Adonis Şarku’l Avsat için yazdı: Öznellik ve öteki arasında rehin kalan Arap kültürü  

Adonis Şarku’l Avsat için yazdı: Öznellik ve öteki arasında rehin kalan Arap kültürü  
TT

Adonis Şarku’l Avsat için yazdı: Öznellik ve öteki arasında rehin kalan Arap kültürü  

Adonis Şarku’l Avsat için yazdı: Öznellik ve öteki arasında rehin kalan Arap kültürü  

Asıl adı Ali Ahmed Said Eşber, (D. 1930) olan ve Adonis adıyla tanınan dünyaca ünlü Suriye-Lübnanlı şair ve denemeci Şarku’l Avsat okurları için “2022’de Dünya: Zorluklar ve Dönüşümler” dizisi kapsamında kaleme aldığı makalesini sizlerle paylaşıyoruz.  

  • 1- Yaygın Arap kültürünü nasıl tanımlayabiliriz? Bu kültürü öteki kültürlerden ayıran ve belirgin kılan özellikleri nelerdir?  

Arap kültürü örneğin, entelektüel ağırlıklı bir kültür mü, bilgiye yeni ufuklar açan yenilikçi ve yaratıcı bir kültür müdür?  
Yoksa aktarım ve dönüştürme aracı mı? Ya da çeviri ve etkileşim kültürü mü?   
Karmaşık bir araştırma kültürü mü, yoksa genel ve kolay yapıda bir kültür mü?  
Bilimin bu kültür içindeki yeri nedir?  Doğanın sırlarının araştırılması ve bilinmeyenlerinin keşfine aracılık etmekte midir? 
Bu kültür içinde felsefenin yeri nedir? insan varoluşunu, yaşamını ve akıbetini anlamaya yönelik konumu nedir?
Bu kültür, en son Osmanlı’da temsil edilen hilafetin kaldırılmasından bu yana, küresel anlamda ‘bilgi dünyasının’ inşasına ne tür katkılarda bulunmuş, nasıl yenilikler getirebilmiştir?  Günümüz bilgi üretiminde Arap dilinin konumu nedir? 
Bugün sıradan bir Arap, ataları gibi yaratıcı kültürel faaliyetlerde bulunabilecek kadar Arapçanın inceliklerine vakıf mıdır?
Arap İslam kamuoyu neden hala cinler ve büyü dünyasını, İbn Rüşd, İbn Arabi, Ebu’l-Alâ el-Maarrî veya Râzi'nin dünyasından daha fazla kabullenmektedir?
Bunlarla sınırlı olmamak üzere örnek olarak verdim. Bunun yerine, Descartes, Freud, Marx ve Einstein'ı da örnek olarak verebilirdim.  
Arap bireyler niçin doğdukları ülkelerde değil de başka ülkelerde yaratıcı kültürel alanlarda öne çıkabiliyor?
Eksikliğin ya da yetersizliğin Arap bireylerde olmadığını, iktidar ve kurumlarının sorumluluğunu hatırlatmak için bu kritik soruyu sormamız gereklidir.  Araplar niçin, çeşitli tezahürleriyle kültürü, idari ve siyasi olarak kendi hizmetlerindeki araçlar olarak gören kurumları inşa etmeyi sürdürüyor?  
O halde Arap devletlerinin bakış açısına boyun eğmeli ve söylediklerini tekrarlamalı mıyız?  Kültür, doğanın sırlarını çözmek için değil de iktidara hizmet eden araçlar anlamına mı gelir?  

  • 2- Bu soruları ve benzerlerini sormadan, Arap kültürü hakkında konuşmamız nasıl doğru olabilir? 

İlgili okuyucular bu soruların cevaplarının, geniş tartışmalara yol açacağını tahmin edebilirler. İşte bu muhtemel tartışmalar, Arap aydınları arasındaki anlaşmazlığın daha çok kimlik düzeyinde derin bir anlaşmazlık olduğuna işaret ediyor. Ortak Arap kültürünün kimliği, belirsiz, bulanık ve neredeyse kaybolmuş durumdadır. Bu kültür derinlemesine incelendiğinde, içinde karşıt çelişkili fenomenler barındırdığı ve üreticilerinin kabilecilik anlayışından sıyrılamadığı görülecektir. Oysa Arap kültürü olarak tanımlarken, aynı evde yaşandığına vurgu yapılmaktadır. Arap kültürü otoriter bir kültür olduğundan, kültür üreticileri genelde bireysel çıkarlarını önceler.  Bu durum çeşitli çağrışımlarıyla ancak daha fazla sefalete yol açabilir. 

  • 3-Arap kültürünün hareket alanı, İslâm Vahyinin zuhurundan itibaren dini bir çevre tarafından kuşatılmıştır. Bu çevrede, vahye ve dine bakış açısında farklı siyasal yaklaşımlar oldu. Zamanla iktidar ve din arasında organik bir bağ olduğu görüşü öteki görüşlere baskın hale geldi. Bu süreçlerde iktidar ve kültür üreticileri arasında nasıl çatışmalar yaşandığı erbabının malumudur. Bu kültürel içeriklerin başında ise, Arapçanın en önemli kültürel ürünü olan şiir gelmekteydi. Bu çatışma halen bir şekilde form değiştirerek devam etmektedir. Bu olgunun nedenleri ve sonuçları ile ilgili daha fazla yorumda bulunmama gerek yok, özellikle ilgililerinin bunu gayet iyi bildiği düşünülürse.

Ancak vurgulanması gereken, bu yaklaşımın üç ana konuyu ifsat ettiğidir:  
a-Kültür ya da bilginin yaratıcı üretimi, öyle ki kültür bir araştırma ve yaratıcı olmaktan çıkıp birikim haline gelmiştir. 
b-Din siyasi bir araca dönüştürülmüştür. İktidar, amaç ve tek referans kaynağı olmuştur. Oysa olması gereken, özgür irade, hukuk ve özgürlüğü çerçeveleyen bir üst konumda olmasıdır.
c-Din, bireysel bir özgürlük alanı olmaktan çıkmış, otorite tarafından kapalı tek boyutlu bir sisteme dönüştürülmüştür.  

  • 4-Bugün Arap kültüründe, evrensel düzeyde ‘Arap yaratıcılığı’ olarak gösterilebilecek hususlar edebi alanlardadır. Bu alanlar, şiir, roman, müzik ve resim sanatlarıdır. Bu alanlar da etkileşim ve yaratıcılık arasındaki ayrım itibariyle tartışmaya açıktır.

Felsefe ve bilime gelince, özellikle modern branşlar (atom, teknoloji ve uzay bilimleri) başta olmak üzere, tüm çeşitleriyle, ilkesel olarak felsefe dini görüşle çelişki içindedir. Şöyle ki felsefe özü itibariyle soru iken, din cevaptır. Felsefeciler dini metinlere doğrudan soru yöneltemezler. Şimdiye kadar olduğu gibi, dinin kaynaklarının şerhlerine ve yorumlarına dair sorular sorabilirler. Bu da yeni bir bilginin ve yaratıcı felsefi düşüncenin üretilmesine mâni olur. Bir tür yeniden yazma veya restorasyona yol açar. Böylelikle kişi dini siyasi sistemin mekanizmasında tutsak olur. 
İmam Şafii: “Kim ki Kur'an hakkında kendine ait görüşünü (rey) söylerse, haklı da olsa haksızdır” demiştir. Bu söz, bireyin din hakkında bir özgün bir fikri olamayacağını, siyasi otorite tarafından temsil edilen ‘cemaatin - toplumun’ dini görüşünün olabileceği anlamına gelir.
Bu sözün işaret ettiklerinden, bir kısmı doğrudan vahye dayalı olmak üzere başka bir şekilde yorumlayarak kurtulabiliriz. Örneğin şu ayetler: “Dinde zorlama yoktur.”, “Sizin dininiz size, benim dinim banadır”. Özellikle Allah’ın peygamberine hitaben buyurduğu şu ayet ile: “Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir”.  

