Asilah Forumu, Arapçılık ideolojisini tartışıyor

Forum katılımcıları ‘Arapçılık’ tanımında fikir birliğine varamazken, alternatiflerin olup olamayacağını tartıştılar

Asilah Forumu kapsamında, Arapçılık üzerine düzenlenen sempozyumundan bir kare (Şarku’l Avsat)
Asilah Forumu kapsamında, Arapçılık üzerine düzenlenen sempozyumundan bir kare (Şarku’l Avsat)
TT

Asilah Forumu, Arapçılık ideolojisini tartışıyor

Asilah Forumu kapsamında, Arapçılık üzerine düzenlenen sempozyumundan bir kare (Şarku’l Avsat)
Asilah Forumu kapsamında, Arapçılık üzerine düzenlenen sempozyumundan bir kare (Şarku’l Avsat)

Fas’ın tarihi kültürel yapısı ile tanınan sahil kenti Asilah’ta çalışmaları devam etmekte olan Asilah Forumu’nda salı günü düzenlenen Araplar ve yeni bölgesel ve uluslararası dönüşümler: Arapçılık nereye gidiyor?” başlılık sempozyumunun ikinci ve üçüncü gününün katılımcıları, Arapçılık tanımı üzerinde anlaşmaya varamama ihtimalini dile getirirken, “Bunun yerine kullanılabilecek alternatifler üzerinde anlaştık mı? Bu alternatifler daha iyi ve daha doğru mu? Bizim için bu alternatifleri en iyi yapan ne?” sorularını da ele aldılar.
Katılımcılar, çağdaş Arap düşüncesinde kimlik ve ulusal aidiyetin arka planı ve bunun sonuçlarının yanı sıra Arap sisteminin izlediği yolları, uluslararası, bölgesel ve Orta Doğu’daki eğilimleri tartışırken, Arapçılığın ideolojiden uzak bir şekilde bir dil, kimlik ve kültür olarak içinde olduğu koşulları da ele aldı.
Bu bağlamda, Faslı yazar Ahmed el-Medini, “Araplar, yeni bölgesel ve uluslararası dönüşümler: Arapçılık nereye gidiyor?” sempozyumunda, vatandaşların ve Arap kültürüne mensup olanların, farklı şekil ve kalıplarda da olsa içgüdüsel olarak Arap olarak doğduklarına ve bu ortamda büyüyüp geliştiklerine dikkat çekti. Aynı zamanda Arapçılık kavramının, değerlerini kaybetmekte olan Arap varlığının enkazı olabileceğini söyledi. 
El-Medini, kendisi ve nesli için Aracılığı, bağımsızlıktan sonraki ulusal bir kurtuluş savaşı aynı zamanda ulusal projenin bir parçası olarak ulusal devlet ve demokrasi olduğunu belirtti.
Al-Medini, Asilah Forumu’nda bir araya gelen Arap yönetimlerinin Arapçılığının, kültürel olarak oluşturmak isteyen halkların Arapçılığından farklı olduğunu belirtti.
Şeyh Zayed Kitap Ödülü Komitesi Genel Sekreteri ve el-İttihad gazetesinin eski Genel Yayın Yönetmeni Raşid Salih el-Arimi ise, Araplığın gerek milliyetçilik gerekse İslami ideolojiden uzak bir dil, kimlik ve kültür olduğunu belirtirken, Araplık ve Arapçılık arasındaki ayrımın ortaya çıkış nedenine yönelik konulara değindi.
El-Arimi, Arap kalkınmasının başlangıcını ve ardından gelen dönüşümleri hatırlattı. Arapçılık meselesini, milliyetçilik ve din ile ilgili bir temelde ele alan tartışmalara ara veren el-Arimi, Arap milli alanı fikrinin dil, kültür ve siyaset ile karışmış bir Arapçılık olsaydı, 20. yüzyılın ikinci yarısında denenen siyasi akımlar ve partiler açısından Arap birliği projeleri daha net bir görüntüye sahip olacağını belirtti.
