ABD istihbaratındaki ‘İşkence Kraliçesi’nin hikayesi

Alfreda Scheuer, El-Kaide üyesi olduğundan şüphelenilen kişilerin soruşturmalarında yer aldı.

Eski ABD istihbarat analisti Alfreda Scheuer. (YBeU Beauty Personal Coaching’in Facebook sayfası)
Eski ABD istihbarat analisti Alfreda Scheuer. (YBeU Beauty Personal Coaching’in Facebook sayfası)
TT

ABD istihbaratındaki ‘İşkence Kraliçesi’nin hikayesi

Eski ABD istihbarat analisti Alfreda Scheuer. (YBeU Beauty Personal Coaching’in Facebook sayfası)
Eski ABD istihbarat analisti Alfreda Scheuer. (YBeU Beauty Personal Coaching’in Facebook sayfası)

Ünlü  Hollywood filmi Zero Dark Thirty’de (2002) Jessica Chastain tarafından canlandırılan kızıl saçlı bir CIA analisti, meslektaşının bir El-Kaide şüphelisine su banyosu işkencesi (waterboarding) uygulamasını seyretmek için CIA’e ait gizli bir hapishaneye gidiyordu. Şüpheli daha sonra küçük bir dondurucudan biraz daha büyük bir kutuya kilitlenirken bu yöntemle konuşması sağlanıyordu.
Söz konusu dönemde, 2002 yılında kızlık soyadı ‘Bikowsky’ ile tanınan kızıl saçlı ABD istihbarat analisti Alfreda Scheuer, El-Kaide üyesi olduğundan şüphelenilen Ebu Zübeyde’nin işkencesini seyretmek için gizli bir ABD istihbarat hapishanesine gitti. Senato müfettişlerine göre şüpheli, işkence sırasında su işkencesine maruz bırakılarak, ‘köpek kutusuna’ kilitlendi.
ABD istihbaratı, film yapımcılarına CIA yetkilileriyle iletişim kurmaları için daha önce bir benzeri görülmemiş şekilde izin verdi. NBC News çalışanları, New Yorker gazetesine Chastain’in karakterinin kısmen Scheuer’u taklit etiğini ve Scheuer’un pozisyonunu canlandırdığını belirtirken CIA’in ‘dosyanın gizli olduğunu’ söylemesi dolayısıyla isminin gizli tutulduğunu kaydetti.  
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan akrtardığı habere göre Scheuer 20 yıl boyunca ABD’nin radikalizm yanlısı gruplara karşı savaşında, gizli gözaltı merkezleri ve acımasız sorgulama teknikleri de dahil olmak üzere bazı tartışmalı noktalarda merkezi bir figürdü. ABD istihbarat ajanları, genellikle karanlık bir dünyada çalışırken Scheuer’un tecrübeleri ise bunlara ışık tuttu.
Scheuer, 2021 sonlarında son görevi olan ABD Anavatan ve Stratejik Tehditler Dairesi başkan yardımcılığından emekli oldu ve bu yıl da Reuters’a konuşmayı kabul etti.
Bunun ilk röportajı olduğunu belirten Scheuer, kurumdan ayrılmaya zorlanmadığını, kendi özel koşulları uyarınca ayrıldığını belirtmek için konuşmaya karar verdi. Politikasına göre ABD istihbaratı, çalışanlarının meselelerini gündeme getirmez ve istihbarat için çalışıp çalışmadıklarını doğrulayamaz.