  • 5-İslam hilafetinin kuruluşunun başlangıcından itibaren, Arap dili dünyasında kültür, iki temel üzerinde yükselmeye başladı:

Birincisi; vahyin nazil olmasından sonra sınırları ve yapısı belirginleşen, şiirin ve hukukun dili olan Arapçadır.
İkincisi ise vahiyden önce süregelen Arapçadır.  Arap dilinin kendi bünyesinde, ilahi yaratıcılık ile dilin dini olarak aktardıkları ile kültür dilinin, özellikle şiir dilinin taşıdığı ve taşımaya devam ettiği beşeri yenilikler arasındaki her düzeydeki derin bölünmenin sırrı burada yatmaktadır. Bu bölünmenin gelişim ve ufukları itibariyle yaratıcılık tarihinde ender bir anı temsil ettiğini düşünüyorum.  
Arap kültürünün menşei, gelişimi ve geleceği konusunda burada kapsamlı bir araştırma yapma imkanımız bulunmuyor. Bununla birlikte, ilahi dil ile beşeri dil arasındaki bölünmenin ortaya çıkardığı yaratıcı iklim üzerine odaklanılması gerekir. Eğer ilerleme kaydetmek istiyorsak, er ya da geç bu araştırmayı yapmak zorundayız. Burada sadece değinmekle yetiniyoruz.   
Hilafet ya da saltanat, dini ve kültürel otoritesini, katı ve nihai bir din yorumuyla güçlendirdi. Buna mukabil düşünceler, görüşler ve duruşlar kapalı ideolojiler haline geldi. Böylelikle, aynı ülke ve tek tip bir siyasi sistem içinde karşıt kardeşler aynı kültür dünyasını paylaşmış oldu. Bu da kendi içinde bölünmeler anlamına gelir.  “O'nun peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmıyoruz” ayetinin işaret ettiği Tevhid peygamberlerine iman ediyoruz. Öte yandan, sadece Arap dilinde nazil olan olan vahye itaat ediyoruz. Bunu da otoritenin içtihadı uyarınca, içtihat otoritelerinin de desteğiyle yorumlanmış haliyle gerçekleştiriyoruz.
Bu üç boyutlu bir ikilemdir, entelektüel, tarihi ve yaşamsal: Arap kültürü özgürleşemiyor.  Özgürleşemediğinde de geçmişteki bir ufka ve derinliğe işaret etmekle yetiniyor. Bu durumdaki Arap kültürü, sivil, yaratıcı ve insani olamaz. Çünkü bu kültür, hayata ve evrene dair özgür bir vizyona ve geleceği şekillendirecek yaratıcı bir dinamizme dayanmıyor.   
Belki de burada, ‘imamet ve siyaset’ etrafındaki çatışmaların psikolojik boyutlarına değinmeliyiz. Birey psikolojisi değil, toplumsal bilinçaltı açısından değerlendirdiğimizde, sözcüğün özel anlamıyla dini olmayı da aşarak kültürel bir olguya dönüştüğünü görüyoruz. Bu kültürü de eğitim yöntemleri ve kurumlar kökleştiriyor. Bu çatışmada Müslüman sadece Müslüman olarak kalamıyor. “Şöyle bir Müslüman”, “şöyle bir düşünür” veya “şöyle bir şair” olması dayatılıyor. Bir Müslüman düşünür, şair ya da sanatçının doğru bir İslami çizgide olup olmadığı sınanıyor. O Ehl-i Sünnet mi yoksa Şii mi, Vahhabi mi yoksa İhvan’dan mı? Selefi mi yoksa Rafizi mi? Yani objektif bir değerlendirme imkanı ortadan kalkıyor, aydınlar, otoritenin ‘çıkar’ ya da ‘istihdam’ amaçlı değerlendirmesine tabi oluyor. Arapça metinler de kendi içeriklerine göre değil, siyasi ve dini önyargılarla okunmuş oluyor. Bize siyasi ve dini duruş olarak muhalif olanların herhangi bir alanda yazdıklarını önemsemiyoruz. Bu yazar ya da sanatçı ne denli önemli şeyler üretmişse de önemli olan bizim tarafımızda mı yoksa karşımızda mı olduğudur. Bu anlayış, ideolojik kabileci yaklaşımın kökleşmesinin ve Arap kültürü altında sivil bir toplum oluşturulamamasının nedenlerinden biridir. Oysa toplumdaki bireylerin ilişkisi, medeni ilkeler, özgürlükler, hukuk ve sorumluluklar çerçevesinde belirlenmelidir. Şu haliyle daha çok; farklı coğrafyalarda bir arada olan, aynı haklara sahip olmadan aynı görevleri yerine getirmek zorunda olan bireylerin oluşturduğu topluluklar görüntüsü veriyoruz.  
 Geçmişte okullarda dini mezhepler/ekoller dersi olurdu, bugün buna ‘şiir mezhepleri/ekolleri’, ‘sanat mezhepleri/ekolleri’ ve ‘düşünsel mezhepler/ekoller’ ekledik.  Herkes kendinden emin bir şekilde şöyle söylüyor: “En çok ben etkiliyim, en büyük benim.” 
Böylece, günümüzdeki ya da geçmişteki önemli temel metinlere olan ilgi azalıyor, bunların yerini, siyasi kullanıma elverişli ikincil metinler alıyor.   

  • 6-Arap dili dünyası bugün Avrupa ve ABD’nin, yani Batı'nın kültürel, bilimsel ve teknik başarılarının etkisi altında yaşıyor: Kuantum Devrimi, Dijital Devrim, Moleküler Biyoteknoloji Devrimi. Bu devrimler, tüm algıları altüst etti. Bilimi ekonomi ve politikanın gereksinimleriyle bütünleştirdi.  Batı’da yaşayan bazı Arap bireyler bu devrimlere katkı sunmuş olsa da Araplar, yönetim ve kurumsal olarak bu devrimlerin hiçbirinin içinde yer almadı. Bu durum, gelişimin önünde bireylerin değil, iktidarların ve kurumların engel teşkil ettiğini gösteriyor. Nitekim Araplar arasında bireysel olarak her alanda yaratıcı zihinlere rastlamak mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden itibaren, Arapların, büyük bilişsel devrimler ve evrensel düzeyde insanlığın kaydettiği ilerlemeler ışığında yeni bir yaşam ve yeni bir kültür kurmak için çalışma iradesi göstermeleri beklenirdi. Ancak bu varsayımın yersiz olduğu görüldü. Son yıllarda, Arap kültür dünyasında yaşananlar, bize miras kalan aktif kültürel kodların sorunlarını yansıtmaktadır. Öyle örnekler vardır ki, Arap siyasi hayatının, kültürünün ve ahlakının düşkünlüğüne işaret ederek insanı utanç içinde bırakır.  

Aynı zamanda bu örnekler insanda, hayatın, vatanın, demokrasinin ve özgürlüğün anlamları hakkında şüphe uyandırıyor.  
İnsanların hayatlarıyla bu denli kolay oynanması, hilafetin birkaç ülkenin topraklarında, ilkel bir formda yeniden canlandırılması başlıca örneklerdir. İnsanın bu denli önemsizleştirilmesi, en temel insani değerlerin her düzeyde ayak altına alınması, Arap dünyasının ve Arap kültürünün tarihinde hiç olmadığı kadar büyük bir yıkımla karşı karşıya olduğunu göstermektedir.  
Arap kültür dünyasında, fikri sanatsal edebi ürün verenler, eserlerini dinin farklı yorumlarının egemen olduğu bir sosyo-politik ortamda ortaya çıkarıyorlar. Bu durumda bahsi geçen içeriklerin, şu veya bu şekilde bu ortamın hükümlerine tabi olacağını daha önce de ifade etmiştik. Bu hükümlerde tarihsel boyut, değişim ve gelişim asla dikkate alınmıyor. Fıkıhta ve şeri yaklaşımda, zaman ve mekan ne kadar değişse de aynı kalmış gibi değerlendiriliyor. 21. Yüzyıl ile birinci yüzyıl arasında bir fark görülmüyor. Bu hükümleri yorumlayanlar, zamanın ve mekanın da bu hükümlere tabi olması beklentisi içindeler. Aslen insana hizmet etmesi için konulmuş yasaların, insandan daha büyük ve önemli olduğu algısı oluşturuluyor. İnsanın varlığı, hak ve özgürlükleri bu hükümlere tabi oluyor. O halde kesin hükümler ışığında, kültürün özü olan özgürlük ve yaratıcılık üzerine konuşmamız beyhude olacaktır.  
Arap kültürü, bir yönüyle geçmişi yaşayıp yaşatırken, diğer yönüyle yabancı kültürleri benimsiyor. Yani ötekinin kültürel yaratımlarını kendi diline aktarıyor. Bu haliyle Arap kültürü, biri öznel  (geçmişten), diğeri ötekiden kendi dışından (gelecekten) olmak üzere iki efsanenin esiri olmuş durumdadır. Bu durum, Arapça yazarken, doğa ve metafizik konularda büyük maceralara girişilememesini açıklıyor.   

  • 7-Kültür aynı zamanda, eşyaların birbiri ile ilintisi, insanın eşya ile ilişkisi, dil ve evren arasındaki ilişkiye dair araştırmalar gerektirir. Bu bağlamda şu soruyu sorduğumuzda: Arap kültürü, 20. Yüzyılda ve 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde bu hususlarda ne tür ilerlemeler kaydedebilmiş ya da neleri başarabilmiştir? Diğer kültürlerin üretimleriyle ve insanlığa olan katkılarıyla kıyaslarsak, bu soruya nasıl bir yanıt verebiliriz?  

