Lübnan eski Başbakanı Sinyora Şarku’l Avsat için yazdı... ABD'nin Afganistan'dan çekilmesi: Dünya liderliği ve ahlaki referans

Eski Lübnan Başbakanı Sinyora Şarku’l Avsat için yazdı: Afganistan’dan çekilmenin Arap dünyasına ve sorunlarına etkileri ne olacak?

Afganların ülkeyi terk etmelerini organize etmek için Kabil Havalimanı girişinde bekleyen ABD Deniz Piyadeleri (EPA)
Afganların ülkeyi terk etmelerini organize etmek için Kabil Havalimanı girişinde bekleyen ABD Deniz Piyadeleri (EPA)
TT

Lübnan eski Başbakanı Sinyora Şarku’l Avsat için yazdı... ABD'nin Afganistan'dan çekilmesi: Dünya liderliği ve ahlaki referans

Afganların ülkeyi terk etmelerini organize etmek için Kabil Havalimanı girişinde bekleyen ABD Deniz Piyadeleri (EPA)
Afganların ülkeyi terk etmelerini organize etmek için Kabil Havalimanı girişinde bekleyen ABD Deniz Piyadeleri (EPA)

ABD'nin Afganistan'dan çekilmesiyle ilgili Arap dünyası ve sorunlarına dair çıkarımlar:
1- Son zamanlarda Lübnan’la ilgili acil olarak çözüme ihtiyaç duyan meselelerle ilgili endişelerime rağmen, Afganistan olayı ile ilgili gerçekleri, yorumları ve okumaları takip etmek amacıyla her türlü çabayı gösterdim. İzlenimlerim sırasında özellikle ahlaki boyuttan ve uluslararası politikanın genel perspektifinden ve elbette bölgemiz (Ortadoğu) ve sorunlarına yansıması açısından bu olayla ilgilendiğimi okuyucudan gizlemeyeceğim.
2- Dünya liderliğinin gerektirdiği ahlaki sorumluluğa gelince, ABD’nin Afganistan'dan çekilmesi, bu liderliğin en güçlü ülke yani ABD tarafından mı yoksa üst bir organ olan Birleşmiş Milletler (BM) ve BM Güvenlik Konseyi (BMGK) tarafından mı temsil edilmesi gerektiği sorusunu akıllara getirdi. ‘Büyüklük’ ile ilgili hikayenin nerede başladığını düşündüm. Eski ABD Başkanı Woodrow Wilson, 1918 yılında (ilk ABD Kongresi'nde) ‘14 İlke’ ve daha sonra 1919 yılında Paris Barış Konferansı'nda Birinci Dünya Savaşı'nı sona erdiren antlaşmaların imzalanması ABD’nin tek taraflı dünya liderliğinin yolunu açtı. ABD, iki ideolojik kutbun ortaya çıkmasıyla çok kutupluluğa yönelse de Sovyetler Birliği'nin dağılması ve 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması ile tek kutupluluğa, ardından ise bazı oyuncuların değişmesiyle yeniden çok kutupluluğa döndü. ‘Wilson İlkeleri’ olarak da bilinen bu ilkeleri yeniden okudum. Öncelikle beş tanesinin küresel düzeyde ‘mükemmel ahlaki ilkeler’ olduğunu gördüm. Bu beş ilke şunlar:
a) Tüm barış antlaşmaları açıktan yapılacak ve bundan böyle diplomasi açıktan yürütülecek
b) Savaşta ve barışta denizlerde seyrüsefer özgürlüğüne saygı duyulacak.
c) Uluslar arasında ekonomik bütün engeller mümkün olduğunca kaldırılacak
d) Her ülke silahlarını iç güvenliğin gerektirdiği seviyeye kadar azaltacak
e) Sömürgeler üzerindeki istekler, serbestçe ve tam bir yansızlıkla incelenerek ve bu bölgeler halkının çıkarları da göz önünde tutularak bir sonuca bağlanacak.
Bu beş ilke, dönemin ABD Başkanı tarafından Birinci Dünya Savaşı sonrası barışın kuralları ve ‘eski sömürgeciliğin tasfiyesi’ anlamına gelen, kendi kaderini tayin hakkına dayalı yeni bir uluslararası toplumun temeli olarak ortaya atıldı. Dolayısıyla bu ilkeler, terimleri ve amaçları (ya da felsefeleri) ile tüm dünyayı derinden etkilemiş ve her yerde büyük umutlar uyandırmıştır.
Peki, bu ilkeler, bizi, özünde ahlaki açıdan insani olduğuna ve muzaffer bir gücün heybeti ve zaferin kibri içinde adaletin ve mantığın sesi olduğuna dair herhangi bir şüphede bırakıyor mu?
Wilson, Afganistan'dan utanç verici bir şekilde çekilme ve belirsiz koşullar içinde çekilme açısından Demokrat Başkan Biden'ın tam tersi bir örneği olarak olumlu örnek teşkil ediyor. Ancak Biden bu kararı tek başına almamıştı. ABD’li siyasi ve askeri üst düzey yetkililer, oybirliğiyle, bu geri çekilmenin yaklaşık on yıl önce Bin Ladin'in ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşmesi gerektiği konusunda hemfikirdi. Hatta ABD’nin demokratik siyasi ortamından gelen yorumlar da bu yöndeydi. Bazıları, bunun Bin Ladin'in Tora Bora'daki güçlü ortamından çekilmesiyle olması gerektiğini dahi söylediler.
