‘Putin'in savaşı’ Berlin'in askeri doktrinini değiştirmeyi nasıl başardı?

Berlin, ordunun silahlarının yenilenmesi, gelişmiş teçhizat sağlanması ve mevcut teçhizatın elden geçirilmesi amacıyla 100 milyar euroluk ek bütçe ayıracak

Almanya Başbakanı, dün Federal Meclis'te konuşma yaparken (EPA)
Almanya Başbakanı, dün Federal Meclis'te konuşma yaparken (EPA)
TT

‘Putin'in savaşı’ Berlin'in askeri doktrinini değiştirmeyi nasıl başardı?

Almanya Başbakanı, dün Federal Meclis'te konuşma yaparken (EPA)
Almanya Başbakanı, dün Federal Meclis'te konuşma yaparken (EPA)

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD başkanlarının Almanya'yı yıllarca ikna etmeye çalıştıkları, ancak başarısız oldukları politikayı sadece birkaç gün içinde uygulatmayı başardı. Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Alman Federal Meclisi’nde (Bundestag), Rusya’nın Avrupa kapılarındaki askeri gerilimine yanıt olarak Almanya'nın gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYİH) en az yüzde 2'sini savunmaya harcamaya başlayacağını duyurdu. Almanya, geçtiğimiz yıl ulusal üretiminin yüzde 1,4'ünü savunmaya harcamıştı. Bu da harcama oranının yüzde 0,6 oranında artacağı, yani yıllık yaklaşık 20 milyar euroluk bir ek bütçe sağlanacağı anlamına geliyor.
Dahası Başbakan Scholz, Berlin'in bu yılki savunma bütçesinden ordunun silahlarının yenilenmesi, gelişmiş teçhizat sağlanması ve mevcut teçhizatın elden geçirilmesi amacıyla 100 milyar euro ayıracağını açıkladı.
Böylece Almanya, Avrupa’nın en büyük ekonomilerinden biri olması nedeniyle en büyük askeri harcamaya sahip ülkelerden olacak. Oysa Almanya, geçmişinden ötürü yıllardır tam da bunu yapmaktan kaçınıyordu. Ancak Ukrayna-Rusya savaşı başladı. Başbakan Sholz, Federal Meclis’teki konuşmasında, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askeri operasyonunun başladığı 24 Şubat’ın Avrupa kıtasının tarihinde bir dönüm noktası olduğunu söyledi. Öte yandan Federal Meclis’in Almanya’da göreve gelecek diğer hükümetlerin savunma için ayrılan bütçeyi sürdürmeye devam etmeleri için askeri harcamaları yüzde 2'ye çıkaracak bir yasa tasarısını oylaması gerekiyor.
Scholz, askeri harcamalardaki devasa artışı, savaşın yayılmasını önleme ve Putin'in ‘zamanı geri almasını’ engelleme konusunda Avrupa'nın omuzlarındaki ‘tarihi sorumluluk’ ile ilişkilendirerek savundu. Milletvekillerinden büyük alkış alan konuşmasında Scholz, “Putin, Avrupa'nın güvenliğini tehlikeye atıyor. Özgürlüğümüzü ve demokrasimizi korumak için güvenliğimize çok daha fazla yatırım yapmamız gerektiği ortada” ifadelerini kullandı. Ayrıca Almanya'nın NATO üyesi ülkeleri korumaya kararlı olduğunun altını çizen Scholz, bu yüzden NATO güçlerinin Doğu Avrupa ülkelerinde daha fazla konuşlandırılacağını ve askeri yardımların artacağını duyurdu.
Başbakan’ın bu sürpriz açıklamasından sadece bir gün önce birbirini izleyen hükümetlerin yıllarca benimsedikleri ve bağlı kaldıkları politikaları yansıtan bir başka tarihi kararı daha duyuran Scholz hükümeti, Almanya’nın, Stinger uçaksavar füzeleri de dahil olmak üzere Ukrayna'ya doğrudan silah göndereceğini açıkladı. Oysa Berlin, bundan sadece birkaç gün öncesine kadar Kiev'e silah göndermeyi reddediyor, geçmişine de atıfta bulunarak, çatışma bölgelerine silah göndermeme politikasını değiştirmeyeceğini ileri sürüyordu.
Almanya’da bugüne kadar iktidara gelen hükümetler, Alman ordusunu, asgari düzeyde silahlı ve gelişmiş savaşlara giremeyecek durumda tutma gayreti içerisinde oldular. Berlin, şimdiye kadar NATO içinde Afganistan gibi NATO güçlerinin konuşlandırıldığı ülkelere eğitim yardımı sağlamak ve askeri teknolojik ekipman göndermekle yetindi. Avrupa, daha düne kadar güçlü bir Alman ordusundan korkarken, son günlerde Rusya’nın artan tehditlerine karşı Almanya'nın askeri harcamalarda artış yapması, Avrupa'nın talebi haline geldi.
