Riyad’da düzenlenen ‘Sudan Dostları’ toplantısının sonuçları

Toplantıda Birleşmiş Milletler Geçiş Aşaması Misyonu’nun çabalarına verilen destek vurgulandı.

Sudan Dostları grubu, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı’nda toplandı. (UNITAMS Başkanı Volker Peretz’in resmi hesabı)
Sudan Dostları grubu, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı’nda toplandı. (UNITAMS Başkanı Volker Peretz’in resmi hesabı)
TT

Riyad’da düzenlenen ‘Sudan Dostları’ toplantısının sonuçları

Sudan Dostları grubu, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı’nda toplandı. (UNITAMS Başkanı Volker Peretz’in resmi hesabı)
Sudan Dostları grubu, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı’nda toplandı. (UNITAMS Başkanı Volker Peretz’in resmi hesabı)

Mana Abdulfettah
Sudan’da 11 Nisan 2019’da gerçekleşen değişimden birkaç hafta sonra kurulan Sudan Dostları grubu, ABD, İngiltere ve Norveç’i de içeren ve uzun süredir Batı ülkelerinin Sudan’a yönelik tutumlarını ifade etmesine öncülük eden Troyka grubunu genişletmek amacıyla bir Avrupa-ABD ortak girişimi olarak hayata geçirildi. 2005 tarihli Kapsamlı Barış Anlaşması (Naivasha) çerçevesinde geçiş döneminin başlangıcından bu yana yaşanan gelişmeler sonucu oluşturuldu.

Grup, kuruluşundan bu yana birçok defa bir araya geldi. Gerçekleşen toplantıların yerleri ve tarihleri şöyle oldu:
Washington- Mayıs 2019 / Ekim 2019
Berlin- Haziran 2019
Brüksel- Temmuz 2019’da
Hartum-Aralık 2019
Stockholm-Şubat 2020
Paris-Mayıs
Riyad- Haziran 2020/Ağustos 2020
18 Ocak 2022’de düzenlenen son toplantıya yine Riyad ev sahipliği yaptı.
Gruo önceleri bazı büyük Batı ülkelerinin üyelikleriyle oluşturuldu. Ardından Etiyopya’nın yanı sıra Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır, Katar ve Kuveyt gibi bir dizi Arap ülkesi de gruba katıldı. Daha sonra Asya’dan Japonya ve Avrupa’dan İtalya, İsveç ve Hollanda gibi diğer Avrupa ülkeleri de gruba dahil oldu. Afrika Birliği (AfB), Birleşmiş Milletler (BM), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası da dahil olmak üzere bir dizi kurum ve kuruluş da zaman içinde gruptaki yerini aldı. Uluslararası ağırlıklarına, Sudan ile olan ilişkilerine ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) daimî üyeliğine rağmen Çin ve Rusya grup üyeliğine dahil olmadı.

Yeni ortaklık formülü
Sudan’da yayın yapan ‘Elaph’ gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Halid et-Ticani oluşuma ve düzenlenen toplantılara dair değerlendirmelerde bulundu. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı haberde açıklamaları yer alan Ticani şu ifadeleri kullandı:
“Riyad’daki Sudan Dostları toplantısı, BM Genel Sekreteri Temsilcisi ve Sudan’daki geçiş dönemini destekleyen BM Sudan Entegre Geçiş Yardımı Misyonu (UNITAMS) Başkanı Volker Peretz önderliğinde yürütülen siyasi süreci veya siyasi istişareleri desteklemek amacıyla gerçekleşti. Riyad’daki önceki toplantı, Cuba Barış Anlaşması’na destek sözü vermek amacıyla Ağustos 2020’de yapılmıştı. Toplantı kesinlik kazanan konuların ve ülkelerin daha önce neler yaptığını teyit amacıyla gerçekleştirildi. Daha önce Dörtlü Grubun (Suudi Arabistan, BAE, ABD ve İngiltere) katılımıyla yapılan açıklamaları da süreci teyit etti. Troyka ülkelerinden (ABD, Norveç ve İngiltere) bunu destekleyen açıklama yapıldı. ABD’nin Sudan’daki mevcut siyasi krizin üstesinden gelme önerisi uyarınca toplantı, Peretz’in hareketine desteği seferber etmek için yapıldı. Toplantının temel amacı, 25 Ekim darbesine karşı yapılan bazı kınamalara rağmen sivil-askeri ortaklık için yeni bir formül bulmaktı. Bununla birlikte uluslararası toplum, ortaklık ve geçiş döneminde siyasi denklemin bir tarafı olarak ordunun varlığı konusunda istekli olmaya devam etti. Bu nedenle Korgeneral Abdulfettah el-Burhan ve Abdullah Hamduk arasındaki 21 Kasım anlaşmasına sponsor oldu.”

