Ortodoks Kiliseleri bölündü: Putin'in ‘Din silahı’ kendisini tehdit ediyor

Moskova, savaşın kutsanmasından sonra tecrit ile karşı karşıya kalan Kilise aracılığıyla yumuşak bir güce sahipti

Rus Kilisesi, 2018'de Kiev Kilisesi'nin bağımsızlığını tanımasından bu yana İstanbul ile bağlarını kesmişti (AFP)
Rus Kilisesi, 2018'de Kiev Kilisesi'nin bağımsızlığını tanımasından bu yana İstanbul ile bağlarını kesmişti (AFP)
TT

Ortodoks Kiliseleri bölündü: Putin'in ‘Din silahı’ kendisini tehdit ediyor

Rus Kilisesi, 2018'de Kiev Kilisesi'nin bağımsızlığını tanımasından bu yana İstanbul ile bağlarını kesmişti (AFP)
Rus Kilisesi, 2018'de Kiev Kilisesi'nin bağımsızlığını tanımasından bu yana İstanbul ile bağlarını kesmişti (AFP)

İnci Mecdi
Alman filozof Karl Marx’ın 1843 yılında yazdığı ve Hegel felsefesinin eleştirisini konu alan kitabının satırları arasında yer alan meşhur bir sözü vardır: “Din halkın afyonudur”.
Marx’ın sözünün, dinlerin özünden çok siyasi grup ve rejimlerin pratik uygulamalarına yönelik olduğu aşikar. Özellikle İktidarların halklar üzerindeki kontrolü veya dini, kendini haklı çıkarmak veya herhangi bir karar vermek için sömürerek gücünü pekiştirmesi, hatta bu yöntemin demokrasilerde bile uygulanması, Marx’ın sözünün geçerliliğini kanıtlıyor.
Örneğin ABD’nin Irak’ı işgalinden önce Başkanı George W. Bush, savaşı, ‘daha iyi bir dünya için ilahi bir görev’ olarak tasvir ettiğinde ve fikrini kabul ettirmek için din adamlarını kullandığında olan buydu. Rahip Charles Stanley vaazlarından birinde, savaşı, ‘kötülüğe direnmek’ olarak niteleyerek Bush'u desteklemeye çağırmıştı.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, geçtiğimiz ay Ukrayna'ya karşı askerî harekât başlattığında, Rus Ortodoks Kilisesi piskoposu ve Moskova Patriği I. Kirill, Rusya'nın muhaliflerini ‘şer güçleri’ olarak nitelendirdi. Ayrıca Putin'in savaş gerekçelerinden biri de Ukrayna'daki Rus Ortodoks Kilisesi'ni savunmasıydı.
Fakat durum ABD’dekinden çok farklı, sadece dinin veya kilisenin propaganda amaçlı kullanımıyla ilgili değildir. Rusya'da ve hatta Ukrayna'da kilise ve devlet ilişkisinin yakın ve farklı bir tarihsel boyutu vardır. Moskova Kilisesi, Kremlin'in nüfuz konusundaki ana araçlarından biridir. Bu da onu Rusya'nın Ukrayna'daki savaşında taraf yapıyor. Fakat aynı zamanda bu yumuşak güç, savaş tarafından tehdit ediliyor.

Tarihi ilişki ve bölünme
Tarihi olarak Ukrayna'daki Ortodoks Kilisesi, Moskova Patrikhanesi’ne tabi idi. Hegemonyası 300 yıldan daha eskiye dayanıyor. Rusya'nın artan gücü ve Osmanlı yönetimi altındaki Fener Rum Patrikhanesi'nin (Konstantinopolis Kilisesi) zayıflığı ile 1686'da Ekümenik Patrik, Moskova Patriği’ne Kiev Metropoliti'ni (Piskopos) atama yetkisini verdi. 1990 yılında Ulusal Bağımsızlık Kampanyası’nın baskısı altında Rus Ortodoks Kilisesi, Ukrayna'daki bağlı kilisesinin yarı özerk statüsünü yeniden canlandırdı ve adını Ukrayna Ortodoks Kilisesi (UOC) olarak değiştirdi. O zamandan beri Ukrayna'da iki rakip Ortodoks kilisesi var: Moskova yanlısı UOC Kilisesi ve bağımsız Ukrayna'yı temsil eden UOC-KP Kilisesi.
Geçen yüzyılda bağımsız Ukrayna Ortodoks kiliseleri, resmi olarak tanınmayan ayrı kiliseler olarak kaldı. Ukrayna Kilisesi, ülkenin Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını kazanmasından bu yana İstanbul Fener Rum Patrikhanesi’nden (Doğu Ortodoks Kilisesi'nin tarihi merkezi) tanınma talebinde bulundu.
Metropolitan Patrik Filaret, Ukrayna Kilisesi olan Kiev Patrikhanesini (UOC-KP) oluşturmak için Rus Ortodoks Kilisesi'nden ayrıldığında, İstanbul tarafından tanınmadı. 
Bu durum, Rusya'nın 2014 yılında Ukrayna'dan Kırım'ı alıp ilhak etmesi ve ardından doğu Donbass'ta iki ayrı bölge oluşturan ayrılıkçıları desteklemesiyle değişti.

