NATO'yu utandıran, Nazi amblemine sahip Azov Taburu nedir?

Ukrayna'nın doğusunda Rusça konuşan ayrılıkçılara karşı 2014’te başlayan savaş süreç içinde daha fazla gerilime sahne oldu.

Batı medyası 2014’te Azov Taburu’nın yurt dışından radikal sağ gönüllüleri topladığını aktarmıştı. (AFP)
Batı medyası 2014’te Azov Taburu’nın yurt dışından radikal sağ gönüllüleri topladığını aktarmıştı. (AFP)
TT

NATO'yu utandıran, Nazi amblemine sahip Azov Taburu nedir?

Batı medyası 2014’te Azov Taburu’nın yurt dışından radikal sağ gönüllüleri topladığını aktarmıştı. (AFP)
Batı medyası 2014’te Azov Taburu’nın yurt dışından radikal sağ gönüllüleri topladığını aktarmıştı. (AFP)

İnci Mecdi
NATO geçtiğimiz 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde resmi Twitter hesabından servis ettiği görüntüde Ukraynalı bir kadın askerin fotoğrafını şu ifadelerle paylaştı:
“Tüm kadınlar ve kız çocukları özgür ve eşit yaşamalı. Ukrayna'nın olağanüstü kadınlarını düşünüyoruz. Güç, cesaret ve dayanıklılıkları, milletlerinin ruhunun bir simgesi.”
Ancak söz konusu tweet, kadın askerin üniformasında görülen ve Nazizm ile ilişkilendirilen Kara Güneş simgesi dolayısıyla hızla silindi.
Söz konusu tweet sert tepkilere yol açtı. Zira sembolün Ukrayna’daki neo-Naziler arasında popüler olduğu biliniyor.
Rusya’nın Ukrayna'yı işgal girişimine destek verenler, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Ukrayna'nın Rusça konuşan nüfusunu neo-Nazilerin soykırım tehdidinden korumak için ‘özel bir görev’ doğrultusunda hareket ettiğini savundular.

Ulusal Kolordu ve Azov Taburu
Neo-Nazi unsurlarının oluşturduğu radikal sağcı Azov Taburu’nun yaklaşık 10 yıldır Ukrayna askeri ve siyasi sahnesindeki varlığı, Ukraynalılar ve Batılı müttefikleri için ciddi bir zayıflık ve tehdit sayılıyor.
2014’te doğu Ukrayna'da Moskova’nın desteklediği Rusça konuşan ayrılıkçılara karşı mücadelede öne çıkan Azov Taburu, Ukrayna ordusu saflarında gönüllü savaştı. Bu dönem böyle bir bu taburun ortaya çıkması, Batılı ülkeleri endişelendirmişti. İngiltere merkezli The Guardian gazetesinin 10 Eylül 2014’te tabur üyeleriyle gerçekleştirdiği röportajlar, bazıları Neo-Nazi olan Azov üyelerinin radikal eğilimlerine dair endişe uyandırdı. Gazete, savaş alanında ayrılıkçılara karşı belki de en güçlü ve en güvenilir Ukrayna taburu sayılan Azov Taburu’nu Kiev için en büyük tehdit olarak değerlendirdi.
Taburun sembolünün Nazilerin kullandığı Wolfsangel'i andırdığı belirtilirken taburdan yapılan açıklamada bunun aslında ‘ulusal fikir’ (national idea) anlamına gelen ‘n’ ve ‘t’ harflerinden oluştuğu öne sürüldü.  
2016’da Ulusal Kolordu Partisi radikal sağdan siyasi bir kanat olarak kurulduğunda Azov’un siyasi ve askeri kanatları birbirinden ayrılmış oldu. Azov Taburu o zamandan bu yana Ukrayna Ulusal Muhafızları’na dahil durumda.
Ukrayna ordusuna dahil edilen taburun neo-Nazi eğilimi geçmişine sahip olduğunu belirten CNN, Azov Taburu'nun beyaz ırkın üstünlüğünü savunanlar ve neo-Nazi ideolojisi ile ilişkilendirildiğini vurguladı. CNN muhabirleri, 2014 ve 2015 yıllarında özellikle Mariupol ve çevresinde faaliyet gösteren taburun üyelerinin söz konusu dönemde neo-Nazi sloganları ve araç gereçlerine başvurduğunu kaydetmişti.