Federal Meclis’teki konuşmasında, Ukrayna’yı silahlandırma kararına değinen Başbakan Scholz, hükümetinin Putin'in tehditleri karşısında başka seçeneği olmadığını söyleyerek kararı savundu. Putin’in Rus İmparatorluğunu zorla yeniden geri getirmeye çalıştığı uyarısında bulunan Scholz, Almanya’nın Avrupa Birliği'ni (AB) Rusya Merkez Bankası'na yaptırımlar uygulama ve bazı Rus bankalarını SWIFT ödeme sisteminden çıkarma konusunda destekleme kararının ‘sınırsız yaptırımları içerecek şekilde’ genişletilebileceğini de sözlerine ekledi.
Scholz, bu ifadelerle ülkesinin, doğalgaz enerjisinin yaklaşık üçte birini temin ettiği Rusya’ya yaptırım uygulama konusundaki kararlılığını ortaya koydu. Almanya Başbakanı, Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik askeri operasyonunun başlamasından bir gün sonra, Rus doğalgazını Almanya'ya doğrudan taşıyan Nord Stream-2 (Kuzey Akım-2) doğalgaz boru hattı projesinde çalışmaların askıya alındığını duyurdu. Projenin Almanya’da bir ‘ulusal güvenlik tehdidi’ haline geldiğini söyledi. Scholz’un kararı, özellikle Almanya’nın yıllardır projeye bağlı kalması, onu ekonomik bir proje olarak savunması ve Rusya’nın proje üzerindeki etkisini artırmasına izin vermemesi nedeniyle dikkat çekiciydi.
Projenin Almanya için bir ‘ulusal güvenlik tehdidi’ haline geldiğini söyleyen Scholz'un kararı, Almanya'nın yıllardır projeye bağlı kalması, onu ekonomik bir proje olarak savunması ve Rusya'nın proje üzerindeki etkisini artırmasına izin vermemesi nedeniyle dikkati çekti.
Scholz'un Federal Meclis’teki konuşmasında ayrıca, hükümetin şu an Ukrayna'daki transit boru hatları aracılığıyla Almanya’ya taşınan Rus doğalgazına olan bağımlılığını azaltmaya başlama planları olduğunu belirterek, “Almanya, yakın gelecekte gaz rezervlerini artıracak. Bunun için en kısa sürede iki ilave istasyon inşa edecek ve yenilenebilir enerji projelerine hız kazandıracak” dedi.
Almanya’nın eski Başbakanı Angela Merkel, ABD’nin eski Başkanı Donald Trump yönetiminin Berlin'e projenin durdurulması için baskı yapmak amacıyla yaptırımlar uygulamasına rağmen projeye bağlı kaldı. Scholz da Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik askeri operasyonu başlayana kadar projeye bağlı kaldı ve projeyi savundu. Ancak hükümet koalisyonunun ortakları Yeşiller Partisi ve liberal çizgideki Hür Demokrat Parti (FDP), Sosyal Demokrat Parti (SPD) lideri Scholz'un projeden vazgeçmesinde ve Batılı ülkelerin Rusya'ya karşı yaptırımları sıkılaştırmaya ikna etmede rol oynadılar.
Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Ekonomi Bakanı Robert Habeck’in üyesi oldukları Yeşiller Partisi, hükümet koalisyonuna katılmadan önce de Rusya'ya karşı her zaman daha sert bir politika izlemişti. FPD lideri olan Maliye Bakanı Christian Lindner'in ise Rus muhalif siyasetçi Aleksey Navalni'nin arkadaşı olduğu biliniyor. Navalni, Rusya'da zehirlendikten sonra tedavi için Almanya'ya getirildiğinde haftalarca onun yanında kaldı. Ayrıca Ukrayna'ya karşı savaş başlamadan önce Rusya’ya karşı sert bir tutum sergilenmesi çağrısında bulundu.
Buna karşın SPD uzun yıllar boyunca Rusya'ya karşı şeffaflık politikası yürütülmesinin savunucusu oldu. SPD’li eski başbakanlardan Gerhard Schröder, halen Kuzey Akım-2 projesinin yönetim kurulunda yer alırken yıllarca Rusya ile yakın ilişkiler kurulmasının en büyük destekçilerinden biri oldu. Schröder, 15 yıllık başbakanlığı boyunca Rusya ile yakınlaşma politikası izleyen eski Başbakan Merkel'i de etkileyen Almanya Cumhurbaşkanı Frank Walz Steinmeier'in de yakın arkadaşı.
Scholz’un Federal Meclis’te açıkladığı kararlara yalnızca, parlamentodaki 736 sandalyenin 119'unu elinde bulunduran aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD) ve Sol Parti (Die Linke) itiraz etti. İki partinin Rusya ile özel ilişkileri olduğu biliniyor. AfD içerisinde Moskova tarafından desteklenen milletvekilleri yer alırken Sol Parti, Almanya'daki Sovyet varlığı günlerinden kalma komünist köklere sahip.