‘Kanlı ve gururlu’
Scheuer, toplam iki buçuk saat süren telefon görüşmeleri sırasında ‘devlet sırrı’ kapsamında olduğu için bireysel vakaları tartışamayacağını dile getirdi. Ancak genel olarak hükümet raporlarında bahsedilen ‘waterboarding (su banyosu ile işkence)’ uygulamasının işkence olmadığını belirten Scheuer, bu tür tekniklerin işe yarayabileceği konusunda ısrar etti. Alfreda Scheuer, kendisine yönelik eleştirilerin büyük ölçüde terörle mücadele için risk almasından kaynaklandığını savundu.
Scheuer, çalıştığı kuruma yönelik hükümet ve basında çıkan eleştirilere atıfla “Kana bulandım. Köşeye atılmadığım için kendimle gurur duyuyorum. Kafamı kuma gömmedim” dedi.
New Yorker bir haberinde ismini belirtmeksizin Scheuer’dan alıntı yaparak onu ‘İşkence Kraliçesi’ olarak tanımlamış ve Scheuer’un işkence seanslarına mutlu bir şekilde katıldığını belirtmişti.
Scheuer, çok sayıda haberde yer alan lakabını ‘yanlış ve saçma’ olarak nitelendirirken hiçbir erkek çalışanın aynı şekilde tanımlanmayacağını vurguladı. “Bu lakabı ringde olduğum için aldım. Aslında yüksek sesle ve gururla elimi kaldırdım ve bundan da hiç pişman değilim” dedi.
Senato soruşturması, Scheuer’un herhangi bir şüpheliye kişisel olarak işkence yaptığı iddiasını içermiyor. Bu çerçevede analist, rolünün bir soruşturmacıdan ziyade ‘uzman’ olduğunu belirtti. Aynı şekilde “Bir soruşturmacı ve bir raporcu arasında çok net bir çizgi var. Bir raporcu, hakkında soru sorulan bir konunun uzmanıdır” ifadesini kullandı.
ABD istihbaratının sözcüsü olan Susan Miller, Scheuer’un ifadeleri hakkında yorum yapmayı kabul etmedi. “CIA’nın gelişmiş sorgulama tekniklerini kullanması 2007’de sona erdi” demekle yetindi.
Scheuer’un kariyeri CIA’den ayrıldıktan sonra başka bir yola girdi. Kensdisi ‘yaşam koçu’ oldu ve kadınların ‘iyi görünmelerine ve  kendilerini iyi hissetmelerine’yardımcı olacağı bir iş sahasına yöneldi.
Alfreda Scheuer eski hayatından bu dünyaya geçiş yaparak, işini ve güven verici fotoğraflarını bir internet sitesinde sergiliyor.

İnternet sitesinde şu ifadelere yer veriliyor:
“Yeni bir şey denemek için konfor alanınızdan ayrılmanın nasıl bir his olduğunu biliyorum. Üst düzey bir hükümet yetkilisi olarak otuz yılı aşkın kariyerimi risk ve hayati kararlar alarak başarısız olamayacak görevlerle görevlendirilmiş, çoğu kadın olan ekiplere liderlik ederek sonlandırdım. İşimin her anını sevdim.”

