Sovyet bayrağının düşüşünden 30 yıl sonra yeni dünyaya sıçrayış

1991 yılında yıkılan Sovyetler Birliği’nin son Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov. (Getty)
1991 yılında yıkılan Sovyetler Birliği’nin son Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov. (Getty)
TT

Sovyet bayrağının düşüşünden 30 yıl sonra yeni dünyaya sıçrayış

1991 yılında yıkılan Sovyetler Birliği’nin son Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov. (Getty)
1991 yılında yıkılan Sovyetler Birliği’nin son Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov. (Getty)

Sovyetler Birliği’nin devlet başkanlarından Mihail Gorbaçov bir Noel günü yaptığı açıklamayla artık görevinin mevcut olmadığını ve nükleer silahların kontrolü de dahil olmak üzere tüm yetkilerini Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Devlet Başkanı Boris Yeltsin’e devrettiğini duyurdu. Ardından da akşam saat 19:00’da Kremlin’den ayrıldı. 70 yıldır dünyayı işgal eden tarihi kuruluşun yönetim merkezinden de kızıl Sovyet bayrağı indirildi.
Bu, yaklaşık 6 yıl süren, önceki güçlü devletin ve iktidar partisinin gerilemesine tanık olan çöküşün beklenen sonuydu. Bu son, Batıda Baltık Denizi ve Polonya sınırlarından Pasifik Okyanusu’na ve doğuda Kuzey Kore sınırına kadar uzanan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) yurttaşı olan 300 milyondan fazla insanın yaşamının her alanında çok yönlü ve çok boyutlu bir krizin başlamasına neden oldu.
Çöküşün detayları, nedenleri ve oluşumunda küçük-büyük rol oynayan faktörler ve kişiler hakkında tartışmalar ise halen son bulmadı. Sovyetler Birliği’nin son yıllarında yaşananlar hakkında politikacılar, tarihçiler, ekonomi ve askeri araştırmacılar tarafından yüzlerce yayın yapıldı. Ama bu yayınların kapsamı, Gorbaçov’un Komünist Parti ve Sovyet devletindeki liderliğine dair o yıllarda yeterince bilinmeyen veya anlaşılmayan unsurlar da dahil yeni belgelerin ortaya çıkışına da engel olacak türden değil. 1985- 1991 yılları arasında, Kremlin’in Ekim 1917 Bolşevik Devrimi’nden ve birliğin 1922’de kurulmasından bu yana bastırmayı başardığı her türlü siyasi, ideolojik ve ulusal çıkmaz su yüzüne çıktı.
Gorbaçov ve ‘perestroyka (yeniden yapılanma)’ ve ‘glasnost (şeffaflık)’ politikalarının dayandığı ‘yeni düşüncesi’ olmasaydı, Sovyetler Birliği’nin birleşik bir siyasi varlık olarak hayatta kalmak için gerçek bir şansı olup olmayacağı soruları da olmayacaktı. Bugün birçok tarihçi çöküş nedeninin kuruluşundan bu yana birliğe eşlik ettiğine inanıyor. Tarihçilere göre Sovyetler Birliği, ‘kamusal ve bireysel özgürlüklerin yokluğu’ ve ‘Batı ülkeleriyle karşılaştırıldığında gelişmemiş olan Rus ve genel olarak Sovyet gerçekliğine sağır bir ekonomik modelin kemikleşmesi’ arasında değişen sorunlara sahne oldu. Onlara göre bu durum, Sovyet demir kalıbına dökülen milliyetler arasında geniş, sosyal ve kültürel farklılıklar oluşturdu. Bu, Gorbaçov’un kitlesel reform girişimiydi. Arkasında ise ilgi odağından uzak durmayı, ‘insan yüzlü sosyalizme’ ya da İskandinav tarzında demokratik sosyalizme ulaşmayı tercih eden en önemli perestroyka teorisyeni Aleksandr Yakovlev var. Bu girişim, onlarca yıldır süren tiranlık, partizan egemenliği ve doğrudan yönetim boyunca harika olduğu kadar cesur bir sıçramaydı. Bu olmasaydı Ruslar bu kadar geniş bir alana yayılamazlardı. Batı da Sovyetler Birliği’ni kendilerinin tüm politikalarına ve çıkarlarına karşı dünya çapında mücadelelere giriştiği için affetmezdi.