Seçmenin ve ABD Başkanı Trump'ın dış yönelimleri

 Amerikalı seçmenin sabrı tükendi ve artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi dış meseleleri umursamıyor (AFP)
Amerikalı seçmenin sabrı tükendi ve artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi dış meseleleri umursamıyor (AFP)
TT

Seçmenin ve ABD Başkanı Trump'ın dış yönelimleri

 Amerikalı seçmenin sabrı tükendi ve artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi dış meseleleri umursamıyor (AFP)
Amerikalı seçmenin sabrı tükendi ve artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi dış meseleleri umursamıyor (AFP)

Nebil Fehmi

Politikacılar, analistler ve medya çalışanları, ABD seçimlerinin sonucunu anlamak ve Donald Trump'ın 5 Kasım'daki başkanlık yarışını kazanmasının ardından beklenen dış pozisyonları ve politikaları tahmin etmek için büyük bir çaba gösteriyor. ABD'nin siyasi ve askeri gücü, ekonomik ve maddi zenginliği ve kararlarından ülkelerin çoğunluğunun hem olumlu hem de olumsuz etkilendiği göz önüne alındığında böyle olması doğaldır.

Seçimlerin bazı özelliklerini netleştirmek ve önümüzdeki dönemin siyasi yönelimlerini öğrenmek amacıyla Amerikan siyasi haritasında aktif ve etkili rol oynayan bazı isimler ile istişarede bulundum. Onlara genel olarak seçmenlerin uluslararası gelişmelere ilgisiz olmalarının, Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin adayları olmak için başvuranların oldukça çeşitli arka planlarını umursamamalarının nedenlerini sordum. Bu adaylık yarışlarının çoğunun neden siyasi merkezin sağında ve solunda yer alan geleneksel adayların lehine sonuçlandığını, eski aktör Ronald Reagan'ın 1981'deki zaferi ve Donald Trump’ın 2016 ve 2024'teki zaferlerine benzer şekilde, alışılmadık bir şahsiyetin neden adaylığı ve büyük ödül olan başkanlığı sadece arada sırada kazandığını da sorguladım.

