Lübnan eski Başbakanı Sinyora Şarku’l Avsat için yazdı... ABD'nin Afganistan'dan çekilmesi: Dünya liderliği ve ahlaki referans

Eski Lübnan Başbakanı Sinyora Şarku’l Avsat için yazdı: Afganistan’dan çekilmenin Arap dünyasına ve sorunlarına etkileri ne olacak?

Afganların ülkeyi terk etmelerini organize etmek için Kabil Havalimanı girişinde bekleyen ABD Deniz Piyadeleri (EPA)
Afganların ülkeyi terk etmelerini organize etmek için Kabil Havalimanı girişinde bekleyen ABD Deniz Piyadeleri (EPA)
TT

Lübnan eski Başbakanı Sinyora Şarku’l Avsat için yazdı... ABD'nin Afganistan'dan çekilmesi: Dünya liderliği ve ahlaki referans

Afganların ülkeyi terk etmelerini organize etmek için Kabil Havalimanı girişinde bekleyen ABD Deniz Piyadeleri (EPA)
Afganların ülkeyi terk etmelerini organize etmek için Kabil Havalimanı girişinde bekleyen ABD Deniz Piyadeleri (EPA)

ABD'nin Afganistan'dan çekilmesiyle ilgili Arap dünyası ve sorunlarına dair çıkarımlar:
1- Son zamanlarda Lübnan’la ilgili acil olarak çözüme ihtiyaç duyan meselelerle ilgili endişelerime rağmen, Afganistan olayı ile ilgili gerçekleri, yorumları ve okumaları takip etmek amacıyla her türlü çabayı gösterdim. İzlenimlerim sırasında özellikle ahlaki boyuttan ve uluslararası politikanın genel perspektifinden ve elbette bölgemiz (Ortadoğu) ve sorunlarına yansıması açısından bu olayla ilgilendiğimi okuyucudan gizlemeyeceğim.
2- Dünya liderliğinin gerektirdiği ahlaki sorumluluğa gelince, ABD’nin Afganistan'dan çekilmesi, bu liderliğin en güçlü ülke yani ABD tarafından mı yoksa üst bir organ olan Birleşmiş Milletler (BM) ve BM Güvenlik Konseyi (BMGK) tarafından mı temsil edilmesi gerektiği sorusunu akıllara getirdi. ‘Büyüklük’ ile ilgili hikayenin nerede başladığını düşündüm. Eski ABD Başkanı Woodrow Wilson, 1918 yılında (ilk ABD Kongresi'nde) ‘14 İlke’ ve daha sonra 1919 yılında Paris Barış Konferansı'nda Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren antlaşmaların imzalanması ABD’nin tek taraflı dünya liderliğinin yolunu açtı. ABD, iki ideolojik kutbun ortaya çıkmasıyla çok kutupluluğa yönelse de Sovyetler Birliği'nin dağılması ve 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması ile tek kutupluluğa, ardından ise bazı oyuncuların değişmesiyle yeniden çok kutupluluğa döndü. ‘Wilson İlkeleri’ olarak da bilinen bu ilkeleri yeniden okudum. Öncelikle beş tanesinin küresel düzeyde ‘mükemmel ahlaki ilkeler’ olduğunu gördüm. Bu beş ilke şunlar:
a) Tüm barış antlaşmaları açıktan yapılacak ve bundan böyle diplomasi açıktan yürütülecek
b) Savaşta ve barışta denizlerde seyrüsefer özgürlüğüne saygı duyulacak.
c) Uluslar arasında ekonomik bütün engeller mümkün olduğunca kaldırılacak
d) Her ülke silahlarını iç güvenliğin gerektirdiği seviyeye kadar azaltacak
e) Sömürgeler üzerindeki istekler, serbestçe ve tam bir yansızlıkla incelenerek ve bu bölgeler halkının çıkarları da göz önünde tutularak bir sonuca bağlanacak.
Bu beş ilke, dönemin ABD Başkanı tarafından Birinci Dünya Savaşı sonrası barışın kuralları ve ‘eski sömürgeciliğin tasfiyesi’ anlamına gelen, kendi kaderini tayin hakkına dayalı yeni bir uluslararası toplumun temeli olarak ortaya atıldı. Dolayısıyla bu ilkeler, terimleri ve amaçları (ya da felsefeleri) ile tüm dünyayı derinden etkilemiş ve her yerde büyük umutlar uyandırmıştır.
Peki, bu ilkeler, bizi, özünde ahlaki açıdan insani olduğuna ve muzaffer bir gücün heybeti ve zaferin kibri içinde adaletin ve mantığın sesi olduğuna dair herhangi bir şüphede bırakıyor mu?
Wilson, Afganistan'dan utanç verici bir şekilde çekilme ve belirsiz koşullar içinde çekilme açısından Demokrat Başkan Biden'ın tam tersi bir örneği olarak olumlu örnek teşkil ediyor. Ancak Biden bu kararı tek başına almamıştı. ABD’li siyasi ve askeri üst düzey yetkililer, oybirliğiyle, bu geri çekilmenin yaklaşık on yıl önce Bin Ladin'in ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşmesi gerektiği konusunda hemfikirdi. Hatta ABD’nin demokratik siyasi ortamından gelen yorumlar da bu yöndeydi. Bazıları, bunun Bin Ladin'in Tora Bora'daki güçlü ortamından çekilmesiyle olması gerektiğini dahi söylediler.
ABD, 2001 yılında Afganistan'ı işgal etmek için belirtilen hedeflerinden herhangi birine ulaşamaması üzerine geri çekildi. Arkasında -en azından- vatandaşlarını gözetme görevini yerine getirebilecek bir devlet projesi bırakması, daha iyi bir demokratik ortam yaratması ve ülkenin doğasına, geleneklerine ve insanına uygun kalkınma girişimleri bırakması gerekiyordu. Ama bu olmadı. Ayrıca, düşman ilan edilen Taliban dışında, müttefiklerine ve stratejik ortaklarına (her zaman söylediği ve tekrarladığı gibi) danışmadan ve koordinasyonda bulunmadan ülkeden çekildi! Bu bize, Başkan Wilson'ın ünlü ilkelerinin birinci maddesinde ilan ettiği ‘diplomaside şeffaflıkla’ ters düşüldüğünü gösterdi. Bu aynı zamanda mevcut ABD yönetiminin ahlaki, uluslararası ve insani sorumluluklarına olan bağlılığına da tersti.