Bu sorunun nesnel yanıtı, Arap kültürünün ilerleme kaydetmek bir yana gerilediği yönünde olacaktır. Araplar, hem nicelik hem nitelik açısından Arapçanın cahili olmaya başladı. Arap dünyasında Yabancı dillerin hakimiyeti artmıştır.  Ayrıca, bu dillerden Arapçaya yapılan çevirilerin çoğu, Arap dilini zenginleştirmek yerine sığlaştırmıştır. Bu çevirilerde dilbilgisi hatalarına ve yanlış kullanımlara sıklıkla rastlanır.  
Kültür, hak ve özgürlüklerin dikkate alındığı bir sivil toplum dışında yaşayamaz ve yenilenemez. Arap ülkelerinde olduğu gibi, aynı haklara sahip olmadan aynı görevleri yapmak zorunda olan bireyler sağlıklı bir kültürel üretim gerçekleştiremez. Sivil yurttaşlığın olmadığı yerde sivil kültür oluşamaz. Kültür otoritenin gözetlediği bir toplumsal olguya dönüşür. Görüşlerine katılmadığı yazarları, reddetmek, baskı kurmak ve itibarlarını sarsmak bu minvalde tutumlardır.
Arap kültür dünyasında, yazınsal faaliyetler bahsi geçen sorunlardan azade değildir.  Metinlerin, yazarın etnik, mezhepsel veya ideolojik bağlantılarından bağımsız olarak nesnel bir şekilde okunduğuna nadiren rastlanır. Bu da yaygın okuma kültürünün yazılanı anlamaya çabalamak yerine, önyargılı bir şekilde, hatta bazen yazarın söylemediklerini ona isnat ederek, niyet okumaları içerdiğini gösteriyor. Örneğin sol eğilimli kişiler ya da sağ eğilimli kişiler, kendilerine düşman olarak gördüklerini okumayı keskin bir biçimde reddediyorlar. Kendilerine şu basit soruyu sormuyorlar: Bir düşünüre ya da yazara karşıysak, onu okumadan onunla nasıl tartışabiliriz ya da onunla nasıl savaşabiliriz? Bazıları böylesi bir soruyu; ‘kılıçla ya da tamamen dışlayarak’ diye yanıtlayabilir.  
İnsan üreten bir varlık olarak doğdu.  İnsanın hayatı yükselen ve düşen, her yönü aydınlatan bir ateş misalidir. Soru sormanın yasaklanması, düşüncenin yasaklanması anlamına gelir.
Düşünce yasaklanırsa insan yasaklanmış olur. Ne anlamı vardır insan olmanın, altından da olsa bir zincire bağlı olarak yaşıyorsa. Yaratıcı her eser, insanın evrenin merkezinde olduğu inancına dayanır.  

* Adonis Kimdir?
Arap şairi, Asıl adı Ali Ahmed Said Eşber’dir. 1930 yılında Suriye'de Lazkiye'nin Kassabin köyünde doğdu. 14 yaşına kadar burada yaşadıktan sonra Tartus'ta bir Fransız lisesinde okudu. Dah sonra Lazkiye'deki devlet okulunu bitirerek 1950 yılında Şam Üniversitesi'ne girdi. Ülkenin bağımsızlığa kavuşması sürecini yaşadı. Suriye'de bulunan Fransız kuvvetlerine karşı gösteriler örgütledi.
İlk şiirlerini bu sırada yayınladı. Şam Üniversitesi'nde Edebiyat öğrenimi gördü. Beyrut Saint Joseph Üniversitesi'nde doktorasını yaptı. Burada Baudelaire ve Rilke'nin şiiriyle tanışan Adonis, 1954'te edebiyat ve felsefe lisansı aldı. “Şiir” dergisini çıkarttı. Bu dergi tüm Arap dünyasını etkiledi. 1961 yılından bu yana Lübnan vatandaşlığına geçti ve Adonis ismini aldı.
Ortadoğu'dan Fas'a kadar tüm Arap şiirini etkileyen Adonis, Arap şiir geleneğinden koparak şiiri özgünleştirdi. Arap şiirinin kendi kimliğini yitirmeksizin dünya şiiriyle ilişki kurmasına çalıştı. Beyrut iç savaşından sonra Paris'e yerleşti. Mistisizme ilgilendi.
1971 yılında Suriye -Lübnan En İyi Şair Ödülü'nü, 1986'da Brüksel'de Uluslararası Şiir Bienali Büyük Ödülü'nü kazandı. 1983 yılında Paris'te Stephen Mallarme Akademisi Üyesi seçildi. 1986 yılında da şiir dünyasının en önemli ödüllerinden olan “Le Grand Prix des Biennales de Poéise” (Brüksel) ödülünü aldı. şiirleri 10 ayrı ülkede -belki de daha fazla- yayımlandı Uluslararası Nâzım Hikmet Şiir Ödülü'nün ilkini kazanan şair Adonis (Ali Eşber) halen Paris’te yaşamaktadır.
Başlıca Eserleri
Şamlı Mihyar'ın Şarkıları (1961)
New York'a Mezar (1989)
Arap Şiirine (poetikasına) Giriş



Kuantum interneti teknolojisinde büyük bir adım atıldı

Bilim insanları, kuantum verilerin iletimi için özel bir düzenek hazırladı (Imperial College London)
Bilim insanları, kuantum verilerin iletimi için özel bir düzenek hazırladı (Imperial College London)
TT

Kuantum interneti teknolojisinde büyük bir adım atıldı

Bilim insanları, kuantum verilerin iletimi için özel bir düzenek hazırladı (Imperial College London)
Bilim insanları, kuantum verilerin iletimi için özel bir düzenek hazırladı (Imperial College London)

Bilim insanları, kuantum interneti teknolojisinde büyük bir adım atarak ilk kez kuantum verisi depolamayı başardı. 

Birleşik Krallık'taki Imperial College London ve Southampton Üniversitesi'yle Almanya'daki Stuttgart ve Wurzburg Üniversitesi'nden araştırmacılar, ilk kez bir kuantum verisini farklı bir cihaza ileterek depoladı. 

İnternet ve telefon gibi klasik iletişim sistemlerinde veriler uzun mesafede kaybolabiliyor. Bunun önlenmesi içinse belirli aralıklarla yerleştirilen sinyal tekrarlayıcılar kullanılıyor. Bunlar sinyalleri okuyarak tekrar güçlendirip bir sonraki alıcıya gönderiyor.

Ancak kuantum bilgisayarlarında bilgi, tek bir atomun karşılık geldiği “kübit” (kuantum bit) üzerinden işliyor. Bu işlem, kuantum fiziğindeki "süperpozisyon" ilkesine dayanıyor. Söz konusu ilke bir atomun aynı anda iki veya daha fazla durumda var olabileceğini öngörüyor. 

Fakat bu özellik bir müdahale sorunu da yaratıyor. Atomaltı dünyada bir elektrona bağlı şekilde var olan bilgi, herhangi bir dış müdahalede bozulabiliyor. Dolayısıyla klasik telekomünikasyondaki sinyal tekrarlayıcıların kullanılması imkansız hale geliyor.

Bilimsel dergi Science Advances'da 12 Nisan'da yayımlanan çalışmada, kuantum internetinden iletilen veriler bir foton olarak tasarlandı. 

Araştırmacılar, kuantum verileri üreten cihazları birer arayüz haline getirmek için her iki makinenin de aynı dalga boyunu kullandığı bir sistem hazırladı.

Daha sonra oluşturulan bir kuantum noktası üzerinden dolaşık olmayan fotonlar üretildi. Bunlar da fotonları bir rubidyum atomu bulutu içinde depolayan bir kuantum bellek sistemine aktarıldı. Özel bir lazer sistemi, bu bellekte "aç-kapa" işlemi görerek fotonların depolanmasını ve isteğe göre karşı tarafa gönderilmesini sağladı. 

Araştırmada, bu iki cihazın dalga boyu günümüzde kullanılan telekomünikasyon ağlarıyla aynı dalga boyunda olacak şekilde geliştirildi. Dolayısıyla veriler, internet bağlantılarında kullanılan normal fiber optik kablolarla iletilebildi. 

Çalışmanın ortak başyazarlarından Sarah Thomas, araştırmaya dair şunları söyledi: 

İki önemli cihazı birbirine bağlamak kuantum ağını mümkün kılmak açısından çok önemli bir adım. Bunu gösterebilen ilk ekip olduğumuz için gerçekten heyecanlıyız.

