Çin-Sovyet ayrılığı ve üç kutuplu dünyanın ortaya çıkışı

Dünyanın geleceği, üç süper gücün kendilerini nasıl hizaladığına bağlı. Çin'in hangi tarafı seçeceği küresel güvenlik için önemli olacak ve eğer Çin, Rusya'yı seçerse gelecek iç karartıcı olacak

Mao Zedung ve Richard Nixon, 1972'de Çinli liderin Pekin'deki konutunda bir araya gelmişti (AFP)
Mao Zedung ve Richard Nixon, 1972'de Çinli liderin Pekin'deki konutunda bir araya gelmişti (AFP)
TT

Çin-Sovyet ayrılığı ve üç kutuplu dünyanın ortaya çıkışı

Mao Zedung ve Richard Nixon, 1972'de Çinli liderin Pekin'deki konutunda bir araya gelmişti (AFP)
Mao Zedung ve Richard Nixon, 1972'de Çinli liderin Pekin'deki konutunda bir araya gelmişti (AFP)

Ukrayna'nın kaderi her ne olursa olsun savaş halihazırda Çin, Amerika ve Rusya'nın bir tür küresel güç üçgeni oluşturduğu üç kutuplu bir dünyada yaşadığımızı doğruladı. Kuşkusuz bu düzen geçmişte hakim olmuş çeşitli güç dengelerinin çoğundan daha istikrarlı değil ve gerçekten de işlerin ters gitmeye çok daha meyilli olduğu hissiyatı yaratıyor zira daha fazla "hareketli parça" ve birbirinin niyetini yanlış okuyacak daha fazla oyuncu var.
Ancak dünyanın geleceği, tıpkı Ukrayna'da olduğu gibi, bu daha büyük üç süper gücün (ekonomik bir süper güç olarak AB'yle birlikte) kendilerini nasıl hizaladığına bağlı. Pratikte bu, kim, Amerika mı yoksa Rusya mı, Çinlileri kendi davasının yanında saf tutmaya ve kendi çıkarını korumaya ikna edebilecek anlamına geliyor.
Eğer Çin, Rusya'yı seçer ve otoriter-milliyetçi bir ittifak kurarak Hindistan'daki Modi, Türkiye'deki Erdoğan, Suudi Arabistan'daki Muhammed bin Selman ve Brezilya'daki Bolsonaro gibilerini dahil olmaya ikna ederse Ukrayna ve dünya barışı için başarı olasılıkları hakikaten iç karartıcı olacak. Eğer ABD Başkanı Biden bir şekilde Çin'in ABD ve Avrupa'yla önceki üretken işbirliğini yeniden canlandırabilirse dünyanın izlediği yol kesinlikle daha mutlu, daha az saldırgan ve daha müreffeh olacak ve Çin, Putin'in savaş makinesini finanse etmeyecek veya ona insansız hava aracı satmayacak. Durum muallakta ve böyleyken daha fazla savaş yaşanacak.
Klişe bir ifadeyi kullanmak gerekirse bizimkinin kelimenin tam anlamıyla Orwellvari bir dünyaya dönüştüğü söylenebilir. Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te üç süper güçten oluşan bir dünya tasavvur etti. Bunlar tanıdık bir his veren Okyanusya, Doğu Asya ve Avrasya'ydı. Orwell'in 1949'da yazdığı gibi:
"Dünyanın üç büyük süper devlete bölünmesi, 20. yüzyılın ortalarından önce öngörülebilecek ve gerçekten de öngörülen bir olaydı."
Endişe verici bir şekilde sürekli değişen ittifaklarla savaş halindeydiler ve elbette kimse haberlere güvenemezdi...