Halid et-Ticani açıklamasının devamında Riyad’daki toplantının önemine dikkat çekti:
“Riyad toplantısındaki en önemli şey, ister başından bu yana bloklar düzeyinde bir hareket, ister Sudan Dostları grubu olsun, genel olarak uluslararası toplum hareketinin 25 Ekim prosedürlerinin ötesine geçerek, bunu dayatılmış bir ‘emrivaki’ olarak ele almasıdır. Yani artık söz konusu tarihten öncesine bir dönüşe atıf yapılmıyor. Siviller ve askeri personel arasındaki siyasi anlaşmanın hukuki bir ifadesi olmaktan başka bir değeri olmadığı için tamamen göz ardı edilen anayasal belge meselesinden bahsedilmiyor. Dolayısıyla bu durumu yeni bir siyasi çözümle ele alma sürecidir.”

İki temel hedef

Ticani değerlendirmesinin devamında Troyka ülkelerinin durumuna ve süreçteki rollerine dikkat çekti:
“Troyka, Naivasha’dan bu yana siyasi süreci yönetmede uluslararası toplum adına bir rol oynamayı hedefliyor. Eski rejimin devrilmesi sonrasında ilki sivil-askeri ortaklığıyla sonuçlanan siyasi süreçle ilgili ve demokratik sürece geçişe destek olmak üzere iki ana hedef üzerinde çalıştı. Ancak nihayetinde troyka ülkeleri, kendileri açısından önemli olması dolayısıyla Sudan’da istikrarın üstün gelmesi için belli bir yol dayattı. ABD, terör meseleleriyle ve AB ise göçmenlik meseleleriyle meşgul. Bu nedenle herhangi bir istikrar fikri ortaya çıkmıyor. Bu ancak ordunun ülkeyi yönetmede kilit bir role sahip olmasıyla gerçekleşebilir. Nihayetinde oturma eylemleri ve diğer olayların soruşturulması da dahil olmak üzere temel konular görmezden gelindi. Sudan sahnesinde en etkili olan ikinci hedefe gelince bu, ekonomiyle ilgili. Washington’daki dördüncü toplantıda IMF’nin programlarına uygun ekonomik reform sürecinin yöntemi belirlendi ve takip edildi. Böylece Hamduk hükümetinin son iki yılda izlediği sert ekonomik liberalleşme yolu dayatıldı. Yardım, borç indirimi ve benzeri başlıkları hayata geçirmek için bir koşul olarak kabul edildi.”

Ticani açıklamasında geçiş hükümetinin programının yanı sıra Berlin Konferansı’nın etkilerine ilişkin de değerlendirmelerde bulundu:
“Geçiş hükümetinin bu konuda tam bir ekonomik liberalizasyon politikası benimsemekten başka bir programı yoktu. Eski Maliye Bakanı İbrahim el-Bedevi bu yardıma dayanarak tahminen5 milyar dolar olması beklenen 2020 bütçesini hazırladı. Ancak Sudan bunu uygulayamadı. Berlin Konferansı’nın düzenlenmesi için bir şart vardı. Bu şart geçiş hükümetinin, Sudan’ın 1,8 milyar dolarlık taahhüt alması karşılığında ekonomik reform süreci için IMF ile bir anlaşma imzalamasıydı. Bu, ülkenin ihtiyaçlarına göre küçük bir meblağdır. Bu tutarın üçte biri, Beşir rejimi yönetimi zamanında bile BM tarafından ödenen insani yardımdır. Diğer üçte birinin geliştirme projelerine ödenmesi gerekiyor. Ancak henüz uygulanmadı. Son üçte birinin ise ekonomik reform programının etkilerini savuşturmak için sosyal koruma programına gitmesi gerekiyor. Bu, ‘Sudan Aile Destek Programı (Semerat)’ olarak biliniyor ancak başarılı olmadı.”