Independent Türkçe, Science Daily, Phys.org


Hayvanlar sayı sayabiliyor mu?

Yiyecek bulmak için pek çok hayvan sayıları kullanıyor (Pexels)
Yiyecek bulmak için pek çok hayvan sayıları kullanıyor (Pexels)
TT

Hayvanlar sayı sayabiliyor mu?

Yiyecek bulmak için pek çok hayvan sayıları kullanıyor (Pexels)
Yiyecek bulmak için pek çok hayvan sayıları kullanıyor (Pexels)

Sıçanlarda sayı algısı olduğu doğrulandı. Bilim insanları yeni bulgunun insanlardaki sayısal becerinin sinirsel temelini araştırmada kritik önemde bir model sunduğunu söylüyor.

Pek çok hayvan türünün doğada hayatta kalabilmek için sayı sayması gerektiği önceki çalışmalarda ortaya konmuştu. Örneğin bazı kurbağaların yiyeceklerini seçerken 3 ve 4 parça içeren iki grup arasında ayrım gözetmezken 3 ve 6 parça içeren gruplar arasında hep fazla olanı seçtiği gözlemlenmişti. Bal arılarının da kovanlarından çiçek tarlasına giderken eve dönüş yollarını bulabilmek için yer işaretlerinin sayısını hatırladığı kaydedilmişti. 

Hong Kong Şehir Üniversitesi ve Hong Kong Çin Üniversitesi'nden nörologların yürüttüğü araştırmada, sıçanların sayı sayıp sayamadığına ilişkin soru işaretini gidermek adına sayısal öğrenme görevi, beyin manipülasyon teknikleri ve yapay zeka modellemesi kullanıldı.

Sayı algısı, sayısal nicelikleri karşılaştırma ve hesaplama becerisini ifade ederken büyüklük, nesnelerin kapladığı alan veya ses atımlarının süresi gibi süreklilik gösteren boyutlara karşılık geliyor. 

Science Advances adlı bilimsel dergide yayımlanan araştırmada bilim insanları sayısal testlerde bu süreklilik gösteren büyüklüklerin etkisini en aza indirdi. Ekip, hayvanların sadece sayılara odaklanmasını sağlayarak diğer dikkat dağıtıcı faktörleri en aza indiren uyaranlar üreten bir algoritma geliştirdi. 

Araştırmacılar daha önce sayılar hakkında herhangi bir bilgisi olmayan sıçanların, iki veya üç sayıya karşılık gelen seslerle eğitildiğinde sayı algısı geliştirebildiğini gözlemledi. Süreklilik gösteren büyüklüklerin etkisine rağmen sıçanlar, ödül yiyeceklerini seçerken her zaman seslerin sayısına odaklandı.

Nörologlar sıçanların beyninde sayılara ayrılmış bir alan olduğunu da tespit etti. Sıçanların beyinin posterior parietal korteks adlı bölümü kapatıldığında, hayvanların sayıları anlama becerileri etkilenirken büyüklük algılarının etkilenmediği gözlemlendi. Araştırmanın yazarlarından Yung Wing-ho "Bu da beynin sayılarla ilgilnenen özel bir bölgesi olduğunu gösteriyor" diyor.

Aslında bilim insanları ilk kez sıçanların basit bir nicelik karşılaştırmasının ötesine geçerek tek bir testte üç farklı sayıyı ayırt etme ve sınıflandırma yeteneğine sahip olduğunu gösterdi.

Araştırmacılar sinir ağı modellemesinden elde edilen bulguların yapay zeka alanında kullanılabileceğini düşünüyor. Ayrıca bilim insanları sayıların nasıl işlendiğini daha iyi anlamanın, bu alanda sıkıntı yaşayan insanlara yardım edecek yolların bulunmasını da sağlayabileceğini belirtiyor.

Independent Türkçe, MedicalXpress, Science Daily, National Geographic, Science Advances


Ciddi gebelik komplikasyonları yıllar sonra bile erken ölüm riskini artırıyor

Araştırmacılar kadınların yaklaşık yüzde 30'unun üreme çağında olumsuz gebelik sonuçlarından birini yaşadığını kaydetti (Pexels)
Araştırmacılar kadınların yaklaşık yüzde 30'unun üreme çağında olumsuz gebelik sonuçlarından birini yaşadığını kaydetti (Pexels)
TT

Ciddi gebelik komplikasyonları yıllar sonra bile erken ölüm riskini artırıyor

Araştırmacılar kadınların yaklaşık yüzde 30'unun üreme çağında olumsuz gebelik sonuçlarından birini yaşadığını kaydetti (Pexels)
Araştırmacılar kadınların yaklaşık yüzde 30'unun üreme çağında olumsuz gebelik sonuçlarından birini yaşadığını kaydetti (Pexels)

İki milyondan fazla kişinin verisinin incelendiği yeni bir araştırmada ciddi gebelik komplikasyonlarının, onlarca yıl sonra bile annenin erken ölüm riskinin artmasıyla bağlantılı olduğu bulundu.

Hamilelik sırasında ortaya çıkan yüksek tansiyon rahatsızlığı olan gebelik zehirlenmesi (preeklampsi) gibi hamilelik komplikasyonları yaşayan kadınların çocuklarının, doğum sırasında veya sonrasında ölme ihtimalinin arttığı daha önceki çalışmalarda ortaya konmuştu. Fakat bu sıkıntıların annelerin hayatında uzun vadede nasıl bir etki yarattığı bilinmiyordu. 

ABD'deki Teksas Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezi ve İsveç'teki Lund Üniversitesi'nin işibirliğiyle yapılan yeni araştırmada 1973'le 2015 arasında İsveç'te doğum yapan 2,2 milyon kadının sağlık verileri incelendi. Veritabanına kadınların doğumdan sonraki yıllara ait sağlık verileri de dahil edildi.

Araştırmacılar ciddi gebelik komplikasyonları yaşayan kadınların erken ölüm riskinin 1,5 kata kadar arttığını ve bu riskin 46 yıl sonra bile devam edebildiğini buldu. Komplikasyonların 5 ana gruba ayrılarak değerlendirildiği çalışmada bunların birden fazlasını yaşayan annelerde bu riskin daha da arttığı kaydedildi.

JAMA Internal Medicine adlı bilimsel dergide yayımlanan araştırmada gebelik diyabetinin yüzde 52, erken doğumun yüzde 41, düşük doğum ağırlıklı bebek dünyaya getirmenin yüzde 30, gebelik zehirlenmesinin yüzde 13 ve gebelik zehirlenmesi dışındaki yüksek tansiyon bozukluklarının yüzde 27 oranında ölüm riskinin artmasıyla ilişkili olduğu görüldü.

Çalışmanın yazarlarından Dr. Casey Crump bu bulgular hakkında CNN'e yaptığı açıklamada "Ölüm oranının artmasının kalp hastalığı, diyabet, solunum bozuklukları ve kanser gibi çeşitli ölüm nedenlerine bağlanabildiğini tespit ettik" dedi. 

Araştırmacılar, doktorların gebelik komplikasyonlarını dikkate alması gerektiğini belirtiyor. Dr. Crump "Hamilelik, yüksek risk altındaki kadınları saptamak ve diğer sağlık sorunları ortaya çıkmadan önce, yaşamın erken dönemlerinde müdahalelere başlamak için kilit önemde bir fırsat sunuyor" diyor:

Olumsuz gebelik sonuçları yaşayan kadınlardaki bu risklerin azaltılmasını ve sağlıklarının uzun vadede korunmasını sağlamak adına doğumdan hemen sonra başlayarak birinci basamak doktorları tarafından yakın takibe alınmaları ve düzenli şekilde önleyici tedavi görmeleri gerekiyor.

Araştırmacılar ciddi gebelik komplikasyonları geçiren kadınların ölüm riskinin neden arttığını belirlemek için daha fazla araştırma yapılması gerektiğini de kaydetti.

Independent Türkçe, MedicalXpress, CNN, JAMA Internal Medicine


Fransa büyüklüğündeki buz kütlesinin her gün sıçradığı ortaya çıktı

Ross Buz Sahanlığı'nın kalınlığı, 100 metreden 700 metreye kadar değişiyor (Michael Van Woert/ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi)
Ross Buz Sahanlığı'nın kalınlığı, 100 metreden 700 metreye kadar değişiyor (Michael Van Woert/ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi)
TT

Fransa büyüklüğündeki buz kütlesinin her gün sıçradığı ortaya çıktı

Ross Buz Sahanlığı'nın kalınlığı, 100 metreden 700 metreye kadar değişiyor (Michael Van Woert/ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi)
Ross Buz Sahanlığı'nın kalınlığı, 100 metreden 700 metreye kadar değişiyor (Michael Van Woert/ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi)

Antarktika'daki en büyük buz sahanlığının günde bir veya iki kez sıçradığı ortaya çıktı. Neredeyse Fransa büyüklüğündeki bu buz kütlesinin hareketleri, iklim kriziyle mücadele açısından önem arz ediyor.

