Fırat'ın doğusunda çocukların silah altına alınmasına tepki büyüyor

Suriye'nin kuzeydoğusundaki SDG unsurları. (Şarku’l Avsat)
Suriye'nin kuzeydoğusundaki SDG unsurları. (Şarku’l Avsat)
TT

Fırat'ın doğusunda çocukların silah altına alınmasına tepki büyüyor

Suriye'nin kuzeydoğusundaki SDG unsurları. (Şarku’l Avsat)
Suriye'nin kuzeydoğusundaki SDG unsurları. (Şarku’l Avsat)

Suriye'nin kuzey doğusundaki Ed-Derbasiye kasabasından Ümran son bir yıldır Facebook sayfasından yaptığı paulaşımlarda henüz reşit olmayan, 16 yaşındaki kızının kendi rızası olmadan askere alındığını duyurmaya çalışıyor. Kızının kaçırılmasından PYD’ye bağlı Devrimci Gençlik Hareketi’nin kızın kaçırılmasından sorumlu olduğunu vurguladı. Ümran açıklamasında şunları söyledi:
“Kızım SDG’nin Kadın Koruma Birlikleri’ne teslim edildi. Kızım henüz 16 yaşındayken kaçırıldı. Yönetimin tüm askeri ve sivil kurumlarıyla görüştüm ama kızımın akıbetine ilişkin açıklamada bulunmayı, ailesine ve okul sıralarına geri dönmesi için bizimle iş birliği yapmayı reddettiler.”
 SDG, çocuk haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeleri imzalamasına ve Özerk Yönetim'in etki alanlarında çocuk haklarının korunmasına yönelik özel bir ofis açmasına rağmen reşit olmayanların silah altına almaya devam ediyor.
 
Ümran WhatsApp üzerinden yolladığı bir ses kaydında şunları söyledi:
“Kızım bugün 17 yaşına girdi. Umarım okula geri döner. Çocukların bu yaşta silahlanmamaları ve ülkelerine hizmet eden doktor, öğretmen ve eğitimci olmaları gerekiyor.”
Özerk Yönetim ve SDG liderliği, çocukların silahlı çatışmalarda kullanılmasının durdurulması amacıyla ortak bir sivil şikayet mekanizması oluşturdular. Geçen yılın eylül ayında, reşit olmayanların askere alınması ve çocukların askeri oluşumlardaki durumları hakkında ailelere bilgi verilmesi gibi başlıklardsa çalışacak bir ofis açtı. Ancak söz konusu eylemler devam ediyor.
Kamışlı şehrinden kendi adının ve 14 yaşındaki kızının adının açıklanmasını istemeyen bir baba da şunları söyledi:
“Onu, Devrimci Gençlik Örgütü'ne bağlı bir grup kaçırdı. Örgütün önde gelen iismlerinden biri bizimle iletişime geçip kendi isteğiyle (kadın birliklerine) katıldığını ve bir savaşçı olduğunu bildirdi. Bu açıklamaya kadar onun hakkında haber alamıyorduk ancak bu hikaye doğru değil.”
 Haseke vilayetine bağlı Tel Tamer kasabasından 16 yaşındaki bir çocuğun babası da 20 gün önce oğlunu nasıl kaybettiğini anlattı. Günler boyunca ailesi, komşuları ve uğradığı tüm yerlerde çocuğu aradılar. Ta ki arkadaşlarından biri çocuğun askeri birliklere katıldığını söyleyene kadar. Ancak arkadaşı çocuğun nerede olduğunu bilmediğini ifade etti.
Çocuk Hakları Dairesi Başkanı Nevruz Ali son dönemde ailelerden çok sayıda şikayet aldıklarını belirttiği açıklamasında şunları söyledi:
“Kaçırma vakalarını doğrulamaları ve bu konuda gerekli önlemleri almaları için şikâyetleri SDG yönetimine ilettik. Özerk Yönetim kontrolündeki şehir ve kasabalardaki çocuk hakları dairelerinin çalışma mekanizmaları güçlendirilmeli. UNICEF'in Orta Doğu ve Kuzey Afrika'daki ofislerinin temsilcileriyle SDG liderliği ve Birleşmiş Milletler arasında çocuk işçiliği ve işe alımın önlenmesi konusunda imzalanan anlaşmanın şartlarını görüşmek üzere düzenli toplantılar yapıyoruz. Çocuk Haklarının Korunması Bürosu geçen ekim ayından itibaren yaklaşık 54 çocuğu reşit olmadıklarının tespit edilmesinin ardından askeri güçlerden çıkardı. Bu çocuklar ailelerine teslim edildiler. İki yılda 204'ten fazla çocuk entegre bir şekilde askeri güçlerden çıkarıldı. Reşit olmayıp askere alınan çocukların geri kalanının ordudan çıkarılması için çabalar devam ediyor.”

