Fidel Spiti
Diktatörlerin çoğu, güçle, ayaklanmalarla veya darbelerle iktidara gelmediler. Aksine birçoğu seçim gibi demokratik yollarla iktidarı ele geçirmiş, daha sonra gücü ellerine geçirince diktatöre dönüşmüştür. Bu güç, onların bir ömür boyu iktidarda kalmalarına ve ülkelerinin, halklarının ve yakın yahut uzak diğer ülkelerin ve halklarının kaderini kontrol etmelerine izin veriyor.
Kurtuluş ve diktatörlük
Siyaset araştırmacısı Alec Medine, Washington Post gazetesinde yayınlanan bir makalesinde, demokrasinin diktatörlüğe dönüşmesinin nedenlerinden birinin, birbirleriyle diyalog kurmayı veya iş birliği yapmayı reddeden, şiddet veya aşırılık yanlısı grupların kamusal siyasi alana hükmetmesine izin veren ve temsil açısından büyüklükleri birbirine oldukça yakın olan azınlıkları ve çoğunlukları üreten demokratik boşluklardan yararlanmak iç taraflar arasındaki sert siyasi kutuplaşma olduğunu söylüyor.
Gücü ve parası olan baskın taraf, seçimleri kaybetmenin, gücünü elinden almak anlamına gelebileceğini hissettiğinde demokrasi düşebilir. Bu nedenle söz konusu taraf, ülkeyi zorla kontrol etmeye ve ardından bir diktatörlüğe dönüştürmeye çalışır. Tıpkı bugün, son parlamento seçimlerinde kaybeden siyasi partilerin seçim sonuçlarını reddettiği Irak'ta olduğu gibi. Ya da seçimle iktidara gelen ve meclisi feshetme yetkisine sahip olan bir cumhurbaşkanının, hükümetin ve diğer devlet kurumlarının yetkisini devralmasıyla ve her şeyi tek başına ve kişisel ahlakıyla reforme etmesi beklenen adam olduğuna halkı inandırarak tüm yetkileri ‘kurtuluş’ ve aşırı sağcı sloganlar altında elinde toplamasıyla demokrasi çökebilir. Tıpkı Putin Rusya'sında yaşananlar gibi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin seçildikten sonra görev sürelerini kanunlarla veya gözetimle kısıtlanmayan mutlak yetkilerle donatılmış şekilde sınırsız hale getirdiler.
Bir partinin önce seçimler yoluyla demokratik bir devlet kurduğu, ardından kurumları inşa etme yolunda taraflar arasında varılan mutabakatı bozduğu Sudan ve Libya yönetimleri de buna birer örnek teşkil ediyorlar. Söz konusu taraflar bir birlerini vatana ihanet, dış güçler adına hareket etmek, ulusal kimliği baltalamaya çalışmak gibi darbenin önünü açan popülist suçlamalarla itham ederler. Diktatörlüğün garip bir şekilde demokratikleştirilmesi yöntemine gelince, Suriye'deki her cumhurbaşkanlığı seçimini buna örnek gösterebiliriz. Tıpkı cumhurbaşkanının yüzde 99'a varan yüksek oy oranıyla yeniden seçildiği Kaddafi Libya'sında olduğu gibi. Böylece ‘ebedi başkanlık sistemi’ demokratik yollarla resmen kurulmuş oluyor. İran ise halkının cumhurbaşkanlığı veya milletvekili seçimlerinde, ancak ‘İran Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi’ (DMTK) olarak adlandırılan otoriter bir siyasi ve idari kurumda görevli bir grup din adamı tarafından seçilen belirli adaylar arasından seçim yapma hakkına sahip olması nedeniyle, çarpık demokrasinin parlak bir örneğidir.
Durumun böyle olmasında halkın da payı var
Demokrasinin, büyük bir ekonomik çöküş, büyük bir askeri yenilgi veya başka bir ülkenin savaş tehdidi gibi büyük olayların baskısı altında halkın diktatörlüğe yönelmesine neden olan başka yolları da vardır. Seçmenler ülkeyi ekonomik veya siyasi sorunlardan tek başına kurtarmayı vaat eden siyasi partiler gibi ütopik seçenekler ararlar. Bu partiler genellikle iktidara gelir gelmez demokratik sistemleri askıya alırlar. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'da kurulan Weimar Demokratik Cumhuriyeti döneminde nasyonal sosyalizmin ya da bir başka deyişle Nazilerin iktidara geldiğinde olduğu gibi. Nazilerin iktidara gelişi, Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ülkelerin savaşın mağluplarından Almanya'ya dayattığı aşağılayıcı koşullara karşı Almanların duydukları öfkenin bir tezahürüydü. Bu da uygulanan yaptırımlar nedeniyle Almanya’yı ciddi bir yoksulluğa sürükledi ve ekonomik olarak dışa bağımlı hale getirdi. Alman halkı, o zamanlar Nazizm’i kurtarıcıları olarak görüyorlardı. Nazizm, Adolf Hitler'in önderliğinde, çok sayıda popülist vaatler ve aşırı milliyetçi fikirlerle iktidara getirildi. Ardından ise tamamen yok oldu.