Ukrayna’nın bağımsızlığı ve Rus öfkesi
15 Aralık 2018 tarihinde Ukrayna’daki yaklaşık 190 piskopos, rahip ve kilise lideri, Ukrayna Ortodoks Kilisesi'nin yeni Başpiskoposu Epiphanius’u seçmek için Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroshenko'nun huzurunda ‘Ayasofya Müzesi'nde saatler süren bir toplantı yaptı. Asırlık bir dini geleneği değiştirmek için ülkelerine ait bağımsız bir Ortodoks Kilisesi kurulduğunu ilan etti. Ardından, seçilen metropolit, Kiev Kilisesi'nin ‘bağımsızlığını’ tanıyan ‘resmi bir kararname’ almak için İstanbul Fener Rum Patrikhanesi'nin bulunduğu İstanbul'a gitti. Kiev Kilisesi bu toplantı öncesinde Moskova'ya bağlı idi.
Vatikan’da Papa Francis liderliğindeki Katolik Kilisesi’nin aksine İstanbul Fener Rum Patrikhanesi’nin diğer Ortodoks kiliseleri üzerinde yetkisi yoktur. Ortodoks Kilisesi'nde hiyerarşik bir yapı yoktur. Ancak Ukrayna Kilisesi'nin, Fener Rum Patrikhanesi Patriği I. Bartholomeos tarafından bağımsızlığının tanınması sembolik bir öneme sahipti.
Mesele, Ukrayna’nın bağımsız bir kilise kurma talebini onaylamasını protesto etmek için İstanbul'daki Fener Rum Patrikhanesi ile ilişkilerini kestiğini açıklayan Rusya'daki Kilise'yi kızdırdı. Hareketi, ‘Hıristiyanlıkta son bin yılın en büyük bölünmesi’ olarak nitelendirdi. Bu bağımsızlığı, 1054 yılında meydana gelen, Batı ve Doğu Kiliseleri arasında bir bölünmeye yol açan büyük bölünmeye benzeterek, bunun ‘küresel Ortodoks çevrelerinde kalıcı bir çatlağa’ yol açabileceği konusunda uyardı.
Ukrayna’daki Ortodoks Kilisesi'nin 2018 yılında aldığı karar, Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesiyle doğrudan ilgiliydi. Kiev, bu ayrılığı Rusya'nın kendi iç işlerine müdahalesine karşı önemli bir adım olarak görürken, Rus Kilisesi'ni, Kremlin'in bunu ‘Rus yayılmacılığını haklı göstermek’ için bir araç olarak kullanmasına izin vererek ve Ukrayna’nın doğusundaki ayrılıkçı isyancıları destekleyerek, topraklarında çirkin eylemlerde bulunmakla suçladı.