Radikal sağ örgüt
ABD Dışişleri Bakanlığı 2018'de milliyetçi lider Andriy Biletsky tarafından kurulan Ulusal Kolordu Partisi’ni ‘ulusal nefret grubu’ olarak nitelendirmişti. ABD Kongresi de taburun Ukrayna Ulusal Muhafızları’na entegre edilmesi sonrasında yabancı bir terör örgütü olarak tanımlanmasına dair tartışmalara sahne oldu. Ancak söz konusu dönemde taburu savunan Ukrayna İçişleri Bakanı Arsen Avakov, 2019 yılında Ukrayinska Pravda internet sitesinde yayınlanan açıklamasında şu değerlendirmede bulunmuştu:
“Nazi ideolojisinin Azov üyeleri arasında yayıldığı iddiası güden utanç verici medya kampanyası, Azov Taburu ile Ukrayna Ulusal Muhafızları’nı itibarsızlaştırmaya yönelik kasıtlı bir girişimdir.”
Berlin merkezli düşünce kuruluşu Counter Extremism Project'in (CEP) kıdemli danışmanı Alexander Ritzmann, konuya dair şunları söyledi:
“Ulus ötesi radikal sağın önemli ve tehlikeli bir oyuncusu olan Azov hareketi, bazı AB ülkeleri ve ABD'deki radikal sağ kesimlerle olan güçlü bağlantıları ile birkaç yıldır bir merkez görevi görüyor.” 
Batılı ajanslarının 2014'te yayınladığı haberlerde Azov Taburu’nun yurtdışından radikal sağ gönüllüleri kendisine çektiğine dikkat çekilmişti. Bu, taburda şu an Avrupa ülkelerinden ve ABD'den Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’nin çağrısına yanıt vermiş olabilecek birçok Nazi destekçisi  bulunduğu anlamına geliyor. Zira Zelenskiy yabancıları ‘Rus işgalcilere’ karşı mücadelede Ukrayna ordusunu desteklemek için ‘bölgesel savunma’ adına gönüllülerden oluşan uluslararası bir tugaya katılmaya çağırmıştı.
Batı medyası söz konusu çağrının ardından, geçtiğimiz haftalarda hem Batılı vatandaşlar hem de eski ordu mensubu birçok savaşçının Ukrayna'daki savaşa katıldığını aktardı. Alman kanalı DW, geçtiğimiz ayın ortalarında Ukrayna hükümet dairelerinin bildirdiğine göre Almanların Ukrayna ordusuna katılmak için gönüllü olduklarını, yüzlerce Alman vatandaşın Rus ordusuna karşı savaşmak için Ukrayna'ya gittiğini aktarmıştı.
New York Times, giderek artan sayıda Amerikan gazisinin Kiev'e gitmek istediğini bildirirken Ukrayna basını ise 52 ülkeden en az 20 bin gönüllünün gönüllü taburlarına katıldığını aktardı.

Moskova ve Bandera’nın mirası
Azov; Ukrayna hükümetinin ‘uyuşturucu bağımlıları ve neo-Naziler’ tarafından yönetildiğini iddia eden Putin için açık bir hedef sayılıyor. Moskova uzun süredir çatışmada büyük bir rolü olduğunu savunduğu  taburu insan hakları ihlalleriyle suçluyor.
Rusya'nın Birleşmiş Milletler (BM) Daimi Temsilcisi 7 Mart'ta , Azov’u kuşatma altındaki liman kenti Mariupol'da sivillerin tahliye edileceği insani koridoru kapatmakla suçlamış, ‘vatandaşların canlı kalkan olarak kullanıldığını’ iddia etmişti. Azov Taburu'nun komutanı Denis Prokopenko ise aynı gün taburun Twitter hesabından paylaştığı görüntülerinde “Sivillerin nakli için güvenli bir koridor sağlama girişimleri, düşman Rus kuvvetlerinin insanların toplandıkları alandaki çeşitli davranışları nedeniyle başarısız oldu” açıklamalarında bulunmuştu.