ABD, 2001 yılında Afganistan'ı işgal etmek için belirtilen hedeflerinden herhangi birine ulaşamaması üzerine geri çekildi. Arkasında -en azından- vatandaşlarını gözetme görevini yerine getirebilecek bir devlet projesi bırakması, daha iyi bir demokratik ortam yaratması ve ülkenin doğasına, geleneklerine ve insanına uygun kalkınma girişimleri bırakması gerekiyordu. Ama bu olmadı. Ayrıca, düşman ilan edilen Taliban dışında, müttefiklerine ve stratejik ortaklarına (her zaman söylediği ve tekrarladığı gibi) danışmadan ve koordinasyonda bulunmadan ülkeden çekildi! Bu bize, Başkan Wilson'ın ünlü ilkelerinin birinci maddesinde ilan ettiği ‘diplomaside şeffaflıkla’ ters düşüldüğünü gösterdi. Bu aynı zamanda mevcut ABD yönetiminin ahlaki, uluslararası ve insani sorumluluklarına olan bağlılığına da tersti.
ABD yönetiminin bu davranışlarının Arap bölgesinde -Irak, Suriye, Yemen ve Filistin'de- yaptıklarına benzer olması, politikalarındaki istikrarsızlığı yansıtırken sadece demokrasiyi desteklediğini, insan haklarına ve ahlaki ilkelere saygı konusunda referans olduğunu göstermek istediği şeklinde belirlediği hedeflere ulaşamadığını ortaya koymakla kalmıyor, bilgi ve öngörü eksikliğini de ortaya koyuyor. Tüm bunlarla birlikte o ülkelerdeki istikrarsızlığa katkıda bulunan sorunlara ve krizlere gerçek çözümler bulamıyor. İsteksizliği nedeniyle tarihi hatalar yapıyor. Bu yüzden müdahalelerinin sonucu yıkıma neden oluyor ve ülkeleri olduklarından daha kötü durumlarda terk ediyor. Ayrıca ABD yönetimlerinin bu ülkelere yönelik müdahalelerindeki ya da politikalarındaki öngörü eksikliği, Irak'ın nispeten de olsa Suriye, Lübnan ve Yemen'i kontrol altına alan İran hegemonyasının kurbanı haline gelmesine neden oldu.
4- ABD’nin farklı bahaneler ve amaçlarla askerlerini gönderdiği çok sayıda ülkeden dersler çıkarmadan hatalarını nasıl tekrarladığı karşısında tüm dünya şaşkına döndü.
Eski Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill'in şöyle dediği aktarılır:
“Amerikalılar her zaman doğru olanı yaparlar, ama tüm yanlış seçenekleri tükettikten sonra.”
Ama neden? Çünkü doğru seçimi yapana kadar mevcut çeşitli seçenekleri deneme lüksüne ve imkanına sahip! Gerçek şu ki, ABD, Afganistan'da züccaciye mağazasına giren bir fil gibi davrandı. İçeriye girdiğinde önüne çıkan her şeyi kırdı. Çıkmaya çalışırken ise kırılmayanları da kırdı! ABD’nin müdahale ettiği ülkelerde ulusal doku tahrip edilmiş ve sabote edilmiştir.
5- Yukarıdakiler göz önüne alındığında en büyük soru şu oluyor: ABD, terörizme ve radikalizme karşı ilan ettiği savaşta ne yaptı? Özetle, bu noktada istenen hiçbir hedefe ulaşamadı! Aksine birçok gözlemcinin de ifade ettiği gibi en güçlü olasılık Afganistan'ın bir kez daha farklı gündemleri ve hedefleri olan terörist grupları cezbeden ve aynı zamanda tıpkı Suriye’nin geldiği duruma benzer şekilde şiddetli bölgesel ve uluslararası rekabetin yaşandığı bir yer olması. Bu, ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın eski Başkan George W. Bush döneminde başlattığı ‘Cumhuriyetçi’ slogan “Yaratıcı Kaos” “demokratik” bir dönüş mü, yoksa Trump'ın üstü kapalı olarak ‘bırakın diğer herkes bedel ödesin ve siz (ABD) en büyük kazanan olun’ sloganına dayanan politikasının özünün – tabii bu politikanın mantıklı bir özü varsa - bir devamı mı? Gerçek şu ki, eski Başkan Trump, mizacından ve düşünmeden ağzına geleni söylemesinden dolayı, bu hedefe ulaşacak kadar kurnaz değildi. Çünkü açıkça “Dostlarımıza, müttefiklerimize ve uluslararası hukuka karşı yükümlülüklerimizi yerine getirmenin bedelini ödemeye hazır değiliz. Bu bedeli onlar ödesinler. Hem de sabit para birimiyle!” ifadelerini kullandı. Trump, BM kararlarını, ilkelerini ve organlarını devre dışı bırakma, hatta yok etme konusunda büyük başarılar! elde etmiştir.