Bu sorulara aldığım en iyi yanıt, seçim sisteminin istikrarlı ve başarılı olduğu, ancak bir süper gücü ilgilendirmesine rağmen, seçim tercihlerinin kişisel ve yerel bakış açılarına ve düşüncelere göre yapıldığı, sürprizlerden, hatta hatalardan veya mantıksız görünen şeylerden muaf olmadığı için özel bir konuma sahip olduğu yönündeydi.

Bu yanıta eşlik eden açıklama, ulusal toplumsal alanın geniş olduğu, ancak seçmenlerin ilgi alanının çok sınırlı olduğuydu. Bu nedenle, çok sayıda Amerikan seçmeninin siyasi ve ekonomik elitlerin kendi çıkarlarını göz ardı etmesinden duyduğu öfkenin bir sonucu olarak hukuki olarak hükümlü, hakkındaki uygulanabilecek mahkeme kararları tarafından tehdit edilen bir adayın zaferi de dahil olmak üzere garip görünen sonuçları olabiliyor. Elitlerin bu umursamazlığı, Seçiciler Kurulunda 312 oyun yanı sıra doğrudan oylamada Cumhuriyetçi Parti için alışılmadık bir durum olan mutlak çoğunluğu elde eden Donald Trump'ı iki kez tercih eden, çok çeşitli ve giderek büyüyen öfkeli bir sınıf yarattı.

ABD geniş, kaynakları bol ve meydan okumaları sert olan bir kıta. Toplumsal eğilimler bir eyaletten diğerine farklılık gösteriyor ve sahil bölgelerindeki vatandaşların görüşleri orta bölgedekilerden farklı. Toplum özellikle kişisel çıkar felsefesini bir yaşam biçimi olarak benimsediği için, onları doğrudan etkilemediği sürece uluslararası kaygılarla hiçbir ilgileri yok. Dolayısıyla seçmenler, ülkeleri bir süper güç olmasına rağmen uluslararası meselelerle hiçbir ilgisi bulunmayan, hatta bölgesel düzeyde bile olmayan, yerel vizyon ve görüşlere göre oy kullanıyorlar.  Seçmenler kararlarını, temel kişisel çıkarlarını karşılayacağına inandıkları kişiler lehine belirliyorlar. Bunlar da çoğu zaman ekonomi ya da George W. Bush'un işgallerinden sonra Obama'nın zaferinin sebeplerinden biri olan savaş ya da Trump için en önemli sorunlardan biri olan yasadışı göçmenlerle ilgili endişeler gibi anlık korkularıdır.

Pek çok kişi, her ne kadar uzun bir süre içinde kademeli olarak gerçekleşse de önde gelen Amerikan partileri toplumsal dönüşümleri büyük ölçüde yanlış yorumladığından, uluslararası toplumun zaman zaman seçim sonuçlarına şaşırmasının doğal olduğu konusunda beni temin etti.

Bundan sonra neler olacağına dair düşünceler ve istişareler bağlamındaysa, Amerikan dış politikasının 20 yıldır kademeli olarak içe kapanma ve izolasyon, büyük güç rolü ve sorumluluklarından uzaklaşıp sadece ulusal çıkarlara odaklanma yönünde bir değişime tanık olduğunu belirtmek gerekir.

Amerikalı seçmen artık ülkesinin maliyetli dış sorumluluklar üstlenmesini hoş karşılamıyor ki Trump da bu tutumu benimsiyor. Bazı analistler, en yakın dostlar da dahil olmak üzere, istisnasız tüm dış meselelerin bundan etkileneceğini ileri sürdü ve diretti. Bazılarına bununla ilgili sorularımı sormaya devam ettiğimde, her şeyin göreceli ve orantılı olduğu cevabını aldım. Ancak onlara göre mali, siyasi ve askeri açıdan açık çek politikasının devam edeceğini ya da ABD’nin her konuyu yakından takip edeceğini düşünenler yanılıyor. Çünkü Amerikan seçmeninin artık sabrı tükendi ve Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi dış meseleleri umursamıyor.