Rusya Savunma Bakanlığı, Azov Taburu üyelerini Mariupol'da sivillerin ve çocukların bulunduğu, bina çevresinde bu yönde kuşbakışı görülebilen uyarıların bulunduğu bir tiyatroyu bombalamakla suçlamıştı.
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığına göre Ukrayna’nın Nazizm ile deneyimi, hem ülke içi hem de ülke haricinde tartışma konusu. Nazi Almanyası, 1941 ila 1944 yıllarında Ukrayna'yı işgal etmiş, Ukraynalılar Nazilere karşı savaşmıştı. Sovyetler Birliği'nden bağımsızlık talep eden Stepan Bandera gibi bazı milliyetçiler, Moskova'ya karşı Berlin ile iş birliği yapmayı tercih etmişti. Ancak şu anki Ukrayna, Nazi Almanyası tarafından gerçekleştirilen Holokost'u ve yaklaşık 10 yıl önce Sovyet yönetimi altında kaydedilen Holomodor kıtlığını soykırım olarak görüyor.
ABD merkezli Newsweek dergisi, eski Cumhurbaşkanı Viktor Yuşçenko da dahil olmak üzere bazı Ukraynalı liderlerin, özellikle 1991'de bağımsızlığın kazanılması ardından Bandera'nın mirasını kutladığını belirtiyor. Bu eğilim, Moskova ile ilişkileri ise ciddi biçimde geriyor. Zira Moskova, Kiev'in Batı yanlısı bir hükümeti iktidara getiren 2014 ayaklanmasından bu yana radikal sağ unsurlar tarafından yönetildiğini öne sürüyor. Bu, Rusya'nın güneyde, Kırım Yarımadası’nı ilhakı ile Ukrayna'nın doğusunda Rus yanlısı bir isyana yol açmışttı.

Batı’yı rahatsız eden sorular
Azov unsurlarının Ukrayna silahlı kuvvetleri içerisinde böylesine etkili varlığı olmasının ortaya Ukrayna hükümeti ve Ukrayna'ya yardım göndermeye devam eden Batılı müttefiklerini rahatsız edici sorular çıkardığına dikkat çeken CNN, Azov liderliğinin yakın geçmişte açıkça beyaz üstünlükçü görüşleri benimsediğini, Batı ülkelerinden benzer düşünen gruplar ve bireylerle bağlar kurduğunu hatırlattı.
Ancak Nazizm veya faşizm ile bağlantısını kabul etmeyen Azov Taburu ise CNN'e verdiği demeçlerde, “Beyaz ırkçılığı veya Nazizm fikri ile uyumlu olduğumuzu düşünmek saçma olur” açıklamalarında bulundu. Aynı zamanda saflarında gerek Ukraynalıların gerekse Yunan, Kırım Tatarları ve çoğu Ortodoks Rusların bulunduğunu, aynı zamanda Yahudiler, Katolikler, Protestanlar ve Müslümanların de yer aldığını vurguladı.
Azov’un uluslararası düzeydeki ününe rağmen Ukrayna'nın ‘Nazi sempatizanları için bir mıknatıs kuyusu olmadığının’ altını çizen Ritzmann ise 2019'daki son seçimlerde Azov’un siyasi kanadının oyların yalnızca yüzde 2,15'ini kazandığını, Biletsky’nin parlamentodaki sandalyesini kaybettiğini hatırlattığı açıklamasında şunları söyledi:
“Rusya'da da önde gelen radikal sağ temsilcileri mevcut. Çatışmanın her iki tarafında da radikal sağ sorunu olmasına rağmen sadece Ukrayna'daki radikal sağ sorunundan bahsetmek önyargı gibi görünüyor.”



Husiler İsrail ile İran arasındaki doğrudan çatışmadaki yeri

Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki Nuseyrat Mülteci Kampı’ndan çekilen fotoğrafta, İsrail'e doğru giden İran füzelerinin gökyüzündeki izleri görülüyor 13 Haziran 2025 (AFP)
Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki Nuseyrat Mülteci Kampı’ndan çekilen fotoğrafta, İsrail'e doğru giden İran füzelerinin gökyüzündeki izleri görülüyor 13 Haziran 2025 (AFP)
TT

Husiler İsrail ile İran arasındaki doğrudan çatışmadaki yeri

Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki Nuseyrat Mülteci Kampı’ndan çekilen fotoğrafta, İsrail'e doğru giden İran füzelerinin gökyüzündeki izleri görülüyor 13 Haziran 2025 (AFP)
Gazze Şeridi'nin orta kesimlerindeki Nuseyrat Mülteci Kampı’ndan çekilen fotoğrafta, İsrail'e doğru giden İran füzelerinin gökyüzündeki izleri görülüyor 13 Haziran 2025 (AFP)

Enver el-Ansi

İsrail'in İran'a yönelik yıkıcı saldırısının ve İran'ın buna verdiği yanıtın ardından, gözler Yemen'e çevrilerek Tahran yanlısı Husilerin tepkisi ve İran'ın askeri yanıtına katılmaya hazır olup olmadıklarına dair değerlendirmeler yapıldı. Ancak İran’a ve onun karşılık verme hakkına yönelik pasif dayanışma ifadelerinin dışında, Husiler bu tür bir karşılıkta yer almaktan uzak durdular.