6- Yukarıda bahsedilen iki olasılık (Afganistan topraklarında terör kaosu ve şiddetli rekabet) iki temel gerçekle daha da güçleniyor. Bunlardan birincisi, ABD, Afganistan'da geride toplumuna karşı sorumluluklarını adalet, eşitlik, özen ve belirli bir vizyonla yerine getirebilecek bir ulusal devlet projesini bırakmamıştır. Aksine kalkınma yolunda asgari seviyede de olsa istikrarı sağlamayan bir ekonomik yapı bırakmıştır. ABD’nin Afganistan’ı işgali ile aşiretleşmeye daha fazla yönelen, yani şehirleşmeden uzaklaşan aşiret yapısından bahsetmiyorum bile. O kadar ki, kadınların eğitimi ve kamu yönetimine katılmaları yolunda atılan mütevazı bir adım geri döndü.
Bu bizi, Afganistan çevresinde ve içindeki olası bölgesel ve uluslararası çatışmalarla ilgili ikinci olasılığa getiriyor. Dünya, geçmişte olduğu gibi sadece iki kutup arasında değil, aynı zamanda Rusya, İran ve Türkiye gibi büyük, orta ve küçük kutuplar arasında da soğuk savaşlara yeniden sürükleyen itici bir güce tanık oluyor. Avrupa ve Asya'daki (örneğin Fransa, Almanya ve Japonya) bazı büyük güçler ise bu satranç tahtasında saygın varlıklarını nasıl sürdürebilecekleri konusunda şaşırmış durumdalar!
Bunun yanı sıra ABD, Afganistan'daki yirmi yıllık işgali sırasında, yaklaşık 83 milyar dolar (yaklaşık 710 milyar TL) harcadı. ABD ile müttefik olan diğer ülkeler de Afganistan'daki savaşta ABD’den daha az harcama yapmadılar. Şaşırtıcı ve üzücü rakamlar ve tablolar, harcanan bu paraların yüzde ikisinden daha azının bu ülkede kalkınmaya harcandığını gösteriyor. Şarku’l Avsat’ın köşe yazarlarından Mahmud Muhyiddin, 25 Ağustos 2021 tarihinde gazetede yayınlanan bir yazısında, “Dolayısıyla, bazı sağlık göstergelerinde ve kız çocuklarının eğitiminde sınırlı bir iyileşme olması dışında, ülkenin ekonomik ve sosyal gösterge tablolarının en alt sıralarında yer alması şaşırtıcı değil. İyi niyetli ve cömert bir varsayımla yabancı davetsiz misafirlerin elleriyle bir ulus devlet inşa etmenin imkansız olduğu bugün apaçık ortada” ifadelerine yer verdi.
Burada şu soru ortaya çıkıyor: ABD yönetimi, savaşa harcadığı paradan Afganlar için daha büyük bir fayda ve ABD’ye daha büyük bir manevi getiri ile kalkınma ve eğitime daha fazla miktar ayırsaydı daha iyi olmaz mıydı?
7- Bu noktada Batılı yorumcuların, özellikle Amerikalıların, stratejik ahlaki bir bakış açısından ABD’nin Afganistan'daki ve ardından Irak'taki deneyimini en çok eleştiren kişiler olması dikkatimi çekti. Araplar da dahil olmak üzere Ortadoğulu yorumcularla karşılaştırıldığında bile en sert eleştirmenler onlardı! Bu ‘ahlakçıların’ başında, 20 Eylül 2021 tarihinde Şarku’l Avsat gazetesinde uzun bir makalesinin yer aldığı İngiliz gazeteci Max Hastings geliyor.
Max Hastings’in makalesi şu dramatik sahnenin tasavvuru ile başlıyor:
“11 Eylül'den bu yana geçen yirmi yılda, bazıları geçtiğimiz ay Kabil’de olmak üzere birçok karanlık an yaşandı. Özellikle 2007 yılında Irak'ta yaşanan bir olay beni hala rahatsız ediyor. Irak'taki ABD güçlerinin eski siyasi danışmanı Emma Sky, ABD'nin eski Kara Kuvvetleri Komutanı Raymond T. Odierno ile bir Black Hawk helikopterindeydi. Sky o esnada telsizden, İngiltere'deki üstüne Bağdat'ta bir binanın duvarında “Şehit kahraman Saddam Hüseyin!” yazdığını gördüğünü belirtti. Bu sözleri duyan ABD’li general, sert bir şekilde, asılan diktatörün toplu katliam yaptığını söyledi. Fakat tehlikenin ortasında yaşamayı seven Sky, “Hala sizin mi yoksa Saddam’ın mı daha çok Iraklı öldürdüğünü bilmiyoruz efendim!” dedi. Helikopterde tam bir ölüm sessizliği hakimdi. Hattın diğer ucundaki Sky’ın üstü bile onun fazla ileri gidip gitmediğini merak etti! Ardından General Odierno aniden, “Pilotlar kapıları açın ve bu kadını dışarı atın!” diye bağırdı.
Bu olayla ilgili olarak Hastings, makalesinde, “Sky saygıyı hak ediyor. Çünkü asla ordunun duymak istediklerini söylemedi” diye yazdı.