Çocuk yaştaki üç kızı askere alındı
Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS), Devrimci Gençlik Hareketi’nin Hasaka'nın kuzey kırsalındaki Amuda kasabasından çocuk yaştaki 3 kızı kaçırıp askere aldığını kaydetti.
Şarku’l Avsat’ın edindiği bilgilere göre yaklaşık iki ay önce de El-Malikiye kasabasından küçük bir kız Devrimci Gençlik Hareketi tarafından askere alınmıştı.
Konsey Sekreterliği, örgütü yüzlerce çocuğu kaçırmak ve silah altına almakla suçlarken söz konusu durumun bu yılın başından beri arttığını kaydetti.
Konsey tarafından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Kaçırılan kızların aileleri, örgüt yetkililerinden çocuklarının askeri güçlere alındığını teyit eden telefonlar aldı. 6 ay boyunca askeri eğitim kurslarına gidecekleri ve bu süre içinde aileleriyle iletişim kuramayacakları ifade edildi.”
Konsey, Devrimci Gençlik Hareketi’nin çocuklara yönelik  ihlallerine son verilmesi için Özerk Yönetim ve SDG Genel Komutanlığı'na çağrıda bulundu. İhlallerden söz konusu tarafları sorumlu tuttu.
SDG lideri Mazlum Abdi, 2019 yılında BM Çocuklar ve Silahlı Çatışma Özel Temsilcisi Virginia Gamba ile 18 yaş altındaki çocukların askere alınmasına son vermeyi ve onları askeri eylemlerde kullanmamayı taahhüt eden bir plan imzaladı.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres geçen mayıs ayının sonunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde yapılan bir oturumda söz alarak Suriye'deki çatışmaya karışan 32 tarafı suçladı. Bunların başında çocuklara karşı ağır ihlaller yapan iktidar rejiminin olduğunu vurguladı.
BM Genel Sekreteri çocukların askere alınması ve savaşta kullanılmasının halen yaygın ve sistematik bir biçimde sürdüğünü belirttiği açıklamasında şu ifadeleri kullandı:
“2018'in ikinci yarısında 274, 2019'da 837 ve 2020'nin ilk yarısında da 312 olmak üzere toplam bin 423 (bin 306 erkek ve 117 kız) doğrulanmış vaka ile çocukların askere alındığı tespit edildi. Bu vakaların yüzde 73'ü Suriye'nin kuzeybatı kesiminde (İdlib, Halep ve Hama) ve yüzde 26'sı da kuzeydoğu kesiminde (Rakka, Haseke ve Deyrizor) kaydedildi.”
Guterres açıklamasında ayrıca Suriye’nin çocuklar için en tehlikeli ülkeler arasında yer aldığına dikkat çekti.



Netanyahu, ikinci aşamanın Hamas iktidarının sona ermesine bağlı olduğunu ileri sürüyor

Filistinliler, işgal altındaki Batı Şeria'nın el Halil kentinde dün İsrail tarafından öldürülen bir işçinin cenazesini taşıyor (AFP)
Filistinliler, işgal altındaki Batı Şeria'nın el Halil kentinde dün İsrail tarafından öldürülen bir işçinin cenazesini taşıyor (AFP)
TT

Netanyahu, ikinci aşamanın Hamas iktidarının sona ermesine bağlı olduğunu ileri sürüyor

Filistinliler, işgal altındaki Batı Şeria'nın el Halil kentinde dün İsrail tarafından öldürülen bir işçinin cenazesini taşıyor (AFP)
Filistinliler, işgal altındaki Batı Şeria'nın el Halil kentinde dün İsrail tarafından öldürülen bir işçinin cenazesini taşıyor (AFP)

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Gazze'deki ateşkes anlaşmasının ikinci aşamasına geçişin yakın olduğunu öngörmesine rağmen, bunu Hamas'ın iktidarının sona ermesine bağladı.