ABD yönetiminin bu davranışlarının Arap bölgesinde -Irak, Suriye, Yemen ve Filistin'de- yaptıklarına benzer olması, politikalarındaki istikrarsızlığı yansıtırken sadece demokrasiyi desteklediğini, insan haklarına ve ahlaki ilkelere saygı konusunda referans olduğunu göstermek istediği şeklinde belirlediği hedeflere ulaşamadığını ortaya koymakla kalmıyor, bilgi ve öngörü eksikliğini de ortaya koyuyor. Tüm bunlarla birlikte o ülkelerdeki istikrarsızlığa katkıda bulunan sorunlara ve krizlere gerçek çözümler bulamıyor. İsteksizliği nedeniyle tarihi hatalar yapıyor. Bu yüzden müdahalelerinin sonucu yıkıma neden oluyor ve ülkeleri olduklarından daha kötü durumlarda terk ediyor. Ayrıca ABD yönetimlerinin bu ülkelere yönelik müdahalelerindeki ya da politikalarındaki öngörü eksikliği, Irak'ın nispeten de olsa Suriye, Lübnan ve Yemen'i kontrol altına alan İran hegemonyasının kurbanı haline gelmesine neden oldu.
4- ABD’nin farklı bahaneler ve amaçlarla askerlerini gönderdiği çok sayıda ülkeden dersler çıkarmadan hatalarını nasıl tekrarladığı karşısında tüm dünya şaşkına döndü.
Eski Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill'in şöyle dediği aktarılır:
“Amerikalılar her zaman doğru olanı yaparlar, ama tüm yanlış seçenekleri tükettikten sonra.”
Ama neden? Çünkü doğru seçimi yapana kadar mevcut çeşitli seçenekleri deneme lüksüne ve imkanına sahip! Gerçek şu ki, ABD, Afganistan'da züccaciye mağazasına giren bir fil gibi davrandı. İçeriye girdiğinde önüne çıkan her şeyi kırdı. Çıkmaya çalışırken ise kırılmayanları da kırdı! ABD’nin müdahale ettiği ülkelerde ulusal doku tahrip edilmiş ve sabote edilmiştir.
5- Yukarıdakiler göz önüne alındığında en büyük soru şu oluyor: ABD, terörizme ve radikalizme karşı ilan ettiği savaşta ne yaptı? Özetle, bu noktada istenen hiçbir hedefe ulaşamadı! Aksine birçok gözlemcinin de ifade ettiği gibi en güçlü olasılık Afganistan'ın bir kez daha farklı gündemleri ve hedefleri olan terörist grupları cezbeden ve aynı zamanda tıpkı Suriye’nin geldiği duruma benzer şekilde şiddetli bölgesel ve uluslararası rekabetin yaşandığı bir yer olması. Bu, ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın eski Başkan George W. Bush döneminde başlattığı ‘Cumhuriyetçi’ slogan “Yaratıcı Kaos” “demokratik” bir dönüş mü, yoksa Trump'ın üstü kapalı olarak ‘bırakın diğer herkes bedel ödesin ve siz (ABD) en büyük kazanan olun’ sloganına dayanan politikasının özünün – tabii bu politikanın mantıklı bir özü varsa - bir devamı mı? Gerçek şu ki, eski Başkan Trump, mizacından ve düşünmeden ağzına geleni söylemesinden dolayı, bu hedefe ulaşacak kadar kurnaz değildi. Çünkü açıkça “Dostlarımıza, müttefiklerimize ve uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerimizi yerine getirmenin bedelini ödemeye hazır değiliz. Bu bedeli onlar ödesinler. Hem de sabit para birimiyle!” ifadelerini kullandı. Trump, BM kararlarını, ilkelerini ve organlarını devre dışı bırakma, hatta yok etme konusunda büyük başarılar! elde etmiştir.
6- Yukarıda bahsedilen iki olasılık (Afganistan topraklarında terör kaosu ve şiddetli rekabet) iki temel gerçekle daha da güçleniyor. Bunlardan birincisi, ABD, Afganistan'da geride toplumuna karşı sorumluluklarını adalet, eşitlik, özen ve belirli bir vizyonla yerine getirebilecek bir ulusal devlet projesini bırakmamıştır. Aksine kalkınma yolunda asgari seviyede de olsa istikrarı sağlamayan bir ekonomik yapı bırakmıştır. ABD’nin Afganistan’ı işgali ile aşiretleşmeye daha fazla yönelen, yani şehirleşmeden uzaklaşan aşiret yapısından bahsetmiyorum bile. O kadar ki, kadınların eğitimi ve kamu yönetimine katılmaları yolunda atılan mütevazı bir adım geri döndü.
Bu bizi, Afganistan çevresinde ve içindeki olası bölgesel ve uluslararası çatışmalarla ilgili ikinci olasılığa getiriyor. Dünya, geçmişte olduğu gibi sadece iki kutup arasında değil, aynı zamanda Rusya, İran ve Türkiye gibi büyük, orta ve küçük kutuplar arasında da soğuk savaşlara yeniden sürükleyen itici bir güce tanık oluyor. Avrupa ve Asya'daki (örneğin Fransa, Almanya ve Japonya) bazı büyük güçler ise bu satranç tahtasında saygın varlıklarını nasıl sürdürebilecekleri konusunda şaşırmış durumdalar!
Bunun yanı sıra ABD, Afganistan'daki yirmi yıllık işgali sırasında, yaklaşık 83 milyar dolar (yaklaşık 710 milyar TL) harcadı. ABD ile müttefik olan diğer ülkeler de Afganistan'daki savaşta ABD’den daha az harcama yapmadılar. Şaşırtıcı ve üzücü rakamlar ve tablolar, harcanan bu paraların yüzde ikisinden daha azının bu ülkede kalkınmaya harcandığını gösteriyor. Şarku’l Avsat’ın köşe yazarlarından Mahmud Muhyiddin, 25 Ağustos 2021 tarihinde gazetede yayınlanan bir yazısında, “Dolayısıyla, bazı sağlık göstergelerinde ve kız çocuklarının eğitiminde sınırlı bir iyileşme olması dışında, ülkenin ekonomik ve sosyal gösterge tablolarının en alt sıralarında yer alması şaşırtıcı değil. İyi niyetli ve cömert bir varsayımla yabancı davetsiz misafirlerin elleriyle bir ulus devlet inşa etmenin imkansız olduğu bugün apaçık ortada” ifadelerine yer verdi.
Burada şu soru ortaya çıkıyor: ABD yönetimi, savaşa harcadığı paradan Afganlar için daha büyük bir fayda ve ABD’ye daha büyük bir manevi getiri ile kalkınma ve eğitime daha fazla miktar ayırsaydı daha iyi olmaz mıydı?
7- Bu noktada Batılı yorumcuların, özellikle Amerikalıların, stratejik ahlaki bir bakış açısından ABD’nin Afganistan'daki ve ardından Irak'taki deneyimini en çok eleştiren kişiler olması dikkatimi çekti. Araplar da dahil olmak üzere Ortadoğulu yorumcularla karşılaştırıldığında bile en sert eleştirmenler onlardı! Bu ‘ahlakçıların’ başında, 20 Eylül 2021 tarihinde Şarku’l Avsat gazetesinde uzun bir makalesinin yer aldığı İngiliz gazeteci Max Hastings geliyor.
Max Hastings’in makalesi şu dramatik sahnenin tasavvuru ile başlıyor:
“11 Eylül'den bu yana geçen yirmi yılda, bazıları geçtiğimiz ay Kabil’de olmak üzere birçok karanlık an yaşandı. Özellikle 2007 yılında Irak'ta yaşanan bir olay beni hala rahatsız ediyor. Irak'taki ABD güçlerinin eski siyasi danışmanı Emma Sky, ABD'nin eski Kara Kuvvetleri Komutanı Raymond T. Odierno ile bir Black Hawk helikopterindeydi. Sky o esnada telsizden, İngiltere'deki üstüne Bağdat'ta bir binanın duvarında “Şehit kahraman Saddam Hüseyin!” yazdığını gördüğünü belirtti. Bu sözleri duyan ABD’li general, sert bir şekilde, asılan diktatörün toplu katliam yaptığını söyledi. Fakat tehlikenin ortasında yaşamayı seven Sky, “Hala sizin mi yoksa Saddam’ın mı daha çok Iraklı öldürdüğünü bilmiyoruz efendim!” dedi. Helikopterde tam bir ölüm sessizliği hakimdi. Hattın diğer ucundaki Sky’ın üstü bile onun fazla ileri gidip gitmediğini merak etti! Ardından General Odierno aniden, “Pilotlar kapıları açın ve bu kadını dışarı atın!” diye bağırdı.
Bu olayla ilgili olarak Hastings, makalesinde, “Sky saygıyı hak ediyor. Çünkü asla ordunun duymak istediklerini söylemedi” diye yazdı.
Makalesinde, hem ABD’li politikacıların hem de generallerin Afganistan’daki ve Irak'taki kibirli davranışlarına iğneleyici göndermelerde bulunan Hastings, 2002 yılında dönemin İngiltere Genelkurmay Başkanı General Mike Jackson ile İngiliz ordusunun katıldığı Irak’ın işgalinin planlanması için Washington'da yapılan toplantılardan döndükten sonra yaptığı bir konuşmada Genelkurmay Başkanı Jackson’ın sert bir şekilde “Bağdat'a gitmek kolay, ama onların (Amerikalılar) girdikten sonra ne yapacakları hakkında hiçbir fikirleri yok” dediğini aktardı.
 Hastings makalesini şu dersle bitiriyor:
“Bir keresinde, Afganistan'da sık sık görev yapan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'nde (NATO) kıdemli bir subaya, radikalizmle mücadelede Ebu Gurayb ve Guantanamo gibi yerlerdeki davranışlarımızla ılımlı Müslümanlar arasındaki ahlaki üstünlüğümüzü kaybettik!” Alıntı sona erdi.
8- Kimse Churchill ile Hastings arasındaki İngiliz ‘bilgeliğinin’, sömürgecilikten daha iyi bir sömürgecilik olduğuna işaret ettiği düşüncesine kapılmamalı. ABD’ye Vietnam, Irak ve Afganistan'da ne olduysa, aynısı ve daha kötüsü, halkını kendi kaderini tayin hakkından mahrum ettikten sonra 1947 yılında Hindistan'dan ve 1948 yılında Filistin'den çekilen İngiltere’ye de oldu. İngiltere, İsraillilere Filistin topraklarını kendileri için hazırlamaları, ele geçirmeleri ve yutmaları için bolca zaman verdi.
9- Burada küçük bir müdahalede bulunmalıyım, Afganistan ve Irak'ta terörle mücadele sloganı altında şimdiye kadar yaşananlar, Winston Churchill'in ABD'nin sonunda doğru seçimi yaptığına ilişkin sözlerinin ikinci bölümünü kanıtlamıyor. Dahası, terörizme karşı savaş deneyimi, terörizm ve onun savaşçıları veya onunla savaştığını iddia edenler arasında birçok ‘suç ortaklığına’ tanık oldu.
ABD'nin can ve mal kaybına uğradığı doğrudur. Ancak dünya, ABD’nin iddialarının aksine, az bir ahlakla dünyayı yönetmenin bir sonucu olarak, daha çok can ve mal kaybetmiş, fırsatları boşa harcamış ve medeniyette geri kalmıştır.
10-  Arap dünyasının, değişen bir dünyada ve büyük siyasi dalgalanmaların ortasında çıkarlarını korumak ve davalarını savunmak için stratejik öneme sahip Afganistan olayından çıkarabileceği veya alması gereken derslerle ilgili son bir soru kaldı. Özellikle ülkelerimizin ve halklarımızın başına gelen tüm bu felaketlerden ve talihsizliklerden sonra halen tarih, para, emek ve zaman açısından büyük bedeller ödeyen ve ödemeye devam edenler de, kalkınma fırsatları boşa harcanan ve çarçur edilenler de onlardır. Bu yüzden ülkelerimiz, maceralarında, politikalarında ve yeni silahlarında birçok bölgesel ve uluslararası ülkenin gerçekleştirdiği deneylerin ve testlerin yapıldığı bir yer haline geldi.
Özellikle uluslararası arenada şu an çoğu taraf adına huzursuzluk ve endişeye tanık olurken hala aramızda, reform, iş birliği, sinerji ve ortak Arap çıkarları için çalışma umutlarını ifade eden vatansever ve ortak bir duruş oluşturamadık. Avrupa, iki ana kutuptan yani ABD ile Rusya ve Çin’den ayrı olarak ‘stratejik yeterlilik’ arzusunu her zamankinden daha fazla gösterirken, açık bir şekilde bu iki kutupla da ‘vurgun amaçlı ortaklık’ arayışındadır.
Burada, ‘ayağa kalk ve açıkça fikrini söyle’ anlamına gelen bir İngiliz özdeyişi ‘Stand up to be Counted!’ ifadesini kullanmak istiyorum. Araplar kendilerini hesaba çekmedikçe dünya Arapları nasıl hesaba çekebilir? Dünyanın onları görmesi için bir arada ve beraberlik içinde değiller. Bu nedenle Araplardan hesap sormaktan çıkar elde edeceklerini düşünüyorlar. Eğer Araplar bunu yaparlarsa, ancak o zaman boşa giden haklarını geri alma ve ortak çıkarlarını elde etme yolunda ilerleyebilirler. Eski ve modern tarihte yaşanan olaylar, Arapların ve ülkelerinin bölünme ve ayrışma halinde devam ettikleri ve ortak çıkarlar elde edemediklerini ortaya koyuyor. Bunu yapmadıkça ne kendileri ne de gelecek nesiller saygınlıklarını kazanamayacaklar. Dolayısıyla istenilen gelişmeyi, ilerleme ve refahı elde edemeyecekler ve dünyanın medeniyet, ilerleme ve kalkınmasına aktif olarak katılamayacaklar.
Makalemi şairin şu mısrasıyla sonlandırmak istiyorum:
“Mızraklar bir arada olurlarsa kırılmaya karşı koyabilirler, fakat tek kalırlarsa işte o zaman kırılırlar.”