Askıdaki taahhütler
Ticani, Hamduk hükümetinin başarısızlığının ‘Sudan Dostları Grubu tarafından verilen, bazıları yerine getirilmeyen ve bazıları ise seçici bir şekilde yerine getirilen vaatlerden’ kaynaklandığını vurguladığı açıklamasını şöyle sürdürdü:
“Bu durum, ekonomik reformların gerçek bedelinin Sudan vatandaşları tarafından ödenmesine yol açmıştır. Gerçek bir desteğin olmaması nedeniyle Sudan yüksek döviz kuru ve enflasyondan mustaripti. Tarihte ilk kez bir ülke doğrudan finansal destek olmaksızın ekonomik reformlar yapıyor ve bu da yüksek bir toplumsal maliyete neden oluyor. Sudan Dostları Grubu, IMF’nin 2011’den bu yana ‘Yoksullukla Mücadele Stratejisi’ni uygulama gereklilikleri sonucunda 2012’den beri hakkı olmasına rağmen borç affı konusunda bir rol oynamadı. Bunlar arasında yer alan 14 üst düzey program ancak 17 yıllık bir süre içerisinde uygulandı. Güney Sudan, Sudan’dan 2011 yılında ayrıldığında geçici mali düzenlemeler üzerinde anlaşmaya varıldı. Anlaşma, borç meselesine göre Sudan’ın ekonomik mirasına ne olduğuyla ilgiliydi. Bu mülkün bölünmesi, Güney’in petrolü elinde tutması ve Sudan’a bir miktar tazminat verilmesiyle oldu. Ancak Sudan ile Güney Sudan arasında pay edilmesi gereken borçlar konusunda anlaşma sağlanamadı. Uluslararası toplum, ‘sıfır seçeneğini’ önerdi. Ağır Borçlu Yoksul Ülkeler (HIPC) girişimi uyarınca ve uluslararası toplumun vaadine göre iki yıl içinde affedilmesi şartıyla Sudan’ın eski borçlarının tamamının alınması Sudan Devleti'nin görevidir. Ancak bu olmadı.”

‘Elaph’ gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Halid et-Ticani açıklamasının devamında IMF ve Dünya Bankası’Nın süreçteki rolerine işaret etti:
“IMF, Sudan’ın teknik açıdan muafiyeti yerine getirdiğine inanıyor ancak Washington’ın onayını alması gerekiyor. Bu, Hartum’un Cole destroyeri için tazminat ödemesinden ve Darüsselam ve Nairobi’deki iki büyükelçiliğin bombalanmasından sonra gelişen Sudan-ABD ilişkileriyle ilgili bir durum. Daha sonra yaptırımlar kaldırıldı ve Sudan’ın adı terörü destekleyen devletler listesinden çıkarıldı. Dünya Bankası da 2 milyar dolarlık yardım taahhüdünü yerine getirmedi. Burhan’ın 25 Ekim’deki eylemlerinin ardından yoksullara yönelik ‘Semerat’ programını da dondurdu. Bu durum, içte çatışmaya neden olmasının yanı sıra geçiş durumunun karmaşıklaşmasına ve Hamduk hükümetinin siyasi ve ekonomik başarısızlığına yol açtı.”

Güvenlik
Sudanlı öğretim görevlisi Profesör Saad el-Kerem de değerlendirmesinde uluslararası finansmanın süreçteki etkisine dikkat çekti:
“Sudan’ın son iki yılda elde ettiği ekonomik kazanımlar, otuz yıldır askıya alınan uluslararası finans kurumlarının desteğinin yeniden başlaması ve ülkenin uluslararası topluma açık olmasından kaynaklanıyor. Sonuçlar tamamen tatmin edici olmasa da borçları silmek ve çeşitli ekonomik alanlarda yatırım ortaklıkları kurmak için yol şu an her zamankinden daha açık. Bu ortaklıkların bazı başarısızlıkları olsa da durum eski rejim ile birlikte yıkılanların bir sonucudur.”

Kerem sözlerinin devamında sürecin başarıya ulaşmasında Sudanlı politikacıların uygulamalarının önemini vurguladı:
“Ele alınması gereken şey, kaynaklara dayalı ekonomik reformun uygulanmasıdır. Ancak bunun için Sudan’ı güvenliğe kavuşturmak yolunda siyasi bir istikrar gereklidir. Bu durum, yönetim önceliklerinin tanımlanması ve geçiş dönemi için uygun bir siyasi ve ekonomik stratejinin belirlenmesiyle ilgilidir. Bu politikacılar, geçiş döneminin kalan kısa dönemine rağmen bölgedeki kalkınma politikaları için yeni bir model elde ederek sağlam bir yönetim sistemi kurabilir, kamu sektörünü reforme edebilir, itici hale gelen özel sektörü ve yatırım sistemini düzenleyebilir.”

