Nazım Hikmet ve Vera Tulyakova: Ölümle mücadele sırasında büyüyen ışıltılı ilişki

Tulyakova, Nazım Hikmet’in biyografisinde, bir şair, bir insan ve bir eş olarak ona olan sadakatini gizlemedi

Nazım Hikmet
Nazım Hikmet
TT

Nazım Hikmet ve Vera Tulyakova: Ölümle mücadele sırasında büyüyen ışıltılı ilişki

Nazım Hikmet
Nazım Hikmet

Çağdaş bir şair düşünün… Ulusal ve uluslararası düzeyde bir ün, eleştirel ilgi ve geniş sempati kazanmış bir Türk şair; Nazım Hikmet. Şairin dünya çapında gördüğü ilgi ve takdir, dönemin askeri yöneticileri tarafından sürekli takip edilmesine, kitaplarına el konulmasına ve yıllarca hapis yatmasına yol açan ‘oldukça tehlikeli bir komünist’ olarak tanımlandığından onu onurlandırmak için uygun bir yol bulamayan ülkesinde gördüğünden çok daha fazlaydı. Şair, uzun bir boya, masmavi gözleriyle yakışıklı bir yüze ve büyük yeteneklere sahip olsa da tüm bunlar ona ne mutluluk ne sakin bir hayat sağlamadı. İdeolojisi, ülkesindeki yetkililer tarafından yalnızca muhalif ideoloji kategorisinde yer almakla kalmıyordu, bu ideolojiye aynı zamanda Ruslarla olan tarihi düşmanlık açısından da bakılıyordu. Nazım Hikmet, dönemin yöneticilerinin, kendisine karşı hapishane dışında şüphe uyandırmayacak şekilde birçok kez suikast düzenlemeyi planladıklarını ima etti. Yetkililerin bir gaflet anında mucizevi bir şekilde deniz yoluyla ülkesinden kaçmayı başaran Hikmet, ardından daha sonraki hayatını geçireceği Moskova'ya ulaştı.
Ancak Nazım Hikmet'in ölümünden önceki son yıllarını geçirdiği Moskova döneminden bahsetmek gerekirse son hayat arkadaşı Vera Tulyakova tarafından üstün bir anlatı ve samimi bir sıcaklıkla, ama tutkulu şairin evliliği dışında eski aşk hikayesine biraz dahi olsa değinilmeden okuyucuya aktarılan Nazım’ın önceki duygusal hayatına dair anlatılanlar biraz eksik kalmaktadır. Burada Hikmet'i eski eşi Piraye’ye bağlayan muğlak ilişkiyi göz ardı edemeyiz. Evlilikleri süresince ancak üç yılı aşkın bir süre aynı çatı altında yaşayabildiler. Şair, kalan yıllar boyunca parmaklıklar arkasındaydı. Ancak tutuklu kaldığı uzun yıllar boyunca şaire sadık kalan bu güngörmüş eş, Nazım'ın sadece ‘S’ harfiyle andığı bir kadınla ona olan ihanetini bir türlü affedememiş ve boşanmak için ısrar etmiştir. Hapishaneden kurutulan şair, çok geçmeden duygusal şiirlerinin çoğunda adı geçen Münevver adlı başka bir kadınla evlendi. Yazar Hanna Mina, kaleme aldığı “Nazim Hikmet: Cezaevi, Kadın ve Hayat” adlı kitabında, Piraye ve Münevver’in aynı kadın olduğunu söylerken daha sonra kaleme aldığı “Bir Devrimci olarak Nazım Hikmet” adlı kitabında bu düşüncesinden geri adım attı ve iki farklı kadın olduklarını yazdı. Şairin arkadaşı Kemal Tahir'e yaptığı kişisel bir itirafa dayanarak Hikmet'in çocuk sahibi olamamasından bahseden Mina, daha sonra bundan da geri adım atarak oğlu Mehmet'in şairin biyolojik oğlu olduğunu teyit etti ve oğlunun doğumunu daha önce yazdığı bir şiirle tahmin ettiğini belirtti. O şiir şöyleydi:

“Topraktan, ateşten ve demirden doğanların
en mükemmeli doğacak bizden.
Ve insanlar ellerini korkmadan, düşünmeden
birbirlerinin ellerine bırakarak,
yıldızlara bakarak
‘Yaşamak ne güzel şey’ diyecekler.”