El-Arimi, 1967 yenilgisinin siyasal Arapçılığı kalbinden vurduğunu zira yenilginin yükünü esas olarak Mısır ve Suriye’de önderlik edenlerin çektiğini açıkladı. Arap solunun ve Arap milliyetçiliğinin sembollerinin Altı Gün Savaşı’nda başarısız olduğunu bunun, Arap birliğinin temellerinden biri olarak İslam dininin rolünün vurgulanması ile İslami eğilimin geri dönmesine neden olduğunu ancak kısa sürede bun düşüncenin Arap ülkelerinin dışına çıktığını, örgütlerin kendilerini ulus ötesi örgütler olarak tanıtmaya başladığını belirtti. Daha sonrasında ise Arap Baharı döneminin, bu örgütlerin gerçeklerini ortaya çıkardığını hatırlattı.
El-Arimi, bugün tüm Arap ülkelerinin ulusal devletler olduğunu, siyasi Arapçılığın herhangi bir seviyede artık söz konusu olmadığını, ancak bir dil, kimlik ve aidiyet olarak kaldığını düşünüyor. Bununla birlikte, siyasi Arapçılığın onlarca yıl önce sona ermesine rağmen hiçbir tarafın dil, kimlik ve kültürü açısından Araplığından vazgeçmediğini belirtiyor.
El-Arimi, konuşmasını sonlandırırken “Tarihin çocukları olduğumuz gibi, bugünün de çocuklarıyız. Dolayısıyla beka göstermek istiyorsak, Arap dili, aidiyetine bağlı bir çağdaşlıkla kalmamız gerekiyor” ifadelerine yer verdi.
Bahreyn Üniversitesi Medya ve İletişim uzmanı Prof. Dr. Hatim Ahmed es-Suridi ise, Arap kimliğinin, Arap kültürel kimliği ile sürekli olarak karıştırılması, Arap milliyetçiliğine yönelik aidiyetinin gerilemesi ile derin bir kriz yaşadığını ayrıca küresel medya ve iletişimin bu krizi derinleştirmede etkili bir gizli rol oynadığını düşünüyor.
Suridi, Arapların medya ve iletişim araçlarını ne kadar kullandığı aynı zamanda bunu Arap kimliğini savunmada ve milli aidiyeti pekiştirmede ne kadar kullanıldığı sorusunu gündeme getirdi.
Suridi bunu “Bugün, daha öncekilerden çok daha şiddetli olan kimliğe önem vermeme ve ulusal aidiyeti sarsmaya çalışan, yeni bir kültür ve medeniyet savaşına tanık oluyoruz. Bu savaşta görünmez akıllı silahlar kullanılırken, kaos en belirgin mekanizmalarından biri olarak kullanıyor.” ifadelerini kullandı.
Moritanyalı yazar ve araştırmacı Abdullah Velid Abahi ise, bugün Arap ulusal projesinin birçok zorlukla karşı karşıya olduğunu, bunun sonucunda Arapçılık siyasetinin sadece daralmakla kalmayıp, toplumsal yapı içinde parçalanıp yok olduğunu belirtti.
Sempozyumun ikinci oturumunda, Lübnan’dan ‘Şiddetsizlik ve İnsan Hakları Birliği’ Başkanı İlham Kulayb yaptığı sunumda, kültürel ve dilsel Arapçılık üzerinde yaptığı çalışmalar sebebiyle, Butrus el-Bustani’nin kişiliğine odaklandı. Bustani’nin vatanseverlik ve milliyetçilik ideolojisinin hiç aklından çıkarmamış, vizyonundaki kapsamlılık ve söz ve eylemlerindeki güvenilirlikle dikkat çektiğini, kalkınma programlarında eğitim, bilgin, dil ve okulların önemini vurguladığını belirtti. Kulayb, Bustani’nin kendilerinin yaptıklarını göz ardı ederek, atalarının yaptıkları ile övünen Arapları eleştirdiğini belirterek sözlerini sonlandırdı. 
Fas’ta bir üniversitede profesör yapan ve Görsel-İşitsel İletişim Yüksek Otoritesi üyesi Muhammed el-Mazuz ise, Arapçılık düşüncesinin kapsadığı aidiyet duygusuna zarar veren, kültürel kimliğin bozulması konusunu ele aldı. Arapçılığı korumak ve milliyetçiliğe ulaşmak için demokrasi çağrısının bilimsel açıdan doğru bir çağrı olup olmadığını sormadan önce Arap gelişim bilincinde meydana gelen kırılmalara dikkat çekti.