İsrail’in İran’a yönelik saldırılarına Yemenli tarafların çoğu ya sessiz kalarak ya da coşku ve intikam duygusuyla tepki verdi. Çünkü onlardan bazıları İran'ın Yemen’e ve bazı Arap ülkelerinin iç işlerine ‘açıkça’ müdahale ederek 30 yıldır ‘savaş suçu’ işlediğini düşünüyordu. Bazıları ise olanları ‘yenilgiden daha büyük, aşağılanmadan daha korkunç’ olarak nitelendirerek İran’ın komutanların ve bilim adamlarının öldürülmesine ve altyapısının tahrip edilmesine nasıl tepki verebileceği sorusunun yanıtını aradı. ‘Yenilgi’ olarak gördükleri bu gelişmenin ‘İran halkının eliyle de olsa, rejimin ve devletin sonu olacağını’ düşünüyorlar.

Bunun ötesinde, bazıları İran'ın yaptıklarının en kötüsünün Müslümanları ve Arapları bu çatışmada tarafsız bırakmak olduğuna inanıyor. Çünkü onlar İran'ın İslam'a bir güç kattığını hiç hissetmediler, aksine İsrail'in Arapları uğrattığı yıkımla İran'ın yaptıkları arasında hiçbir fark olmadığına emin oldular. Bunun özellikle Yemenliler için çok geçerli nedenleri olabilir. Birincisi, İran'ın Husileri benimsemesi ve desteklemesiydi. Bu destek onların silah zoruyla Yemen devletine darbe yapmasını sağladı. Devletin silahlarını, küçük bir mezhep grubunun çıkarları için tüm halkın iradesini bastırmak ve zulmetmek için kullanmasına yardımcı oldu. İkinci neden, Husilerin İran'ın desteğiyle, bazı komşu ülkeleri hedef aldıktan sonra tüm bölgenin istikrarını bozan bir faktör haline gelmesiydi. Suudi Arabistan, Yemen'de meşru devletin yeniden kurulmasını desteklemek için bir askeri ittifak kurmak ve liderlik etmek zorunda kaldı. Üçüncü neden ise, Husiler ve onun arkasında duran Tahran'ın, Yemen'i çevreleyen denizlerdeki seyrüsefer hatlarına yönelik saldırılarının ardından daha geniş çaplı savaşlar başlatması ve ardından İsrail'in Yemen’deki şehirleri ve hayati bölgeleri hedef almasıydı. Tüm bunlar Gazze'deki Filistinlilere destek olmak adına yapıldı, ancak hiçbir etkisi olmadı. Tek bir İsrailli dahi zarar görmedi. Buna karşın ABD, İsrail ve İngiltere'nin sadece Husilerin çıkarlarına yönelik değil, ülkenin kazanımlarının ve altyapısının büyük bir kısmını kaybetmesine ve on yıllar geriye gitmesine neden olacak saldırılar düzenlemesinin önünü açtı.

Yemen’de İran devrimine iyimser ve umutlu bakanlar, bu devrimin Husiler dışında birçoklarının umutlarını boşa çıkardığını açıkça gördüler. Bu konunun yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Duygusal öncüller değil, devrimden yaklaşık elli yıl sonra İran deneyiminin ulaştığı pratik sonuçlar esas alınmalı.

Tarihsel bakış

İran’ın Yemen ile ilişkisi, Farsların İslam dinini benimsemesinden önce, onunla birlikte çağlar boyunca ve İslam İnkılabı Rehberi Ruhullah Humeyni'nin ve ardından İslam İnkılabı Rehberi Ali Hamaney'in gelişine kadar, tarihin hiçbir döneminde, eski, orta ve modern dönemlerde normal olmamıştır. Bunu anlamak çok fazla çaba sarf etmeye ve çok zeki olmaya gerek yok. Ancak araştırma, inceleme ve derinlemesine düşünme, mantık, sabır ve tarafsız olarak bakıldığında İran'ın İslam'ı anlaması ile Yemenlilerin ve birçok Arap halkının İslam'ı anlaması arasında teoride ve uygulamada farklılıklar olduğu görülüyor. İran, İslam öncesi tarihine dayanan kendine özgü bir felsefeye sahip ve bu felsefe, özellikle düşünce ve çalışma tarzı açısından, Arap ve İslam dünyasının felsefesinden büyük ölçüde farklılık gösteriyor.