Hikmet'in gençlik yıllarını ona olan aşkı uğruna harcadığı eski karısına karşı gösterdiği duygusal soğukluk ise onu, şairlerin ve sanatçıların diğer tüm varlıklara olduğu gibi kadınlara olan hayranlığının ayrılmaz bir parçası olan psikolojilerini anlama çabası içerisine girmeye itiyor. Ancak Mina’ya göre âşık olunan kadının gerçekliği, bu büyüyü büyük ölçüde bozar ve her şeyi normal boyutlarına döndürür. Ayrıca Hikmet'in, eşine ve şiirlere olan bağlılık noktasında iki seçenek arasında kafası karışmış olduğunu düşünen Mina, Hikmet’in yaratıcı bir şair olarak ikinci seçeneğe yönelmekten başka seçeneği olmadığına inanırken aynı zamanda Münevver ile olan yeni ilişkisinin uzun süre kanıtlanamadığına ve farklı koşullarda ve başka zamanlarda yeni ilişkilere yelken açmadan önce, birçok gizem ve kafa karışıklığı yaşadığına dikkat çekiyor.
Nazım Hikmet'in Moskova'da özellikle de serbest bırakılmasından önce onu dünya çapında en ünlü şairlerden ve mücadelenin sembollerinden biri haline getiren geniş bir dayanışma kampanyası olduğundan hayranlarını ​​kabul etmesi doğaldı. Ancak etrafını saran ışıltı ve kendisine biçilen çoklu roller, kalp ve kanındaki bir hastalıktan dolayı aniden ölmekten korkmasına rağmen, bunaltıcı bir yalnızlık ve yaklaşan yaşlılık duygusunu ondan uzaklaştırmaya yetmiyordu. Ona göre sadece bir kadın ona ihtiyaç duyduğu sıcaklığı verebilirdi. Çizgi filmler alanında yardım istemek için evine giden güzel bir genç kadın olan Vera Tulyakova, Hikmet’in görür görmez dikkatini çekti. Etrafı birbirine benzeyen onlarca hayranıyla çevriliydi, ancak bu genç kadının farklı bir çekiciliği vardı ve onun kuruyan duygularını canlandırabilen tek kişiydi.
Vera Tulyakova’nın “Nazım'la Son Söyleşimiz” başlıklı kendi yazdığı biyografi, belki de benzer biyografilerin en şeffaf, dürüst ve zengin detaylara sahip olanlarından biriydi. Tulyakova'nın kitabında ün kazanmak için rahmetli kocasının konumuna yaslanmak isteyen amatör bir yazarın karalamaları yoktu. Bunun yerine anlatım yöntemlerini çeşitlendirmeye, zamanlar arasında incelikle hareket etmeye ve üstün bir dil kullanmaya çalıştığı açıktır. Belki de çalışmayı güzelleştiren, bu aşırı tutku ve samimi anlatıydı. Bu, yas tutan bir kadının, kocasının vefatından iki hafta sonra yazmaya başladığı ve iki yılını alan bir kitaptı. Vera, kitabında acısı ve kaybının ağırlığı altında coşkulu dilini ve dizginsiz sevgisini açığa çıkardı. Belki de kitabın arkasındaki o duygusal maya, Vera'yı kitabın girişinde işaret ettiği gibi, ilişkinin mahrem ayrıntılarının çoğunu atlamadan önce, başlangıçta bin sayfadan fazla yazarak anlatının cazibesine tamamen yenik düşmesine neden olan şeydi.