Halkın kayıtsızlığı, yani seçmenlerin siyasi olarak kayıtsız kalmaları ve siyasi sürece katılmamaları da demokrasilerin diktatörlüklere dönüşmesine yol açar. Bu, bazı demokrasilerde büyüyen bir sorundur ve demokratik dünyanın birçok yerinde seçimlere düşük oranda katılım olması bunun açık bir göstergesidir. Seçmenler, herhangi bir fark yaratamayacaklarını düşündüklerinde kayıtsız kalıyorlar. Bu durum ‘otoriter zihniyete’ sahip siyasi liderlere, örneğin siyasi veya etnik azınlıkların ya da rekabet eden ve değişim isteyen partilerin siyasi haklarını kısıtlamaya başlama fırsatı sunar. Bu da, ifade özgürlüğünün baskı altına alınması, muhaliflere karşı suikastlar düzenlemesi, hapis ve işkence ile cezalandırılmaları için bir güvenlik, askeri ve istihbarat sisteminin kurulmasıyla birlikte yerleşen diktatörlüğe doğru sürüklenmenin önünü açar.
Seçkinlerin çıkarları
Bazı durumlarda, devlet, siyasi liderlik, işadamları, bankacılar, iş ve finans alanlarında önemli pozisyonlara sahip ‘seçkinler’ ya da din adamları ve ordu, artık demokratik sistemin kendilerine fayda sağlamadığını ve mali veya siyasi çıkarlarıyla çatıştığını hissettiklerinde de demokrasiler diktatörlüklere dönüşebilir. Çünkü bu saydığımız gruplardaki insanlar, zenginliklerini, statülerini veya siyasi nüfuzlarını rakip seçkinlerden veya popüler baskı gruplarından ve hatta temsil etmeleri gereken seçmenlerden koruyan demokratik olmayan alternatif yollara başvururlar. Demokrasiye yapılan darbeden yararlanan bu seçkinler, başta demokratik seçimler olmak üzere, yerlerine başkalarının gelmesine yol açabilecek tüm araçları ya iptal ederek ya da erteleyip sonra hile yaparak bloke ederler. Lübnan'daki olaylar, siyasi analistlerden bazılarının ülkenin çöküşünden sonra gidişatı değiştirecek son çare olarak gördüğü yaklaşan seçimlerle ilgili söylediklerinin bir örneği gibi görünüyor. Çünkü iktidardaki siyasi sınıfın, seçimleri düzenlemeyerek veya sonuçlara hile karıştırarak bu tür değişikliklere izin vermeyeceğine inanıyorlar.
Demokratik bir yönetimi, otoriter hale getirmenin bir yolu başka yolu da ayaklanma veya darbedir. Bir ayaklanma durumunda, halkın büyük bir bölümü iktidara karşı harekete geçer ve onu devirirler. Fakat birçok durumda, halk darbesinin sonuçları ordu veya istihbarat servisi gibi güçlü bir kurum tarafından gerçekleştirilen bir karşı darbe ile sona erer. Bugün Cezayir, Libya, Mısır, Tunus ve Sudan'da yaşanan da budur. Şili'de 1973 yılında General Augusto Pinochet ve ordudaki yüksek rütbeli diğer muhafazakar eğilimli komutanların seçilmiş sosyalist Başkan Salvador Allende iktidarını devirmek için yaptıkları darbe de buna bir örnektir. İktidara gelen Pinochet, Şili’de tam bir diktatörlük rejimi kurdu. Pinochet ve cuntası, ülkeyi 17 yıl boyunca tüm seçimlerin yapılmasını engelleyerek ve rejime muhalif binlerce siyasiyi ortadan kaldırarak ve öldürerek demir yumrukla yönetti. Pinochet'in Şili’yi yönettiği askeri rejim, 20. yüzyılın sonlarının en acımasız diktatörlüklerinden biri olarak kabul ediliyor.
ABD’de diktatörlük
Aynı şekilde, ABD de 1930'lu yıllardaki ‘Büyük Buhran’ döneminin ortalarında askeri bir diktatörlüğe dönüşebilirdi. Yaşanan bu buhran nedeniyle, ABD’li seçmenler ezici bir çoğunlukla başkanlık için Franklin Roosevelt'i seçti. Roosevelt, ABD’yi ‘New Deal’ olarak bilinen Büyük Buhran'dan çıkarmak için tartışmalı bir siyasi projeye girişti. Roosevelt'in ekonomik reformları, onları bir sosyalizm biçimi olarak gören işadamları ve finansörlerin şiddetli muhalefetiyle karşılaştı. Bu yüzden işadamları ve finansörlerden oluşan bir grup, ABD Başkanı’nı zorla ve ordunun yardımıyla devirmek için bir plan yaptılar. Planlanan ayaklanmaya askeri destek almak için ABD Deniz Piyadesi Tümgenerali Smedley D. Butler ile temasa geçtiler. Neyse ki, Tümgeneral Butler komploya katılmayı reddetti ve bunu ABD Kongresi'ne bildirdi. Tümgeneral Butler'ın bilinçli tutumu olmasaydı, ABD de 1930'larda askeri bir diktatörlük haline gelecekti.
Siyaset bilimcisi Amr Hamzawy’ye göre demokrasinin diktatörlüğe dönüşmesini önlemek için siyaset sahnesine giren, siyasetin dışında olduklarını ve ülkeyi yöneten yozlaşmış politikacılardan kurtarmaya geldiklerini iddia eden ‘güçlü adamların’ karizmasına karşı koymak gerekiyor. Bu aşırı sağcı akıma, çoğu zaman milliyetçi duyguları kabartan azınlıklara, göçmenlere, siyasi muhaliflere ve diğer liderlere karşı sert bir söylem eşlik ediyor. Bu güçlü adamlar, ülkenin ‘kurtarıcısı’ olmak için ‘ulusu kurtaracak hedeflerin önündeki tüm engelleri kaldırmaları gerektiğini’ iddia ediyorlar.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.