El-Mazuz, bunun bilimsel boyutun olmaması sebebiyle, reformist kalkınmacı düşüncesinde ortaya çıkan determinizmden örnekler verdi. El-Mazuz, Faslı düşünür Abdullah Laroui’nin Arap milliyetçilerinin abartılmış siyasi yaklaşımına yönelik uyarısını hatırlatarak, “Bugün, uzun bir süredir bizi bir virüs gibi etkileyen politik ideolojileri içeren sorulara mı yoksa epistemolojik sorulara mı ihtiyacımız var? Dördüncü Sanayi Devrimi’nin ve teknolojik araçlarının çeşitliliğinin ortaya çıkardığı meydan okuma karşısında nasıl bir Arap olabiliriz?” sorusunu dinleyicilere yöneltti.
BBC Arabic kanalının eski yöneticisi Mısırlı Hüsam es-Sukkeri ise, Arapçılığın ne olduğu, Arapların kim olduğu ve nasıl oldukları bilinmiyorsa “Arapçılık nereye gidiyor?” sorusunu yanıtlamanın zorluğundan bahsetti. Arapçılığın basit bir vatandaş için neler sağladığı konusunu ele aldı. Ardından gelecekte başka bir şeye, belki de insani bir kimlik şeklinde gelişebilecek, yeni bir kimlikle karşı karşıya olunduğunu belirtti.
Arap Düşünce Forumu’nun Kültürel İşlerden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Kayed Haşim akşam yapılan üçüncü oturumda yaptığı konuşmada aidiyet hissinin zayıf olması ve kimlik bozukluğundan kaynaklanan sorunlarla ilgili olarak “Tabi olma, parçalanma ve geri kalmışlık giderek derinleşiyor, medeni kişiliği oluşturan unsurlar arasındaki iletişimin kaybolması, medyanın toplumlarla ve onların sorunlarıyla etkileşime giren bu toplumların kimliklerini, entelektüel geçmişlerini ve kültürel değerlerini vurgulayan bir vizyon ve söylem sunmadaki kusurlarıyla birlikte, bu durum geleceğin görüntüsünü bulanık bir hale getiriyor.” ifadelerini kullandı.
Lübnanlı gazeteci ve Şarku’l Avsat yazarı İyad Ebu Şakra, artık bir Arap sistemi olarak tanımlanabilecek bir duruma sahip olunmadığını belirtti. Arap varlıklarının, maceracıların sınır krizleri ve toplum içi ve komşularla açgözlü anlaşmazlıkların zarar verdiğini ancak bu krizlerin ve anlaşmazlıkların, Arap olmayan bölgesel güçlerin hırslarının karşısında çoğunlukla küçük hacimli kaldığını belirterek, Arap olmayan güçlerin kalıcı bir zayıflığa neden olduğunu dolayısı ile Araplara karşı müdahaleye cesaret edebildiklerini belirtti.
Ebu Şakra ileriye doğru kaçmaya ve bataklık kumu üzerine inşa etmeye devam etmenin istenen sonucu vermeyeceğini düşündüğünü belirtirken ve sözlerini şöyle tamamladı:
“Arapçılığın kesin bir tanımı üzerinde anlaşamayabiliriz, ama buna yönelik alternatifler üzerinde anlaştık mı? Bu alternatifler, Arapçılığın sahip olduğumuz en iyi şey yapacak, daha iyi ve daha sağlam tanımlarlar mı, kurtarılmayı hak ediyorlar mı?”
Iraklı yazar ve araştırmacı Raşid el-Huyun, Arapçılığın bir ideoloji ve otorite olarak ele alındığı takdirde, Arap bölgesinde bulunan Kürtler, Türkmenler ve diğerleri de olmak üzere Arap olmayanların durumun nasıl olacağını odaklandı. Huyun, coğrafyayı ve milliyetçiliği aşan siyasal İslam kavramı ile kimlikleri aşan milliyetçiliğin ayrımını yaparak sözlerini sonlandırdı.