‘Gecenin Hayaletleri’
Scheuer, 1988 yılında Tuft Üniversitesi Fletcher Koleji’nde henüz yüksek lisans öğrencisiyken ABD istihbaratındaki işini, teşkilatın Terörle Mücadele Merkezi'ni kuran ve şu an hayatta olmayan istihbarat görevlisi Duane ‘Dewey’ Clarridge tarafından aldığını söylüyor. Clarridge, İran-Kontra Davası’nda verdiği ifadede yalan yere yemin etmekle suçlanmıştı. Duruşma öncesinde ise Başkan George H.W. Bush tarafından affedilmişti.
Scheuer, telefon aracılığıyla gerçekleştirdiği iş görüşmesine dair “Bana ne düşündüğümü ve neden merkezde çalışmak istediğimi sordu” dedi.
“Gece hayaletlerinin varlığına inandım. Bu konuda bir şeyler yapmak istedim’ dedim. Biraz güldü. Bundan memnun görünüyordu” diyen Scheuer, gece hayaletleri derken kötüyü kastettiğini ve ‘iyilerin bir şey yapmazsa da galip gelebileceğini’ dile getirdi.
ABD istihbaratında yaz dönemi stajyeri olarak işe başladı ve ardından 1990’da çalışan olarak işe alındı. Scheuer, kariyerinin başlarında İran destekli Lübnan Hizbullah’ı milisleri gibi devlet destekli gruplara odaklandığını söyledi.
Ancak odağı başka noktalara kaydı. 1996’da ABD istihbaratı, yeni bir radikalizm olgusu olarak ortaya çıkan Usame bin Ladin’i özel olarak hedef alan bir birim kurdu. Zero Dark Thirty’deki ana karakterin, Bin Ladin’in izini sürmede çok önemli bir rol oynamamasına rağmen Scheuer da dahil olmak üzere ABD istihbarat ajanlarının bir karışımına dayandığına inanılıyor.
Yeni birimin adı, Michael Scheuer adlı bir ABD istihbarat analisti başkanlığındaki ‘Alec İstasyonu’ idi. Alfreda Scheuer’un Reuters’a yaptığı açıklamaya göre Michael Scheuer başkanlıktan ayrıldıktan sonra 1999’da istasyona dahil oldu. Daha sonra 2014 yılında evlendiler.
Michael Scheuer son yıllarda komplo teorileri benimsedi ve dönemin ABD Başkanı Donald Trump’a seçimi kaybetmesinin ardından sıkıyönetim çağrısında bulundu. Trump’ın Demokratlar, Hollywood ve ‘derin devlet’ arasındaki pedofililerle savaştığı komplo teorisinin genel olarak doğru olduğunu söyledi. Michael Scheuer, Reuters’a “Bu onun (Alfreda Scheuer) şovu. Ben katılmayacağım” diyerek röportaj talebini geri çevirdi.
Scheuer, kocasının fikirlerine katılıp katılmadığını açıklamadı. Ancak onunla bazı konuları tartıştığını söyledi.

Güvenlik birimleri arasında eleştiriler
Scheuer, yirmi yılı aşkın bir süredir ‘artan El-Kaide tehdidi, üyelerinin ABD uçaklarını kaçırma ve Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırma planları’ ile bir istihbarat savaşının ortasında bulunuyor.
CIA ve FBI’ın El-Kaide ile savaşmak için birlikte çalışması gerekiyordu. Ancak hükümet raporlarına göre iş birliği, yanlış iletişim ve hatalarla dolu. Federal soruşturmalar, daha iyi bir koordinasyonun ABD’nin 11 Eylül’den önce potansiyel teröristleri belirlemesine veya sorgulamasına yardımcı olabileceğini belirtiyor.
Scheuer, Alec İstasyonu’na katılması sonrasında başkan yardımcılığına, ardından da birim başkanlığına terfi etti.
2005 ABD istihbarat müfettişi genel raporu, CIA’in 11 Eylül’den önce El-Kaide saldırganlarının ‘seyahat bilgilerini’ FBI’a aktaramadığını ortaya koydu. Dönemin FBI direktörü Robert Mueller yaptığı açıklamada “Gerçek ve tasavvur edilen kültürel duvarlar, FBI ve CIA arasındaki koordinasyonu engellemeye devam etti” dedi.
Bu çerçevede Scheuer, ABD istihbaratının yanıldığını ama FBI’ın önceliklerini sorguladığını söyledi. Alfreda Scheuer, “FBI, bir saldırıyı önlemeye çalışmak yerine büyük ölçüde yasal bir dava oluşturmaya odaklanmıştı” ifadesini kullandı.
Söz konusu dönemde ABD istihbaratıyla çalışan eski FBI ajanlarından Mark Rossini, bu varsayımı eleştirerek, “Scheuer, tamamen yanılıyor. Ne küçük düşürücü yalanlar!” şeklinde konuştu.