Küreselleşme neden ABD’nin yükselişiyle ilişkilendirildi? Peki, düşüşüyle birlikte sona erer mi?

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
TT

Küreselleşme neden ABD’nin yükselişiyle ilişkilendirildi? Peki, düşüşüyle birlikte sona erer mi?

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)

Otuz yıldır, entelektüel ve kültürel söylemlerde küreselleşme veya bazılarının deyimiyle ‘gezegenselcilik’ ile ilgili yeni terimler ortaya çıktı. Bu hareketin ön saflarında, çalışmalarının niteliği nedeniyle tanınmış olanlar ve anonim kalanlar olmak üzere, bu yeni hümanist yaklaşımı ortaya koyan etkili sesler yer aldı.

Dünya, ünlü Amerikalı yazar Thomas Friedman'ı, uluslararası ilişkiler ve ticarette yeni bir çağın habercisi olan ‘Küreselleşmenin Geleceği: Lexus ve Zeytin Ağacı’ adlı kitabıyla tanıdı.

Ancak, duyulmayan muhalif sesler de vardı. Bu kişiler arasında olan Immanuel Wallerstein, dünyayı çekirdek, çevre ve yarı çevre ülkeleri olarak ayıran ve ekonomik küreselleşmenin dinamiklerini anlamaya yardımcı olan ‘dünya sistemi’ teorisinin geliştiricisiydi.

Küreselleşme çalışmaları alanında önde gelen Alman sosyolog Ulrich Beck, küreselleşme bağlamında ‘risk toplumu’ kavramlarına odaklanmasıyla tanınır.

Ronald Robinson ise küreselleşme ve evrensel kültürün sosyal teorisine katkıda bulunan bir tarihçiydi.

Mesele şu ki, biz burada isimleri sıralamak için değil, bu yazının özünde yatan ana sorunun cevabını aramak için bulunuyoruz: Küreselleşmenin bir geleceği var mı? Özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılması ve ABD’nin dünya kaynaklarını ve kontrolünü otoriter bir şekilde domine ettiği, yeni tek kutuplu dünya düzeni olarak adlandırılan düzenin ortaya çıkmasıyla 1990'larda başlayan süreci tamamlama şansı hala var mı?

Bu sorular, küreselleşmenin modern bir fenomen olarak sona eriyor olabileceği ya da en azından yön değiştirip farklı bir isim altında yeni bir döneme yol açmak üzere olduğu konusunda hemfikir olan okumalar çerçevesinde gündeme getirildi.

Her halükârda tartıştığımız bu olgunun 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, özellikle de dünya çapında fikir ve ticaret akışında heyecan verici bir rol oynadığını kesin olarak söyleyebiliriz. Bu olgunun dünyayı her zamankinden daha fazla birbirine bağladığını, engelleri ortadan kaldırdığını ve duvarları yıktığını söylemek abartı olmaz.

Öte yandan, dünya özellikle 1960'larda Kanadalı sosyolog Marshall McLuhan'ın ‘küresel köy’ tanımının ötesine geçip akıllı telefonların temsil ettiği bir ‘dünya kutusu’ haline geldikten sonra, benzeri görülmemiş türde tehditler ortaya çıktı.

Ancak, bugün dünyada birçok küreselleşme eğilimi nedeniyle büyük bir endişe hakim. Bunların başında, küresel savaşları tetikleme tehdidi oluşturan silahlı çatışmaların geri dönüşü, eşit kalkınma fırsatlarından yoksun bir gezegen ve ekolojik ve çevresel felaketlerin darbeleri altında inleyen bir dünya geliyor.

Öyleyse kafası karışık insanlık bundan sonra nereye gidebilir? Küreselleşmiş dünya fikri önümüzdeki on yıllar boyunca geçerli olacak mı, yoksa onun ölüm ilanını yazmanın zamanı geldi mi? Elbette, bunu yargılayacak konumda değiliz, ancak en azından felsefi açıdan sorular, cevaplardan daha önemli olmaya devam ediyor. Peki, nereden başlayacağız?

Küreselleşme eski mi, yoksa yeni bir fikir mi? Belki de buradan başlayıp küreselleşme fikrini incelemeliyiz: Bu fikir modern mi, yoksa eski bir insan yapısı mı?

Kısacası, insanlık gelişmiş medeniyetler boyunca birçok bağlantı ve ayrılık biçimi tanıdı. Ancak dünyayı tek bir bütün haline getirecek tek bir sistem fikri, 1940'ların başına kadar hiç duyulmamıştı. 1940 yılında Cumhuriyetçilerin ABD başkan adayı Wendell Willkie'nin ‘tek dünya’ fikrine Amerikalılar hayran kalmıştı.