Tarihçi Eric Hobsbawm’a göre düşünceler, rüyalar, kabuslar, dehşetler ve zaferlerle noktalanan fırtınalı bir yolculuktu ve 20’inci yüzyılın veya ‘kısa yüzyılın’ tüm seyrinin yoğunlaşması olarak tanımlanabilecekti. Bu kısa yüzyıl, Birinci Dünya Savaşı ile başladı ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle sona erdi. Bu yüzyılın detaylarının çizilmesinde Rusya’nın büyük payı vardı. Rusya, bazı anlarda onu yönetti, yönlendirdi ve dünya çapında kapitalizme meydan okuyan küresel bir model sundu.
Durum ne olursa olsun Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’nin son günlerinde televizyonda yaptığı kısa konuşmasına dönersek bu aşama, yüzyılın üçte birinden daha az değil. Zira yüzyıllar geçmiş gibi görünüyor. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması ve küresel dengenin bir unsuru olarak yokluğunun ardından hâkim olan korku, Kafkasya’da yani Tacikistan, Özbekistan, Gürcistan, Moldavya ve Rusya’da olduğu gibi eski birliğin ülkelerinde de hızla iç savaşlara dönüştü. Ukrayna ve Beyaz Rusya’da henüz azalmayan siyasi huzursuzluktan bahsetmeye gerek dahi yok.
Tıpkı kimlik çatışmalarının ve ulusal, etnik ve dini mensubiyetin Sovyetlerin içinden dışarıya, özellikle Balkanlar’a ve doksanların eski Yugoslavya’daki savaşlarına yansıması nasıl olduysa, ekonomik çöküş ve Batılıların muazzam güç keşfi de öyle oldu.
Diğer yandan çöküşün içsel unsurlarının yanı sıra bugün bilim adamları arasında, kurumları ve işleyiş biçimiyle Sovyet devletinin küreselleşme, açık piyasa, sermayenin sınır ötesi hareketi ve bilgi ve iletişim devrimi çağında devam etmeyeceği konusunda bir uzlaşı var. Bilim adamları, kapalı bir devletin küresel bir kutup olarak devam etmesinin imkânsız olduğuna inanıyor. Ayrıca Kuzey Kore’nin dünyadan tamamen izole şekilde egemen rejimi sürdürmeyi başarabilmesi mümkün olsa bile milyonlarca kilometrekareye yayılan bir ülkenin bunu başaramayacağı kanaati mevcut. Başka bir deyişle; Sovyet modeli tarihi rolünü oynadı ve emekliye ayrıldı.
Doğu Avrupa’da ve özellikle Rusya’da 1990’ları yansıtan ve ‘bugünün politikasını temsil eden’ kayıplara, kan dökülmesine ve yoksulluğa rağmen Kremlin’in yandaşlarına göre güvenliğini ve ekonomik çıkarlarını etkileyen uluslararası ilişkilerde arka koltukta tutulmasını önlemek için meşru bir plan var.
Bunların yanı sıra Sovyetler Birliği’nin öyküsü sadece devletin kireçlenmesi, ölümü ve Ekim Devrimi’nin ortaya koyduğu büyük sloganlara ulaşamaması ile özetlenemez. Aksine bu yolculuğun önemli bir yönü, sosyal adaleti sağlamaya ve kontrolsüz kapitalist çerçevelerde uygulanan sömürü ve köleleştirmeye son vermeye dayanan küresel projeydi. Sovyetler Birliği’nin sonu, dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher tarafından yürütülen neoliberal projelerin değişimine eşlik ediyor. Bu durum, Sovyet modelinin çekiciliğini ve özelleştirme ve sermaye kontrolünden etkilenenleri sendikalara seferber etme yeteneğini yitirdiğinin açık bir işareti olarak kabul edildi. Partiler, Sovyetler Birliği Batı’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında işçi ve sendika baskısını kontrol altına almaya çalışan refah devletinin kurulmasına katkıda bulunduğu için piyasanın telaşını ve kaosunu dizginledi.
Özellikle Avrupa’daki ve dünyadaki seçim kampanyalarını takip eden herkes, ‘ırkçı, popülist ve mülteci karşıtı önermeler’ ile ‘geçen yüzyılın 60’lı, 70’li ve 80’li yıllarındaki rekabet’ arasındaki büyük ayrılığı algılar. Sovyet bayrağının düşüşünün, dünya tarihinde tüm olumsuz ve olumlu yönleriyle ve incelemelerle yeni ve kökten farklı bir aşama başlattığını söylemeye gerek dahi yok.