Makalesinde, hem ABD’li politikacıların hem de generallerin Afganistan’daki ve Irak'taki kibirli davranışlarına iğneleyici göndermelerde bulunan Hastings, 2002 yılında dönemin İngiltere Genelkurmay Başkanı General Mike Jackson ile İngiliz ordusunun katıldığı Irak’ın işgalinin planlanması için Washington'da yapılan toplantılardan döndükten sonra yaptığı bir konuşmada Genelkurmay Başkanı Jackson’ın sert bir şekilde “Bağdat'a gitmek kolay, ama onların (Amerikalılar) girdikten sonra ne yapacakları hakkında hiçbir fikirleri yok” dediğini aktardı.
 Hastings makalesini şu dersle bitiriyor:
“Bir keresinde, Afganistan'da sık sık görev yapan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'nde (NATO) kıdemli bir subaya, radikalizmle mücadelede Ebu Gurayb ve Guantanamo gibi yerlerdeki davranışlarımızla ılımlı Müslümanlar arasındaki ahlaki üstünlüğümüzü kaybettik!” Alıntı sona erdi.
8- Kimse Churchill ile Hastings arasındaki İngiliz ‘bilgeliğinin’, sömürgecilikten daha iyi bir sömürgecilik olduğuna işaret ettiği düşüncesine kapılmamalı. ABD’ye Vietnam, Irak ve Afganistan'da ne olduysa, aynısı ve daha kötüsü, halkını kendi kaderini tayin hakkından mahrum ettikten sonra 1947 yılında Hindistan'dan ve 1948 yılında Filistin'den çekilen İngiltere’ye de oldu. İngiltere, İsraillilere Filistin topraklarını kendileri için hazırlamaları, ele geçirmeleri ve yutmaları için bolca zaman verdi.
9- Burada küçük bir müdahalede bulunmalıyım, Afganistan ve Irak'ta terörle mücadele sloganı altında şimdiye kadar yaşananlar, Winston Churchill'in ABD'nin sonunda doğru seçimi yaptığına ilişkin sözlerinin ikinci bölümünü kanıtlamıyor. Dahası, terörizme karşı savaş deneyimi, terörizm ve onun savaşçıları veya onunla savaştığını iddia edenler arasında birçok ‘suç ortaklığına’ tanık oldu.
ABD'nin can ve mal kaybına uğradığı doğrudur. Ancak dünya, ABD’nin iddialarının aksine, az bir ahlakla dünyayı yönetmenin bir sonucu olarak, daha çok can ve mal kaybetmiş, fırsatları boşa harcamış ve medeniyette geri kalmıştır.
10-  Arap dünyasının, değişen bir dünyada ve büyük siyasi dalgalanmaların ortasında çıkarlarını korumak ve davalarını savunmak için stratejik öneme sahip Afganistan olayından çıkarabileceği veya alması gereken derslerle ilgili son bir soru kaldı. Özellikle ülkelerimizin ve halklarımızın başına gelen tüm bu felaketlerden ve talihsizliklerden sonra halen tarih, para, emek ve zaman açısından büyük bedeller ödeyen ve ödemeye devam edenler de, kalkınma fırsatları boşa harcanan ve çarçur edilenler de onlardır. Bu yüzden ülkelerimiz, maceralarında, politikalarında ve yeni silahlarında birçok bölgesel ve uluslararası ülkenin gerçekleştirdiği deneylerin ve testlerin yapıldığı bir yer haline geldi.
Özellikle uluslararası arenada şu an çoğu taraf adına huzursuzluk ve endişeye tanık olurken hala aramızda, reform, iş birliği, sinerji ve ortak Arap çıkarları için çalışma umutlarını ifade eden vatansever ve ortak bir duruş oluşturamadık. Avrupa, iki ana kutuptan yani ABD ile Rusya ve Çin’den ayrı olarak ‘stratejik yeterlilik’ arzusunu her zamankinden daha fazla gösterirken, açık bir şekilde bu iki kutupla da ‘vurgun amaçlı ortaklık’ arayışındadır.
Burada, ‘ayağa kalk ve açıkça fikrini söyle’ anlamına gelen bir İngiliz özdeyişi ‘Stand up to be Counted!’ ifadesini kullanmak istiyorum. Araplar kendilerini hesaba çekmedikçe dünya Arapları nasıl hesaba çekebilir? Dünyanın onları görmesi için bir arada ve beraberlik içinde değiller. Bu nedenle Araplardan hesap sormaktan çıkar elde edeceklerini düşünüyorlar. Eğer Araplar bunu yaparlarsa, ancak o zaman boşa giden haklarını geri alma ve ortak çıkarlarını elde etme yolunda ilerleyebilirler. Eski ve modern tarihte yaşanan olaylar, Arapların ve ülkelerinin bölünme ve ayrışma halinde devam ettikleri ve ortak çıkarlar elde edemediklerini ortaya koyuyor. Bunu yapmadıkça ne kendileri ne de gelecek nesiller saygınlıklarını kazanamayacaklar. Dolayısıyla istenilen gelişmeyi, ilerleme ve refahı elde edemeyecekler ve dünyanın medeniyet, ilerleme ve kalkınmasına aktif olarak katılamayacaklar.
Makalemi şairin şu mısrasıyla sonlandırmak istiyorum:
“Mızraklar bir arada olurlarsa kırılmaya karşı koyabilirler, fakat tek kalırlarsa işte o zaman kırılırlar.”