Netanyahu, dün İsrail'de Almanya Başbakanı Friedrich Merz ile düzenlediği basın toplantısında, "Kimse Trump'ın rehineleri serbest bırakması için Hamas'a baskı yapmasını beklemiyordu ama başardık. Şimdi ikinci aşama, Hamas'ı ve Gazze'yi silahsızlandırmak" ifadelerini kullandı.

Merz'in İsrail ziyareti, Netanyahu'nun Gazze Savaşı'nın ardından yaşadığı göreceli Avrupa izolasyonuna son verdi. Merz, Tel Aviv'in yanında durmanın "Almanya politikasının ayrılmaz ve temel bir parçası olduğunu ve öyle kalacağını" belirtti, ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin Netanyahu ve eski savunma bakanı Yoav Gallant hakkında Gazze'de işlendiği iddia edilen savaş suçları nedeniyle çıkardığı tutuklama emrine atıfta bulunarak, Netanyahu'ya Berlin'i ziyaret daveti göndermeyi reddetti.


Akıllı görünme cumhuriyeti: Lübnanlılara şok edici gerçekleri kim açıkça söyleyecek?

Yönetim oyununda, siyasi sınıf gizlenme, manipülasyon ve siyasi suikast gibi iç savaş taktiklerini sürdürmüştür (AFP)
Yönetim oyununda, siyasi sınıf gizlenme, manipülasyon ve siyasi suikast gibi iç savaş taktiklerini sürdürmüştür (AFP)
TT

Akıllı görünme cumhuriyeti: Lübnanlılara şok edici gerçekleri kim açıkça söyleyecek?

Yönetim oyununda, siyasi sınıf gizlenme, manipülasyon ve siyasi suikast gibi iç savaş taktiklerini sürdürmüştür (AFP)
Yönetim oyununda, siyasi sınıf gizlenme, manipülasyon ve siyasi suikast gibi iç savaş taktiklerini sürdürmüştür (AFP)

Tony Bouloss

Lübnan, ekranlarımızda gördüğümüz bakanlar, başkanlar ve milletvekilleri tarafından yönetilmiyor. Lübnan, Taif Anlaşması'ndan bu yana ülkeyi kontrol eden, ekonomik, ailevi ve feodal çıkarlara sahip, köklü ve iç içe geçmiş bir siyasi sınıftan oluşan derin bir devlet tarafından yönetiliyor. Bu sınıf dün savaştı ve bugün de yönetim oyununu oynuyor, ne var ki gizlenme, manipülasyon, belirsizlik ve siyasi suikast, başarılı oldukları için değil, içeriden reform edilmesi imkânsız bir sistem kurdukları için iktidardan hiç ayrılmamış partiler gibi savaş taktiklerini devletin merkezinde tutmayı sürdürdü. Bahsi geçen sistem de krizlerden beslenen ve meşruiyetini kaostan alan bir sistem.

Karşımızda bir “akıllı görünme” cumhuriyeti var ve bu hesaplı belirsizlikler, sistematik yalanlar, çok yüzlü oyunlar ve yönetim politikası olarak zaman kazanma cumhuriyetidir.

Bu cumhuriyette, kimse çıkıp Lübnan halkına açıkça bir şey söylemiyor. Her dosya, her müzakere ve her anlaşma iki yüzle yönetiliyor; halka güven verici bir yüz ve muğlak bir diplomatik yüz. Üçüncü bir yüz ise, kirli anlaşmaların yapıldığı kapalı kapılar ardında ortaya çıkıyor.

Yetkililer halkın önünde egemenlikten bahsederken, diplomatlara farklı bir anlatı sunuyorlar. Uluslararası kurumlara asla tutmayacakları sözler veriyorlar ve kapalı kapılar ardında siyasi güçler karşılıklı yalanlar söyleyip, gizli anlaşmalar yapıyorlar. Siyasi yalancılık Lübnan'da bir anormallik değil; yönetim sisteminin özü. Bu sistem, istikrarının gerçeğe değil aldatmacaya; tek bir net karara değil, çelişkili yorumlara dayandığını onlarca yıl önce keşfetti.