İran, Arap ülkelerine yönelik politikalarında çok fazla karışıklık ve ortak ya da karşılıklı yanlış anlaşılmalar olduğunu ya bilmiyor ya da bilmezlikten geliyor.

Öncelikle İran, yüzlerce yıldır İslam dünyasına kendi İslam anlayışını dayatamamaktan hoşnutsuz. İran, Osmanlı İmparatorluğu'nun yaptığı gibi, çevresindeki geniş Sünni İslam dünyasına, özellikle de Arap dünyasına hakimiyet kurarak kendi İslam anlayışını dayatamamıştır.

İran'ın İslam dünyasına karşı bu zihniyeti bugün de devam ediyor. Bu zihniyeti anlamak veya inkar etmek zor, çünkü Tahran'ın Humeyni'den bu yana izlediği politikalar, iki tarafın da üzerinde hemfikir olduğu bir şekilde, bazı aktörlerin görüşüne göre ‘adaleti’ sağlamaya yönelik başarısız uygulamalar veya çaresiz girişimlerden ibaret. Ancak birçok kişi, bu durumda tarihten ‘intikam’ alınmasının ve Tahran'ın izlediği yolun, tarihin ve coğrafyanın gerçeklerine uygun bir şekilde Arap dünyasıyla olan ilişkilerin ‘düzeltilmesi’ için değil, ‘barbarlığa varan intikamcı bir adalet duygusu’ olduğunu düşünüyor!

dfgth
İsrail saldırısı sonrası İran'ın Tebriz Havaalanı’ndan yükselen dumanlar, 13 Haziran 2025 (Reuters)

Bu iki sorundan ikincisi, Saddam Hüseyin'in Irak'ıyla savaşın sonunda bıraktığı miras. Humeyni, 20 Temmuz 1987 tarihinde oybirliğiyle kabul edilen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) 598 sayılı kararının ardından, “Kararı kabul ederek zehirli kadehi içmek zorunda kaldım ve utanç duyuyorum” demişti. Bu askeri ve hukuki yenilgiye rağmen, bu durum Tahran'da, bu yenilginin utancını silip İran'ı bir ulus olarak yeniden haritaya koyacak ‘topyekun yıkım’ gücüne sahip stratejik bir silaha sahip olma konusunda ölümcül bir hırsa yol açtı.

Bir araştırmacı olarak İran deneyiminde karşılaştığım tüm zorlukların ardından bu ‘ulusun’ karmaşık ve iç içe geçmiş bir coğrafi ve tarihsel bağlamda yer aldığını gördüm. Bu makale sadece sabit bir metin değil, çelişkili, ani ve tekrarlanan etkileşimleriyle içinden şiddetle hareket eden bir metin oldu. İran dış dünyaya o kadar sıkı bir şekilde kapalı ki, öngörülebilir gelecekte veya orta vadede bile olası sonuçlarının doğasını tahmin etmek imkansız.

Bölgesel rekabet

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Suudi Arabistan ve İran, yüzölçümü ve zenginlikleri açısından birbirine yakın olsa da bugün Suudi Arabistan jeopolitik açıdan sınırlarının ötesinde daha etkili ve dünya ekonomisinde daha büyük bir etkiye sahip görünüyor. İran ise giderek daha fazla kendi içine kapanıyor ve köklerine dönüyor. Günümüz dünyasında, piyasada talep olmayan halıları dokumaya daha fazla zaman harcamanın bir anlamı yok.

İran devrimi, başlangıçta bazı Arapların büyük ve yeni bir İslam dünyası hayali kurmasını sağladı. Ancak gerçekte, iç tarafları ile dış kolları arasında performansın ritmini ayarlayan bir denge kurmada başarısız oldu.