Tolyakova, kitabında, ayrıldıktan sonra Hikmet'e şunları söylüyor:
“Moskova'ya geldiğinizden beri bir efsane gibiydiniz ve bana Kremlin'de çalışanlar kadar uzaktınız."
Tolyakova, Hikmet’i bir yazı biçimi olarak seçtiğinden artık hayatta olmadığı fikrini kategorik olarak reddediyor gibi görünüyor. Büyüleyici varlığıyla olduğu kadar yaratıcılığı, mücadelesi ve insancıl duruşuyla da halen kalbinde olduğu anlaşılıyor. Ancak biyografideki en dikkat çekici nokta, şairin kendisinden onlarca yaş genç olan sarışın genç kadına çabucak âşık olması değil, Vera'nın Nazım'ın ciddi bir kalp ve damar hastalığı olduğunu ilk tanıştıkları andan itibaren bilmesidir. Bu da
ilişkiye dramatik ve romantik bir karakter kazandırıyor.  Öyle ki iki taraf arasındaki aşk, endişe ve bilinmeyenin neden olduğu korku ve ölüme karşı mücadele ile birlikte büyümeye başladı. Yine de Vera'nın, pek çok kadının dikkatini çeken bu adama karşı gerçek duygularını anlaması biraz zaman aldı. Buna karşın Hikmet, onunla tanıştığı ilk günlerde ona olan aşkını gözyaşları içinde itiraf etti. Vera, burada erkeklerin nasıl ağladığını ilk kez öğrendiğini de ekliyor.
Vera Tulyakova ilginç anlatımıyla, sevdiği şaire olan sadakatiyle onu bir insan ve bir koca olarak anlatmaya, onu yüceltmekten ve onu çevreleyen ‘efsane’ havasından mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışıyor. Biraz tereddütten sonra Nazım'a âşık olan, onunla evlenmeye karar veren ve ilk kocasını terk eden Vera, bir keresinde Hikmet'in kendisine gösterdiği neredeyse ‘patolojik’ kıskançlığı anlatmaktan da çekinmiyor. Hikmet’in evlenmeden önce, ofisini günde birkaç kez aradığını belirten Vera, biyografinin bir bölümünde “Sen sadece kendini düşünüyorsun. Beni kontrolün altına almak istiyorsun. Bana seni düşünmekten bir an bile vazgeçme fırsatı vermedin” diyor. Sonra biyografinin başka bir yerinde, hayatın bizi bazen harika insanlar ve şairlerle karşılaştırdığını, ancak onların bir anda sizi iterek bazen sorgu memuru gibi sorgulamaya başlayabileceklerini de ekliyor. Şairin kısa sürede kıskançlığa girdiğinden ve aşırı sahiplenme eğilimi gösterdiğinden bahseden Vera, şöhretin tek başına hapis, sürgün, hastalık ve ölümün hayaletinden kurtulmaya yetmediğini, ancak endişeli bir ruhun kendisini korumak için derin bir sevgiye ihtiyacı olduğunu söylüyor. Bu yüzden Hikmet, ona şefkat gösteren güzel ve zeki bir kadın olan Tulyakova’ya hayatının son baharında sıkı sıkıya sarıldı. Hikmet, bunu bir şiirinde şöyle ifade ediyor:

“Seviyorum seni
ekmeği tuza banıp yer gibi
Geceleyin ateşler içinde uyanarak
ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi
Ağır posta paketini
 neyin nesi belirsiz,
telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,
Seviyorum seni
denizi uçakla ilk defa geçer gibi.
İstanbul'da yumuşacık kararırken ortalık
içimde kımıldanan bir şeyler gibi,
Seviyorum seni
‘Yaşıyoruz çok şükür!’ der gibi”

Nazım Hikmet, bir başka şiirinde ise Tulyakova’ya olan sevgisini şöyle dile getiriyor:

“Her günüm mis gibi dünya kokan bir kavun dilimi
Senin sayende.
Bütün yemişler elime güneştenmişim gibi uzanıyor
Senin sayende.
Senin sayende yalnız umutlardan alıyorum balımı.
Yüreğimin çalışı senin sayende.
En yalnız akşamlarım bile duvarında gülen bir Anadolu kilimi
Senin sayende.
Şehrime ulaşmadan bitirirken yolumu
Bir gül bahçesinde dinlendim senin sayende
Senin sayende, içeri sokmuyorum
En yumuşak urbalarını giyip
Büyük rahatlığa çağıran türküleriyle kapımı çalan ölümü”

Fransız ressam Françoise Gilot’un Picasso hakkında kaleme aldığı kitabında çağın tamamının panoramik bir resmini sunmaya çalıştığı gibi, Tulyakova da daha tutkulu ve iki ilişkinin farklı doğasının dayattığı bir romantizmle olsa da aynısını yapıyor. Tulyakova Soğuk Savaş döneminde dünyada hâkim olan siyasi ve güvenlik gerilimi sırasında, eşinin sık sık yurtdışına seyahat etmesinden ve katıldığı çeşitli kültürel etkinliklerde özellikle de dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’ın ona özel zaman ayırdığı Kahire Konferansı’ndaki öncü rolünden bahsediyor.  Ayrıca Moskova'nın o dönemde dünyadaki solcu yazarların ana sığınağı haline gelmesine de değiniyor. Burada Vera'nın Pablo Neruda ve Matilde Urrutia’nın yanı sıra Louis Aragon ve Elsa Triollet ile birkaç kez yaptığı görüşmelerden edindiği izlenimleri aktarırken, Aragon’un Triollet’in varlığını bir yük olarak görmesine ve Neruda’nın ise Matilde’ye potansiyel eski eşi olarak davranmasına atıfta bulunarak rekabetten geri kalmayan bir tutum sergilemesi dikkati çekiyor.
Vera Tulyakova'nın biyografisinde altını çizmekte ısrar ettiği bir diğer konu ise Nazım Hikmet'in Sovyetler Birliği’ndeki komünist modeline ‘körü körüne’ bağlı olduğuna ve statükoya baş kaldıran milyonlarca protestocuya karşı işlenen korkunç vahşete göz yumduğuna dair bir klişeyi ortadan kaldırma çabasıydı. Tulyakova, Nazım'ın sağlığının kötüleşmesinin gerçek nedeninin, yorgun kalbinin, Stalin'in ölümünden kısa bir süre sonra Macaristan ayaklanmasını bastıran Sovyet buldozerlerinin ağırlığını taşıyamaması olduğunu iddia ediyor. Ayrıca Nazım'ın sanatın ideolojik mercek altına alınması ve bürokratlar arasındaki yolsuzluğa karşı çıkan yazarlara baskı uygulanmasını onaylamadığını ve yazarların istihbarat ve güvenlik servisleri tarafından nasıl sürekli olarak soruşturmalara tabi tutulduklarından bahsediyor.  Nazım Hikmet gibi kendini küresel emperyalizme ve onun şairlerinin ve aydınlarının ‘deneylerine’ karşı koymaya adayan bir şaire layık olmadığı bir yaklaşım sergileyen iktidarın ve iktidara yakın yazarların, Hikmet’in tutkulu karısı ve yetim şiirleri hakkında yazdıklarıyla ilgili alaycı ve onaylamayan tavrı da onu çok üzmüştür. Ancak bu yüklerin altında ezilirken hem bedenen hem de ruhen yorgun düşen Nazım Hikmet, bu dogmatik şantajları umursamadı bile.  Tulyakova'ya olan aşkında kendine bir sığınak buldu ve bu onun son arzusuydu. Yakında öleceğini hissetmişti ve bir şiirinde eşine şöyle seslendi:

“Dört gün sonra Moskova`dayım
Bu ayrılık da hele şükür bitiyor dönüyorum
Bu ayrılık da yağmurlu bir yol gibi arkada kalacak
Yeni ayrıcalıklar gelecek
Yeni kuyulara ineceğim
Bir yerlere gidip döneceğim
Koşacağım soluk soluğa yeni dönüşlere
Sonra ne Berlin ne de Tanganika
Hiçbir yere değil gideceğim hiçbir yere
Ne vapur ne tren nede uçakla dönmek mümkün olmayacak
Benden mektupta telgrafta gelmeyecek
Sana telefon da edemeyeceğim”



Daniel Craig, James Bond rolünü neden ilk önce reddettiğini anlattı

Daniel Craig, 1962'den beri devam eden film serisinde en uzun süre rol alan oyuncu (MGM)
Daniel Craig, 1962'den beri devam eden film serisinde en uzun süre rol alan oyuncu (MGM)
TT