O dönemde Wendell Willkie, küreselleşmenin eşanlamlısı olan ‘tek dünya’ sloganını ortaya attı ve milliyetçiliğin beslediği ırkçılık ve emperyalist sömürünün olmadığı bir dünya çağrısında bulundu.

Profesör Samuel Zipp, ‘Bir İdealist: Wendell Wilkie'nin Savaş Döneminde Tek Dünya Kurma Arayışı’ (The Idealist: Wendell Willkie’s Wartime Quest to Build One World) adlı kitabında “Tek dünya bize yeter. İnternetin olmadığı günlerde, bu ifadenin, insanlık ve duygusal birlik arzusu gösteren idealist bir ifade olarak nasıl karşılanacağını tahmin etmek zor değil” yazıyor:

Wilkie'nin vizyonu o dönemde naif bulunmuş olsa da bize küreselleşmenin ilk dönemlerindeki görüş hakkında bir fikir veriyor. Burada ‘Bu çağrı o dönemde meyve verebilir miydi?’ sorusu ortaya çıkıyor.

cdfrg
Küreselleşmiş bir dünya fikri önümüzdeki on yıllar boyunca geçerli olacak mı, yoksa artık onun ölüm ilanını yazmanın zamanı geldi mi? (Unsplash)

Bilinen cevap, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından dünyanın bir kez daha yaklaşık kırk yıl sürecek ve ‘Soğuk Savaş’ olarak bilinen başka bir küresel savaşla karşı karşıya kaldığıdır. O dönemde dünya, Atlantik ve Varşova olmak üzere iki kampa bölünmüştü ve bu da birleşik, küreselleşmiş bir dünya fikrini geçmişte kalan bir şey haline getirmişti.

Willkie, ‘tek dünya’ ifadesini kullanan ilk isim değildi; ondan önce de yazarlar ve düşünürler, buharlı gemiler, telgraflar, telefonlar, uçaklar, borsalar ve radyonun mesafeleri kısaltıp zamanı hızlandırarak uzak yerler ve kültürler arasındaki iletişimi artırdığına dair açıklamalarda bulunmuştu.

Willkie'nin bu haykırışı, modern küreselleşmenin yolunun ABD’de başladığını, ancak entelektüel öncülerin ABD’de olmadığını mı ima ediyor?

1990'lardaki küreselleşme ve farklı bir gezegen

Özetle 1945 yılındaki İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden 9 Kasım 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasına kadar geçen yaklaşık kırk yıl, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik çatışmalar ve Varşova Paktı ile NATO arasındaki gizli Soğuk Savaş’la damgalandı ve bu da dünya çapında iki kampın oluşmasına neden oldu. Söz konusu dönem, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik çatışmalar ve Varşova Paktı ile NATO arasında gizli bir Soğuk Savaş’la damgalandı ve dünya iki kampa bölündü. Bazı ülkelerin attığı küçük adımlar, o dönemde geçerli olan ‘bizimle değilseniz, bize karşısınız’ formülü nedeniyle, tarafsızlık durumunun oluşmasını sağlayamadı.

O zamanlar küreselleşme kavramı henüz ortaya çıkmamıştı ve bazıları McLuhan'ın vizyonunu sorguluyor, bunun özellikle radyo, televizyon ve yazılı medya aracılığıyla bilgi iletişimi kavramıyla sınırlı olduğuna inanıyordu.

Her ne kadar bütün bunlar, Doğu Avrupa halklarında devrim yaratmada bilinçli ve açık bir rol oynayarak onları Sovyet Demir Perdesine karşı ayaklanmaya itmiş olsa da tek bir küreselleşmiş dünya fikrini yaratacak kadar etkili olamadı.

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyet cumhuriyetlerinin dağılmasının başlaması, tek kutuplu bir güçle sonuçlanan yeni bir kozmik başlangıcı işaret etti. O gün, ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ veya Amerikan tek kutupluluğu terimini ortaya attı.

O dönemde birçok sosyolog, ABD’ye bağımlılık çağının başladığına ve Washington’daki düşünürler ve planlamacılar ile altı kıtadaki partilerin öncülüğünde küreselleşme çağının ölüm ilanı yazılmaya başlandığına inanıyordu.

Küresel ekonominin yüzünü ve insan toplumlarının koşullarını değiştiren dinamik bir hareketin bundan 35 yıl önce başladığına şüphe yok. Değerli fırsatlar yaratan bu eğilimler, birçok ülke ve bölgede hızlı ekonomik büyümeyi kolaylaştırarak, küresel gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) 2000 yılında yaklaşık 5 trilyon ABD dolarından 2016 yılında 75 trilyon ABD dolarına ve 2024 yılında 111 trilyon ABD dolarına yükselmesine katkıda bulunmuştu.

Ancak bugün, üretim ve işgücü piyasalarındaki değişimler, teknolojideki hızlı ilerlemeler ve küresel iklim değişikliği aracılığıyla radikal değişiklikler ortaya çıktı. Bu durum, dünya meselelerini izleyenlerin, özellikle ciddi endişe yaratan dördüncü bir eğilim çerçevesinde küreselleşmenin geleceğini haklı olarak sorgulamasına neden oluyor. Bu eğilim, ulusların sağlığı ve popülizmin geri dönüşüyle ilgilidir ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra faşizm ve Nazizmin çöküşünden bu yana Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yerleşik olan liberal ve demokratik yolları tehdit ediyor.

Küreselleşmenin peşinde koşmak, sürdürülebilir kalkınma için bir umuttu ve küresel ekonomik büyümenin güçlü bir motoru olarak hizmet etti. Küreselleşme, otuz beş yılı aşkın bir süredir gelişmekte olan ülkelerdeki birçok insanın yaşam koşullarının iyileştirilmesinde önemli ve hatta öncü bir rol oynadı. Ancak bugün, 21’inci yüzyılın üçüncü on yılının ortasında, siyasi ve ekonomik bir tepki var gibi görünüyor. Bu tepki Washington'da başladı ve özellikle de korumacılığın geri dönüşü, gümrük vergilerinin açıklanması ve kaba kuvvet mantığının hakim olmasıyla birlikte serbest ticaret dünyasına inanan diğer ülkelerde de yankı buldu. Bu, insanlığın nihayet tanıdığı küreselleşmeye vurulmuş büyük bir darbe mi?