Kutsal görev
El-Kaide militanları 11 Eylül 2001 tarihinde ikisi Dünya Ticaret Merkezi’ne, biri Pentagon’a ve dördüncüsü de Pensilvanya eyaletinde bir tarlaya düşen dört uçakla saldırı gerçekleştirdi. ABD istihbaratı kısa süre sonra, ABD’nin istihbarat toplama şeklini hızla değiştiren ve Tayland, Polonya ve Litvanya’da işkenceye ve gizli hapishaneler ağı kurulmasına izin veren bir ‘gelişmiş sorgulama’ programı başlattı.
ABD istihbarat eylemlerinin bazı ayrıntıları, 2014 Senato İstihbarat Komitesi soruşturması ve davalarında ortaya çıktı. Senato raporunda, Scheuer’dan ‘gelişmiş sorgulama’ tekniklerinin etkinliği hakkında 20’den fazla alıntı yapılıyor. Ancak raporda Scheuer’un adı geçmezken kendisinden ‘Alec İstasyonu’nun Başkan Yardımcısı’ olarak bahsediliyor.
Ebu Zübeyde, 2002’de Afganistan’da yakalandıktan sonra resmi olarak işkence görmesine izin verilen ilk kişiydi. Söz konusu dönemde El-Kaide’de kilit bir figür olduğundan şüpheleniliyordu. Scheuer, Ebu Zübeyde’yi görmek için Senato raporunda ‘Yeşil Gözaltı Alanı’ olarak anılan Tayland’daki gizli CIA sitesine gitti.
Bölgedeki müfettişler, Ebu Zübeyde’nin paylaşacak başka istihbarat bilgisi olmadığına inandıklarını söyledi. Ancak başkanlık sorgulamaya devam etmek istediği için Scheuer ve ile bir yetkili, ABD istihbaratının gelişmiş sorgulama tekniklerinin kullanımını izlemek için bölgeye geldi.
“Gördüklerimin ayrıntılarına girmeyeceğim” diyen Scheuer, “Hakikate ulaşmayı, başka hayatları kurtarmayı kutsal bir görev saydık. Gördüğüm herkes çok profesyonelce davrandı. Bu, her şeyden zevk aldığım anlamına gelmiyor” ifadesini kullandı.
Senato raporu, 20 gün boyunca Ebu Zübeyde’nin ‘günde yaklaşık 24 saat gelişmiş sorgulama tekniklerine’ tabi tutulduğuna dikkat çekiyor.
Kendisi günde 2 ila 4 kez suya maruz bırakıldı. Neredeyse çıplak olarak tutuldu ve tabut benzeri daha büyük bir kutuya veya daha küçük bir ‘köpek kutusuna’ konuldu.
20 yıl geçmesine rağmen hakkında herhangi bir suçlama bulunmayan Ebu Zübeyde halen Guantanamo Körfezi’nde tutuluyor. Ebu Zübeyde’nin avukatlarından Joseph Margulies, gizlilik kurallarının, müvekkilinin Scheuer’u hatırlayıp hatırlamadığını belirtmesini engellediğini dile getirdi. Reuters’a konuşan Margulies, “İşkence, bu şekilde yerleşik hale geldi. Bu şekilde ABD yaşamının bir parçası oldu” ifadelerini kullandı.