Trump'ın takasa dayalı diplomasisinin yeniliği, avantajları ve sonuçları

Trump'ın yaklaşımı, bu takas modelinin doğrudan, agresif ve açık bir versiyonu olarak görülüyor (Reuters)
Trump'ın yaklaşımı, bu takas modelinin doğrudan, agresif ve açık bir versiyonu olarak görülüyor (Reuters)
TT

Trump'ın takasa dayalı diplomasisinin yeniliği, avantajları ve sonuçları

Trump'ın yaklaşımı, bu takas modelinin doğrudan, agresif ve açık bir versiyonu olarak görülüyor (Reuters)
Trump'ın yaklaşımı, bu takas modelinin doğrudan, agresif ve açık bir versiyonu olarak görülüyor (Reuters)

Nebil Fehmi

Eski anlaşmalardan ve erken sözleşmelerden modern devlet yönetiminin karmaşık sanatına kadar diplomasi, güç, çıkarlar ve uzlaşılardan etkilenmiştir. Başlıca geleneklerinden biri, “gerçekçilik”tir; yani devletler öncelikle kendi güvenlikleri ve ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ederler, ahlaki veya idealist hedefler için değil.

 

Bu bağlamda, bazılarının “gerçekçilik” diplomasisi olarak adlandırdığı şey yeni bir icat değildir; tarihe derinden kök salmıştır. Odak noktası, toprak, kaynaklar, güvenlik garantileri ve ekonomik anlaşmalar gibi somut kazanımlardır.

ABD Başkanı Donald Trump'ın yaklaşımı, bu takas modelinin doğrudan, agresif ve açık bir versiyonu olarak görülüyor. Destekçileri bu tür adımları pratik ve sonuç odaklı olarak görüp överken, diğerleri bunların uzun vadeli sonuçları, bölgesel dinamikleri, ahlaki ikilemleri ve istikrarı göz ardı eden bir diplomasiye yol açabileceğinden endişe ediyor.

Ekim ayında İsrail ve Hamas arasında ateşkes anlaşması sağlandı. ABD'deki birçok kişi, bundan doğan diplomatik atılımı hemen ABD liderliğindeki diplomasinin somut bir sonucu olarak karşıladı. Şarm el-Şeyh'te düzenlenen zirveye Trump ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi eş başkanlık etti ve birçok ülkeyi bir araya getirdi. Anlaşmanın pragmatik doğasını vurgulayan hedefleri, ateşkes, rehinelerin serbest bırakılması ve acil insani yardım sağlanması gibi görünüyordu.

Kasım ayında da Trump yönetiminin Ukrayna'daki savaş için 28 maddelik bir barış planı önerdiği yönünde haberler çıktı. Taslak, Kırım, Luhansk ve Donetsk üzerindeki Rus kontrolünün tanınması, diğer bölgelerdeki çatışmaların dondurulması, Ukrayna ordusunun sayısının sınırlandırılması ve Ukrayna'nın NATO'ya katılmasının engellenmesi gibi oldukça tartışmalı maddeler içeriyordu.

Avrupalı müttefikler, planın kilit unsurlarına, özellikle de Ukrayna'nın egemenliğini zayıflatacak, onu yeniden Rus saldırganlığına karşı savunmasız bırakacak veya NATO'dan dışlayacak önerilere şiddetle karşı çıktı.

Haberler ayrıca, bazı önerilerin ABD desteği karşılığında Ukrayna'nın maden kaynaklarına, altyapı haklarına ve ihracat lisanslarına erişim gibi ekonomik koşullar içerdiğine de işaret ediyor.

Bu tür müzakereler – barış ve ekonomik koşullar karşılığında kapsamlı toprak ve askeri tavizler – birçok kişinin cüretkar koşullar, güçlü bir düşman lehine açık yanlılık göz önüne alındığında, yeni olarak değerlendirdiği takasa dayanan gerçekçi bir diplomasi örneğidir. Rusya, Avrupa, müttefiklerin ikinci plana itilmesi ve Ukrayna'ya bir anlaşmayı kabul etmesi için yapılan baskı, eleştirmenler tarafından barış yapma kılıfına bürünmüş zorlayıcı takas diplomasisi olarak görülüyor.

Analistler, “Önce ABD” bayrağı altında yürütülen bu diplomasinin uzun süredir devam eden ittifakları sarstığı ve Avrupa'nın kendisini giderek daha fazla ikinci plana itildiği hissine kapılmasına neden olduğu konusunda uyarıyor. Avrupalı liderler de ABD liderliğindeki Ukrayna müzakerelerinin yeterli Avrupa katılımı veya istişaresi olmadan ilerleyebileceğinden endişe duyduklarını dile getirdiler.

Eleştirmenler, bu yaklaşımın İkinci Dünya Savaşı sonrası düzeni destekleyen kolektif diplomatik normları – çok taraflılık, ortak değerler, kurumsal iş birliği ve egemenlik ile insan haklarına bağlılık üzerine kurulu normları – zayıflattığını savunuyor.