ABD desteğiyle Rusya'ya darbe
Fener Rum Patrikhanesi Patriği I. Bartholomeos'un, Ukrayna'yı ABD’li Piskopos Daniel of Pamphilon ve Kanada’nın Edmonton kentinden Piskopos Ilarion dini yargı yetkisi altına dahil etmesinden sonra hareket ABD tarafından da desteklendi. Her iki piskopos da ülkelerinde Ukrayna Ortodoks kiliselerine başkanlık ediyordu.
Bu, Ukrayna Ortodoks Kilisesi-Kiev Patrikhanesi Patriği Metropolitan Filaret'in Washington ziyaretinden önce gerçekleşti. Patrik Filaret, 2018 yılının Eylül ayında nüfuzlu bir Amerikan düşünce kuruluşu olan Atlantic Council'de bir konuşma yapmtı. Patrik, söz konusu konuşmada, Rusya'nın, Kiev'deki kiliseler arasındaki herhangi bir anlaşmazlığı Ukrayna'daki saldırganlığını genişletmek için bahane olarak kullanabileceği konusunda uyarıda bulundu. Washington'ı Ukrayna'da birleşik bir Ukrayna Ortodoks yerel kilisesinin kurulmasını desteklemeye çağırdı.
ABD'nin eski Ukrayna Büyükelçisi ve Atlantic Council’in Avrasya Merkezi Direktörü John E. Herbst, Ukrayna'daki Ortodoks Kilisesi'ni birleştirme ve Moskova'dan tam bağımsızlığını kazanma hamlesini, ‘Moskova Patriği Kirill ve ‘sadakatle’ onayladığı yakın müttefiki Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'e büyük bir darbe’ olarak yorumladı. Ayrıca bunun, ‘Ukrayna’nın kendisini Kremlin’in etkisinden kurtarma çabası bağlamında büyük bir adım’ olduğuna dikkat çekti.
Herbst, kaleme aldığı bir makalesinde Moskova Patrikhanesinin Kremlin'in yumuşak gücünün etkili bir aracı olduğuna işaret etti. Eski Büyükelçi, “Bu bağımsızlıktan önce Moskova Patrikhanesi, Ukrayna'da kendi kontrolü altında olmayan Ortodoks kiliselerinin ‘Ortodoks dünyasında hiçbir yasal statüye sahip olmadığını’ iddia edebilirdi” değerlendirmesinde bulundu.

Ayrılık hayaleti
Bazı din adamları, Rus ve Ukrayna halkları arasındaki yakın ilişki göz önüne alındığında Kabil'in kardeşi Habil'i öldürme hikayesine benzettiği, Ukrayna içindeki geniş çaplı Rus saldırganlığı, Rusya'nın her zaman sahip olduğu yumuşak gücü daha da zayıflattı. Geçtiğimiz hafta boyunca, Rusya içinde ve dışındaki Ortodoks kiliseleri ve ibadethaneler, savaş nedeniyle Rus Ortodoks Kilisesi ve patriğini kınadıklarını veya ayrıldıklarını duyurdular. Gözlemcilere göre, Rus Patriğinin Ukrayna'nın işgalini kutsaması, dünyanın dört bir yanındaki Ortodoks Kiliseleri arasında bir bölünmeye neden oldu ve benzeri görülmemiş bir iç isyanı tetikledi.
Moskova Patriği Kirill'in Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin (AFP) ile güçlü bir ilişkisi var.jpeg
Moskova Patriği Kirill'in Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile güçlü bir ilişkisi var (AFP)
Hollanda'nın Amsterdam kentinde 1974 yılında kurulan ve 20’den fazla milleti kapsayan St. Nicholas Myra'nın Rus Ortodoks Başpiskoposluğu, geçtiğimiz hafta, resmi olarak Moskova Patrikhanesi’nden ayrılmayı ve bağlılığının Fener Rum Patrikhanesi başpiskoposluğuna devredilmesini talep etti.
Kilisenin rahipleri, web sitesinde yayınlanan bir açıklamada, ‘artık Moskova Patrikhanesi bünyesinde çalışamayacaklarını ve inananlar için güvenli bir manevi ortam sağlayamadıklarını’ ifade etti. Kilise, Ukrayna'nın işgaline verdiği destek nedeniyle, artık dini ayinlerinde Patrik Kirill'in adının geçmediğini açıkladı. İlk kez, bir Batı Ortodoks Kilisesi, Moskova Patrikhanesi'nden ayrılıyor.
Öte yandan Rusya içinde ve dışında yaklaşık 300 Ortodoks din adamı tarafından imzalanan Rusça bir açık mektup, düşmanlıklara derhal son verilmesi çağrısında bulundu. Mektuba imza atanlar, ‘düşmanlıkları durdurma yetkisine sahip olan herkese, Ukrayna ile kardeş katliamı savaşını derhal durdurma ve uzlaşma çağrısında’ bulundu.
Din adamları, ‘kardeşlerin’ Ukrayna'da maruz kaldıkları haksız uygulamalardan duydukları üzüntüyü dile getirerek, yetkililere, ‘her insanın yaşamının değerli ve Tanrı'nın eşsiz bir armağanı olduğunu, bu nedenle, Rus ve Ukraynalı tüm güçlerin evlerine ve ailelerine güven içinde geri dönmesini istediklerini hatırlatmaları gerektiğini söylediler.
Ayrıca ‘Tanrı'nın insana verdiği özgürlüğe’ saygı duyduklarını da belirten din adamları, Ukrayna halkının Silah zoruyla ve Batı veya Doğu'dan baskı olmaksızın kendi kararını vermesi gerektiğini vurguladı.