Irak'ın işgalinden bu yana, ister Demokrat ister Cumhuriyetçi yönetim altında olsun, ABD'nin uzun süren savaşlardan çekilmeye çalıştığına dair çok sayıda kanıt olmasına rağmen, bazıları bu görüşlere şaşırmış olabilir. Savaşlardan çekilmeye yönelik son adım, Biden'ın Afganistan'dan çekilmesiydi ve İran'a yönelik farklı tutumlarına rağmen ne Biden ne de kendisinden önce Trump, istisnai durumlar dışında ve uzaktan olmak kaydıyla İran'a karşı askeri güce başvurmadı.

Trump'ın beklenen dış politika felsefesinin çerçevesini belirli başlıklarla özetlemek mümkün. Birincisi, ideolojiden yoksun ve ABD ile Trump’ın kişisel siyasi sermayesine doğrudan ve kısa vadeli getiriler kazandırmayı hedefleyen politikalara bağlı kalmaktır. İkincisi, ilişkilerin çerçevesi kendisinden öncekiler gibi siyasi coğrafyadan ziyade “coğrafi ekonomi” denilen şeye daha yakın olacaktır, yani hesaplarda getiri ve ekonomik etki önce gelecektir. Üçüncüsü, savaş öngörülemeyen sürprizleri beraberinde getirdiği ve bir işadamı olarak pratik hesaplarını bozduğu için Amerikan askeri veya diğer güçlerinin yaygın kullanımı desteklenmeyecektir. Dördüncüsü, Trump’ın kararları gerçekçiliğe, pragmatizme, kazanan ve kaybedene dayanıp, doğru ve yanlış ya da tarihsel değerlendirmelerle hiçbir şekilde bağlantılı olmayacaktır.

Bu ilkeler çerçevesinde, seçimlerden sonra Trump'ın danışmanlarından biri tarafından hızlı bir açıklama yapılarak Ukrayna'ya çözümün işgal altındaki toprakların geri alınması değil, uygun güvenlik düzenlemeleri üzerinde anlaşmaya varılması olduğu yönünde net bir mesaj iletileceği belirtildi. Trump'ın Çin'e yönelik eleştirilerinin çoğunun ağırlıklı olarak ekonomi politikalarına odaklandığı da görüldü.

Trump daha önce Netanyahu'nun işleri sonuçlandırmak için icraatta bulunması gerektiğini belirtmiş ancak kastettiğinin daha fazla güç kullanmak mı yoksa mevcut şekliyle askeri operasyonları durdurmak mı olduğuna açıklık getirmemişti. Netanyahu'ya Ocak 2025'te yeni görevine bu sıcak konularla başlamak istemediğini bildirdiğine dair haberler de yayınlandı. Lübnan'da ateşkesin sağlanması ve yerleşmesi konusunda anlaşmaya yaklaşıldığına dair sızıntılar da var. Ancak bunu Hizbullah'ı ve onun İran ile bağlantısını göz ardı ederek başarmak zor. Netanyahu, seçildikten sonra Trump ile birden fazla kez görüştüğünü ve pozisyonlarda tam bir uyumun bulunduğunu belirtti. Bu uyumun İran tehdidi ile bağlantılı olduğunu açıkladı.

2024 yılının son ayları Ortadoğu'nun güvenliğini, istikrarını ve geleceğini etkileyen, daha izolasyoncu ve içine kapanık Amerikan siyasi eğilimlerinin gölgesinde, önümüzdeki yılın ve gelişmelerinin gidişatını belirlemede belirleyici önemli hadiselerle dolu olacaktır.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.