Peki takas diplomasisi tarihsel olarak belgelenmişken, bazı yorumcular Trump'ın yaklaşımını neden yeni veya istisnaiymiş gibi ele alıyor? Yeni görünen husus, kurumsal süreklilik ve ortaklıktan ziyade, belki de kısa vadeli kazanımlar ve kişisel güç tarafından yönlendirilen, daha tek taraflı, sıfır toplamlı, yukarıdan dikte edilen bir versiyon olmasıdır. Geleneksel diplomasi – hatta gerçekçi politika bile – genellikle kapalı kapılar ardında yürütülürken, arka kanal diplomasisi farklı bir hikayedir. Trump döneminde, anlaşmalar, teklifler ve hatta müzakere pozisyonları genellikle tamamen aleni ve duyurulmuştur. Bu şeffaflık, diplomasinin takasçı doğasını daha belirgin hale getiriyor ve bazen daha muğlak diplomasiye alışmış izleyiciler için şok edici olabiliyor.

Ukrayna için önemli toprak ve stratejik tavizler içeren barış planı taslağı, Ukrayna'nın maden ve altyapı haklarından yararlanmayı öngörüyor. Dolayısıyla Ukrayna planı da ABD liderliğindeki bir planın parçası olarak Gazze'yi “kontrol etme” ve yeniden geliştirme yönündeki radikal plan da kademeli diplomatik anlaşmalar değil. Bunlar büyük ölçekli ve kapsamlı olup, egemenlik, adalet ve güç dengesizlikleri hakkında temel soruları gündeme getiriyor.

Diplomasi giderek daha çok kişiye dayalı hale geldi; bu modern diplomaside bir eğilimdir, ancak Trump döneminde bu konuda aşırıya kaçıldı. Anlaşmalar genellikle kurumlara veya kurum odaklı çok taraflılığa değil, bizzat Trump'a bağlı. Bu istikrarsızlığı artırıyor; zira lider değişirse, anlaşmalar değişebilir ve onları destekleyen güven ortadan kaybolabilir. Gözlemciler, modern diplomasinin güç yapıları, teknoloji, medya ve devlet dışı aktörlerdeki değişiklikler nedeniyle bir dönüşüm geçirdiğini belirtiyor, ancak Trump modeli kişisel etkiyi vurguluyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrası diplomasi büyük ölçüde, kolektif kurumlar, egemenliğe saygı, insan hakları, uluslararası hukuk ve ittifaklar (NATO gibi) vb. kurallara dayalı bir uluslararası düzen kurmaya çalıştı. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre eleştirmenler, Trump'ın yaklaşımının diplomasiyi kaba pazarlık, takas mantığı ve bazen asimetrik güç etrafında yeniden odakladığını ve potansiyel olarak kolektif diplomasiyi destekleyen normları ve güveni aşındırdığını savunuyor.

Bu nedenle, takas diplomasisinin ardındaki mantık yeni olmasa da biçimi, açıklığı, kapsamı ve normatif etkileri birçok kişiye göre modern diplomatik uygulamalardan önemli bir sapma gibi görünüyor. Birçok gözlemci için yeni olan da budur.

Trump döneminde görüldüğü gibi daha agresif ve tepkisel bir diplomasi benimsemek kısa vadeli kazanımlar sağlayabilir, ancak aynı zamanda ciddi uzun vadeli riskler de taşıyabilir.

Takas diplomasisi -özellikle güçlü bir lider tarafından yönetildiğinde- çıkmazlar devam etse de anlaşma için tarafları zorlayabilir. Gazze ateşkesi birçokları tarafından hızlı ve güçlü diplomasinin bir başarısı olarak gösteriliyor.

Siyasi gerçekçiliğin bazen yardımı veya desteği ekonomik anlaşmalar ve stratejik uyum gibi somut getirilerle ilişkilendirmeye sevk ettiği dikkatleri çekiyor. Güçlü devletler, stratejik veya ekonomik çıkarları için hayati önem taşıyan uzun vadeli avantajlar elde edebilirler; kaynaklar, etki ve erişim gibi.

Kaotik ve hızla değişen jeopolitik bağlamlarda (savaşlar, değişen ittifaklar ve kaynaklar için rekabet), takas diplomasisi, yavaş ilerleyen kurumsal diplomasiden daha uyarlanabilir olabilir.

Öte yandan, müttefikler kendilerini ikinci plana itilmiş veya sömürülmüş hissedebilir; bu da ittifakların zayıflamasına, parçalanmasına veya muhalefete yol açabilir. Örneğin, Avrupalı ​​liderler, Ukrayna için önerilen ABD barış planının bazı hükümlerine karşı çıktılar.