Kabil'in günahı
Ukrayna'da çeşitli Ortodoks kiliselerinin liderleri Rus işgalini kınadı. Moskova Patriği'ne tabi olan, ancak geniş özerkliğe sahip olan Ukrayna Kilisesi'nin Metropoliti Onufriy, ‘anlaşmazlıklar ve karşılıklı yanlış anlamaları bir kenara bırakıp, Tanrı'ya ve anavatana olan sevgiyle birleşme’ çağrısında bulundu.
Onufriy, savaşı, ‘Kabil’in günahına’ benzetti. Gözlemciler, Moskova'ya bağlı kilisenin bile güçlü bir Ukrayna ulusal kimliği duygusuna sahip olduğuna dikkat çekiyor. Savaşı eleştiren diğer Ortodoks liderler arasında İskenderiye ve Tüm Afrika Rum Ortodoks Patriği Patrik II. Teodoros, Romanya Patriği Daniel ve Finlandiya Başpiskoposu Leo Makkonen de vardı.
Dünyadaki 260 milyon Ortodoks Hristiyan'ın yaklaşık 100 milyonu Rusya'da ve bunların bir kısmı yurtdışında Moskova ile birleşti, ancak savaş bu ilişkileri gerdi. Gürcistan'daki Ilia Eyalet Üniversitesi'nde Teoloji Profesörü Tamara Grdzelidze, geçtiğimiz hafta Reuters’e yaptığı açıklamada, “Bazı Ortodoks Kiliseler, savaş konusundaki tutumu nedeniyle Kirill'e o kadar öfkeli ve tepkili ki, Ortodoks dünyası içinde şu anda ciddi bir kargaşa yaşıyoruz” dedi.
Avrupa Dış İlişkiler Konseyi'ne göre, bu bölünme ve gerginlik, Rus Kilisesi'nin küresel etkisinin azalması anlamına geliyor. Bunun içeride de yansımaları olacaktır. Moskova Kilisesi, Fener Rum Patrikhanesi ile ilişkilerini çoktan koparmış ve diğer kiliselerle gergin ilişkilere girmişken, bu dışlanma yumuşak gücünü azaltıyor. Bu, Kilise'yi Rus devletine daha az faydalı kılar. Ancak aynı zamanda ona daha fazla bağımlı hale getirir.
Moskova’daki gözlemciler, Rus Kilisesi'nin küresel avantajını kaybedip içeriye odaklanacağını ve hatta iktidara daha da yakınlaşacağı için sonuçlarının uzun vadeli olacağını ve bunun din adamlarına karşı şiddetli bir tepkiye yol açabileceğini düşünüyor.