Daniel Craig, James Bond rolünü neden ilk önce reddettiğini anlattı

Daniel Craig, 1962'den beri devam eden film serisinde en uzun süre rol alan oyuncu (MGM)
Daniel Craig, 1962'den beri devam eden film serisinde en uzun süre rol alan oyuncu (MGM)

Daniel Craig, James Bond'u oynamayı başlangıçta reddettiğini çünkü bunun sinema sektöründeki diğer fırsatları sınırlayabileceğinden korktuğunu açıkladı.

56 yaşındaki aktör, 2006 yapımı Casino Royale'den 2021 yapımı Ölmek İçin Zaman Yok'a (No Time To Die) kadar 5 filmde 007'yi canlandırdı. Ancak efsanevi casus rolünü üstlenme konusunda çekinceleri olduğunu itiraf etti.

Hollywood Reporter'ın Awards Chatter Podcast'ine konuk olan Craig'e, Bond rolünü kabul ederken gergin olup olmadığı soruldu. 

Britanyalı aktör, "Evet, kesinlikle. Bu yüzden geri çevirdim" diye açıkladı. 

Yani, 'Hayır' dedim. O sırada ortada bir senaryo yoktu. 'Senaryoyu görmeden bir karar vermem mümkün değil' diyordum.

Rolün hayatını nasıl değiştireceğinden korktuğunu itiraf eden Craig, "O zamanlar epey iyi kazanıyordum, yani hayatımı o zamanlar yaptığım şeyi yaparak geçirseydim, çok daha mutlu olurdum" diye ekledi.

Ama bu gerçekten de öyle bir şeydi ki... Yani sürekli James Bond'u oynamak mı?

Craig, Bond filmleri arasında Direniş (Defiance) ve Kovboylar ve Uzaylılar (Cowboys and Aliens) gibi yapımlarda da rol aldı. Ama bir oyuncu olarak çok yönlülüğünü sergileme çabasının onu tükettiğini de ifade etti.

"Bond sizin hayatınız"

"Sanırım kendimi kanıtlamak zorunda olduğumu hissettim" diyen Craig, ekledi: 

Bir süre sonra bunu yapacak enerjiye sahip olmadığımı fark ettim. Bunu Diriliş gibi filmleri eleştirmek için söylemedim çünkü onlarla gurur duyuyorum. Ama Bond sizin hayatınız. Her bir film hayatınızdan yaklaşık iki yıl çalıyor. 6 aydan fazla bir süre evden uzak kalıyorsunuz. Ve dünyaya çeşitli rolleri oynayabiliyor olduğumu kanıtlama ihtiyacı yüzünden başka filmleri araya sıkıştırma fikri biraz saçma, bu yüzden bunu yapmayı bıraktım.

Craig, son olarak Beni Adınla Çağır'ın (Call me By Your Name) İtalyan yönetmeni Luca Guadagnino'nun yeni filmi Queer'de oynadı.

William S. Burroughs'un 1985 tarihli romanından uyarlanan film, küçük Amerikan topluluğunun diğer üyeleriyle birkaç temas dışında günlerini neredeyse tamamen yalnız geçiren Amerikalı göçmen Lee'yi merkeze alıyor.  

Geçen hafta, filmin ABD'deki sınırlı gösteriminin tanıtımı sırasında New Yorker'a konuşan Craig, Bond'u oynamakla ilgili en büyük çekincelerinden birinin serideki erkeklik anlatısı olduğunu söylemişti.

Queer, bu yıl ikinci kez düzenlenmesi ve 7 Kasım'da başlaması planlanan MUBI FEST'in açılış filmi olacaktı. 

İki eşcinsel erkeğin aşkını anlatan filmin gösterimi, "toplum barışını tehlikeye atacak provokatif içerik taşıdığı" gerekçesiyle Kadıköy Kaymakamlığı tarafından yasaklanmıştı.

Independent Türkçe, Deadline, New Yorker, Daily Mail, Hollywood Reporter