Küreselleşme: Son mu, yeni bir dönem mi?

Küreselleşmenin hikayesini benzeri görülmemiş bir ciddiyet ve objektiflikle düşünmek için duran en iyi finans ve ekonomi stratejistleri arasında, Credit Suisse'in Uluslararası Varlık Yönetimi Bilgi Departmanı'nın eski başkanı ve birçok önemli uluslararası pozisyonda görev yapmış Michael O'Sullivan da yer alıyor. O'Sullivan, 2022 yılının mayıs ayında küreselleşmenin geleceğini sorgulayarak, bu fenomenin sonuna mı geldiğimizi, yoksa başkalarının dediği gibi yeni bir döneme mi girdiğimizi sordu. O'Sullivan’ın tahminine göre her halükarda yeni bir dünya düzeni geliyor ve bu düzenin 2030 yılına kadar şekillenmesi muhtemel, ancak kimse bunun nasıl bir şekil alacağını bilmiyor. Ancak, bu okumada önemli olan soru, küreselleşmenin gerilemesini ve bu gerilemenin arkasındaki eğilimleri nasıl ölçebileceğimiz sorusu.

Özetle küreselleşme yaygın ve popüler bir olgu olmaya devam etmekle birlikte, özellikle iletişim şeklimiz, çevremizi saran medya, finansal ve diğer kaynaklarımız gibi insan yaşamı üzerindeki geniş kapsamı ve etkisi nedeniyle gizemle sarılı. Küreselleşmeyi nicel olarak ölçmek için ticaretin gayri safi yurtiçi hasılaya oranı, finansal akışların yoğunluğu, fikir ve veri akışı, internetin ve göçün nasıl değiştiği gibi faktörlere bakıyoruz.

Ancak son zamanlarda dünya daha bölgeselleşmiş ve çok kutuplu hale gelmiş görünüyor. Örneğin, Çin'in Hong Kong'daki eylemleri, Kovid-19 salgını karşısında ülkeler arasında iş birliğinin olmaması, Ukrayna'da yaşananlar, ticaret savaşları ve birçok ülkede kademeli bağımsızlık eğilimi gibi. Bunların hepsi, küreselleşmiş bir dünyada yaşanmayacak veya farklı şekilde yaşanacak olayların birer örneği.

Ancak, son otuz yılda küreselleşmenin etkilerinin farklılık gösterdiği açık ve bugün bu farklılık net olarak görülüyor.

Örneğin, en küreselleşmiş ülkeler İsveç, İsviçre ve İrlanda gibi küçük ülkeler ve bu ülkeler, vergi sistemleri sayesinde küreselleşmenin en kötü sonuçlarından biri olan büyük gelir eşitsizliklerini önleyebildiler.

Ancak İngiltere, Fransa ve İtalya gibi daha büyük ülkelerde durum aynı şekilde olmamıştı. Bu ülkelerde sosyal sınıflar arasındaki uçurum genişlemiş ve en kapitalist sınıflar arasında bile sosyal dengesizlik ortaya çıkmıştı.

Çin gibi kutuplaşmaya aday ülkeler ise küreselleşmeyi ekonomik güçle karşılanması gereken bir ABD’nin önerisi olarak görürken, Rusya gibi bir ülkede askeri seçenek ön plana çıktı.

Bu bağlamda, yine ‘Küreselleşmeye son darbe nihayet ABD’nin içinden mi vuruldu?’ sorusu ortaya çıkıyor.

Kanıtlar, ABD’nin en büyük müttefikinin liderlerinin bunu yaptığını gösteriyor. Peki ya uzak ülkelerin geri kalanı ya da belki de rakipleri ve düşmanları ne olacak? Bu öneri ne olacak?

İngiltere ve küreselleşmenin sonu

ABD Başkanı Donald Trump'ın geçtiğimiz nisan ayında ikinci kez göreve gelmesinden yaklaşık üç ay sonra, İngiltere'de küreselleşmenin bittiğine dair kesin bir görüş olduğu görülüyordu.

İngiltere İşçi Partisi lideri ve Başbakan Keir Starmer, 6 Nisan'da, BBC'ye verdiği röportajda “son yirmi yıldır bildiğimiz küreselleşme sona erdi” dedi. Başbakan Starmer, aynı hafta İngiliz gazetesi The Sunday Telegraph'ta yayınlanan bir makalede aynı görüşü yineleyerek, “Bildiğimiz dünya sona erdi” diye yazdı. Peki, bu en yakın ve en sadık müttefikin ABD’nin sorumlu olduğuna inanmasına neden olan neydi?

Kanıtlar, özellikle Trump yönetiminin İngiltere’ye yüzde 10'luk bir temel gümrük vergisi uygulamasının ardından, suçun Başkan Trump'ta olduğunu gösteriyor. Bu, çeşitli vergi oranlarına sahip bazı ıssız bölgeler de dahil olmak üzere dünyadaki çoğu ülkeyi hedef alan ve ‘Kurtuluş Günü’ olarak adlandırılan bir dizi karşılıklı gümrük vergisinin bir parçasıydı.

Trump’ın tanımları, küreselleşmiş iş birliği fikrini sona erdirdi ve ekonomik açıdan korumacılık ve emperyalist üstünlük yoluyla bireyciliği yeniden ortaya çıkardı. Bu da eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un (2007-2010) İngiliz gazetesi The Guardian'da acı dolu bir makale yazmasına neden oldu.

Brown, makalesinde 35 yıllık ‘yeni dünya düzeninin’ yasını tutuyor ve bu düzenin şu anda gözlerimizin önünde parçalandığını ve bu yeni ‘Trumpçı’ Amerikan yaklaşımını sürdürmekten başka bir yolun olmadığını savunuyor.

Gordon Brown, 12 Nisan'da, modern tarihin en kötü finansal krizleriyle başlayan ve Çin-ABD çatışmasının şimdiye kadarki en ciddi tırmanışıyla sona eren bir haftanın ardından, radikal dönüşümlerle şoklar arasında ayrım yapmanın zamanının geldiğini yazdı. Eğer bir değişiklik olmazsa, 2020'ler bu yüzyılın şeytani on yılı olarak hatırlanabilir. Bu terim daha önce tarihçiler tarafından 1930'ları tanımlamak için kullanılmıştı.