Daha geniş tarihi göz önüne alın. Büyük Savaş'tan (I. Dünya Savaşı) önce Avrupa kıtasında ortaya çıkan iki blok dünyaya hükmetti. Britanya, Fransa ve Rusya'nın itilaf güçlerine karşı Almanya, Avusturya ve Türkiye'nin üçlü ittifakı. Barışı korumakta başarısız olsa da iki kutuplu bir güç dengesiydi. İki savaş arasında Amerika izolasyoncu yaklaşıma döndü ve Rusya tek ülkede sosyalizmi inşa etmeyi seçti; ve Avrupa yine mihver ve müttefik devletlerinin oluşturduğu iki bloka bölündü. II. Dünya Savaşı'nın ardından, özellikle de Britanya İmparatorluğu'nun Roosevelt, Stalin ve Churchill'in olağanüstü ve bazen rahatsız edici liderliği altında savaşı kazanmış "Üç Büyük"teki üyelik statüsüne artık hakim olamadığı Süveyş Krizi'nden sonra açıkça iki kutuplu bir dünyada yaşadık.
The Independent'ta yer alan makaleye göre söz konusu iki nükleer süper güç, nükleer caydırıcılık ve karşılıklı kesin yıkım doktrinleri yoluyla zaman zaman tehlikeli hale gelen bir güç dengesini korudu. Vietnam yağmur ormanlarından Angola'nın çalılıklarına ve Afganistan dağlarına kadar ideoloji ve güç mücadeleleri taşeronlarca yürütüldü. 1962 Küba Füze Krizi, Rusların ve Amerikalıların doğrudan karşı karşıya gelme riski doğduğunda dünyadaki yaşamın karşılıklı termonükleer yıkımı korkusuyla savaşın önleneceğini kanıtladı. (NATO'nun Ukrayna semalarındaki Rus pilotlara karşı doğrudan harekete geçmeye dair isteksizliği de aynı zihniyetin bir yansıması.)
SSCB'nin 1991'de nüfusunun maddi özlemlerini yerine getirememesinin ağırlığı altında çökmesiyle (Vladimir Putin bunu aklında tut) Amerika, Soğuk Savaş'ı kazandı ve dünya tek kutuplu hale geldi. Çin kalabalıktı ve büyük bir ordusu vardı ama hepsi bu kadardı. Mao ancak 1972'de dünyayla yeniden diplomatik ilişkiler kurmaya karar vermişti. Richard Nixon'ın yarım yüzyıl önceki ünlü ziyareti bugünün dışa dönük Çin'inin henüz başlangıcıydı.
Diplomasiden sonra ekonomi geldi. Deng Şiaoping yönetiminde 1978'de dünya ekonomisine tereddütlü biçimde yeniden katılan Çin, ağırlığını koymaya hazır değildi ve dış politika hedeflerine dayanak oluşturmak için sanayi üssü kurmakla (makul olarak) daha çok ilgileniyordu.
Amerika 1990'larda ve 2000'lerde dünyayı epey kendisinin kıldı. Jacques Chirac gibi kıskanç Avrupalı liderler, George W. Bush kendisinin yeni dünya düzenini tek taraflı olarak uygulayıp, savaşlar açıp ve dilediği gibi rejim değişikliği peşinde koşarken sadece ateş püskürebildi. "Özel ilişkiyi" yönetmekte becerikli Tony Blair bile 2003'te Britanyalılar veya BM istese de istemese de Amerika'nın Irak'ı işgal edeceğine dair bilgilendirildi.