Suriyeli azınlıklar sorununa Batılı yaklaşım

Devrik devlet başkanı Beşşar Esed destekçileri ile Şam’daki yeni hükümetin güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalarda yüzlerce kişinin öldürülmesinin ardından Lazkiye şehri, Suriye 9 Mart 2025
Devrik devlet başkanı Beşşar Esed destekçileri ile Şam’daki yeni hükümetin güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalarda yüzlerce kişinin öldürülmesinin ardından Lazkiye şehri, Suriye 9 Mart 2025
TT

Suriyeli azınlıklar sorununa Batılı yaklaşım

Devrik devlet başkanı Beşşar Esed destekçileri ile Şam’daki yeni hükümetin güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalarda yüzlerce kişinin öldürülmesinin ardından Lazkiye şehri, Suriye 9 Mart 2025
Devrik devlet başkanı Beşşar Esed destekçileri ile Şam’daki yeni hükümetin güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalarda yüzlerce kişinin öldürülmesinin ardından Lazkiye şehri, Suriye 9 Mart 2025

Nikolaos van Dam

Mahatma Gandhi bir keresinde şöyle demişti: “Bir medeniyet, azınlıklara yönelik davranışlarına göre ölçülmelidir.” Bu sağlam ve takdire şayan bir ilkedir, ancak gerçekler bize çoğu zaman bunun aksini söyler. Batı'da, politika yapıcıların meselenin aşırı tarafına odaklanırken, azınlıklara, özellikle Kürtler gibi Arap olmayan gruplara ve bazı Hristiyan mezheplerine orantısız bir şekilde daha fazla dikkat ederken, çoğu zaman örneğin, Suriye'deki Sünni Araplar gibi çoğunluğu görmezden geldiklerini görürüz.

Keşke iş bununla sınırlı kalsa, zira Arap azınlıklara yönelik sempatide bile açıkça seçici olunduğunu görürüz. Örneğin, İsrail işgali altındaki Filistinli Arap Hristiyanların yaşadıkları sıkıntılar, Batı'nın gözünde çoğu zaman geçiştirilir. Dini ve etnik azınlıklara çoğunluk ile eşit haklar tanınması gerekirken, bu, çoğunluğun yok sayılması pahasına olmamalıdır.

8 Aralık 2024’te Esed rejiminin devrilmesiyle Alevi azınlığın hakimiyeti sona erdi ve iktidar, Baas Partisi’nin 1963’te iktidara gelmesinden önceki dönemde olduğu gibi, esas olarak Sünni çoğunluğun eline geçti. Ancak yeni muhafazakâr Sünni yöneticiler, Baas rejimi öncesindeki Sünni yöneticilerden çok farklılar; zira İslamcılar artık hükümette daha önemli bir rol oynuyorlar.

Pek çok kişi Esed rejimini Alevilerin egemen olduğu bir rejim olarak görüyor, ancak bu nitelendirme yanlış. Aleviler rejimde aktif rol oynasalar da rejim aslında Alevilerin yönettiği bir diktatörlük rejimiydi, ancak halkın tamamına baskı uyguluyordu. Alevi seçkinleri özel ayrıcalıklara sahip olsalar da bu onların, rejime kayıtsız şartsız sadakatlerini sürdürmeleri koşuluna bağlıydı. Şimdiye kadar Batı'nın Suriyeli Alevilere karşı sempatisi, azınlık statülerine rağmen, asgari düzeyde görünüyor; bunun en büyük nedeni, eski Esed diktatörlüğüyle ilişkilendirilmeleri ve bu diktatörlüğe sempati duyduklarının düşünülmesi.

Azınlık rejimleri

Yönetici elitleri, ister Baas öncesi Suriye'deki Sünniler gibi çoğunluk grubundan, isterse Esed yönetimindeki Aleviler gibi azınlık grubundan olsun diktatörlük rejimleri, doğası gereği azınlık rejimleridir. Aynı durum, başlangıçta katı bir İslamcı grup olan Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) liderliğindeki Sünni liderliğin yükselişi için de geçerli. Bu yeni yöneticiler Suriye'deki Sünni nüfusun tamamını temsil etmiyorlar. Bilakis, geniş Sünni çoğunluk içinde küçük bir Sünni grubu oluşturuyorlar.