Eski Endonezya diktatörü Suharto, ülkesinde milli kahraman ilan edildi

Suharto'nun onurlandırılmasını eleştirenler, ülkedeki demokratik değerlere ihanet edildiğini savunuyor (AP)
Suharto'nun onurlandırılmasını eleştirenler, ülkedeki demokratik değerlere ihanet edildiğini savunuyor (AP)
TT

Eski Endonezya diktatörü Suharto, ülkesinde milli kahraman ilan edildi

Suharto'nun onurlandırılmasını eleştirenler, ülkedeki demokratik değerlere ihanet edildiğini savunuyor (AP)
Suharto'nun onurlandırılmasını eleştirenler, ülkedeki demokratik değerlere ihanet edildiğini savunuyor (AP)

2008'de 86 yaşındayken hayatını kaybeden eski Endonezya diktatörü Suharto, ülkesinde "milli kahraman" ilan edildi.

Pazartesi günü başkent Cakarta'daki başkanlık sarayında yapılan törende 10 kişi, "milli kahraman" listesine alındı. 

Suharto'nun eski damadı olan Endonezya Devlet Başkanı Prabowo Subianto'nun başkanlık ettiği törende listeye alınanlar arasında kadın hakları savunucuları, İslam alimleri ve bağımsızlık aktivistleri de var. 

Endonezyalı sendikacı Marsinah ve 1999-2001'de devlet başkanlığı yapan Abdurrahman Vahid'in listeye alınması, Suharto karşıtlarının gönlünü almaya yönelik bir hamle olarak da yorumlanıyor.

Törene Suharto'nun kızı Siti Hardiyanti Rukmana ve oğlu Bambang Trihatmodjo da katıldı. 

76 yaşındaki kızı, etkinlik sonrasında gazetecilere, "Lütfen babamın gençliğinden yaşlılığına kadar neler yaptığını, ülkesi ve Endonezya halkı için verdiği mücadeleyi hatırlayın" dedi. 

BBC, hakkındaki tüm suçlamalara rağmen Suharto döneminde Endonezya'nın kayda değer ekonomik gelişim gösterdiğini bildiriyor. 

1967-1998'de ülkeyi yönetirken pek çok insan hakları ihlaline ve yolsuzluğa imza atmakla eleştirilen Suharto'nun "milli kahraman" ilan edilmesi tepki de topladı. 

30 Eylül Hareketi'nin başarısız darbe girişiminin ardından 1965-1966'da çoğu komünist 500 bine yakın kişinin öldürüldüğü katliamların yanı sıra etnik Çinlilere yönelik toplu tecavüzlerden sorumlu tutulan Suharto'nun diktası, ekonomik krizle birlikte yoğunlaşan protestoların ardından 1998'de çökmüştü.

Suharto'nun listeye alınmaması için Prabowo Subianto'ya yazılan, yaklaşık 16 bin kişinin imzasını taşıyan açık mektup fikir değişikliğine yol açmadı. 

Devlet Başkanlığı'ndan yapılan açıklamada Prabowo Subianto'nun istediği kişiye bu unvanı verebileceği savunuldu. 

Diğer yandan 14 Şubat 2024'teki seçimde oyların yüzde 58,6'sını alarak Endonezya'nın 8. lideri olan Prabowo Subianto da ciddi protestolarla karşı karşıya. Ekonomik eşitsizlik ve parlamenterlere tanınan imtiyazlar, şiddet olaylarının da görüldüğü eylemlerde güçlü bir şekilde dile getiriliyor. 

Geçmişte Endonezya Özel Kuvvetleri komutanı olan Prabowo Subianto, 1998'de ordu içinde başlatılan soruşturma sonucunda ihraç edilmişti.

Prabowo Subianto, Suharto karşıtı aktivistlerin kaçırılarak işkenceye uğramasından sorumlu tutuluyor. 74 yaşındaki siyasetçiyse üstlerinden aldığı emirleri uyguladığını ve suç işlemediğini savunuyor.

Independent Türkçe, BBC, AFP


Fransız mahkemesi, 20 günlük hapis cezasının ardından Sarkozy'nin serbest bırakılmasına karar verdi

 Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy (AFP)
Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy (AFP)
TT

Fransız mahkemesi, 20 günlük hapis cezasının ardından Sarkozy'nin serbest bırakılmasına karar verdi

 Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy (AFP)
Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy (AFP)

Paris Temyiz Mahkemesi, eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin, 2007’deki cumhurbaşkanlığı kampanyasının Libya tarafından finanse edilmesi davasında hüküm giyip yirmi gün hapis yatmasının ardından adli kontrol şartıyla serbest bırakılmasına karar verdi.

Tahliye talebinin görüşüldüğü duruşmada, savcılık da Sarkozy’nin yargı denetimi altında şartlı tahliyesi yönünde tavsiyede bulundu. Eski cumhurbaşkanı, duruşmaya Paris’teki La Sante Cezaevi’nden video konferans aracılığıyla katıldı.