Scheuer yanlış gözaltıdan pişman değil
Senato’daki soruşturmacılar, Scheuer’un 11 Eylül Saldırıları’nın beyni olan Halid Şeyh Muhammed’i işkence gördüğü ve 183 kez suya daldırıldığı sırada sorgulamak için Polonya’daki başka bir gizli bölgeye gittiğini belirtti.
Soruşturmacılar, Scheuer’un ‘bu hayattan nefret edeceğini söylediği’ bir e-posta göndermesi sonrasında, yoğun bir işkence seansı sırasında Muhammed’i sorguladığını kaydetti.
Reuters, Scheuer’un e-posta gönderdiği kişiyi tanımlayamadı. Soruşturmacılara göre Scheuer, başka bir tutuklunun Afganistan’daki siyahi ABD’li Müslümanlar hakkındaki istihbaratını yanlış yorumladı. Ayrıca Muhammed’e bir saldırı başlatmak için ABD’deki siyahi Amerikalıları toplamayı planladığı hususunda kimsenin dile getirmediği bir iddiayı sordu. Raporda Muhammed’in işkence altındayken böyle bir komplo uydurmuş gibi göründüğü belirtiliyor.
Scheuer, herhangi bir yanlış iddiada bulunmadığını vurguladığı açıklamasında şunları söyledi:
“Elimizdeki istihbarat son derece iyiydi. Her şey, bir sonraki saldırıyı engellemek ve ‘tek bir ifadeyle’ ağın geri kalanını bulmak için ihtiyaç duyduğumuz istihbaratı edinmek hedefiyle yapıldı.”
Scheuer’un adı, masum olan Halid el-Masri’nin ‘olağanüstü teslimi’ sonrasında 2005 yılında ön plana çıktı. Bu ifade, şüphelilerin tutuklama, iade veya yargılama emri olmaksızın tutuklanması, hapsedilmesi ve başka ülkelere nakledilmesini tanımlamak için kullanılan bir terimdi.
Masri, adı 11 Eylül Saldırıları’nın bir zanlısının takma adınA benzer bir isim taşıyan bir Alman vatandaşıydı. ABD istihbaratı, onu Balkanlar’dan uçakla Kabil’e götürdü. ‘Salt Pit (Tuz Çukuru)’ adı verilen bir hapishanede dört ay boyunca tuvalet ihtiyacını görmesi için içerisinde kova bulunan küçük bir hücrede dış dünyadan izole edildi. Soruşturmacılar, onun yanlış kişi olduğunun baştan beri açık olduğu belirtiyor.
Yetkililer ve ABD istihbarat raporları, Scheuer’un Masri’nin hapsedilmesi için kulis yaptığını belirtti. Bir Senato raporunda, Masri’nin tutuklanmasını şiddetle savunmasına rağmen Scheuer’un, herhangi bir disiplin cezası almadığına dikkat çekildi. İstihbarat müfettişleri tarafından hazırlanan bir raporuna göre Alec İstasyonu, Masri’yi terörizmle ilişkilendiren ‘bilgileri abarttı’.
Scheuer, olayı inkâr etmek istemediğini belirtirken “Sadece pişman olmadığımı söylemek istiyorum” dedi.
Basın davanın ardından, 2005 yılında, Washington Post’taki ‘kışkırtıcı kişiliğine yakışan sivri uçlu saçlara sahip’ olduğunu anlatan bir hikaye de dahil olmak üzere Scheuer hakkında yazmaya başladı.
Scheuer ise duruma ilişkin “Kesinlikle benden hoşnut olmayan bir grup eski kafalı vardı” değerlendirmesinde bulundu.



Avrupalı sanatçıların Ayasofya algısı

Fotoğraf: Unsplash
Fotoğraf: Unsplash
TT

Avrupalı sanatçıların Ayasofya algısı

Fotoğraf: Unsplash
Fotoğraf: Unsplash

Michael Yakushev

Ayasofya Kilisesi, Bizans’ın en yüksek tepesinde, Boğaz'a nazır Roma İmparatoru Büyük Konstantin'in imparatorluğunun yeni başkenti olarak ‘yeni’ Roma'yı, yani Konstantinopolis'i kurduğu yerde inşa edilmiştir. Ayasofya Bizans İmparatorluğu (537-1204), Latin İmparatorluğu Konstantinopolis Latin İmparatorluğu (1204-1261), Bizans İmparatorluğu (1261-1453), Osmanlı İmparatorluğu (1453-1922) ve Türkiye Cumhuriyeti (1923-günümüz) dönemleri olmak üzere birkaç dönemden geçti, geçiyor.

Avrupa'dan gelen Hıristiyan hacıların ‘Kutsal Toprakları’ ziyaretleri sayesinde, Konstantinopolis'i (bugünkü adıyla İstanbul) anlatan günlükler ortaya çıktı. Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet, 1453 yılında Konstantinopolis'i ele geçirerek, yüzyıllar süren Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinin yeni bir dönemini başlattı ve kelime manası ‘kutsal/ilahi bilgelik’ anlamına gelen Ayasofya Kilisesi’ni, Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’ne dönüştürdü. Ayasofya, Osmanlı İmparatorluğu'nun baş camisi haline geldi ve tüm Hıristiyanlar ile Yahudilerin camiye girmesi yasaklandı. Böylece, Hıristiyan dünyasının temsilcileri Ayasofya'ya ulaşamaz hale geldi.