Brown'un tahminine göre bu on yılın tanımı, Kovid nedeniyle ölen 7 milyon insan ve küresel yoksulluk ve eşitsizliğin artmasıyla sınırlı kalmayacak, aynı zamanda parçalanmış Ukrayna, yanmakta olan Gazze ile Afrika ve Asya'da haberlerde neredeyse hiç yer almayan zulümleri de içerecek. Bunların her biri, kurallara dayalı dünya düzeninin, güce dayalı bir düzenle şiddetli bir şekilde değiştirildiğinin kanıtı.

Okuyucu burada, sadece serbest ticaret değil, hukukun üstünlüğü ve uzun zamandır insan haklarına, demokrasiye, halkların kendi kaderini tayin hakkına ve devletler arası çok taraflı iş birliğine verdiğimiz öncelik de dahil olmak üzere eski düzenin her bir ayağı saldırı altında olduğu şeklindeki kesin bir sonuca varabilir. Buna, bir zamanlar dünya vatandaşları olarak kabul ettiğimiz insani ve çevresel sorumluluklar da dahil.

Öyleyse bu, Friedman'ın savunduğu küreselleşmenin şimdiden sona ermekte olduğu anlamına mı geliyor?

Küreselleşmenin sonu ve anti-Amerikanizm kavramı

Küreselleşmenin birçok karşıtı, bu uluslararası olgunun başarısızlığının ana nedeninin ABD olduğunu savunuyor. Tüm suçu Başkan Trump'a yüklemeden, bu sorun onun Beyaz Saray'a gelmesinden otuz beş yıl önce, bu eğilimin uluslararası bilinçte yer edinmesinden önce ortaya çıkmıştı. Peki, bunun anlamı ne?

Burada protestocular, ABD’nin son 35 yıldaki politikalarının küreselleşme için en önemli fırsatlardan birini heba ettiğini söylüyorlar. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra Washington’ın ulusal kurtuluş, sosyal adalet ve salgın hastalıklar ve endemik hastalıklarla mücadele yoluyla dünyaya liderlik edecek bir ‘Sezar’ haline gelmesi için geniş bir marj alanı vardı. Sürdürülebilir küresel kalkınmaya yardım sağlamanın yanı sıra, dünyayı Sovyetler Birliği döneminde var olan ideolojik kölelikten kurtarmanın da önemi yadsınamaz.

Ancak ne yazık ki, Polonya doğumlu ‘Amerika'nın bilge adamı’ ve eski Başkan Jimmy Carter'ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski'nin ‘Seçim: Dünyayı Yönetmek mi, Dünyaya Öncülük Etmek mi’ (The Choice: Global Domination or Global Leadership?) adlı kitabında anlattığı gibi, kontrol arzusu ABD dış politikasını ele geçirmiş görünüyor.

Benzer şekilde yazarlar Eric Cazdyn ve Imre Szeman, ‘Küreselleşme Sonrası’ (After Globalization’) adlı önemli eserlerinde, özellikle üçüncü milenyumun başlangıcında Afganistan'ın işgaliyle başlayan ve ardından Irak’ın işgaliyle devam eden, ‘teröre karşı savaş’ olarak bilinen belirsiz kampanya ile birlikte, ABD’ye yönelik uluslararası düşmanlığın durumunu tanımlıyor. Amerikanlaşmanın ikiz ve nesnel karşılığı olan küreselleşme, özellikle 2001 yılında Washington ve New York'ta yaşanan olayların ardından, dünya çapında milyonlarca insanın zihninde yerleşti.

Ancak, 11 Eylül 2001 öncesinde, küreselleşme ve küreselleşme karşıtı hareketlerin artan farkındalığı, ABD’yi ana jeopolitik güç olarak görmeme eğilimindeydi.

ABD, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra en etkili tek aktör olarak önemli ve tanınmış bir oyuncu idi, ancak henüz dünyadaki diğer taraflarla çatışmaya girmemişti.

O dönemde küreselleşmeye karşı yapılan gösteriler, büyük finans kurumlarının, özellikle Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve çokuluslu şirketlerin hakimiyetini reddediyordu.

Amerikalı yazar Michael Hardt, 2000 yılında yayınlanan etkili kitabı ‘İmparatorluk’ta (Empire'da), ülkesini dünyanın kaderini ve geleceğini kontrol eden tek güç kavramıyla ilişkilendiriyor ve aslında sekiz yıl sonra olacakları öngörüyor.

thju
ABD Başkanı Donald Trump ikinci kez göreve başladıktan yaklaşık üç ay sonra, İngiltere’de küreselleşmenin bildiğimiz şekliyle sona erdiği konusunda kesin bir görüş oluşmuş gibi görünüyordu (Unsplash)

ABD’de 2008 yılında, emlak dünyasındaki iç manipülasyonlar ve Lehman Brothers gibi bazı büyük Amerikan bankalarının çöküşünün, büyük bir finansal krize yol açması bunun sebebiydi. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bu kriz, herkesin ABD’nin yörüngesinde dönmesinden başka bir suçu olmayan küresel ekonomiyi de derinden etkiledi.

Bundan sonra, ABD’ye yönelik düşmanlık, tüm dünyanın Amerika'nın yeni efendilerinin elinde, dünya meselelerini ABD’nin keyfine göre yönetmek için esnek bir araç olarak gördüğü küreselleşme fikrine yönelik düşmanlığa dönüştü.

Joseph Nye ve Vaclav Klaus arasında küreselleşmenin geleceği

Geçtiğimiz şubat ayında, ölümünden yaklaşık üç ay önce, Amerikalı siyaset teorisyeni Joseph Nye, ‘Project Syndicate’ adlı internet sitesinde karşı karşıya olduğumuz bu olgunun gerçekliğini sorgulayarak ‘Küreselleşmenin bir geleceği var mı?’ sorusunu sordu. Nye, bu soruya, küreselleşmenin geleceğini anlamak için ekonominin ötesine bakmamız gerektiği yanıtını verdi. Çünkü ona göre askeri, çevresel, sosyal, sağlık vb. dahil olmak üzere birçok başka türde küresel karşılıklı bağımlılık söz konusu.