Bugün erken saatlerde savcılık, Paris Temyiz Mahkemesi'nden Sarkozy'nin serbest bırakılmasını talep etti. Duruşmaya video konferans yoluyla katılan Sarkozy, “Hapishane zor. Elbette her mahkûm için çok zor. Ben de zor olduğunu söyleyebilirim” dedi.

Sarkozy, tarihte hapse giren ilk eski Fransa cumhurbaşkanı oldu.

Beş yıl hapis cezasına çarptırıldığı komplo suçlamasına ilişkin karara itiraz eden eski cumhurbaşkanı, yaklaşık elli dakika süren duruşmada şu ifadeyi kullandı: “Gerçeğin ortaya çıkması için mücadele ediyorum.”

70 yaşındaki Sarkozy, ‘olağanüstü insancıl davranarak bu kâbusu katlanılabilir kılan hapishane personelini’ övdü.

Fransa Cumhuriyeti tarihinde eski bir cumhurbaşkanının bu benzeri görülmemiş tutuklanması, ülkede hararetli tartışmalara yol açtı ve hiçbir eski devlet başkanının hapse girmediği Avrupa Birliği'nde (AB) bir emsal oluşturdu.

Video konferans aracılığıyla onunla konuşan avukatlarından Jean-Michel Darrois, Nicolas Sarkozy'nin ‘güçlü, kararlı ve cesur bir adam olmasına rağmen, bu tutuklama nedeniyle büyük acı ve ıstırap çektiğini’ doğruladı.

Farklı standartlar

Avukatlarından Christophe Ingrain ise “Asıl tehdit oluşturan Sarkozy değil, onu hapiste tutmaktır” diyerek müvekkilini savundu. Ingrain, Sarkozy’nin güvenlik gerekçesiyle tek kişilik hücrede tutulduğunu ve gözaltı süresince iki polis memurunun koruması altında kaldığını belirtti.

Fransa İçişleri Bakanı Laurent Nunez, alınan güvenlik önlemlerini Sarkozy’nin konumu ve kendisine yöneltilen tehditlerle gerekçelendirdi.

Eski Cumhurbaşkanı’nın eşi Carla Bruni ve oğulları Pierre ile Jean’in huzurunda konuşan savcı Damien Brunet, Nicolas Sarkozy’nin yargı denetimi altında serbest bırakılması talebinin kabul edilmesini istedi. Ancak aynı zamanda, Sarkozy’nin tanıklar ve diğer sanıklarla temas kurmasının yasaklanmasını da talep etti.

Savcı Brunet şöyle konuştu: “Hiç kuşku yok ki Bay Sarkozy, ülkesindeki güçlü aile bağları ve mahkemenizin iyi bildiği mali çıkarları sayesinde mahkemeye temsil açısından son derece açık ve güvenilir garantiler sunuyor. Bu düzeyde bir temsil güvencesine nadiren rastlanır.”

25 Eylül’de Paris Ceza Mahkemesi, Sarkozy’yi, 2007’de cumhurbaşkanlığına ulaşmasını sağlayan seçim kampanyası için Libya lideri Muammer Kaddafi ile yasa dışı finansman teması kurmasına kasıtlı olarak izin vermekle suçlu bulmuştu. Sarkozy, kararı hemen temyize götürmüştü.


ABD-Çin ilişkileri: Şu anda nerede ve nereye doğru gidiyor?

ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)
TT

ABD-Çin ilişkileri: Şu anda nerede ve nereye doğru gidiyor?

ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (AFP)

Nebil Fehmi

Donald Trump'ın 30 Ekim'de Güney Kore'de Şi Cinping ile yaptığı görüşmenin sonuçları, en azından Trump'ın görev süresinin geri kalanında ABD-Çin ilişkileri üzerindeki potansiyel etkisi nedeniyle geniş çaplı bir ilgi görüyor. Göstergeler, her iki tarafın da gerginliği azaltarak ve temkinli ilerleyerek durumu yönetme arzusunda olduğunu gösteriyor.

 

Bilhassa Trump'ın gümrük tarifelerini daha da yükseltmesi ve diğer ticari önlemleri artırmasının ardından, her iki tarafın da halihazırdaki güçlü ve zayıf yönleri üzerinde duruluyor. Bunlar arasında Çin'in ABD’den soya fasulyesi alımlarını durdurması ve yarı iletkenlerin, silah sistemlerinin, otomobillerin ve hatta akıllı telefonların üretimi için gerekli olan ağır nadir toprak elementleri üzerindeki kontrolü yer alıyor. Bu arada Trump, Çin'in eş zamanlı uluslararası ve yerel ekonomik zorluklarla karşı karşıya olduğunun ve bunun bilhassa gelişmiş yapay zekâ çiplerinin ihracatı yeniden başlarsa ve ABD Tayvan'a askeri desteğini çekerse, kapsamlı bir ekonomik mücadeleye girme isteğini azaltabileceğinin farkında.