Dönüşümlerin öyküsü

Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinden sonra içine giren ilk Avrupalı Fransız Guillaume Grillo oldu. Rüşvet karşılığında 1672 yılında Ayasofya Camii’ne giren Grillo, 1680 yılında Ayasofya'nın içinden ve dışından görünümlerin çizimlerini ve açıklamalarını içeren bir kitap yayınladı ve kitabını Fransa Kralı XIV. Louis'e hediye etti. İsveç Kralı XII. Karl, 1711 yılında askeri mühendis Cornelius Loos'tan Ayasofya'yı tasvir eden çizimleri alan ikinci Avrupalı hükümdar oldu.

18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tüm mozaikler örtülmüş ve böylece Ayasofya tamamen klasik bir cami görünümüne kavuştu.

Mihrap önündeki lüks hünkâr mahfili (mahfil-i hümayun), mermer işçiliğinin en güzel örneklerinden biri olan minber ve üst katında süslü namaz odası penceresi caminin doğal özellikleri gibi görünse de Hıristiyanlara göre uygunsuz değil. Burası hem Müslümanlar hem de için kutsal bir yer. Ancak her iki dinin de takipçileri evrensel dinler olan Hıristiyanlık ve İslam'a inanırken nasıl farklı algılara sahip olabiliyorlar.

Fossati, iç tasarımda Venedik'teki San Marco Katedrali'nden esinlenerek Bizans renk sistemini yeniden canlandırdı.

Ayasofya Camii 1840’lı yıllarda bakımsız kaldı. Sadrazam Koca Mustafa Reşid Paşa, Sultan Abdülmecid'e Rus diplomatik misyonundan (İtalyan asıllı İsviçre vatandaşı) mimar Gaspare Fossati’yi ve Rus İmparatorluk Sanat Akademisi’nin bir üyesini tanıttı. Sultan Abdülmecid, Fossati’yi 1847-1849 yıllarda gerçekleştirilen Ayasofya'nın restorasyon çalışmalarını yönetmesi için davet etti.

Duvarların, kemerlerin, tonozların ve sütunların İslam Medeniyeti-Moritanya tarzı renklerine alternatif olarak, Fossati iç tasarımda Venedik'teki San Marco Katedrali'nden esinlenen Bizans renk sistemini yeniden kullandı. Fossati ayrıca, hünkâr mahfilinin ve pencerelerin kaldırılmasını sağlarken yerine, Bizans imparatorunun metatoriumundan daha güzel olan muhteşem bir sultan mahfili inşa etti. Bu metatorium, 1204'teki Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Venedikliler tarafından kiliseden alınmış ve Venedik'teki San Marco Bazilikası'na hükümdarları için yerleştirilmişti.

Sultan Abdülmecid, Ayasofya Camii'nin iç kısmına İslami tarzda süslemeler eklemeye karar verdi ve bunun için hat sanatçısı Kazasker Mustafa İzzet Efendi'yi çağırdı. Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Ayasofya'da asılı sekiz büyük levhaların hattatıdır. Bu büyük levhalar, 1651 yılında caminin merkezi avlusunun çevresine yerleştirilen hattat Teknecizâde İbrahim Efendi'nin eski tabloları yerine asıldı.

İlk hat sanatçısı

Türk tarihi, kubbenin altında altınla çizilmiş ve Nur Suresinden ayetler içeren bu muhteşem sanat eserini Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye atfeder. Gaspare Fossati ise İmparatorluk Sanat Akademisi'ne yazdığı bir mektupta, kubbenin restorasyonu sırasında, bilinmeyen bir Osmanlı hattatına ait olan Kur’an-ı Kerim’den ayetleri keşfeden kişinin kendisi olduğunu belirtmiştir.