 Nye, bilim adamlarının iklim değişikliğinin korkunç sonuçlar doğuracağını, yüzyılın sonuna kadar küresel buz tabakalarının eriyip kıyı şehirlerinin sular altında kalacağını öngördüklerini söylüyor. Kısa vadede bile iklim değişikliği, kasırgaların ve orman yangınlarının sıklığını ve şiddetini artırıyor. Garip bir ironi olarak, küreselleşmenin yararlı yönlerini sınırlandırırken, maliyetli yönleriyle başa çıkamıyoruz. Trump'ın ikinci başkanlık döneminin ilk adımları arasında Washington’ın Paris İklim Anlaşması ve Dünya Sağlık Örgütü'nden (WHO) çekilmesi olacağı açık.

Peki, merhum Profesör Joseph Nye’ye göre küreselleşmenin geleceği ne olacak?

Nye, sözlerini insanlar hareket kabiliyetine sahip oldukları ve iletişim ve ulaşım teknolojileriyle donatıldıkları sürece uzun mesafeli bağlantıların bir gerçeklik olarak kalacağına dair felsefi bir bakış açısıyla sonlandırıyor. Sonuçta, ekonomik küreselleşme yüzyıllardır devam ediyor ve kökleri, Çin'in küresel altyapı yatırım programı olan Kuşak ve Yol Girişimi'nin sloganı olarak benimsediği İpek Yolu gibi eski ticaret yollarına kadar uzanıyor. Dünya savaşları ekonomik küreselleşmenin seyrini bozmuş, korumacı politikalar onu yavaşlatmış ve uluslararası kurumlar şu anda devam eden birçok değişime ayak uyduramamış olsa da teknolojiye sahip olduğumuz sürece, yararlı olmasa bile küreselleşme devam edecek.

Küresel politika teorisyeni olan eski Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus'un görüşleri Joseph Nye'nin görüşlerinden farklı mı?

Klaus, 16 Eylül'de Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de düzenlenen jeopolitik zirvede dünya çapında milyonlarca, hatta milyarlarca insanın aklını meşgul eden ‘post-küresel’ boyutu ele aldı.

Klaus'un katıldığı seminer, Danube Enstitüsü ve Heritage Vakfı tarafından düzenlenmişti. Seminerde sorulan soru, hala küreselleşme çağında yaşadığımız ve bu çağın sona ermek üzere olduğu gibi oldukça tartışmalı bir varsayıma dayanıyordu.

Klaus’a göre bu yanlış bir düşünce, hatta tarihin yanlış yorumlanması.

Küreselleşmenin sonu hakkındaki görüşünde, ABD’nin nüfuzu ile küreselleşme kavramı arasındaki yukarıda bahsedilen bağlantıya atıfta bulunan Klaus, bu yüzden bu düşüncenin temelinde, ABD’nin hegemonyasını yavaş yavaş kaybeden ve yeni dünya düzenini kabul etmek istemeyen bir ülke olmasının yattığını söylüyor. Ancak bu değişim, tek kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya doğru devam eden geçişin bir parçası.

Klaus, yazılarında asla ‘küreselleşme’ terimini kullanmaz. Ona göre küreselleşme, belirsiz bir kavramdır, gazetecilik terimidir, muğlaklıklarla doludur, çok yüzeyseldir ve ciddi tartışmaların temeli olarak işe yaramaz.

Belki de insan faaliyetlerini daha tarafsız bir şekilde uluslararasılaştırma fikrini tercih ediyordur. Çünkü dünya tarihinin siyasi, ekonomik ve sosyal düzenlemelere bağlı olarak değişen derecelerde açıklık ve yakınlaşma ile karakterize bir süreç olduğunu düşünerek, küresel sahneyi yakınlaşma ve açıklık dereceleri açısından ele almanın daha yararlı ve faydalı olacağına inanıyor.

Bu düzenlemeler, farklı özgürlük derecelerinin yanı sıra siyasi sistemin doğasının da bir sonucu. Bir toplum ve ekonomi ne kadar özgürse, o kadar açıktır ve bunun tersi de geçerlidir. Bundan dolayı Soğuk Savaş'ın sona ermesinden önce kullanılan terminolojiye geri dönülmesini öneriyor.

Peki, bir son var mı?

Elbette, küreselleşmenin sonunu ilan etmek, tarihin akışına aykırı olur. Zira bu, insan iletişimi açısından bir ‘insan diyalektiğidir’ ve geçmiş insan medeniyetleri tarafından binlerce yıldır biliniyor.

Ancak asıl yeni ve belki de en heyecan verici olan ise yapay zeka (AI) devrimi gerçekleştiğinde insanlığın geleceğindeki yansımaları olacak. Bu devrim, insanlığın başlangıcından beri deneyimlediklerinden tamamen farklı özelliklere, niteliklere ve kabiliyetlere sahip yeni bir dünya yaratacak.


Avustralya, çocukların sosyal medya platformlarına erişimini yasakladı

Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
TT

Avustralya, çocukların sosyal medya platformlarına erişimini yasakladı

Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)

Avustralya dün dünyada bir ilk olarak, 16 yaşın altındaki çocukların sosyal medyaya erişimini yasaklayan bir kararı uygulamaya koydu.

Bu karar, Facebook, Instagram, YouTube, TikTok, Snapchat ve X gibi platformların 16 yaşın altındaki kullanıcılar için hesap açmasını yasaklıyor ve mevcut tüm hesapları kapatmalarını zorunlu kılıyor. Uyumluluğu sağlamak için "makul" önlemler alınmaması durumunda 32,9 milyon dolara kadar para cezası verilebilir.


Rusya, Zelenskiy'nin yeni seçimlerin yapılmasına yönelik kararını memnuniyetle karşıladı

Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
TT

Rusya, Zelenskiy'nin yeni seçimlerin yapılmasına yönelik kararını memnuniyetle karşıladı

Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP

Kremlin, ABD Başkanı Donald Trump'ın bu yöndeki çağrısının ardından Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy'nin dün Ukrayna'da yeni seçimler yapılmasına onay vermesini memnuniyetle karşıladı. Rusya Devlet Başkanlığı sözcüsü Dmitry Peskov, bu gelişmeyi "yeni bir şey" olarak nitelendirdi.

Bu arada, ABD Başkanı dün İngiltere, Fransa ve Almanya liderleriyle yaptığı telefon görüşmesinde Ukrayna barış müzakerelerindeki son gelişmeleri ele aldı. 40 dakikalık görüşme, çatışmanın çözümünde "ilerleme kaydetmeye" odaklandı.