‘Kutsal Rusya’ İdeolojisi
Geçen hafta, Fordham Üniversitesi'ndeki Ortodoks Hıristiyan Araştırmaları Merkezi ve Volos İlahiyat Araştırmaları Akademisi'ndeki akademisyenler ve din adamları, ‘Rus dünyası’ olarak adlandırdıkları mesele hakkında sert bir bildiri yayınladılar. Bu ideolojinin, ‘birçok kişiyi Ortodoks Kilisesi'ne çeken yanlış bir öğreti’ olduğunu, hatta Katolik ve Protestanların aşırı sağcıları ve aşırılık yanlıları tarafından bile benimsendiğini yazdılar.
Hem Putin hem de Patrik Kirill, son 20 yıl içinde birçok kez ‘Rus dünyasından’ söz ettiler. Bu, ‘Kutsal Rusya adı verilen ulusötesi bir Rus bölgesi veya medeniyetinin var olduğu’ gerçeğine dayanan bir ideolojidir. The Moscow Times gazetesine göre bu alan, Rusya, Ukrayna, Belarus (ve bazen Moldova ve Kazakistan), ayrıca dünyadaki etnik Ruslar ve Rusça konuşanları içeriyor.
Muhalif bir gazete olan The Moscow Times’ın haberinde bu ideolojiye göre Moskova siyasi merkez ve ‘tüm Rusların annesi’, Kiev ise manevi tarafı temsil ediyor. Rus dilinin ortak dil olduğu ve Moskova Patrikhanesi altındaki Rus Ortodoks Kilisesi'nin ortak inanç olduğu savunuluyor. Bu ‘dünyada’ Patrik, bu Rus dünyasını yönetmek ve kendine özgü bir ortak maneviyat, ahlak ve kültürü desteklemek için ulusal bir liderle (Putin) uyum içinde çalışır. Bu manevi merkez, aynı zamanda ideolojinin taraftarlarının ‘liberalizme, küreselleşmeye, Hıristiyan düşmanlığına, eşcinsel mitinglerinde desteklenen eşcinsel haklarına ve ultra laikliğe yenik düşen ABD ve Batı Avrupa ülkeleri tarafından yönetilen yozlaşmış Batı’ olarak niteledikleri duruma karşı duruyor.
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia kaynaklı analiz haberine göre ‘Rus dünyası’ ideolojisi, dini ve siyasi olarak ortak tarihi delil gösterir. İki halkın kökeni, Rusya ve Ukrayna'nın bazı kısımlarını içeren ve Orta Çağ'da başkenti Kiev olan ‘Kiev Rus’ Krallığına kadar uzanıyor. Krallığın 10. yüzyılda putperestliği reddeden prensi I. Vladimir, Kırım'da vaftiz edildi ve Ortodoksluğu resmi din olarak kabul etti. Bu nedenle Kiev şehri, Putin ve Kirill için büyük sembolik önem arz ediyor.
2014 yılında Putin, Kırım'ı ele geçirmesini haklı göstermek için bu tarihi delili gösterdi. Bunlar Putin’in, Rusya için ‘kutsal’ olarak nitelendirdiği topraklardır. Putin, ülkesinin Rusya'nın gerçek varisi olduğunu söylerken, Ukraynalılar bunu modern devletleri için öne sürüyor ve Moskova'nın ancak yüzyıllar sonra bir güç olarak ortaya çıktığını söylüyorlar.



Üst üste gelen güven krizleri ve topyekûn savaş arasında Pakistan ve Hindistan

Keşmir'in Pakistan yönetimindeki Kotli bölgesinde Hindistan’ın düzenlediği bombardımanda hasar gören bir bina, 7 Mayıs 2025 (AFP)
Keşmir'in Pakistan yönetimindeki Kotli bölgesinde Hindistan’ın düzenlediği bombardımanda hasar gören bir bina, 7 Mayıs 2025 (AFP)
TT

Üst üste gelen güven krizleri ve topyekûn savaş arasında Pakistan ve Hindistan

Keşmir'in Pakistan yönetimindeki Kotli bölgesinde Hindistan’ın düzenlediği bombardımanda hasar gören bir bina, 7 Mayıs 2025 (AFP)
Keşmir'in Pakistan yönetimindeki Kotli bölgesinde Hindistan’ın düzenlediği bombardımanda hasar gören bir bina, 7 Mayıs 2025 (AFP)

Kaswar Klasra

Güney Asya'da siyasi gerilim tüm zamanların en yüksek seviyesinde seyrederken, ikisi de nükleer güç olan komşu ülkeler Hindistan ile Pakistan, yeni bir feci çatışmanın eşiğindeler. Hindistan'ın Pakistan topraklarında 24 kişinin ölümüne yol açan füze saldırısı ve İslamabad'ın buna karşılık olarak beş Hint savaş uçağını düşürmesiyle tansiyonun yükseldiği son kriz, küresel diplomatik çevrelerde şok etkisi yarattı. Çatışmalar ve hava saldırıları medyada geniş çapta yer alsa da tarihi miras, iç baskılar ve jeopolitik rekabetlerin bir araya gelmesiyle beslenen siyasi hesaplar daha fazla incelemeyi hak ediyor.

Krizin fitilini ateşleyen olay 22 Nisan'da Hindistan yönetimindeki Cemmu ve Keşmir'in Anantnag bölgesindeki Pahalgam yakınlarındaki Baisaran Vadisi'nde gerçekleşen terör saldırısı oldu. Detayları hala net olmayan ve çelişkili ifadelerle dolu bu olay Hindistan ve Pakistan arasında yakın tarihin en ciddi gerginliklerinden birini tetikledi. Gerilimin tırmanmasıyla birlikte İslamabad ve Yeni Delhi'deki siyasi liderlerin tutumları sertleşerek, gözlemcilerin durdurulması zor bir şiddet sarmalına dönüşebileceği ve topyekun bir savaşa yol açabileceği uyarısında bulunduğu tehlikeli bir tırmanışa zemin hazırladı.