Büyük umutlar
Sudan Dostları grubunun toplantıları büyük beklentilere ve umutlara sahne oluyor. Riyad’daki son toplantının, siviller ve ordu arasındaki siyasi çatışmayı, Sudanlıları derinden etkileyen ekonomik çöküşü ve geçiş döneminin belirleyici zorluğu olmaya devam eden kasvetli tabloyu ortadan kaldırabileceği belirtiliyor. Toplantının kapanış bildirisinde ‘BM misyonunun Hartum’daki geçiş dönemi çabalarına desteğinin vurgulanmasına ve Sudan’da barışçıl siyasi bir geçişin sağlanmasına yönelik çabaları desteklemek için ortak koordinasyonun güçlendirilmesine’ dikkat çekildi.
Önceki iki hedefe işaret edilen bildiride Sudan sorununun sihirli bir çözüm olmadığı ve yardımların her zaman başarıya ulaştırdığı inancına karşı çıkıldı. Ancak bunların önemine rağmen ülkenin özgünlüğü ve doğrudan ihtiyaç duyduğu yardımın türüne dikkat çekildi. Bildiride  söz konusu programların Sudan hükümeti tarafından yalnızca ‘yardım’ olarak ele alındığı süreçte diğer çözümlerin de teşvik edilmesinin önemine dikkat çekildi. Ancak ülkenin siyasi ve ekonomik çıkmazları için radikal bir çözüm olmadığı kaydedildi.



İran'ın vekilleriyle yüzleşmek: Bölgesel rol

Lina Jaradat
Lina Jaradat
TT

İran'ın vekilleriyle yüzleşmek: Bölgesel rol

Lina Jaradat
Lina Jaradat

James Jeffrey

24 Haziran'da dünya Ortadoğu'da farklı bir sahneye uyandı. Ateşkes, Gazze Şeridi hariç, 7 Ekim 2023'te İran’ın vekillerinin başlattığı bölgesel bir çatışmayı, son olarak Tahran'ın kendisinin doğrudan müdahil olmasının akabinde sonlandırdı. Bu çatışma İran ve vekilleri için dolaylı olarak da askeri müttefiki Rusya için ağır bir yenilgiyle sonuçlandı. Savaşın tozu dumanı dağılırken temel bir soru ortaya çıkıyor; nadiren barışı tatmış bir bölgede uzun vadeli istikrarı sağlamak için bu başarıyı nasıl kullanabiliriz? İlk adım İran'ı çevrelemektir, ancak bu çabanın başarısı, ayrıntılarının tam ve derinlemesine anlaşılmasına bağlı.

ABD, daha önceki çatışmalarda olduğu gibi bu çatışmada da bazen başarılı, bazen de etkisi sınırlı kilit bir rol oynadı. Ancak bu rolün, Başkan Trump'ın bu hayati öneme sahip bölgeye olan ilgisini kaybetmesi nedeniyle değil, aksine ABD'nin ne sunabileceği ve nelerden kaçınması gerektiği konusundaki gerçekçi vizyonundan hareketle “savaş sonrası” aşamada değişmesi muhtemel.  Trump'ın siyasi tabanında izolasyonistlerin güçlü varlığı göz önüne alındığında bu kaçınma önemli. İran'a yönelik son saldırıda olduğu gibi, Amerikan taahhütlerinin kısa vadeli, düşük maliyetli ve doğrudan Amerikan vatandaşının çıkarlarıyla bağlantılı olması koşuluyla, bu akımı ikna etmek mümkün.

Bu nedenle bölge ülkeleri, Başkan Trump'ın mayıs ayında Riyad'da yaptığı konuşmada ortaya koyduğu, ABD'nin Ortadoğu politikasının genel çerçevesini ciddiye almalı. ABD, bundan sonra “son çare” rolünü, yani yalnızca kesinlikle gerekli olduğunda ve başka alternatif kalmadığında müdahale eden bir güvenlik garantörü rolünü üstlenmeyi planlıyor. Fordo tesisinin bombalanması bu tür kararlı müdahalelerin açık bir örneğiydi. Daha geniş çerçevede, Trump konuşmasında, bölgenin sorumluluklarını üstlenebilme gücüne güvendiğini, bölgenin birçok krizi kendi başına çözebilecek olgunluğa ulaştığına inandığını dile getirdi.

