağmen Gazze’de büyük bir katliam gerçekleştirdiğini’ ve bu tutumun, İsrail hükümetinin arabulucular ve garantör ülkeler nezdindeki açık saygısızlığını yansıttığını söyledi. Kasım ayrıca, bu ülkelerin işgalci güçlerin Gazze’ye yönelik saldırılarını durdurmakta yetersiz kaldığını ifade etti.

dwef
İsrail'in düzenlediği hava saldırısının gerçekleştiği bölgeyi inceleyen Filistinliler (Reuters)

Kasım, “Şarm eş-Şeyh'te anlaşmayı imzalayan tüm tarafları, özellikle Mısır, Katar, Türkiye ve ABD'yi, sorumluluklarını yerine getirmeye ve işgalin saldırganlığını ve Gazze'deki savaşı sona erdirmek için yapılan anlaşmanın ihlallerini durdurmak için acil önlemler almaya çağırıyoruz” dedi.