Her şey ikiyüzlülük üzerine kurulu olduğu için Lübnan'da gerçek bir çözüm yok, hiçbir krizden kesin bir çıkış yolu yok; çünkü gerçeğin itirafı, iktidar yapısı için doğrudan bir tehdit oluşturuyor. Bu sınıf, açık diyalogla değil, karşılıklı yalanlarla yönetiyor. Net kararlar değil, belirsizlikle yönetiyor. Bu nedenle her dosya hiçbir şeyle sonuçlanmıyor.

Yüzü olmayan bir devlet

Kağıt üzerinde, Lübnan devleti, güçler ayrılığı, denetim kurumları ve net anayasasıyla ideal bir devlet. Ancak bu kağıdın ardında, gerçek karar alma süreçlerinin dizginlerini elinde tutan bir gölge güç yatıyor. 40 yılı aşkın süredir her hükümette yer alan güçler, Lübnan'dan geçen her gücün elinde birer araç olarak hareket etmeyi başardı. Bunlar önce Filistin Kurtuluş Örgütü’nün müttefikiydiler, sonra Suriye vesayetinin başlıca ortağı oldular, bugün de Hizbullah tarafından kurulan İran nüfuz ağının bir parçası konumundalar.

Bu güçler, özlerini veya araçlarını değiştirmeden, söylemlerini ve dillerini siyasi ihtiyaçlarına göre değiştiriyorlar. Lübnan çıkmazının özü, yüzleşmenin ve faillerin isimlerinin açıklanmasının engellemesidir. Gerçeğe yaklaştığınız her an, komiteler, medyatik tiyatrolar ve çelişkili yorumlar ile sabote ediliyor.

Bu sınıf, yalnızca bir partiler topluluğu değil, çelişkiler ile kendisini gizleyen bir sistem. Gündüzleri reform bayrağını taşıyor, geceleri ise fiili güçlerle veya yabancı taraflarla anlaşmalar yapıyor. Halka bir şey söylerken, diplomatlara tam aksini söylüyor. Bu davranış kendiliğinden ortaya çıkan bir davranış değil, aksine etkili bir yönetim aracı.

İkiyüzlülük belirsizlik üretiyor ve belirsizlik de otoriteyi koruyor. Böylece “siyasi yalan”, yalnızca söylemde bir sapma değil, kimseyi hiçbir şeye mecbur bırakmadığı ve hesap sormaya kapıyı kapattığı için denklem içinde dengeyi koruyan stratejik bir yapı haline geliyor.

Bu bağlamda, yönetici sınıf metinleri siyasi olarak yorumlamada ustalaştı. Onun için anayasa bir referans noktası değil, yorumlama malzemesidir. 1559'dan 1701 ve 1680'e kadar BM kararları, metinlerine göre değil, siyasi heveslere göre yorumlanır. Taif Anlaşması bile herkes tarafından istediği gibi yorumlandığından, “egemenlik” esnek bir terim, “silahsızlandırma” ertelenebilir bir hedef ve “geçiş aşaması” kalıcı bir aşama haline gelir. Böylece metinler hukuki ilkelere değil, siyasi araçlara dönüşür.

Lübnan'da çözüm tek bir yüzün olmasını gerektiriyor. Ancak yönetimin on yüzü var. Her yüzün bir anlatısı ve her anlatının bir dinleyicisi bulunuyor. Yetkililer, savaştan ziyade, gerçeklerin kendisinden korkarlar, çünkü gerçek belirleyicidir ve kararlılık belirsizliği ortadan kaldırır. Oysa Lübnan'da belirsizlik bir kusur değil, sistemi korumayı, hesap sormayı engellemeyi ve meseleleri çözümsüz bırakmayı amaçlayan kasıtlı bir siyasi stratejidir.

Gerçeksiz bir patlama

 Beyrut Limanı’ndaki patlama sadece bir felaket değildi; sistemin özü için bir sınavdı. Normal bir ülkede, bu büyüklükte bir patlamanın ardından mahkemeler toplanır ve hükümet istifa ederdi. Lübnan'da medya aktif, ancak gerçek gizli kalıyor.