Bölgesel güçler, bu alanlarda gerçek bir değişim yaratmak için uzun vadeli vizyonlara ve sahadaki detaylara ilişkin kapsamlı bir anlayışa sahip, ABD ise bunlardan yoksun

Bu durum, bölgedeki iki ana taraf olan ABD ve Türkiye'nin de aralarında bulunduğu bölge ülkeleri arasında ideal bir rol dağılımına işaret ediyor; burada İsrail'in özel bir statüye sahip olduğuna işaret edelim. Zira Amerikan güvenlik şemsiyesi, İsrail ile eşgüdüm halinde, İran'ın doğrudan oluşturduğu stratejik tehditlerle mücadeleye odaklanacaktır. Gazze, Lübnan, Irak, Suriye ve Yemen'de İran’ın vekillerinin kalan ağlarıyla mücadeleye gelince, son dönemde Suriye'ye yönelik izlenen politikada da görüldüğü gibi, gayriresmi bir ittifak çerçevesinde bölge devletlerinin sorumluluğunda olduğu varsayılıyor. Bu dağılım iki nedenden dolayı mantıklı görünüyor; birincisi, bu ağların nüfuzunu ve dolayısıyla İran'ın bunlar üzerindeki kontrolünü sınırlamak, en çok bu ağlara ev sahipliği yapan ülkelere komşu olan Arap ülkeleri ve Türkiye’nin menfaatinedir. İkincisi, bölgesel güçler bu alanlarda gerçek bir değişim yaratmak için uzun vadeli vizyonlara ve sahadaki detaylara ilişkin kapsamlı bir anlayışa sahip, ABD ise bunlardan yoksun.

Aşağıda, vekillerin etkisini azaltmayı ve böylece İran'ın gayrimeşru hegemonyasını zayıflatmayı amaçlayan bölgesel katılım için bir “eylem planı” yer almaktadır. Bu plan, ABD'nin doğrudan müdahalesini gerektiren alanları belirliyor. Diğer uluslararası tarafların rolleri ise nispeten sınırlı kalıyor. Zira Avrupa Birliği ve İngiltere genel olarak ABD'nin hedeflerine destek verseler de finansal alan dışında bölgesel güvenliğe katkıları sınırlı olmayı sürdürüyor. Öte yandan Çin ve Rusya'nın, Güvenlik Konseyi'ndeki birkaç sınırlı ve yoğun rol dışında, bölgenin farklı yerlerinde 20 aydır süren operasyonlar boyunca neredeyse hiçbir etkileri olmadı.

Arap ülkeleri arasında, mevcut Filistin liderliğinin Gazze'de ne ölçüde rol üstlenmeye hazır olduğu konusunda görüş ayrılıkları öne çıkıyor. Ancak bölge, eninde sonunda kendisini Ramallah'ın bu bağlamda neler sunabileceğiyle yüzleşmek zorunda bulacaktır

Gazze

BAE ve Mısır, Gazze'deki “ertesi gün” aşaması için Filistin Ulusal Otoritesi, bölgesel organlar ve uluslararası tarafların ortak roller üstlenmesini öngören planlar sundular. Bu planların genel hatları ümit verici görünse de Hamas'ın Gazze’de siyasi kontrolden vazgeçmesini, güç kullanımının başka bir Filistinli oluşuma veya kolektif bir Arap oluşumuna ya da ortak bir oluşuma münhasır olduğunu tanımasını şart koşuyor. Bu şartın sağlanması zor olsa da özellikle İsrail'in, tıpkı Lübnan'da Hizbullah'ın başına gelenlere benzer şekilde, Hamas'ın askeri gücünü yeniden inşa etmesi durumunda müdahale etme hakkını savunacağı düşünüldüğünde, imkânsız değil. Mevcut Filistin liderliğinin Gazze'de rol üstlenmeye ne kadar hazır olduğu konusunda da Arap ülkeleri arasında görüş ayrılıkları öne çıkıyor. Ancak bölge, eninde sonunda kendisini Ramallah'ın bu bağlamda neler sunabileceğiyle yüzleşmek zorunda bulacaktır.

İsrail ile Hamas arasında ateşkes sağlanmasının ardından 23 Ocak 2025'te, yerinden edilen Filistinliler Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Cibaliye'ye geri dönerken, insanlar yıkılan binaların enkazları arasında çadırlar kuruyor (AFP)İsrail ile Hamas arasında ateşkes sağlanmasının ardından 23 Ocak 2025'te, yerinden edilen Filistinliler Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Cibaliye'ye geri dönerken, insanlar yıkılan binaların enkazları arasında çadırlar kuruyor (AFP)

Bu bağlamda ABD’nin rolü çok önemli. ABD, Gazze'deki Hamas kalıntılarına karşı devam eden ve sivil halka büyük zararlar veren savaşı durdurması için mevcut İsrail hükümetine baskı yapabilecek tek taraf olmaya devam ediyor. Başkan Trump'ın İran'a yönelik saldırısının olumlu yan etkilerinden biri de kazandığı güvenilirlik oldu ve bu da ona İsrailliler üzerinde bu hassas konuda etkili baskı uygulayabilme olanağı tanıyor.