Kovid-19 pandemisi dönemi hariç, son on yılda Çin'i neredeyse düzenli olarak ve 2025 yazının başından bu yana da üç kez ziyaret ettim. Görüşmeler büyük ölçüde jeopolitik nitelikteydi ve katkılarımın odağında öncelikle küresel düzen ve Ortadoğu vardı, ancak ABD ile ilişkiler hem Çinliler hem de Amerikalılar için önemli bir ilgi noktası. Bu nedenle, Çin-Amerikan ilişkilerini daha derinlemesine inceleme ihtiyacı hissettim.

ABD-Çin ilişkileri; düşmanca mı yoksa rekabetçi mi? Bu sorunun cevabı, kişinin güvenlik, ekonomi, teknoloji veya ideoloji gibi çalıştığı alana bağlı olarak önemli ölçüde değişiyor. Aslında, iki ülke arasındaki gerilimler her ikisinin de karmaşık bir karışımı; özünde rekabetçi, ancak ulusal güvenlik ve siyasi kimlik söz konusu olduğunda genellikle düşmanca bir davranışa dönüşüyor.

2022 ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi, Çin'i “uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine ve giderek artan bir şekilde bu güce sahip tek rakip” olarak tanımlıyor. Bu, etkileşim ve entegrasyonu vurgulayan önceki formülasyonlardan önemli bir sapmayı temsil ediyor. Strateji, teknoloji, ekonomik nüfuz ve askeri hazırlıkta “Çin'i geride bırakma” ihtiyacının altını çiziyor.

Pentagon'un Ulusal Savunma Stratejisi de bunu yansıtıyor ve Çin'i ABD'nin askeri modernizasyonu ve stratejik planlamaları konusunda “ivme belirleyici meydan okuma” olarak nitelendiriyor. Obama'nın “Asya'ya yönelme”sinden Trump'ın “stratejik rekabeti” ve Biden'ın “bağları koparmak yerine riskleri azaltma” çağrısına kadar, birbirini takip eden ABD yönetimleri temel bir konuda hemfikirler: Çin artık küreselleşmede bir ortak değil, sistemik bir rakiptir.

Pekin'in resmi dili daha diplomatik olsa da niyeti aynı derecede açık. Çin'in ulusal güvenlik ve savunma alanı ile ilgili resmi belgelerinde, egemenliğin ve toprak bütünlüğünün korunmasının ve “Çin ulusunun büyük ölçekli yenilenmesinin” altı çizilmektedir. Bu belgeler, ABD'yi Çin'in yükselişini kontrol altına almaya çalışan, içişlerine (özellikle Tayvan, Hong Kong ve Güney Çin Denizi) müdahale eden ve böylece Soğuk Savaş zihniyetini sürdüren bir taraf şeklinde göstermektedir. Ancak bu belgeler aynı zamanda Çin'in “hegemonya peşinde koşmadığı” ve “insanlık için ortak geleceğe sahip bir toplumu” desteklediği konusunda ısrar ederek, barışçıl niyeti yansıtırken, stratejik kararlılığı da haklı göstermektedir.

1990'lardan bu yana ABD-Çin ilişkileri büyük ölçüde etkileşim ve karşılıklı bağımlılıkla karakterize edilmiştir. Washington, Çin'in Dünya Ticaret Örgütü'ne (2001) katılımını memnuniyetle karşıladı ve ekonomik entegrasyonun siyasi ılımlılığı teşvik edeceğini varsaydı. 2008 küresel finans krizi, Çin milliyetçiliğinin yükselişi ve ABD'nin fikri mülkiyet hırsızlığı ve teknoloji transferi konusundaki artan endişeleri, bu tonlamayı değiştirdi.

21. yüzyılın ilk on yılında, ticaret anlaşmazlıkları, yaptırımlar ve Huawei tartışması daha derin bir güvensizliği somutlaştırdı. Kovid-19 salgını ve yanlış bilgilendirmeyle ilgili karşılıklı suçlamalar, pozisyonları daha da sertleştirdi. Günümüzde ise ikili ajanda, ekonomik, teknolojik, askeri ve ideolojik olmak üzere tüm stratejik alanlarda rekabeti kapsıyor.

Ekonomik alanda rekabet baskın, ancak düşmanca eğilimler de artıyor. ABD, gelişmiş yarı iletkenlere ihracat kontrolleri uyguladı, yabancı yatırımlarla ilgili incelemelerini sıkılaştırdı ve nadir toprak elementleri ve ilaçlar gibi kritik sektörlerde Çin tedarik zincirlerine olan bağımlılığı azaltmaya çalıştı. Pekin, kendi yabancı yaptırım karşıtı yasasını çıkardı, bazı temel madenlerin ihracatına kısıtlamalar getirdi ve “çifte dolaşım” stratejisi kapsamında kendi kendine yeterliliği hızlandırma çabalarını sürdürdü.

Teknolojik hakimiyet, merkezi öneme sahip sayılıyor. Washington, (Japonya, Güney Kore ve Tayvan ile) Chip 4 gibi ittifaklar kurarak inovasyon ve icat alanındaki üstünlüğünü korumaya çalışırken, Çin'in “Made in China 2025” planı robotik, yapay zeka ve yeşil enerji alanlarında liderliği hedefliyor. Her iki taraf da teknolojik bağımlılığı stratejik bir zafiyet olarak görüyor, bu da ekonomik rekabeti yarı güvenlik mücadelesine dönüştüren bir duruş.