Binlerce belge, yüzlerce celp, değiştirilen yargıçlar, engellenen soruşturmalar ve tek bir sonuç; hiçbir şey. Çünkü gerçek ortaya çıkarsa, sistem sarsılır. Bu nedenle dava gri bir alanda tutulmaya devam ediliyor; ne resmen kapatılıyor ne de resmen tamamlanıyor. İnsanlar yorulana ve gerçek kaybolana kadar askıda bırakılıyor.

Burada sistemin en belirgin özelliklerinden birini görüyoruz, o da cezadan kurtulma kültürü. Lübnan'da siyasi suikastlar medyatik bir hadiseye dönüşüyor ve ardından hukuken unutuluyor. Refik Hariri suikastından Lokman Selim, Joe Bejjani ve diğer suikastlara, herkes içten içe kimin bundan çıkar sağladığını bilse bile, katil her zaman meçhul.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre bankacılık krizi yalnızca finansal bir olay değil, tamamen politik bir olay. Ortadan kaybolan para boşa gitmedi; bizzat yönetimdeki ağların cebine girdi. Siyasi liderlere, seçim finansmanına, finansal mühendislik planlarına, kaçakçılık ağlarına, partizan çıkarlara ve yabancı kuruluşlarla yapılan anlaşmalara gitti. Bu nedenle, gerçek bir yargılamaya şahit olmamız imkânsız, çünkü bu bir tür kolektif siyasi intihar olurdu.

Böylece, bir kaos ekonomisi yerleşti. Rejim, gerçek bir finansal düzenlemeden vazgeçerek kaçakçılığın tamamen entegre bir ulusal ağ haline gelmesine, bankacılık sisteminin dışında bir nakit ekonomisinin gelişmesine, gerçek sahipleri bilinmeyen paravan şirketlerin türemesine, nakitin günlük hayatın fiili para birimi haline gelmesine izin verdi. Hiçbir kural, hiçbir yasa, hiçbir şeffaflık yok; sadece çöküşten nasıl kâr elde edeceğini bilenlerin çıkarlarına hizmet eden üretken bir kaos var.

Burada iki yüzlülük son derece etkili bir şekilde işliyor:

Yetkililer halkın önünde “mevduatların geri alınmasından” bahsediyorlar.

Diplomatların önünde “gerçekçi çözümlerden” bahsediyorlar.

Ancak kapalı kapılar ardında kayıplar paylaşılıyor ve asıl yararlananlar korunuyor.

İşte siyasi yalanın anlamı budur; biri halka özel, biri uluslararası topluma özel, üçüncüsü ise arka planda gizlice yürütülen anlaşmalara özel bir söylem.

Açıklaması olmayan bir anlaşma

İsrail ile yapılan ateşkes anlaşmasında bile aynı senaryo tekrarlanıyor; yetkililer bir şey duyuruyor, başka bir şey uyguluyor ve üçüncü bir şeyi gizliyor. Hizbullah taahhütlerinin sadece Litani Nehri'nin güneyini kapsadığını iddia ederken, devlet kontrolü dışında hiçbir silahın olmayacağını söylüyor. Ordu, mevzilerin yüzde 90'ının, sonra yüzde 80'inin, sonra da yüzde 85'inin dağıtıldığından bahsediyor; sanki rakamlar bir şans oyunuymuş gibi.

Kimse çıkıp açıklamıyor çünkü açıklama kararlı bir duruş gerektiriyor ve kararlı bir duruş da sorumluluk almak anlamına geliyor ve Lübnan'da sorumluluk büyük bir siyasi suç.

Burada sistemin bir başka yönü ortaya çıkıyor; otoritenin manipülatif dili. “Mekanizma”, “yol haritası”, “teknik açıklama”, “ortak komite” ve “istisnai durumlar” gibi terimler herhangi bir özden yoksun, içi boş terimler. Tek bir şeyi, yani karar almamayı maskeleyen güzel sözler. Hayır demek yerine, “bir mekanizmaya ihtiyacımız var” diyorlar. Evet demek yerine, “teknik bir açıklama bekliyoruz” diyorlar. Bu, boşluğu güzelleştirmek için kullanılan bir dil.