Suriye

Genel olarak Türkiye ile ittifak içinde olan önde gelen Arap devletleri takdire şayan bir öncü rol üstlendiler. Ancak Suriye'deki sahne farklı; İran'ın açık nüfuzu önemli ölçüde gerilemiş olsa da Tahran hâlâ çok sayıda Suriyeli tarafla örtülü ilişkilerini sürdürüyor ve nüfuzunu yeniden kazanmak konusunda oldukça istekli olduğunu gösteriyor. Buna karşılık mevcut Suriye rejimi, Esed'in eski müttefiki İran'a karşı açık bir düşmanlık sergiliyor. En büyük meydan okuma, 14 yıldır süren savaş nedeniyle nüfusunun yarısının yerinden edildiği, yüz binlerce kişinin öldürüldüğü ve kapsamlı bir ekonomik çöküş yaşayan yeni Suriye devletinin kırılganlığıdır. Kuzeyde, kuzeydoğuda, batıda ve güneyde yayılan ve merkezi hükümete bağlılıkları şüpheli silahlı grupların yanı sıra, DEAŞ’a bağlı grupların devam eden varlığının gölgesinde kökleşmiş iç ayrışmalar, bu durumu daha da derinleştiriyor.

BM Güvenlik Konseyi'nin 1701 sayılı kararına dayanan 2024 ateşkesi şartları, Lübnan hükümeti ve halkının Hizbullah'ın nüfuzunu azaltmaya yönelik çabalarına hukuki bir zemin sağlıyor

Bölge ülkelerinin öncelikli görevi, özellikle Başkan Trump'ın Suriye'ye yönelik ciddi toparlanma çabalarını engelleyen yaptırımları kaldıran başkanlık kararnamesini yayınlamasının ardından, etkili ekonomik destek sağlamaktır. İkinci görev ise bölgesel pozisyon birliğini korumaktır. Nitekim 2018 yılından itibaren Arap dünyasında Suriye politikası konusunda ortaya çıkan ayrışmalar, Esed rejimine yönelik ortak pozisyonu zayıflatmıştı. Bu durum daha sonra, özellikle de Esed'in Arap Birliği'ne tam dönüşü karşılığında herhangi bir reformda bulunmayı reddetmesinin ardından 2023'te düzeltildi.

Bugün en büyük meydan okuma, Arap devletleri ile Türkiye arasında yalnızca Şam rejimine yönelik değil, aynı zamanda ülkenin geniş bölgelerini kontrol eden silahlı gruplara karşı pozisyonlarda da görüş ayrılığı yaşanması olasılığıdır. Bu bağlamda Arap dünyası ile Türkiye'nin görüş birliği içinde olması zaruri hale geliyor. Burada, iç reform, yönetişim, güvenlik ve dış ilişkiler dosyalarını kapsayan net bir “yapılacaklar listesi” hazırlanması, Arap dünyasının 2021-2024 yılları arasında Esed'e yönelik benimsediği yaklaşıma benzer şekilde, yeni Suriye hükümetine ortak bir çerçeve olarak sunulması öneriliyor.

ABD Başkanı Trump, Suriye dosyasıyla ilgili olarak Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile arasındaki gerginliği azaltmak konusunda arabuluculuk yapabileceğini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya bildirdi. Bu, mevcut Suriye bağlamında en hassas konulardan birinde gerilimi azaltabilir. Buna paralel olarak ABD, DEAŞ’ı çevrelemeye devam etme konusunda doğrudan çıkar sahibi ve bu da Kürt liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile sürekli iş birliğini gerektiriyor. Ancak Suriye'deki tablo oldukça karmaşık; zira aynı güçler, Türkiye ile PKK bağlantıları nedeniyle çatışma içinde oldukları bir dönemde, Şam ile kuzeydoğunun merkezi devlete yeniden entegrasyonu konusunda, idari, ekonomik, enerji ve güvenlik konularını da içeren müzakereler yürütüyor.

Dolayısıyla ABD'nin yaptırımları kaldırma sorumluluğunun yanı sıra hâlâ temel bir rolü bulunuyor. Son olarak Washington'un, Golan Tepeleri'nin hukuki statüsü de dahil olmak üzere, Suriye ile İsrail arasında 1974’te varılan anlaşmada yer alan konuları ele almak için hem Suriye hem de Ürdün ile birlikte çalışması gerekiyor.