Pakistan ABD, Birleşmiş Milletler (BM) ve İngiltere’den terör saldırısıyla ilgili ortak bir soruşturma yürütmeleri için resmi bir talepte bulunarak konuyu uluslararasılaştırmayı ve tek bir tarafı suçlamaktan kaçınmayı istediğini ortaya koydu. Ancak Hindistan hükümeti, istihbarat servislerinin Keşmir saldırısını Pakistan destekli militanlarla ilişkilendiren ‘reddedilemez’ kanıtlara sahip olduğunu ileri sürerek bu çağrılara şimdiye kadar yanıt vermedi. Böylece diplomatik yolun tıkanması iki taraf arasındaki güvensizliği derinleştirdi.

Giderek tırmanan bu çıkmaz karşısında Pakistan sağlam siyasi adımlar atmakta gecikmedi. Başbakan Şahbaz Şerif İslamabad'da yapılan Ulusal Güvenlik Komitesi toplantılarına başkanlık ederek Hindistan'ın füze saldırısının yansımalarını değerlendirmek üzere sivil ve askeri üst düzey yetkilileri bir araya getirdi. Aralarında kadınların ve çocukların da bulunduğu onlarca sivilin ölümüne yol açan saldırının ardından Pakistan Dışişleri Bakanlığı dün, Hindistan maslahatgüzarını çağırarak Yeni Delhi’ye sert protestosunu iletti. İslamabad, sert bir dille kaleme aldığı notada ‘açık bir saldırganlık’ ve ‘Pakistan'ın egemenliğinin alenen ihlali’ olarak nitelendirdiği operasyonu kınadı. Notada bu tür saldırıların sadece uluslararası hukuku ve BM Şartını ihlal etmekle kalmayıp aynı zamanda iki ülke arasındaki ilişkilerin on yıllardır bir şekilde yürümesini sağlayan kırılgan ilkelerinde altını oyduğu vurgulandı. Notada, İslamabad Yeni Delhi'nin eylemlerinin cevapsız kalmasına izin vermeyeceği mesajı da açıkça verildi.

Öte yandan Hindistan'ın siyasi liderliği büyük ölçüde Başbakan Narendra Modi'nin arkasında birleşmiş durumda. Modi hükümeti, Milliyetçilerin baskısı ve medyada gerginliğin hakim olduğu bir ortamda atılganlık ve gerilimi tırmandırma politikasını sürdürmekte kararlı görünüyor. Analistler, Hindistan yönetiminin bu krizi önemli yerel seçimler öncesinde halk desteğini arttırmak için kullanabileceğine inanıyor. Zira bu yaklaşım, alt kıtada alışıldık bir seçim kampanyası taktiği haline geldi.

“Modi hükümeti, atılganlık ve gerilimi tırmandırma politikasını sürdürmekte kararlı görünüyor.

Ancak bu riskli siyasi hamlenin yansımaları başkentlerle sınırlı kalmayıp finans piyasalarını da vurdu. Karaçi, İslamabad ve Mumbai borsaları, yatırımcıların tırmanan krizi anlamlandırmakta zorlanması nedeniyle keskin düşüşler kaydetti. Jeopolitik çalkantılar, enflasyonist baskılar ve yavaşlayan büyüme ile her iki ülkede de zaten artan bir endişe kaynağı olan ekonomik belirsizliği daha da derinleştirdi.

Daha da endişe verici olan ise siyasi ortamın giderek askerileşmesi olarak karşımıza çıkıyor. İslamabad'daki tüm eğitim kurumlarının güvenlik gerekçesiyle kapatılması kararı, sivil hayatın ne ölçüde kesintiye uğradığını yansıtıyor.  Bu bir ihtiyati tedbir olarak görülebilirse de gerçek mühimmat kullanımı ve sınır ötesi saldırılarla tansiyonun yükseldiği mevcut durumun istikrarsızlığını açıkça ortaya koyuyor.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı habere göre Uluslararası aktörler temkinli de olsa gerilimin tırmanmasına tepki göstermeye başladı. ABD Başkanı Donald Trump, Hindistan’ın Paskitan’a yönelik füzeli saldırısı sorulduğunda bunu ‘utanç verici” olarak nitelendirdi, ancak ayrıntılara girmekten kaçındı. Trump, yaptığı kısa açıklamada “Sanırım herkes bir şeyler olmasını bekliyordu... Onlarca yıldır savaşıyorlar. Umarım bu durum hızla sona erer” dedi. Bu sözler bir müdahale ya da çözüm niyetinden ziyade bir teslimiyet duygusunu yansıttı.

ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ise daha ölçülü ve itidalli bir açıklama yaparak şunları söyledi:

“Hindistan ve Pakistan arasındaki durumu yakından takip ediyorum... Barışçıl bir çözüme ulaşmak için Hindistan ve Pakistan liderleriyle iletişim kurmaya devam edeceğim.”

Rubio'nun sözleri Washington'daki ‘krize doğrudan müdahil olmaktan kaçınırken, yüksek derecede teyakkuz ve beklenti içinde olmayı sürdürmek’ şeklindeki hakim tutumun bir göstergesiydi.

dfgthy
Polis ve sivil savunma personelleri, Haydarabad'daki bir tren istasyonunda acil durum tatbikatı yaparken sınırda tansiyon yükseliyor, 7 Mayıs 2025 (AFP)

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres BM Genel Merkezi'nde yaptığı açıklamada her iki tarafı da ‘azami itidal’ göstermeye çağırdı. Guterres, Dünya’nın Hindistan ve Pakistan arasında askeri bir çatışmayı kaldıramayacağı uyarısında bulundu. Güney Asya'da, özellikle de iki nükleer güç arasında çıkacak bir savaş son derece ciddi jeopolitik sonuçlar doğurur, ancak BM, iki taraf arasındaki düşmanlıkların çok taraflı diplomasinin önüne geçtiği bu tür krizlerde çoğu zaman kendisini ötekileştirilmiş olarak bulmuştur.

Bazı başka uluslararası aktörler de gerilimin tırmanmasına ilişkin görüşlerini dile getirdi. Japonya Kabine Baş Sekreteri Yoshimasa Hayashi, 22 Nisan'da Keşmir'deki terör saldırısını kınayan bir açıklama yayınladı.

Hayashi, olası bir askeri gerilimin patlak vermesine karşı derin endişelerini dile getirdiği açıklamasında, Hem Hindistan hem de Pakistan'ı itidalli davranmaya ve durumu diyalog yoluyla istikrara kavuşturmaya çağırıyor ve bu krizle ilgili uluslararası açıklamalarda nadiren rastlanan dengeli bir tutum sergiliyoruz” ifadelerini kullandı.

Önemli bir bölgesel güç ve Pakistan'ın geleneksel müttefiki olan Çin ise Hindistan'ın askeri operasyonundan duyduğu üzüntüyü dile getirdi. İtidal çağrısında bulunan Pekin'in resmi açıklaması, Hindistan'ın tek taraflı olarak güç kullanma eğiliminin artmasından duyulan endişeyi yansıtıyordu. Zira bu eğilim Çin'in sınır dengelerini bozabilir.

Diplomatik iletişim kanallarının tıkanması

İki düşman komşu ülke arasındaki geleneksel diplomasi kanallarındaki belirgin gerileme, bu tırmanışı daha da tehlikeli kılıyor. Perde arkasındaki temaslar ve uluslararası etkinliklerin oturum aralarında yapılan ikili görüşmeler de dahil olmak üzere diyalog yolları geriledi ve yerini sert siyasi söylemle doldurulan bir boşluğa bıraktı. Bu eğilim genel olarak iki ülkenin de iç meselelerinden kaynaklanıyor.

Hindistan’da Modi hükümeti 'ulusal güvenlik' ve 'katı milliyetçiliği' temel politika sütunları olarak dikmeye devam ediyor. Sınır ötesi saldırılar düzenleyebilen ‘güçlü Hindistan’ söylemi seçmenlerin bir kısmına hitap ediyor ve Hindistan Halk Partisi’nin (BJP) terörle mücadelede kararlı bir aktör olduğu imajını güçlendiriyor.

Pakistan'da ise Şahbaz Şerif liderliğindeki hükümet, biri sivil kayıplar için hesap sorulmasını talep eden öfkeli halk, diğeri herhangi bir zayıflık belirtisinden faydalanmak isteyen uyanık muhalefet olmak üzere iki cepheden gelen baskıyla karşı karşıya. Ulusal güvenlik denkleminde önemli bir unsur olan ordunun sivil hükümetle yakın iş birliği içinde çalıştığı ve kriz karşısında bir uyum durumu sergilediği söyleniyor. Ancak kamuoyunun adalet ve caydırıcılık gibi net talepler etrafında birleştiği bir dönemde siyasi alan daralıyor.