Adalet ve haklar yerine güce odaklanan anlaşmalar (toprak tavizleri, kaynakların kontrolü ve askeri kısıtlamalar) kızgınlığa yol açabilir, eşitsizlik yaratabilir ve bölgeleri istikrarsızlaştırabilir. Ukrayna planında önerilen toprak tavizleri ve askeri şartlar, egemenlik ve gelecekte güvenlik konusunda ciddi endişeler doğuruyor.

Eğer büyük güçler giderek çok taraflı kurumların ve normların üstünden atlayıp, bunun yerine ikili anlaşmalara ve kişisel diplomasiye yönelirse, küresel kurumlar -kurallara dayalı uluslararası düzen- meşruiyetini ve etkinliğini kaybedebilir. Bu durum, özellikle daha küçük ve zayıf devletler için küresel iş birliğini daha da zorlaştırabilir.

Bireylere, siyasi döngülere veya kısa vadeli çıkarlara bağlı anlaşmalar kırılgandır. Yeni bir liderin ortaya çıkması, iç politikada bir değişim veya farklı bir küresel bağlam, anlaşmaları hızla alt üst edebilir ve uzun vadeli istikrarı baltalayabilir.

Güç ve çıkarlara odaklanan diplomatik anlaşmalar, insan hakları, adalet, kendi kaderini tayin etme ve egemenlik gibi değerleri zayıflatabilir. Zamanla bu, bir devletin ahlaki duruşuna ve yumuşak gücüne zarar vererek gelecekteki iş birliğini daha da zorlaştırabilir.

Eğer güçlü devletler giderek daha agresif, çıkar odaklı diplomasiye dönerse, savaş sonrası düzenin bir dizi özelliği -müttefikler arasındaki güven, kurumların ve ortak normların meşruiyeti ve insan haklarına veya toprak bütünlüğüne bağlılık- aşınabilir. Zamanla bu, diplomasinin pazarlık aracı haline geldiği, ittifakların hızla değiştiği ve gücün haktan üstün geldiği daha çalkantılı ve parçalanmış bir dünyaya yol açabilir.

Bu, kurumların ortadan kalkması anlamına gelmez, ancak onları marjinalleştirebilir, zayıflatabilir veya yalnızca ihtiyaç duyulduğunda kullanılabilir hale getirebilir. Yeni ve daha katı diplomasi biçimleri hakim olabilir; anlaşmalar etki, kaynaklar, güç dengesizlikleri ve anlık imtiyazlara dayanabilir. Böyle bir dünya, daha güçlü devletleri destekleyebilir, daha küçük devletleri zayıflatabilir ve küresel zorluklar (iklim, göç, salgın hastalıklar, nükleer silah kontrolü vb.) konusunda çok taraflı iş birliği alanını daraltabilir.

Aynı zamanda, üzerinde anlaşmaya varılmış normların azaldığı bir dünyada, öngörülemezlik artar. Bu, çatışmaları şiddetlendirebilir, istikrarı zayıflatabilir ve diplomatik güvenin yeniden inşasını daha da zorlaştırabilir. Genel olarak takasa dayalı anlaşmalar kısa vadeli faydalar sağlayabilir, ancak aynı zamanda adaletsizliği pekiştirebilir, kızgınlığı körükleyebilir ve pazarlıklar, zorlama ve çatışma döngüleri yaratabilir.

Özünde, takas diplomasisinin mantığı yeni değil. Ancak Trump döneminde yeni olan husus, bu diplomasinin ölçeği, açıklığı, cesareti ve kişiselleştirilmesidir; yani aleni pazarlıklar, yüksek riskli anlaşmalar, bölgesel ve kaynaklara dayalı müzakereler, tasavvur edilmiş kazanımlar için ittifakları yeniden şekillendirme veya normları parçalama isteğidir.

Bu eğilimin kalıcı hale gelip gelmeyeceği ve küresel düzeni güçlendirip güçlendirmeyeceği büyük ölçüde liderlerin, devletlerin ve küresel kurumların gelecekte nasıl tepki vereceğine bağlıdır. Çok taraflı normlar ve kurumlar zayıflarsa, diplomasinin kolektif normlar, istikrar ve iş birliği alanı olmaktan ziyade güç, kaynak ve anlaşmalar için bir pazar yeri haline geldiği bir dünya görebiliriz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.