Halihazırda iktidarda olan HTŞ, Suriyeli Müslüman Kardeşler, Ahraru'ş-Şam ve Ceyş-ul İslam gibi örgütlerin İslamcı ideolojileri, bu örgütler kendi tutumlarındaki çelişkinin farkında olmasalar bile, özünde dini ayrımcılık yapmama ilkesiyle çelişiyor. Bu kesimler azınlıklara karşı belli bir hoşgörü bile gösterebilirler; ancak bu, azınlıkların eşit vatandaşlar olarak tanınma ve muamele görme özlemleri için yeterli değil. Hoşgörü tek başına karşılıklı saygı anlamına gelmez.

HTŞ başlangıçta radikal İslamcı bir örgüttü ve yeni yöneticiler, Suriye'deki Sünni nüfusun tamamını temsil etmiyorlar. Bilakis, geniş Sünni çoğunluk içinde küçük bir Sünni grubu oluşturuyorlar.

Hollanda'da demokrasi yanlısı pek çok kişi, Suriye Demokratik Güçleri'ndeki (SDG) Kürtlere güçlü bir sempati besliyor. Ancak SDG'nin kendisi de oldukça otoriter bir örgüt ve diğer 15'ten fazla Suriyeli Kürt partilerin çoğunun desteğinden yoksun. Bu durum, Arap olmayan bir azınlığı destekleme konusunda belli bir saplantıyı temsil ederken, aynı zamanda onun otoriter eğilimlerini de göz ardı ediyor.

Öte yandan Suriye'nin yeni Devlet Başkanı Ahmed eş-Şara'nın dini azınlıklar ve Suriyeliler arasında uzlaşı konusunda sergilediği hoşgörülü, pragmatik ve uzlaşmacı söylemi, kendisinin derin bir dönüşüm geçirdiği, radikal bir cihatçıdan ılımlı ve pragmatik bir lidere dönüştüğü izlenimi veriyor. Ancak HTŞ içindeki tüm İslamcı takipçilerinin bu görüşü paylaştığına inanmak zor, hatta imkânsız. Büyük olasılıkla çoğu radikal inançlarını koruyor ve Aleviler ile diğer Müslüman azınlıkları hâlâ "kâfir" veya sapkın olarak görüyor. Bu ideolojik katılık, Şara'nın HTŞ'nin sahada faaliyet gösteren askeri güçleri üzerinde tam kontrol sağlama konusunda zorluk çekmesinin başlıca nedenlerinden biri.

Suriye Devlet Başkanı Ahmed eş Şara Şam, Suriye 9 Mart 2025 (AFP)Suriye Devlet Başkanı Ahmed eş Şara Şam, Suriye 9 Mart 2025 (AFP)

Üstelik sahadaki tek silahlı grup HTŞ değil. Bazıları silahlarını resmen yeni merkezi otoriteye teslim etseler de Suriye Milli Ordusu ve Ahraru’ş Şam gibi birçok eski muhalif askeri grup hâlâ aktif durumda. Bu gruplar yeni Suriye ordusuna entegre edilseler bile, köklü İslamcı ideolojileri mutlaka değişmeyecektir.

Bu gruplar yeni Suriye ordusuna entegre edilseler bile, köklü İslamcı ideolojileri mutlaka değişmeyecektir

Birçok eski muhalif savaşçının -ve belki de sivillerin- çöken Esed rejiminin sembolü olarak gördükleri Alevilerden intikam alma arzusu duymaları şaşırtıcı değil. Bu durum, rejimi hiçbir zaman desteklememiş ve hatta bazı durumlarda rejimin en şiddetli muhalifleri olmuş olanlar da dahil, Alevileri hedef alan son dönemdeki mezhepsel taciz dalgasını kısmen açıklıyor. Görünüşe göre HTŞ ve müttefikleri, eski rejimin vahşi suçlar işlemekle suçlanan şahsiyetleri ile bağlantılı olduklarını söyledikleri ve “Alevi direniş noktaları” diye adlandırdıklarını yakalamaya çalışırken, yetki alanlarını (eğer varsa) Alevileri çok daha geniş bir ölçekte hedef alacak şekilde genişlettiler ve bu süreçte çok sayıda vahşet işlendi. Bu artan gerilimin kontrolden çıkıp ülke çapında bir iç savaşı tetikleme tehlikesi bulunuyor.