Okyanusta yüzen kalın buz kütleleri olan buz sahanlıkları, karadaki buzulların önünde doğal bariyer görevi görerek erime hızını yavaşlatıyor ve buz birikimini artırıyor. Bu oluşumlar Güneş ışınlarını yansıtıp atmosfere geri göndererek de iklimin düzenlenmesinde önemli bir rol oynuyor.

Araştırmacılar yaklaşık 487 bin kilometre kare büyüklüğündeki Ross Buz Sahanlığı'nın şaşırtıcı hareketlerinin arkasında Whillans Buz Akıntısı'nın olduğunu düşünüyor. Buz akıntıları, çevrelerindeki diğer şeylerden daha hızlı hareket eden buz kitlelerini ifade ediyor. 

Geophysical Research Letters adlı bilimsel dergide yayımlanan araştırmanın yazarlarından Doug Wiens, "Buz sahanlığına akan bir buz akıntısındaki kaymanın tetiklemesiyle, tüm sahanlığın günde bir veya iki kez aniden yaklaşık 6 ila 8 santimetre hareket ettiğini bulduk" diyor. 

Bu ani hareketler buz sahanlığında buz depremleri ve çatlakların tetiklenmesinde rol oynama potansiyeline sahip.

Araştırmacılar bu durumun buz akıntısının dengesiz hareketlerinden kaynaklandığını söylüyor. Buz akıntısının büyük bir kısmı sabit kalırken, bir kısmı aniden koparak birkaç dakika içinde 40 santimetreye kadar ilerliyor. Günde bir veya iki kez meydana gelen bu hareketler Ross Buz Sahanlığı'nın sarsılarak hareket etmesine neden oluyor.

Bu sarsıntılar, depremlerden önce fay hatlarında meydana gelen hareketlere benziyor: Buzun akıntı boyunca farklı hızlarda hareket etmesiyle oluşan basınç daha sonra serbest kalıyor.

ABD'nin Missouri eyaletindeki Washington Üniversitesi'nde jeofizikçi olan Wiens "Hareket hissedilerek tespit edilemiyor. Birkaç dakikalık bir zaman diliminde gerçekleştiği için aletler olmadan algılanamıyor" diyor.

Bu yüzden hareket şimdiye kadar tespit edilemedi.

Bilim insanları buz akıntılarının hızının neden değiştiğini yıllardır anlamaya çalışıyor. Bunun muhtemelen insan kaynaklı küresel ısınmanın doğrudan etkisi olmadığını düşünen araştırmacılar, buz kitlesinin altındaki suyun azalmasıyla hareketin zorlaşıp ani sıçramalara yol açabileceğini tahmin ediyor.

Ross gibi buz sahanlıkları, karadan denize doğru buz akışını engelleyerek deniz seviyesindeki yükselmeyi kontrol altında tutuyor. Bu nedenle buz sahanlıklarının çökmesi, deniz seviyesinin yükselmesine yol açabilir.

Buz depremleri ve çatlakların buz sahanlığının normal yaşamının parçası haline geldiğini söyleyen Wiens şöyle ekliyor:

Daha küçük ve daha ince buz sahanlıkları parçalandığı için Ross Buz Sahanlığı'nın bir gün parçalanacağından endişeleniliyor.

Independent Türkçe, Science Alert, Earth, Geophysical Research Letters


DSÖ: Kuş gribinin insanlara bulaşması muazzam bir endişe kaynağı

H5N1'in yüksek derecede bulaşıcı varyantının milyonlarca kuşun ölümüne yol açtığı düşünülüyor (Reuters)
H5N1'in yüksek derecede bulaşıcı varyantının milyonlarca kuşun ölümüne yol açtığı düşünülüyor (Reuters)
TT

DSÖ: Kuş gribinin insanlara bulaşması muazzam bir endişe kaynağı

H5N1'in yüksek derecede bulaşıcı varyantının milyonlarca kuşun ölümüne yol açtığı düşünülüyor (Reuters)
H5N1'in yüksek derecede bulaşıcı varyantının milyonlarca kuşun ölümüne yol açtığı düşünülüyor (Reuters)

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) kuş gribinin farklı türlere ve insanlara bulaşacağına dair endişenin "muazzam" seviyede olduğunu açıkladı.

2020'de başlayan salgın onbinlerce kümes hayvanının ölümüne yol açarken virüs, yabani kuşlara ve memelilere de bulaşmıştı. Bu ayın başlarındaysa ABD'nin Teksas eyaletinde ineklerle yakın teması olan bir insana A(H5N1) varyantının bulaşmasıyla endişeler artmıştı.

Birleşmiş Milletler'in sağlık ajansının baş bilim insanı Jeremy Farrar, Cenevre'deki muhabirlere dün yaptığı açıklamada "Bu muazzam bir endişe kaynağı olmaya devam ediyor" dedi.

Elbette en büyük endişe ördeklere, tavuklara ve giderek daha fazla memeliye bulaşan bu virüsün evrim geçirerek insanlara bulaşma ve daha sonra da insandan insana geçme becerisi geliştirmesi.

Virüsün insandan insana bulaştığına dair bir kanıt henüz yok. Öte yandan Farrar, insanların hayvanlarla temas yoluyla virüsü kaptığı yüzlerce vakada "ölüm oranının olağanüstü derecede yüksek" olduğunu söyledi.

9 Nisan'da DSÖ, 2003'ten 1 Nisan 2024'e kadar 23 ülkedeki 889 insan vakasında 463 ölüm kaydedildiğini ve ölüm oranının yüzde 52 olduğunu açıklamıştı.

Farrar ayrıca A(H5N1) varyantının "küresel bir zoonotik hayvan pandemisi" haline geldiğini de ifade etti. Geçen ay virüsün inek ve keçilere sıçraması, bu hayvanların virüsten etkilenmediğini düşünen bilim insanlarını şoke etmişti. 

Teksas'taki vakaysa virüsün bir memeliden insana bulaştığı bilinen ilk örnek. Kuş gribinin memelilere bulaşmasının insanlara yönelik riski artırdığını belirten Farrar virüsün yeni konaklar aradığını söyledi.

Takip çalışmalarının artırılması çağrısı yapan bilim insanı, "Ne kadar insanın enfekte olduğunu anlamak çok önemli... Çünkü [virüsün] adaptasyonu orada gerçekleşecek" diye uyardı.

"Bunu söylemek trajik geliyor ama eğer H5N1 bana bulaşırsa ve ölürsem, bu işin sonu olur" diyen Farrar şöyle ekledi:

Eğer toplum içinde dolaşarak virüsü başka birine bulaştırırsam, o zaman döngü başlar.

H5N1 için aşı ve tedavilerin geliştirilmesine yönelik çabaların sürdüğünü belirten Farrar, dünyanın dört bir yanındaki sağlık yetkililerinin virüsü teşhis etme kapasitesine sahip olması gerektiğini vurguladı.

Farrar, virüsün insandan insana bulaşması halinde dünyanın "derhal müdahale edebilecek bir konumda" olması gerktiğinin altını çizdi.

Independent Türkçe, Science Alert, Guardian


Göz kırpmanın daha önce bilinmeyen bir işlevi saptandı

İnsanlar, uyanık geçirdiği vaktin ortalama yüzde 3 ila 8'ininde göz kırpıyor (Unsplash)
İnsanlar, uyanık geçirdiği vaktin ortalama yüzde 3 ila 8'ininde göz kırpıyor (Unsplash)
TT

Göz kırpmanın daha önce bilinmeyen bir işlevi saptandı

İnsanlar, uyanık geçirdiği vaktin ortalama yüzde 3 ila 8'ininde göz kırpıyor (Unsplash)
İnsanlar, uyanık geçirdiği vaktin ortalama yüzde 3 ila 8'ininde göz kırpıyor (Unsplash)

Göz kırpmanın nemlendirme işlevinin ötesinde beynin görsel bilgiyi işlemesinde kilit bir rol oynadığı ortaya çıktı. 

Bu sıradan hareketin gözün yüzeyini nemli tutma ve toz gibi maddeleri uzaklaştırma amacıyla yapıldığı önceki araştırmalarda ortaya konmuştu. Bazı çalışmalardaysa göz kırpmanın, beynin dikkatini kaybetmemesini sağladığı belirtilirken, başka araştırmacılar göz kapandığı sırada beynin görsel bilgiyi daha yavaş işlemeye başladığını öne sürmüştü.