İsrail, Doğu Kudüs'te bir binayı yıkarak onlarca Filistinliyi yerinden etti

Filistinli bir adam, İsrail güçlerinin Doğu Kudüs'teki bir binayı yıkmasını izliyor. (Reuters)
Filistinli bir adam, İsrail güçlerinin Doğu Kudüs'teki bir binayı yıkmasını izliyor. (Reuters)
TT

İsrail, Doğu Kudüs'te bir binayı yıkarak onlarca Filistinliyi yerinden etti

Filistinli bir adam, İsrail güçlerinin Doğu Kudüs'teki bir binayı yıkmasını izliyor. (Reuters)
Filistinli bir adam, İsrail güçlerinin Doğu Kudüs'teki bir binayı yıkmasını izliyor. (Reuters)

İsrail makamlarına bağlı iş makineleri, bugün Doğu Kudüs’te ruhsatsız inşa edildiği gerekçesiyle dört katlı bir binanın yıkımına başladı. Binada 100’den fazla Filistinlinin yaşadığı belirtilirken, sakinler yıkımı ‘bir felaket’ olarak nitelendirdi. İnsan hakları örgütleri ise bunun 2025 yılı içinde gerçekleştirilen en büyük yıkım olduğunu açıkladı.

Filistin Yönetimi’ne bağlı Kudüs Valiliği, söz konusu yıkımı kınayarak, bunun ‘zorla yerinden etme politikası’ kapsamında değerlendirildiğini bildirdi.

İşgal altındaki Doğu Kudüs’ün Eski Şehir yakınlarında yer alan Silvan beldesindeki mahalleye, İsrail polisinin oluşturduğu güvenlik kordonu eşliğinde üç iş makinesi girdi. Makineler, aralarında kadınlar, çocuklar ve yaşlıların da bulunduğu 10’dan fazla ailenin yaşadığı binayı yıkmaya başladı.

Binada eşi ve beş çocuğuyla birlikte yaşayan Iyd Şavar, yıkımın ‘tüm sakinler için bir trajedi’ olduğunu söyledi.

67yuı
Doğu Kudüs'te bir binayı yıkan İsrail buldozerleri (AFP)

Şavar, AFP’ye yaptığı açıklamada, “Kapıyı biz uyurken kırdılar. Kıyafetlerimizi değiştirmemizi ve sadece gerekli evrak ve belgeleri almamızı istediler, eşyalarımızı çıkarmamıza izin vermediler” dedi. Gidecek bir yeri olmadığını belirten Şavar, yedi kişilik ailesinin araçta kalmak zorunda olduğunu söyledi.

AFP muhabirleri, bina sakinlerinin gözleri önünde üç buldozerin yıkım çalışmalarını sürdürdüğünü aktardı. Yıkımı izleyen bir kadın, yaşadığı acı ve çaresizlikle “Burası benim yatak odam” sözleriyle tepkisini dile getirdi.

Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinliler, ciddi bir konut kriziyle karşı karşıya bulunuyor. İsrail’e bağlı belediye, Filistinlilere çok sınırlı sayıda inşaat izni verirken, bu izinlerin nüfus artışıyla uyumlu olmadığı belirtiliyor.

Filistinliler ve insan hakları savunucuları, bu kısıtlamaların demografik büyümeyi dikkate almadığını ve konut yetersizliğine yol açtığını vurguluyor.

sdfgt
Yıkıma katılan İsrail buldozerleri (EPA)

İsrail makamları, Doğu Kudüs ve işgal altındaki Batı Şeria’da Filistinliler tarafından inşa edilen yapılar için düzenli olarak yıkım operasyonları gerçekleştiriyor.

Filistinliler, Doğu Kudüs’ü gelecekte kurulacak devletlerinin başkenti olarak talep ederken, İsrail kentin tamamını kendi başkenti olarak görüyor.

Doğu Kudüs’te 360 binden fazla Filistinli yaşarken, bölgede yaklaşık 230 bin İsrailli bulunuyor.

Ramallah merkezli Filistin Yönetimi’ne bağlı Kudüs Valiliği, söz konusu yıkımı ‘savaş suçu ve insanlığa karşı suç’ olarak nitelendirdi. Açıklamada, bu uygulamaların, Filistinli vatandaşları zorla yerinden etmeyi ve Kudüs kentini asli sakinlerinden arındırmayı hedefleyen sistematik bir politikanın parçası olduğu ifade edildi.

cdfrgt
Doğu Kudüs'te bir binayı yıkan İsrail buldozerleri (Reuters)

İsrailli insan hakları örgütleri Ir Amim ve Bimkom, ortak açıklamalarında, binanın ‘önceden herhangi bir uyarı yapılmaksızın’ yıkılmaya başlandığını bildirdi. Açıklamada, yıkımın, ailelerin avukatları ile Kudüs Belediyesi’nden bir yetkili arasında, ‘binanın statüsünün düzenlenmesine yönelik olası adımların ele alınacağı’ planlı bir toplantıdan sadece saatler önce gerçekleştirildiği vurgulandı.