İran devrimi, başlangıçta bazı Arapların büyük ve yeni bir İslam dünyası hayali kurmalarını sağladı. Ancak gerçekte, İranlıların diğerlerinden daha iyi bildiği nedenlerden dolayı, iç tarafları ile dış kolları arasında performansın ritmini ayarlayan bir denge bulmakta başarısız oldu. İran deneyimini inceleyen bazı araştırmacılara göre bunun ilk nedeni, tarihsel ‘sentimentalizm’ veya kronik bir romantizm içinde kalma ısrarıydı. İran’ın çevresindeki birçok ülke, en yakın komşusu Türkiye, Almanya, İtalya ve Japonya gibi İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra savaşlarda yenilgiye uğramış olsa da İran bu ülkelerin çoğunun gösterdiği esnekliği gösteremedi.

juı
İran'ın İsrail'e füze saldırısı sonrası İsrail'in Rişon LeTsiyon şehrindeki hasar, 14 Haziran 2025 (Reuters)

Irak ile sekiz yıl süren trajik savaş boyunca, birçok Arap aydın ve politikacı, İran'daki ‘devrim’ ile ilişkilerde stratejik bir hata olduğunu ve bunun düzeltilmesi gerektiğini savundu. Cezayir'in merhum Cumhurbaşkanı Huari Bumedyen, bu ilişkinin düzeltilmemesi halinde ‘İslam Devleti’ İran'ın ‘alternatif bir sömürgeci’ olacağı konusunda uyarmıştı. Hatta Arap siyasi entelektüeller, gelecekteki olası bölgesel savaşların Arap-İsrail değil, Arap-Fars savaşları olacağını öngörmüştü. Ancak Irak'ın merhum lideri Saddam Hüseyin, başta‘devrim düşünürü’ Humeyni'yi Neauphle-le-Château’da ağırlayan Fransa olmak üzere Batılı ülkelerin açık teşvikiyle İran'daki ‘devrim’ sloganlarının Arap sokaklarında yarattığı etkiye karşı koymakta kararlı ve hevesliydi. Bu durum, İran'daki ‘devrimden’ yıllar sonra Cezayir'deki İslami Kurtuluş Cephesi lideri Abbasi Medeni'nin Cezayirlilere İslam hukukunun uygulanması için kademeli bir geçişe hazır olmaları çağrısında bulunmasıyla daha da belirgin hale geldi. Medeni bir Sünni lider olmasına rağmen, bu çağrısı İran'daki İslam devriminin zaferinden esinlenerek yapılmıştı. İran devrimi, o dönemde çoğu Arap liderin düşüncelerini domine eden tehlikeli bir faktöre dönüştü.

İran'ın niyetleri, bölgedeki sahnenin başlıklarında yeniden atılım yapmaya başladığı yıllar sonra ortaya çıktı. Suudi Arabistan’ın merhum Kralı Abdullah bin Abdulaziz'in hükümdarlığı döneminde Suudi Arabistan'a karşı en açık tavır sergileyen İran’ın eski cumhurbaşkanlarından Mahmud Ahmedinejad’dı. Ancak bu tavır, İran'daki seçim hedefleriyle daha çok ilgili olan saf popülist bir dilde ifade edildi. Ortak çıkarları ve komşuluk ilişkileri olan ülkeler arasındaki geleneksel ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair farkındalıkla ilgisi olduğu pek söylenemez.

Tahran'daki politika yapıcıların kararları, ister reformist ister muhafazakar kanattan olsun cumhurbaşkanlarının değil, Hamaney ve DMO’nun elindeydi.

Onlarca yıldır İran ve Arap ülkeleri arasındaki ilişkileri inceleyen biri olarak, Tahran'daki politika yapıcıların kararlarını Hamaney ve Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) verdiğini ister reformist ister muhafazakar kanattan olsun cumhurbaşkanlarının ise sadece ‘sivil cephe’ rolünü oynadıklarını, oynamaya devam ettiklerini ve İran'ın içinde olan biteni örtbas etmek için önce Humeyni ardından Hamaney ve iki döneminin DMO tarafından kullanıldıklarını kesin olarak söyleyebilirim.

rgbbhyuj
Tahran'daki bir köprüde, 13 Haziran sabahı İsrail’in düzenlediği saldırıda öldürülen İranlı komutanlar ve nükleer bilim adamlarının fotoğraflarının yer aldığı bir afiş, 14 Haziran 2025 (AFP)

Burada sıradan İranlılardan bahsetmiyorum, hayatı boyunca yıllarını kütüphanelerde geçirip, hayatının sonunda İslam'ın özünü düzelttiğini düşündüğü şeylerle ortaya çıkan ‘fıkıhçılardan’ ve ‘müfekkirlerden’ bahsediyorum. Ali Şeriati ve onun gibi birçok etkili isim de bunu yaptı, ancak sonunda onların İranlı insan modelinden bahsettikleri, Humeyni'nin İslam devriminin kendi İslam anlayışına göre kalıplaştırmaya çalıştığı karakterden bahsetmedikleri ortaya çıktı.