“Şimdi ise diplomatik zorluk, gerilimi düşürmek için etkili yollar bulmakta yatıyor ve bunu yapmak her iki ülkedeki iç siyasi hesaplar nedeniyle daha da karmaşık hale geliyor.

Şimdi ise diplomatik zorluk, tansiyonu düşürmenin etkili yollarını bulmakta yatıyor ve bu yapmak her iki ülkedeki iç siyasi hesaplar nedeniyle daha da karmaşık hale geliyor. Ne Hindistan ne de Pakistan zayıflık olarak yorumlanmaması için geri adım attıkları izlenimi vermek istiyor. Ancak devam eden askeri atışmalar, kontrolden çıkabilecek ve bölgeyi bilinmeyen bir kadere doğru sürükleyebilecek kısasa kısas bir karşılık sarmalını ortaya çıkarma riski taşıyor.

Uluslararası bazı gözlemciler göre üçüncü bir tarafın arabuluculuk yapması için çağrıda bulunuluyor, ancak mevcut gerçekler çerçevesinde beklentiler mütevazı kalıyor. ABD, bölgedeki geleneksel nüfuzuna rağmen, son yıllarda her iki ülkeyi de etkileme kabiliyetini bir miktar kaybetti. Bürokratik kısıtlamalarla boğuşan İngiltere ise retorikten öteye gidemiyor. İngiltere ve diğer İngiliz Milletler Topluluğu ülkelerinin bölgeyle tarihsel bağları olsa da bu karmaşıklık ve gerilim düzeyindeki güvenlik çatışmalarını etkileme konusunda fiili kabiliyete sahip değiller.

Şu anda siyasi ortam tehlikeli bir belirsizliğe saplanmış durumda. Pakistan’ın kamuoyu önündeki talebine rağmen, acil bir ateşkes, yakın bir ikili diyalog ve Pahalgam saldırısıyla ilgili ortak bir soruşturma yapılacağına dair hiçbir işaret yok. Hindistan'ın bu talebi reddetmesi, İslamabad'da saldırının daha geniş çaplı bir askeri operasyonu meşrulaştırmak için bahane olarak kullanılmış olabileceğine dair artan şüpheleri güçlendiriyor.

Kritik siyasi soru olarak, her iki hükümetin de bu kısır gerilim döngüsünü kırmak için gerçek bir iradeye sahip olup olmadığı sorusunun sorulması gerekiyor. Tarih, Hindistan ve Pakistan'ın Kargil, Balakot ve Mumbai saldırılarından sonra defalarca kez askeri çatışmanın eşiğine geldiğini ve son anda geri adım attığını gösteriyor. Ancak bu türden her çatışma daha derin bir yara izi bırakmakta, risk kültürünü güçlendiriyor ve gelecekte barışçıl bir çözüm için seçeneklerin sayısını azaltıyor.

rgthy
Pakistan Merkezi Müslüman Birliği (PMML) destekçileri, Hindistan'ın Pakistan'a yönelik askeri saldırılarının ardından Pakistan ordusuna destek amacıyla İslamabad'da düzenlenen bir gösteri sırasında Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin kuklasını yaktılar, 7 Mayıs 2025 (Reuters)

Her iki ülkede de yaklaşık bir milyar insan yaşadığına göre riskler tüm zamanların en yüksek seviyesinde. Yine de savaş tamtamları yüksek sesle çalarken, diplomasinin sesi neredeyse hiç duyulmuyor. Bu tehlikeli anda sadece askeri kabiliyetler sınanmıyor, aynı zamanda her iki ülkenin liderlerinin popülizmin cazibesi yerine akıl ve barışı seçip seçmeyeceklerine yönelik siyasi iradeleri de test ediliyor.

İki ülkenin de liderlerinin ‘popülizmin cazibesi yerine akıl ve barışı seçecekler mi?’ sorusunun cevabı sadece Güney Asya'nın kaderini değil, aynı zamanda tüm kusurlarına rağmen halen nükleer savaş hayaletinden kaçınmaya çalışan tüm uluslararası sistemin geleceğini de belirleyecek.