Örgütlere göre bu yıkım, ‘2025 yılı içinde Kudüs’te gerçekleştirilen en büyük yıkım operasyonu’ niteliğini taşıyor. Açıklamada ayrıca, bu yıl Doğu Kudüs’te yaklaşık 100 ailenin evsiz kaldığı belirtildi.

AFP’nin sorularına yanıt veren İsrail’e bağlı Kudüs Belediyesi ise binanın ‘ruhsatsız inşa edildiğini’ ve yapı hakkında 2014 yılından bu yana geçerli bir yargı kararı bulunduğunu açıkladı. Belediye, binanın üzerinde bulunduğu arazinin ‘eğlence ve spor amaçlı’ olarak sınıflandırıldığını, konut alanı olmadığını da kaydetti.


İsrail’in Iraklı gruplara ait ayrıntılı veri tabanı Bağdat’ta şaşkınlık yarattı

Bağdat'taki Haşdi Şabi güçleri tarafından düzenlenen gösteriden bir kare (DPA)
Bağdat'taki Haşdi Şabi güçleri tarafından düzenlenen gösteriden bir kare (DPA)
TT

İsrail’in Iraklı gruplara ait ayrıntılı veri tabanı Bağdat’ta şaşkınlık yarattı

Bağdat'taki Haşdi Şabi güçleri tarafından düzenlenen gösteriden bir kare (DPA)
Bağdat'taki Haşdi Şabi güçleri tarafından düzenlenen gösteriden bir kare (DPA)

Şarku’l Avsat’ın edindiği bilgilere göre, Iraklı yetkililer son günlerde, İsrail tarafından hazırlanmış son derece ayrıntılı bir güvenlik veri tabanını teslim aldı. Batılı bir istihbarat servisi üzerinden iletilen dosya; silahlı Iraklı gruplara ilişkin liderlik yapıları, askerî organizasyonlar, mali ağlar ve bu yapılara bağlı devlet kurumları hakkında geniş bilgiler içeriyor.

Kaynaklar, verilerin hacmi ve doğruluk düzeyinin Iraklı yetkilileri şaşırttığını ve olası bir askerî harekâta yönelik ciddi bir uyarı niteliği taşıdığını aktardı.

Dosyanın teslimi, Irak’a yakın dost bir Arap ülkenin Bağdat’ı uyardığı süreçle eş zamanlı gerçekleşti. Söz konusu ülke, İsrail’in, ABD’nin “yeşil ışık” yaktığı bir askerî operasyon seçeneğini açıkça konuştuğunu iletti. Washington’ın, devlet dışı silahlı yapılara ilişkin sabrının azaldığı belirtiliyor. Bir Iraklı yetkili de, bu mesajların Bağdat’a ulaştığını doğruladı.

Bilgilere göre muhtemel saldırılar; eğitim kampları, füze ve İHA depoları ile bu gruplar ve Haşdi Şabi’ye bağlı finansal ve askerî etki sahibi kurum ve kişileri hedef alacaktı.

Bu gelişmeler, Irak’taki Şii ittifakı “Koordinasyon Çerçevesi” içinde silahın devlet tekelinde toplanması yönünde hızlanan tartışmaları tetikledi. İlk aşamada ağır silahların teslimi ve bazı stratejik üslerin tasfiyesi gibi seçenekler masaya geldi. Ancak uygulamanın kim tarafından yürütüleceği ve güvenlik garantilerinin nasıl sağlanacağı konularında görüş ayrılıkları sürüyor.

Öte yandan, ABD yönetimi güvenlik iş birliğini, silahlı grupların operasyonel kabiliyetlerinin kaldırılmasına dair bağlayıcı bir takvim şartına bağladı.

Bölgesel düzeyde ise NBC News’in haberine göre, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD Başkanı Donald Trump’a İran’ın balistik füze programındaki genişleme risklerini aktaracak ve yeni saldırı seçeneklerini görüşecek.