Fossati, mektubundan şunları yazmıştır:

“Ayasofya'daki çalışmalarım hedefine doğru ilerliyor ve kısa sürede kubbenin tamamını ortaya çıkararak Sultan'a İsa ikonasını kaplayan Arapça hatları gösterebilmeyi umuyorum. Bu hatlar 10,8 metre çapında bir daire içine yerleştirilmiş ve en yaşlı Türkler bile bu hattın yeşil zemin üzerinde altın renginde parladığını gördüklerinde çok seviniyorlar. Hat, daha önce beyaz kireçtaşı zeminde bulunan siyah bir hatla kaplıydı ve altın renginde mozaikle kaplı kubbeden tamamen farklıydı."

Fossati, cami duvarlarından sıva ile birlikte parçalanıp düşen Bizans mozaiklerini ortaya çıkardı. Ancak camideki çalışanlar, duvarları sopalarla kırarak elde ettikleri parlak mozaikleri satarak karlı bir işe dönüştürdüler. Fossati, St. Petersburg’daki İmparatorluk Sanat Akademisi'ne gönderdiği gönderdiği raporlarında bunu yazdı.

Londra'da yayınlanan albüm

Gaspare Fossati, mozaik resimlerini keşfetme ve restore etme çalışmalarından ötürü İmparatorluk Sanat Akademisi'nin fahri üyesi unvanını aldı. Fossati, 1852 yılında Londra'da, ‘Sultan Abdülmecid'in emriyle yakın zamanda restore edilen Konstantinopolis'teki Ayasofya’ başlıklı bir litografi albümü yayınladı.

Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinden sonra içine giren ilk Avrupalı Fransız Guillaume Grillo oldu. Rüşvet karşılığında 1672 yılında Ayasofya Camii’ne giren Grillo, bu konuyla ilgili bir kitap yayınladı.

Fossati, hattat Teknecizâde İbrahim Efendi'nin orijinal kare levhalarını resmeden ilk sanatçı oldu. Bu levhalar, restorasyon sırasında Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin Allah, Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin hatlarını yazdığı levhalarıyla değiştirildi. Arapça yazılar sağdan sola doğru yazıldığından, Fossati'nin suluboya resimleri, 1651 yılında Teknecizâde İbrahim Efendi'nin çizdiği eski levhaların montajında montajcıların yaptığı bir hatayı da ortaya koydu. Bu hata, yeni levhaların (çapı 7,5 metre) düzeniyle ilgiliydi. Halife Ömer'in adını taşıyan levhanın arkasına Hz. Osman’ın adının yazılı olduğu levha yerine Hz. Ali’nin adı yazılı levha asılmıştır. Bu nedenle hata, Hasan ve Hüseyin'in adlarının yazılı levhaların yerleştirilmesinde de devam etmiştir.

Fransız ressam Philippe Chaperon’un 1893 yılında çizdiği ve Ayasofya'nın koridorları’ adını taşıyan tablosunda, bu hatanın düzeltildiği açıkça görülüyor.

Maltalı ressam Amadeo Preziosi'nin 1878 yılında çizdiği ‘Ayasofya Camii sütunları arasında mülteciler’ adlı suluboya tablosu da, 1878 yılına gelindiğinde bu hatanın düzeltildiğini gösteriyor. Ayasofya’nın imamlarının, atalarının iki yüzyıl boyunca sürdürdüğü bu hatayı telafi etmek için sultana ne tür argümanlar sundukları bilinmiyor.

Geleneksel çizimlerden uzaklaşılması

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında sanatçılar, Ayasofya'nın geleneksel resimlerinden uzaklaşmaya ve çizimler için yeni açılar seçmeye başladılar. Bununla birlikte, 1882'de Ayasofya'ya geldiğinde bu çelişkinin absürtlüğünü ifade edebilen tek kişi Rus ressam Vasily Polenov oldu. Polynov, ön planda merkezi avlunun iç dekorasyonunu değil, eski Hıristiyan, Müslüman ve pagan dünyasında Ayasofya Kilisesi (The Church of the Divine Wisdom) olarak bilinen eski tapınağın sütunlarını ön plana çıkardı.