Birliğe giden yol

Suriye, henüz Ahmed eş Şara hükümetinin kesin kontrolü altında olmaktan uzak ve aynı durum eski askeri muhalif grupların çoğu için de geçerli. Şimdiki temel soru, Şara'nın takipçilerine ve müttefiklerine tam otoritesini dayatıp dayatamayacağıdır.

Suriyeli aktivistler ve sivil toplum temsilcileri, 9 Mart 2025'te Şam'daki Merce Meydanı'nda “sivil ve güvenlik güçlerinden kurbanların yasını tutmak” üzere toplandı (Reuters)Suriyeli aktivistler ve sivil toplum temsilcileri, 9 Mart 2025'te Şam'daki Merce Meydanı'nda “sivil ve güvenlik güçlerinden kurbanların yasını tutmak” üzere toplandı (Reuters)

Esed yanlısı olduğu iddia edilen kişilere ait çok sayıda eve el konuldu. Bu durum, Esed rejiminin başkalarına yönelik uygulamalarını hatırlatıyor. Birçok kişi keyfi olarak işten çıkarılırken, maaşlar ve haklar hak sahiplerine ulaşmıyor. Açlığın, yoksulluğun ve yıkımın devam etmesinin istikrar için bir zemin oluşturamayacağı açık. Bu arada dini azınlıklar, katı İslamcı yönetim altındaki gelecekleri konusunda derin endişe duyuyorlar.

Sanki bu iç karışıklıklar yetmezmiş gibi İsrail, şimdi de Suriye toplumu içindeki mezhepsel ve etnik ayrışmaları derinleştirmeye çalışıyor.

Sanki bu iç karışıklıklar yetmezmiş gibi İsrail, şimdi de Suriye toplumu içindeki mezhepsel ve etnik ayrışmaları derinleştirmeye çalışıyor. Komşu ülkeleri zayıflatmayı ve çatışma çıkarmayı hedefleyen bu strateji İsrail için yeni değil, uzun zamandır politikasında köklü şekilde yer alan bir yaklaşım. Bilhassa Ahmed eş Şara rejiminin yeni yönetimi altında İsrail'in, Dürzilere bir tür “koruma” dayatmaya çalıştığı Güney Suriye'deki çabalarını yoğunlaştırması dikkat çekici. Batı medyası bu önermeyi pek fazla incelemeden dile getirdi ve Suriyeli Dürzilerin tarihsel olarak en ateşli Arap milliyetçilerinden biri olduğu gerçeğini göz ardı etti. Bu nedenle bölgelerine eski ismi olan Cebel-i Dürzi yerine Cebel-i Arap denmektedir. Suriye'deki Dürziler, İsrail ile her türlü iş birliğini ve İsrail'in sözde “koruma”sını kesinlikle reddediyor ve bunu istenmeyen bir “ölüm öpücüğü” olarak görüyorlar.

 Suriye Geçici Hükümeti'ne bağlı güvenlik güçleri, Suriye'nin batısındaki Lazkiye şehrinde bir aracı arama amacıyla durduruyor, 9 Mart 2025 (AFP)Suriye Geçici Hükümeti'ne bağlı güvenlik güçleri, Suriye'nin batısındaki Lazkiye şehrinde bir aracı arama amacıyla durduruyor, 9 Mart 2025 (AFP)

İsrail'in mezhepsel ve etnik eğilimleri körüklemesinin temelinde, etnik ve dinsel kimliğe dayalı bir devlet doğasına sahip olması yatıyor. Bölgedeki parçalanmayı teşvik etmek, onun Ortadoğu'daki varlığını normalleştirmesine, çevresine daha az yabancı olmasına yardımcı oluyor. İsrail, Irak'ta Kürtlerin bağımsızlığını ve Lübnan'da Marunilerin emellerini sempati duyduğu veya gerçekten onlarla ilgilendiği için değil, bu nedenle destekledi. Zira bu gruplar Yahudi değil, dolayısıyla onları komşu Arap devletlerini zayıflatmak nihayetinde İsrail'in stratejik konumunu güçlendireceği için destekledi.

İsrail başbakanı Menahem Begin, daha 1977'de, Maruniler, Dürziler ve Kürtler gibi bazı dini ve etnik gruplara açıkça atıfta bulunarak, İsrail'in Ortadoğu'da “azınlıkların koruyucusu” rolünü üstlenmesi gerektiğini ilan etmişti.

*Bu analiz Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.