ABD'deki Rochester Üniversitesi Bilişsel ve Beyin Bilimleri Departmanı'ndan araştırmacılar göz kırpmanın, görüş keskinliğini korumada oynadığı rolü saptadı. 12 genç yetişkinin yer aldığı bir testte farklı kontrastlardaki görsellere bakan katılımcıların gözlerindeki değişimler takip edildi.

İnsanların farklı uyaran türlerini ne kadar hassasiyetle algıladığını ölçen araştırmacılar göz kırpmanın, büyük ve yavaş yavaş değişen desenlerin daha iyi fark edilmesini sağladığını buldu. 

Ekip, isteyerek ve istemeden yapılan her göz kırpmanın retinaya çarpan ışığın yoğunluğunu düzenleyerek görsel sinyalin gücünü artırdığını kaydetti. Bu da gözlerin açık ve belirli bir noktaya odaklanmış haline kıyasla beynimiz için farklı türde bir görsel sinyal oluşturuyor.

Proceedings of the National Academy of Sciences adlı akademik dergide yayımlanan araştırmada göz kırpmanın sinyal gücünü artırıp keskinliğin korunmasını ve beynin sürekli gelen görsel bilgi akışını işlemesini sağlayarak görüşteki anlık kayıpları telafi ettiği belirtiliyor.

Araştırmanın başyazarı Bin Yang şöyle diyor:

Yaygın varsayımın aksine göz kırpmak, görsel işlemeyi kesintiye uğratmak yerine iyileştiriyor ve uyarıcıya maruz kalmanın yol açtığı kaybı fazlasıyla telafi ediyor

Independent Türkçe, MedicalXpress, Futurity, Proceedings of the National Academy of Sciences


New York'ta sıçan idrarı krizi: Vaka sayısı rekor seviyede

Temmuz 2000'de New York'taki bir çöp konteynerinin yanındaki çöp torbasının etrafına üşüşen sıçanlar (AP)
Temmuz 2000'de New York'taki bir çöp konteynerinin yanındaki çöp torbasının etrafına üşüşen sıçanlar (AP)
TT

New York'ta sıçan idrarı krizi: Vaka sayısı rekor seviyede

Temmuz 2000'de New York'taki bir çöp konteynerinin yanındaki çöp torbasının etrafına üşüşen sıçanlar (AP)
Temmuz 2000'de New York'taki bir çöp konteynerinin yanındaki çöp torbasının etrafına üşüşen sıçanlar (AP)

New York Belediye Başkanı Eric Adams'a göre şehirde grip benzeri hastalıkların artmasına sıçan idrarı neden oluyor.

Leptospiroz, enfekte hayvanların idrarına veya idrarla kirletilmiş su, toprak ve yiyeceklere temas yoluyla bulaşabilen potansiyel olarak ölümcül bir bakteriyel enfeksiyon.

Bu hastalığa yakalanabilen hayvanlar arasında köpek, sığır, domuz ve atlar bulunuyor. Hastalığın insanlara bulaşması halinde ateş, baş ağrısı, titreme, kas ağrıları, kusma, ishal, öksürük, konjonktival sufüzyon, sarılık ve döküntü gibi semptomlar görülebiliyor. 

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri'ne göre, hastalık tedavi edilmezse böbrek hasarı, menenjit, karaciğer yetmezliği, solunum sıkıntısı ve hatta ölüme bile neden olabiliyor. Yıllar boyunca New York şehrinde her daim var olan sıçan popülasyonu nedeniyle sürekli olarak bu hastalıktan kaynaklı vakalar görülmüştü.

Ancak New York Sağlık Müdürlüğü'ne göre, son zamanlarda teşhis edilen vaka sayısı artış gösterdi; sadece 2023'te 24 vaka bildirildi ki bu yıllık bazda en yüksek sayı. Bu yıl şimdiye kadar 6 leptospiroz vakası bildirildi. 

Karşılaştırma yapmak gerekirse, şehirde 2001'den 2020'ye kadar yılda üç vaka görülüyordu. Yetkililer, artışın nedenlerinden birinin kent sakinlerinin plastik çöp torbalarını sokağa bırakması olduğunu belirtiyor.

Perşembe günü Albany'de düzenlenen basın toplantısında konuyla ilgili bir soru üzerine Adams, "Bu gerçek bir sorun" dedi.

Sokaklarımızda çok fazla plastik torba var.

Adams, Kathleen Corradi'yi kentin ilk "Sıçan Şefi" olarak atadı ve bu kararla ekibinin kemirgenlere karşı mücadelede bir adım öne geçtiğini söyledi. Torba yerine çöp konteynırlarının kullanılması gibi devam eden çalışmaların "sıçanları şehirden kovduğunu" belirtti. 
 

Adams, "Halk bağlantıyı kurmalı. Plastik torbalar kemirgenler demek. Plastik torbaları sokaklarımızdan kaldırırsak, sıçanları azaltmaya yönelik sorunda büyük bir adım atmış oluruz" dedi.

Aynı basın toplantısında konuşan Belediye Başkan Yardımcısı Meera Joshi de New Yorkluların her gün 19 milyon kilo çöp attığını söyledi. Apartman görevlileri gibi çöp toplama işinde çalışan herkesin hastalığa yakalanmaktan  için eldiven giymeleri gerektiğini belirtti.

Adams'ın ofisi, semtte görülen sıçan sayısını azaltmaya yönelik bir girişim olan Harlem Sıçan Azaltma Bölgesi'ni başlatmak için 3,5 milyon dolar yatırım yaptı. Yetkililer, çalışmaların başlamasından bu yana acil olmayan sıçan çağrılarında yüzde 20'lik bir azalma olduğunu belirtti.

Independent Türkçe


Tesadüfen keşfedildi: Bir hafta boyunca sualtında yaşayabiliyorlar

Fotoğraf: Unsplash
Fotoğraf: Unsplash
TT

Tesadüfen keşfedildi: Bir hafta boyunca sualtında yaşayabiliyorlar

Fotoğraf: Unsplash
Fotoğraf: Unsplash

Bilim insanları, arıların sualtında bir hafta boyunca hayatta kalabildiğini şoke edici bir keşifle ortaya koydu. Bunu öğrenmelerinin tek sebebi de araştırmacıların arılardan birini yanlışlıkla günlerce sualtında tutmasıydı.

Kanada'daki Guelph Üniversitesi'nden araştırmacıların "şaşırtıcı" diye nitelediği bu keşifte bombus impatiens cinsi bir kraliçe arı, tutulduğu kaba yanlışlıkla su girdikten sonra 7 gün hayatta kaldı.

Ekip daha sonra 143 böcek üzerinde çalışma yürüttü ve sualtında tutulanların hayatta kalma oranları suda olmayanlarınkine benzerlik gösterdi.

Çalışmanın yazarı Nigel Raine, CNN'e "Bu gerçekten şaşırtıcıydı. Bunlar karasal organizmalar, aslında sualtında yaşamak için tasarlanmamışlar. Yaşam öykülerindeki bu kritik evre hakkında çok fazla bilgimiz yok" diye konuştu.

Dr. Raine, bulguların böceklerin adaptasyonlarına ve sele karşı dayanıklılıklarına yeni bir ışık tuttuğunu söyledi. Bir teoriye göre türler diyapoza (oksijen alımının azalmasıyla büyümenin askıya alınması) girebiliyor.

Araştırmacılar, diyapoz sırasında stigma diye bilinen solunum açıklıklarının uzun süre kapalı kalıp suyun vücuda girmesini engelleyebileceğini ve suya batmış bombus kraliçe arılarının da derileri yoluyla nefes alıyor olabileceğini söyledi.

"Bu arılar bilfiil enerji tasarrufu modunda" diyen Dr. Raine, aktif olsalardı büyük olasılıkla sualtında hayatta kalamayacaklarını da sözlerine ekledi.

Birleşik Devletler'in Ulusal Vahşi Yaşam Federasyonu'na (National Wildlife Federation) göre bombus impatiens, çiçeklerin ve domates, yaban mersini ve salatalık dahil çok sayıda meyve ve sebze mahsulünün tozlayıcısı.

Bu arılar koloniler halinde yaşayan sosyal böcekler. Yeni çiftleşmiş kraliçe arılar kış boyunca kış uykusuna yatar, ardından ilkbaharın başlarında ortaya çıkar ve bir yuva yeri aramaya başlar.

Bu böcekler ABD'de Maine'den Florida'ya kadar doğu kıyısı boyunca ve Ohio'ya kadar batıda bulunabilir. Ormanlık alanlara ve açık arazilere yuva yaparlar.