 İsrail ile Hizbullah arasında ateşkesin yürürlüğe girmesinin ardından, Beyrut'un güney banliyölerindeki hasarlı binaların yakınından geçen araçlar Lübnan, 27 Kasım 2024 (Reuters)İsrail ile Hizbullah arasında ateşkesin yürürlüğe girmesinin ardından, Beyrut'un güney banliyölerindeki hasarlı binaların yakınından geçen araçlar Lübnan, 27 Kasım 2024 (Reuters)

Lübnan

BM Güvenlik Konseyi'nin 1701 sayılı kararına dayanan 2024 ateşkesinin şartları, Lübnan hükümetine ve halkına, “devlet içinde silahlı devlet” olarak Hizbullah'ın nüfuzunu azaltmaya yönelik çabalarına yasal bir zemin sağlıyor. Bu bağlamda, Lübnan'ın karşı karşıya olduğu hukuki zorluklar ve ciddi ekonomik kriz göz önüne alındığında, BM ve uluslararası bağışçılara önemli rol düşüyor. Ancak Arap ülkelerinin de halen en az bunun kadar önemli, finansal destek ve diğer ekonomik yardım biçimlerini sunmak gibi ciddi bir rolü bulunuyor. Bunun ötesinde, bu rol, Lübnan hükümetine Hizbullah'ı dizginleme sözünü yerine getirmesi için baskı yapmak amacıyla siyasi tutumları birleştirmeye kadar uzanıyor. Arap ülkeleri de dahil olmak üzere dış yardımların, silahsızlandırma taahhüdüne, 1701 sayılı kararın uygulanmasına ve ateşkese bağlanması, Lübnan ve bölgede barış ve istikrarın sağlanması için olmazsa olmaz bir unsurdur.

Lübnan örneğinde olduğu gibi Arap ülkelerinin Irak hükümetiyle de tarihi ilişkileri bulunuyor ve bu ilişkiler ekonomik ve diplomatik düzeyde giderek gelişiyor

Arap iş birliğinin etkin koordinasyon gerektiren en önemli alanlarından biri de Lübnan-Suriye ilişkileri. Suriye'nin Hizbullah'a gönderilen silahlar konusunda kaçakçılığı sınırlaması için bölgesel desteğe ihtiyacı var. Zira Şam'daki hükümetin değişmesinden sonra bile, 1701 sayılı kararın açıkça ihlali niteliğindeki silah sevkiyatı girişimleri devam etti. Lübnan ve Suriye'nin Şeba Çiftlikleri konusunda ortak tavır alması da önem taşıyor.

ABD ise Lübnan'da doğrudan önemli bir rol oynamasa da Lübnan ordusuna verdiği sürekli destek, sunduğu diğer yardımların yanı sıra, Güvenlik Konseyi'ndeki daimi üye olarak etkinliği aracılığıyla aktif olmayı sürdürüyor. Buradan hareketle Arap ülkelerinin, İsrail'in ateşkese bağlılığının sağlanması, Lübnan topraklarında halen işgal ettiği mevzilerden güçlerini çekmesi başta olmak üzere, Lübnan’da Washington ile koordinasyon ve iş birliği yapmaları gerekiyor.

Irak

Lübnan örneğinde olduğu gibi Arap ülkelerinin Irak hükümetiyle de tarihi ilişkileri bulunuyor ve bu ilişkiler hem ekonomik hem de diplomatik düzeyde giderek gelişiyor. Ancak Irak sahnesi doğası gereği Lübnan'dakinden farklı. İran'ın Irak'taki nüfuzu, bilhassa Lübnan'daki doğrudan vekili Hizbullah'ın nüfuzuyla karşılaştırıldığında daha güçlü nüfuza sahip siyasi partiler, Haşdi Şabi’ye bağlı milisler aracılığıyla çok daha geniş ve çeşitli. Ancak Lübnan’a göre Irak'ın kırılganlığı daha derin görünüyor. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre zira Irak İran'a komşu olmasının yanı sıra, onunla yakın enerji bağları da var. Ayrıca Lübnan'dan farklı olarak, vekillerin nüfuzunu sınırlamasını sağlayacak uluslararası hukuki yetkilerden de yoksun. Dünyanın önde gelen petrol üreticilerinden biri olan Irak, İran'ın bölgesel hesaplarında stratejik bir kazanımı temsil ediyor.