Rekabetin düşmanca davranışlara en çok yaklaştığı nokta ise askeri boyut. ABD, özellikle Tayvan ve Güney Çin Denizi konusunda Çin saldırganlığını caydırmak için tasarlanmış Hint-Pasifik stratejisi, QUAD (Japonya, Hindistan, Avustralya ve ABD) ile AUKUS (Birleşik Krallık, Avustralya ve ABD) aracılığıyla ittifaklarını ve ortaklıklarını sürdürüyor. Çin ise donanmasını genişletti, yapay adalarını güçlendirdi, nükleer cephaneliğini modernize etti ve Tayvan yakınlarında sık sık askeri tatbikatlar gerçekleştirdi. Her iki tarafın savunma önlemleri, diğeri için kışkırtıcı görünüyor.

“Stratejik felsefe” arasındaki fark yanlış anlamaları derinleştiriyor. Sun Tzu'nun “Savaş Sanatı”nda vücut bulan geleneksel Çin düşüncesi, sabrı, aldatmayı ve dolaylı avantajı, yani savaşmadan kazanmayı önemsiyor. Bu yaklaşım, Pekin'in uzun vadeli stratejisini teyit ediyor; açık bir çatışma yerine ticaret, diplomasi ve ekonomik kaldıraç yoluyla kademeli etki.

Buna karşılık, Amerikan “stratejik kültürü” genellikle “anlaşma sanatı” mantığını yansıtır. Trump'ın nüfuz, görünür güç ve anlaşmaya dayalı müzakerelere odaklanması, hızlı ve somut kazanımlar arayan daha anlık ve sonuç odaklı bir yaklaşım ortaya koyuyor. Bu iki zihniyet -biri örtülü, diğeri aleni- etkileşime girip çatıştıkça, yanlış anlamalar çoğalıyor. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre Washington, Çin'in kademeli tavrını manipülasyon olarak görebilirken, Pekin Amerikan açık sözlülüğünü provokasyon olarak görebiliyor.

İdeoloji de rekabeti şekillendiriyor. Trump'tan önce, ABD kendisini uzun süre liberal demokrasinin ve kurallara dayalı düzenin savunucusu olarak tanımlarken, Çin Komünist Partisi bu çerçeveyi Batı'nın bir egemenlik aracı olarak görüyordu. Şi Cinping liderliği, parti egemenliği ve ideolojik disiplin konusundaki Marksist-Leninist vurguyu yeniden canlandırırken, ABD’li yetkililer rekabeti giderek daha fazla “demokrasi ve otoriterlik” arasında bir rekabet olarak nitelendiriyor.

İç siyaset bu ayrışmayı pekiştiriyor. ABD'de Çin'e yönelik partizan şüphecilik yoğunlaştı ve hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler ticaret, güvenlik ve insan hakları konusunda daha sert duruşları destekliyor. Çin'de ise milliyetçilik ve tarihsel aşağılanmayla ilgili anlatılar, Amerikan baskısına karşı dik durmanın siyasi zorunluluğunu vurguluyor.

Binaenaleyh, her iki taraf da kendi iç hedef kitlesine diğeriyle aynı şekilde hitap ediyor ve bu da uzlaşma alanını daraltıyor.

Artan sürtüşmeye rağmen, her iki taraf da açık bir çatışmanın felaketle sonuçlanacağının farkında. Ekonomileri iç içe geçmiş durumda; Çin, aralarında ABD'nin önemli müttefiklerinin de bulunduğu 120'den fazla ülkenin en büyük ticaret ortağıyken, ABD Çin'in birincil ihracat noktası, teknoloji ve finans kaynağı olmaya devam ediyor. Küresel zorluklar (iklim değişikliği, pandemiler, finansal istikrar ve nükleer silahsızlanma) hâlâ iş birliği gerektiriyor.

Dolayısıyla, kontrollü rekabet bir motto haline geldi. Washington “güvenlik bariyerlerinden” bahsederken, Pekin “karşılıklı saygı ve barış içinde bir arada yaşama” çağrısında bulunuyor. Ancak güvensizlik kökleşmiş durumda ve iş birliği çabaları bile rekabetçi bir bakış açısıyla değerlendiriliyor.

Günümüz ABD-Çin ilişkileri, ara sıra yaşanan düşmanlık patlamaları ile sürekli rekabetin bir karışımıdır. Bu patlamalar karşılıklı caydırıcılık, ekonomik bağımlılık, rekabetin kaçınılmaz olduğu, ancak doğrudan çatışmanın kendi kendini yenilgiye uğratmak olduğu ortak bilinci tarafından sınırlandırılıyor.

Sun Tzu'nun da dediği gibi, “Savaşın en büyük sanatı, düşmanı savaşmadan alt etmektir.” Ve Amerikan pragmatizminin de belirttiği gibi, en iyi anlaşma her iki tarafı da ayakta tutan anlaşmadır. ABD-Çin ilişkilerinin geleceği, liderlerinin bu iki felsefeyi ne kadar iyi uzlaştırabildiğine bağlı olacaktır.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.