Lübnan'daki sistem çöküşe rağmen yönetmiyor; çöküş aracılığıyla yönetiyor. Her çöküş yeni sadakatler doğuruyor ve halkın gerçeği talep etme gücünü zayıflatıyor. Elektrik sektörünün çöküşü jeneratörler için aracılar, liranın çöküşü karaborsalar ve yargının çöküşü de güçlünün iktidarını doğuruyor. Lübnan'da çöküş bir hata veya başarısızlık değil, bir yönetim aracı.

Lübnan, belirsizliği yönetim doktrini, yalanı hayatta kalma aracı ve ikiyüzlülüğü resmi dil haline getirmiş bir siyasi sistem altında yaşıyor. Hiçbir kriz çözülmüyor, sadece yönetiliyor. Hiçbir gerçek konuşulmuyor, sadece gizleniyor. Hiçbir sorumluluk üstlenilmiyor, sadece erteleniyor.

Lübnan'ın normal bir devlet olmasını engelleyen şey çözümlerin yokluğu değil, belirsizliğe karşı netliği seçme iradesinin yokluğudur. Siyasi sınıf iki yüzlülük sanatında usta olduğu sürece, her konu yeni bir krize, her kriz de geleceği inşa etmek yerine zaman kazanma fırsatına dönüşecektir.

Yetkililer gerçekle tek bir yüzle yüzleşip halka açıkça “neler olduğunu”, “kimin yaptığını” ve “nasıl düzelteceğimizi” söyleyene kadar Lübnan yeniden ayağa kalkamayacak. O zamana kadar, Lübnanlılara karşı dürüst olmayı reddeden bu “akıllı görünme” cumhuriyeti, krizleri çözmek yerine yönetmeye, çatışmayı önlemek yerine ertelemeye ve devlet kurmak yerine kaosa yatırım yapmaya devam edecektir.


Kordofan'da çatışmalar şiddetleniyor ve sivil hedefler saldırıya uğruyor

Sudan'ın Faşir kentinde çıkan çatışmada yaralanan ve Tavile Mülteci Kampı’ndaki çadırında oturan Sudanlı bir kadın (AP)
Sudan'ın Faşir kentinde çıkan çatışmada yaralanan ve Tavile Mülteci Kampı’ndaki çadırında oturan Sudanlı bir kadın (AP)
TT

Kordofan'da çatışmalar şiddetleniyor ve sivil hedefler saldırıya uğruyor

Sudan'ın Faşir kentinde çıkan çatışmada yaralanan ve Tavile Mülteci Kampı’ndaki çadırında oturan Sudanlı bir kadın (AP)
Sudan'ın Faşir kentinde çıkan çatışmada yaralanan ve Tavile Mülteci Kampı’ndaki çadırında oturan Sudanlı bir kadın (AP)

Sudan ordusu ile Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasında Güney Kordofan ve Kuzey Kordofan eyaletlerindeki çatışmalar yeniden şiddetlendi. Çatışan taraflar, yardım konvoylarına ve bir anaokuluna saldırılar düzenlerken, Birleşmiş Milletler (BM) Sudan'ın yeni bir zulüm dalgasıyla karşı karşıya olduğu uyarısında bulundu.

Basında yer alan haberlere göre HDK'ya ait bir insansız hava aracı (İHA) Güney Kordofan eyaletinin Kalogi beldesindeki bir anaokulunu vurdu ve 20'si çocuk olmak üzere 114 kişi öldü, onlarca kişi ise yaralandı.

HDK, orduya ait bir İHA’nın Kuzey Kordofan eyaletinde Dünya Gıda Programı'nın (WFP) insani yardım konvoyunu bombaladığını belirterek, konvoyun ‘gıda güvensizliğiyle boğuşan yerinden edilmiş ailelere acil gıda yardımı taşıyan’ 39 kamyondan oluştuğunu açıkladı.

Bunu insani yardım konvoylarını ‘sistematik olarak hedef alınmaya’ devam etmesinin, temel yardımların ulaştırılmasını engellemeye yönelik tehlikeli bir yaklaşım ve bölgede çalışan uluslararası kuruluşlara yönelik tekrarlanan saldırılar olarak değerlendiren HDK, bunun insani krizi daha da kötüleştirdiğini ve sivillerin çektiği acıları artırdığını belirtti.