Tablosuna bakanları Osmanlı gerçekliğinden Bizans dönemine taşıyor gibi görünen Polenov’un tablosunda Bizans sembolizmine ait eski unsurlar yeniden hayat buluyor. Sütunlar arasındaki metal eşiklere asılı avizeler nedeniyle, duvarın arkasından Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin çizdiği sekiz devasa deri levhadan biri kasvetli bir şekilde beliriyor. Bu garip, karanlık nesnenin görünümüne özellikle odaklanıyor.

Ressam Polenov, siyah ay tutulması sırasında parlak güneşi örtmeye çalışan hilalin ortaya çıkışını yeniden canlandıran bir film yönetmeni gibi davranmış gibi görünüyor.

Polenov, Ayasofya’da İslam dinine ait özelliklerin yabancı olduğunu bu şekilde ifade ettikten sonra bir yandan bu özelliklerin Bizans mimarisinin şaheserleri olan Hıristiyan sanatının harikası içinde yer almasının uygun olmadığını, diğer yandan ise Konstantinopolis'in Sofya'sının (kutsalının), Hristiyanlıktan İslamiyete geçiş sonrası kalktığını ve ‘kutsal’ unvanını kaybettiğini vurguluyor.

Polenov’a göre Ayasofya’nın sofyasında ifade edilen kutsallık, Hristiyanlıktan İslamiyete geçiş sonrası bu unvanı kaybetti ve böylece kutsallığı da ortadan kalktı.

Ayasofya Polenov için uzun zaman önce, Osmanlı hanedanlarının, sultanların ve halifelerin çabalarıyla basitçe ‘sofya’ya dönüştürülmüştür. Bu durumu ‘Konstantinopolis'teki Sofya Tapınağı'nın Korosu’ adlı tablosuna da yansıtmıştır.

Ressam için en önemlisi ise bir zamanlar dünyanın en büyük tapınaklarından daha görkemli, daha güzel ve daha şanlı olan ‘İsa'nın (ilahi) Bilgeliği’ kilisesinin kaderini göstermekti. Çünkü ona göre bu kilise, “Peygamber İsa” camisine dönüştürülmüştü.

Ayasofya'nın kaderi, birçok açıdan Osmanlıların devşirme kapsamında Hıristiyan ailelerinden aldıkları çocukların kaderine benziyor. Bu çocuklar, sultanlara, hanlara ve halifelere hizmet etmeye devam etmek amacıyla sarayın iç avlusundaki Enderun'da eğitim görmek üzere İslam dinini kabul etmeye zorlandılar.

Kaçınılmaz kader

Bizanslıların Ortodoks inancına ‘ihanet’ etmeleri ve ve 1438-1439 yıllarında Roma Papasına gitmeleri nedeniyle, Ortodoks Hıristiyanlar, ölmekte olan imparatorluklarının başkentini yağmalamaya izin verdikleri ve bununla birlikte ana ruhani merkezleri olan ‘Kutsal/İlahi Bilgelik’ kilisesini de teslim ettikleri için bunun bedelini devşirme olarak ödediler.

Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü, 1922-1923 yıllarında son padişahın ülkeden kaçmasına neden oldu ve bu durum Türk Cumhuriyeti'nde dinin rolünü etkiledi. Bakımsız ve kötü durumda olan Ayasofya Camii'nin yeniden büyük çaplı onarımlara ihtiyacı vardı.

Ayasofya'ya sanatını adayan son ünlü ressamlar arasında Rus sanatçı Vladimir Petrov da vardı. Petrov, 1920'lerin sonlarından 1931 yılındaki büyük onarım çalışmaları nedeniyle caminin kapatılmasına kadar Ayasofya'nın içini resmetti.

Son olarak 2020 yılında Ayasofya yeniden cami olarak açıldı ve Hz. İsa’nın Ferisiler ve Hirodes yanlılarına söylediği “Öyleyse Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin” sözleri teyit edildi.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.