Bilim insanları martta, bombus arılarının tek başlarına öğrenemeyecekleri karmaşık bulmacaları çözmeyi birbirlerine öğretmek için "kovan zihinlerini" kullanabildiğini keşfetmişti.

Araştırmacılar "gösterici" arıları, ilk adımda geçici bir ödülle görevi tamamlamaları için eğitti. Eğitimsiz arılar, ilk adımdan sonra bir ödüle ihtiyaç duymadan iki adımlı kutuyu açmayı göstericilerden öğrendi.

Ancak, nasıl yapıldığını gösterecek göstericiler olmadığında, arılar deneme yanılma yoluyla bulmacayı bağımsız olarak çözmeyi başaramadı.

Independent Türkçe


Türkiye nüfusunun yüzde 26'sı çocuk

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA
TT

Türkiye nüfusunun yüzde 26'sı çocuk

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

Türkiye'nin, geçen yıl sonu itibarıyla 22 milyon 206 bin 34 olarak belirlenen çocuk nüfusu, ülke nüfusunun yüzde 26'sını oluşturdu.
Türkiye İstatistik Kurumu, 2023 yılına ilişkin çocuk istatistiklerini açıkladı.

Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre, 2023 yıl sonu itibarıyla Türkiye nüfusu 85 milyon 372 bin 377 kişi iken bunun 22 milyon 206 bin 34'ü çocuk olarak kayıtlara geçti.

Çocuk nüfusun yüzde 51,3'ünü erkek, yüzde 48,7'sini kız çocuklar oluşturdu.

Birleşmiş Milletler tanımına göre, 0-17 yaş grubunu içeren çocuk nüfus, 1970 yılında toplam nüfusun yüzde 48,5'ini oluştururken bu oran 1990'da yüzde 41,8 ve 2023'te yüzde 26 oldu.

Nüfus projeksiyonlarına göre, çocuk nüfus oranının 2030'da yüzde 25,6, 2040'ta yüzde 23,3, 2060'ta yüzde 20,4, 2080'de yüzde 19 olacağı öngörüldü.

Avrupa Birliği (AB) üyesi 27 ülkenin çocuk nüfus oranları incelendiğinde, 2023'te çocuk nüfus oranının AB ortalaması yüzde 18 oldu.

AB üye ülkeleri içinde en fazla çocuk nüfus oranına sahip ülkeler sırasıyla yüzde 23,4 ile İrlanda, yüzde 21,1 ile Fransa ve yüzde 20,9 ile İsveç olarak kaydedildi.

Çocuk nüfus oranının en düşük olduğu ülkeler ise sırasıyla yüzde 15,1 ile Malta, yüzde 15,4 ile İtalya, yüzde 15,9 ile Portekiz olarak belirlendi.

Türkiye'nin çocuk nüfus oranının AB'ye üye ülkelerden daha yüksek olduğu görüldü.

En yüksek çocuk nüfus oranına sahip il Şanlıurfa
Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre, geçen yıl en yüksek çocuk nüfus oranına sahip iller, yüzde 44,4 ile Şanlıurfa, yüzde 40,5 ile Şırnak, yüzde 38,2 ile Ağrı ve Muş oldu.

Çocuk nüfus oranının en düşük olduğu iller ise yüzde 16,5 ile Tunceli, yüzde 17,5 ile Edirne ve yüzde 18,3 ile Kırklareli olarak sıralandı.

Geçen yıl toplam hane halkı sayısı 26 milyon 309 bin 332 olarak belirlendi. Hanelerin yüzde 43,6'sında 0-17 yaş grubunda en az 1 çocuk bulunduğu görüldü. Bu hanelerin illere göre dağılımı incelendiğinde, 0-17 yaş grubunda en az bir çocuk bulunan hane halkı oranının en yüksek olduğu ilin yüzde 69 ile Şanlıurfa, en düşük olduğu ilin yüzde 29,1 ile Tunceli ve Sinop olduğu tespit edildi.

Toplam hanelerin yüzde 18,9'unda 0-17 yaş grubunda 1 çocuk, yüzde 15'inde 2 çocuk, yüzde 6,3'ünde 3 çocuk, yüzde 2,1'inde 4 çocuk, yüzde 1,2'sinde 5 ve daha fazla çocuk bulunduğu kayıtlara geçti.

Çocuk nüfusun 2018'de yüzde 28,3'ü 0-4 yaş grubunda, yüzde 27,7'si 5-9 yaş grubunda, yüzde 27,7'si 10-14 yaş grubunda ve yüzde 16,3'ü 15-17 yaş grubunda yer aldı. Geçen yıl ise yüzde 24,1'inin 0-4 yaş grubunda, yüzde 29,6'sının 5-9 yaş grubunda, yüzde 28,8'inin 10-14 yaş grubunda ve yüzde 17,5'inin 15-17 yaş grubunda yer aldığı görüldü.

En popüler bebek isimleri Alparslan ve Asel
Doğum istatistiklerine göre, 2022'de canlı doğan bebek sayısının 1 milyon 35 bin 795 olduğu belirlendi. Yeni doğan bebeklerin 531 bin 946'sının erkek, 503 bin 849'unun ise kız olduğu hesaplandı. Canlı doğan bebeklerin yüzde 96,8'ini tekil, yüzde 3,1'ini ikiz, yüzde 0,1'ini üçüz ve daha fazla çoğul doğumlar oluşturdu.

Sağlık Bakanlığı verilerine göre, hastanede gerçekleşen doğumların oranı, 2010'da yüzde 91,6 iken 2022'de yüzde 97,3'e çıktı. Beşli karma aşı (DPT+IPV+Hib) 3 doz ile aşılama oranı 2021'de yüzde 95 iken 2022'de yüzde 99,5 oldu.

"Hayat Tabloları, 2020-2022" sonuçlarına göre doğuşta beklenen yaşam süresi, Türkiye geneli için 77,5 yıl, erkekler için 74,8 yıl ve kadınlar için 80,3 yıl olarak tespit edildi. Türkiye'de 7 yaşına ulaşan bir çocuğun kalan yaşam süresinin ortalama 71,4 yıl, erkek çocuklar için 68,7 yıl ve kız çocuklar için 74,1 yıl olduğu görüldü.

Çalışma çağının başlangıcı olan 15 yaştaki çocuklar için bu süre 63,5 yıl oldu. Söz konusu süre, erkek çocuklar için 60,8 yıl iken kız çocuklar için 66,2 yıl olarak belirlendi. Bu yaş için kız ve erkek çocuklar arasındaki beklenen yaşam süresi farkının 5,4 yıl olduğu tespit edildi.

Bebeklere konulan en popüler erkek isimleri geçen yıl Alparslan, Yusuf ve Göktuğ, en popüler kız isimleri Asel, Zeynep ve Defne oldu. Erkek bebeklerin 8 bin 957'sine Alparslan, 5 bin 538'ine Yusuf, 5 bin 361'ine Göktuğ, kız bebeklerin 8 bin 114'üne Asel, 7 bin 614'üne Zeynep, 6 bin 895'ine ise Defne ismi verildi.

Türkiye'de geçen yıl 0-17 yaş grubundaki çocuklarda en çok kullanılan erkek isimlerinin Yusuf, Mustafa ve Mehmet, kız isimlerinin ise Zeynep, Elif ve Yağmur olduğu görüldü.

Toplam yaş bağımlılık oranı 2023'te yüzde 46,3 oldu. Yaş grubu 15-64 olan her 100 kişi başına düşen 0-14 yaş grubundaki çocuk sayısını ifade eden çocuk bağımlılık oranı ise yüzde 31,4 olarak hesaplandı.

İlkokul tamamlama oranı yüzde 98,5
Milli Eğitim Bakanlığı örgün eğitim istatistiklerine göre 2021/22 öğretim yılında yüzde 81,6 olan okul öncesi eğitim seviyesinde 5 yaş net okullaşma oranının 2022/23 öğretim yılında yüzde 85 olduğu görüldü.

5 yaş net okullaşma oranı cinsiyete göre incelendiğinde, bu oran erkek çocuklar için yüzde 85,2, kız çocuklar için yüzde 84,7 olarak kaydedildi. İlkokul seviyesinde net okullaşma oranı 2022/23 öğretim yılında yüzde 93,8, ortaokul seviyesinde yüzde 91,2 ve ortaöğretim seviyesinde yüzde 91,7 oldu.

Eğitim kademesi ve cinsiyete göre okul tamamlama oranlarına bakıldığında yıllara göre artış gözlendi. İlkokul tamamlama oranı 2017/18 eğitim öğretim döneminde yüzde 98,4 iken 2022/23 eğitim öğretim döneminde yüzde 98,5 olarak hesaplandı.