Irak liderliğine, Tahran ile angajmanda aşırıya kaçmasının ciddi sonuçlar doğurabileceği hatırlatılmalı; bu durum Kürtleri ayrılığa itebilir ve Sünni Arapları DEAŞ’ın kollarına geri dönmeye teşvik edebilir

Arap ülkeleri, Irak hükümetiyle gelişen diplomatik ve ekonomik ilişkilerini, dolaylı yoldan harekete geçerek, Bağdat'ın karar alma bağımsızlığını desteklemeye katkıda bulunmak için kullanabilirler. Irak liderliğine, Tahran ile angajmanda aşırıya kaçmasının ciddi sonuçlar doğurabileceği hatırlatılmalı; bu durum Kürtleri ayrılığa itebilir ve Sünni Arapları DEAŞ’ın kollarına geri dönmeye teşvik edebilir. Bu iki gelişme sadece Irak'ın değil, tüm bölgenin güvenliği için tehdit oluşturuyor. Bu bağlamda, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Bağdat hükümeti arasındaki ilişkilerin yönetilmesi konusunda Türkiye ile iş birliği yapılması en önemli önceliktir.

Irak'taki Amerikan rolüne gelince, giderek azalsa da özellikle enerji sektöründeki ticari anlaşmalar açısından hâlâ büyük önem taşıyor. Buna ilave olarak, DEAŞ’ın geri dönüşünü engellemede oynadığı önemli rolün yanı sıra, son yıllarda biriktirdiği hukuki, mali ve diplomatik mirasla etkisini sürdürüyor. Washington, Arap ülkeleri, Türkiye ve daha geniş ölçüde uluslararası toplum açısından önemli olan sonuç şudur, Irak'ın son 20 yıldır Lübnan ve Yemen'in izlediği yola sapması bölgesel bir felakete yol açacaktır.

Arap devletleri, ABD dahil olmak üzere herhangi bir dış güçle karşılaştırıldığında, İran ve bölgedeki ağlarından beklenen direnişe karşı koymaya en muktedir ülkeler olmaya devam ediyorlar

Yemen

Yemen dosyasında onlarca yıldır hiçbir dış güç gerçek bir atılım sağlayamadı. Buna vekili Husilerin ülkeyi tamamen kontrol altına almasını veya uluslararası alanda meşru olarak tanınmasını sağlayamayan İran da dahil. Husilerle merkezi hükümet arasındaki çatışmanın büyük ölçüde donmuş bir biçimde kalacağı varsayıldığında, Arap devletlerinin meşru hükümete siyasi destek vermeye ve insani yardımları yoğunlaştırmaya odaklanmaları gerekiyor. ABD açısından ise Husiler'in deniz trafiğine yönelik saldırılarını yeniden başlatmaması durumunda, Husiler ile çatışmaya girme konusuna ilgisi sınırlı kalmaya devam edecektir. Konunun karmaşıklığı göz önüne alındığında, sahadaki gelişmeler farklı bir yaklaşımı gerektirmediği sürece, konunun sonraki bir aşamaya bırakılması daha iyi olacaktır.

Arka planda Husiler tarafından ele geçirilen kargo gemisinin yer aldığı sahilde yürüyen bir Husi savaşçısı 5 Aralık 2023 (ABE)Arka planda Husiler tarafından ele geçirilen kargo gemisinin yer aldığı sahilde yürüyen bir Husi savaşçısı 5 Aralık 2023 (ABE)

Sonuç

İran, bölge genelinde geniş bir vekil ağı kurmak için onlarca yıl harcadı ve bu çabasında büyük ölçüde başarılı oldu; bu da Arap dünyasını muazzam bir baskı altına soktu. Dört Arap ülkesi ve Gazze Şeridi halklarının kendi kaderlerini tayin haklarını ellerinden aldı. Bu halklar, çeşitli aşamalarda, ağır insani kayıplar vermelerine neden olan ve tüm bölgenin istikrarsızlaşmasına yol açan savaşlara girmeye zorlandılar. Uzun vadede refah ve barışın hüküm sürdüğü bir Ortadoğu için sadece nükleer ve askeri programlarıyla ilgili olarak değil, aynı zamanda vekalet yoluyla diğer ülkeleri kontrol etme yeteneği açısından da İran'ın nüfuzu azaltılmalıdır. Birkaç nedenden ötürü, Arap ülkeleri, ABD dahil olmak üzere herhangi bir dış güçle karşılaştırıldığında bu görevi yerine getirmeye en muktedir ülkeler olmaya devam ediyorlar. Ancak bu konuda başarıya ulaşmak için, İran ve bölgedeki ağlarından beklenen direnişe karşı ortak bir duruş ve kolektif bir iradeye ihtiyaç vardır.

*Bu analiz Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.