Ortaokul tamamlama oranı 2017/18 eğitim ve öğretim döneminde yüzde 90,2 iken 2022/23 eğitim ve öğretim döneminde yüzde 96,3'e yükseldi. Ortaöğretim tamamlama oranı ise yüzde 65,1'den yüzde 80,3'e çıktı.

Ortaöğretim okul tamamlama oranı cinsiyete göre incelendiğinde, 2022/23 eğitim ve öğretim döneminde erkek çocuklar için yüzde 78,8, kız çocuklar için yüzde 81,8 olduğu görüldü.

Örgün eğitime devam eden öğrenci sayısı 19,9 milyon
Milli Eğitim Bakanlığı örgün eğitim istatistiklerine göre Türkiye genelinde 2022/23 eğitim ve öğretim döneminde örgün eğitime devam eden öğrenci sayısı 19 milyon 904 bin 679 oldu. Bu öğrencilerin yüzde 51,6'sını erkek, yüzde 48,4'ünü ise kızlar oluşturdu.

Özel eğitim gerektiren bireylere (işitme, görme, ortopedik ve hafif düzeyde zihinsel engelli) hizmet veren, özel olarak yetiştirilmiş personelin bulunduğu, geliştirilmiş eğitim programlarının uygulandığı özel öğretim kurumlarında örgün eğitime devam eden öğrenci sayısı 507 bin 804 olarak hesaplandı.

Özel eğitim alan öğrenciler örgün eğitimdeki öğrencilerin yüzde 2,6'sını oluşturdu. Özel örgün eğitime devam eden öğrencilerin yüzde 63,3'ünü erkek, yüzde 36,7'sini ise kız öğrencilerin oluşturduğu tespit edildi.

"Türkiye Sağlık Araştırması 2022" sonuçlarına göre ailelerin beyanları doğrultusunda, 2-14 yaş grubundaki çocukların yüzde 1,5 ile en fazla öğrenmede ve yürümede zorluk çektiği görüldü. Aynı yaş grubundaki çocukların yüzde 1'inin konuşmada, yüzde 0,8'inin görmede, yüzde 0,4'ünün ise duymada zorluk çektiği belirlendi.

Aynı dönemde çocuklarda son 6 ay içinde görülen hastalık türleri incelendiğinde, 0-6 yaş grubunda yüzde 31,3 ile en çok üst solunum yolu enfeksiyonu görüldü. Bunu yüzde 29,4 ile ishal, yüzde 6,9 ile alt solunum yolu enfeksiyonu, yüzde 6,7 ile kansızlık izledi.

Yaş grubu 7-14 olan çocuklarda da yüzde 27,1 ile üst solunum yolu enfeksiyonu ilk sırada yer aldı. Bunu yüzde 19,8 ile ishal, yüzde 11,2 ile ağız ve diş sağlığı sorunları, yüzde 8,8 ile gözle ilgili sorunlar takip etti.

Çocuk yaşta evlenme oranları geriledi
"Hane Halkı İşgücü Araştırması 2023" sonuçlarına göre, 15-17 yaş grubundaki çocukların iş gücüne katılma oranı yüzde 22,1 olarak belirlendi. İş gücüne katılma oranı cinsiyete göre incelendiğinde, bunun erkek çocuklar için yüzde 32,2, kız çocuklar için yüzde 11,5 olduğu hesaplandı.

Evlenme istatistiklerine göre, 16-17 yaş grubundaki kız çocuklarının resmi evlenmelerinin toplam resmi evlenmeler içindeki oranı 2002'de yüzde 7,3 iken 2023'te yüzde 1,9'a geriledi.

Diğer taraftan, aynı yaş grubunda olan erkek çocukların resmi evlenmelerinin toplam resmi evlenmeler içindeki oranı 2002'de yüzde 0,5 iken 2023'te yüzde 0,1 oldu.

Geçen yıl 22 milyon 206 bin 34 olan çocuk nüfusun içinde babası vefat etmişlerin sayısının 263 bin 757, annesi vefat etmişlerin sayısının 82 bin 291, hem annesi hem babası vefat etmişlerin sayısının ise 5 bin 461 olduğu görüldü.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı verilerine göre, 2023'te Türkiye genelinde kuruluş bakımı altında bulunan çocuk sayısının 14 bin 435 olduğu belirlendi. Mevcut koruyucu aile sayısı 8 bin 164, koruyucu aile yanında bakımı sağlanan çocuk sayısı ise 9 bin 806 oldu. Evlat edindirilen çocuk sayısı 637 olarak kayıtlara geçti.

Boşanma istatistiklerine göre, 2023'te boşanan çiftlerin sayısı 171 bin 881 olarak kaydedildi. Kesinleşen boşanma davaları sonucu 171 bin 213 çocuk velayete verildi. Çocukların velayetinin yüzde 74,9'unun anneye, yüzde 25,1'inin ise babaya verildiği tespit edildi.

En fazla çocuk ölümleri dışsal yaralanma ve zehirlenmelerden
Ölüm ve ölüm nedeni istatistiklerine göre, 2022 yılında 1-17 yaş grubunda en fazla çocuk ölümlerinin dışsal yaralanma ve zehirlenmeler nedeniyle gerçekleştiği görüldü. Söz konusu nedenle hayatını kaybeden 1-17 yaş grubundaki çocukların sayısı 2022 yılında 1275 olarak kayıtlara geçti. Sinir sistemi ve duyu organları hastalıkları nedeniyle 866, iyi huylu ve kötü huylu tümörler nedeniyle 635, dolaşım sistemi hastalıkları nedeniyle 385 çocuğun hayatını kaybettiği belirlendi.

2009'da bebek ölüm hızı binde 13,9 iken 2022'de binde 9,2'ye düştü. Bebek ölüm hızı cinsiyete göre incelendiğinde, 2009-2022 yıllarında erkek bebekler için binde 14,6'dan binde 9,9'a, kız bebekler için binde 13,1'den binde 8,4'e düştüğü görüldü.

Doğumdan sonraki 5 yıl içinde ölme olasılığını ifade eden 5 yaş altı ölüm hızı, 2009'da binde 17,7 iken 2022'de binde 11,2'ye geriledi. 5 yaş altı ölüm hızı cinsiyete göre incelendiğinde, 2009-2022 yıllarında erkek çocuklar için binde 18,5'ten binde 12,1'e, kız çocuklar için binde 16,8'den binde 10,2'ye düştüğü belirlendi.


Bilim insanları Afrika'daki ölümcül sıcak hava dalgasının insan etkisiyle olduğunu açıkladı

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA
TT

Bilim insanları Afrika'daki ölümcül sıcak hava dalgasının insan etkisiyle olduğunu açıkladı

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

Bilim insanları Batı Afrika ve Sahel bölgesinde yaşanan ölümcül sıcak hava dalgasını, insanların neden olduğu iklim değişikliğine bağladı.

BBC’nin haberine göre, araştırmacılar fosil yakıtların yakılması gibi insan faaliyetlerinin sıcaklıkları normalden 1,4 derece artırdığını belirterek, bölgedeki ölümcül hava sıcaklıklarının insan etkisi olmadan yaşanmasının "imkansız"lığına işaret etti.

World Weather Attribution'dan bilim insanlarının yaptığı yeni bir çalışma, uzun süreli kömür, petrol ve gaz kullanımının yanı sıra ormansızlaşma gibi diğer faaliyetlerin gerçekleşmemesi durumunda gündüz ve gece sıcaklıklarının bu kadar yüksek seyretmesinin mümkün olamayacağını ortaya koydu.

Araştırmayla, iklim değişikliği nedeniyle Mali ve Burkina Faso'da sıcaklıkların ortalamadan 1,5 derece; geceleri ise 2 derece daha sıcak olduğu belirlendi.

Sahel bölgesindeki ve Batı Afrika'daki bazı ülkelerdeki mart sonunda başlayıp nisan başına kadar süren sıcak hava dalgasının en çok Mali ve Burkino Faso’nun güney bölgelerinde hissedildiğini ifade eden araştırmacılar, küresel iklim değişikliğinin söz konusu dönemde sıcak hava dalgasında önemli bir rolü olduğunu kaydetti.

Güney Afrika'daki kuraklık üzerine yapılan ayrı bir çalışma ise sıcaklıklara iklim değişikliğinden ziyade El Nino hava olaylarının sebep olduğunu ortaya koydu.

Araştırmacılar kuraklığın nedenlerini belirlemek için sıcaklık ve yağış verilerini inceledi.

İklim değişikliğinin Aralık-Şubat döneminde bölgedeki düşük yağış miktarı üzerinde önemli bir etkisi olmadığını tespit eden araştırmacılar El Nino’nun Güney Afrika'da yağışları çok azalttığını aktardı.