Jacques Chirac, Vladimir Putin ve George W. Bush, Mayıs 2002'deki NATO-Rusya zirvesinde (AFP)
Şimdiyse güç dengesi yine değişti. Üç kutuplu bir sistemimiz var ancak üçgenin kenarları tabiri caizse eşkenardan ziyade çeşitkenar. Her anlamda çarpık bir üçgen. Rusya devasa bir nükleer mühimmata sahip ve bu, iyi örgütlenmemiş, kötü yönetilen, yetersiz donanıma sahip zorunlu askerlik esasına dayalı ordusundan (bu tarihinde sabit bir unsur) muhtemelen daha verimli çalışıyor.
Ancak İtalya'nınki büyüklüğünde bir ekonomiye sahip ve savunma bütçesi Birleşik Krallık'ınkinden pek fazla değil. Rusya casuslukta, uzayda, kalitesiz malların seri üretiminde iyi ve imrenilecek doğal kaynaklara sahip ancak hepsi bu kadar. Teknolojik inovasyon açısından Amerika'nın kuvvetli yönleri ve silahlı kuvvetlerinin salt büyüklüğüyle kapasitesine dair söze ne hacet; ancak Donald Trump'ın belirttiği gibi, Amerika'nın eski sanayi üssü, bir zamanlar coşkuyla kucakladığı küreselleşmeden, bilhassa da Çin'le dengesiz ekonomik ilişkiden, ağır zarar gördü.
Çin'in zengin, devasa bir pazar olarak Amerika'ya ihtiyacı var; Amerika'nınsa daha fazla Çin malı satın almak için ona borç vermesi gerekiyor. Sokakta sendeleyerek ilerlerken birbirlerine yaslanan, bazen birbirlerinin finansal veya jeopolitik çıkarlarına takılan iki sarhoş devle karşılaştırıldılar. Çin'in Avrupa'yla ilişkisi buna benziyor ancak daha dengeli. Çin, Sri Lanka'dan Yunanistan'a ve Jamaika'ya kadar her yerde nüfuz ve güç satın alan son dönem küresel ekonomik imparatorluğun bir biçimi olarak devletin yönettiği kuşak ve yol girişimine sahip. Amerika'nın Wall Street, Apple ve Disney'i var. Rusya'nın petrol, kömür ve doğalgazı var.
Yani elimizdeki üç süper gücün her birinin kuvvetli ve zayıf yönleri var, hiçbirinin gücü diğerlerini itip kakmaya yetmiyor. Bu arada Avrupa, ekonomik ve ticari alanlardakinden ayrı olarak, bu tabloda çok fazla anlam ifade etmiyor çünkü iyisiyle kötüsüyle hâlâ ayırt edilebilir bir dış politika ve güvenlik "kimliği" geliştirmedi. Birleşik Krallık'ın girişimlerinin arkasındaki AB'nin ekonomik ağırlığı olmadan profilinin ve nüfuzunun azalması gibi Brexit de AB'yi bu açıdan zayıflattı. Avrupa/Britanya'nın 4. küresel güç olma fırsatını es geçmesi nihai sonuç oldu.

Sri Lanka'daki Port City için Çin'in finanse ettiği bir proje. Bitmemiş Lotus Kulesi'nin başı yolsuzluk iddialarıyla belada (AFP)
Alman politikasındaki pasifizmden yeniden silahlanmaya doğru çarpıcı eğilim bir şeyleri değiştirebilir ancak şimdilik Avrupa'nın güvenlik çıkarları süregelen Amerikan liderliği altındaki NATO'ya devredildi. İyi tarafından bakarsak NATO her bakımdan şu anda olduğu gibi nadiren daha hayati hale geldi ve eski ABD Başkanı Trump'ın çekilme tehdidinin kabusu ortadan kalktı. Bu nedenle şimdilik Emmanuel Macron'un tuhaf girişimi hariç Avrupa, Biden'ın peşine takılmaya razı.
Bu tuhaf troykada Amerika ve Rusya zaten ekonomik savaşa ve Doğu Avrupa'da sürtüşmelere bulaşmışken Çin neredeyse bir "salıncak devlet" gibi. O halde şu anda kısmen zayıflamış ve Rusya'nın başarısızlığa mahkum savaşındaki şoke edici performansıyla kesintiye uğramış olsa da en endişe verici jeopolitik gelişme Rusya'yla Çin arasındaki yakınlaşma.
Şi Cinping ve Putin arasında şubatta Pekin'de yapılan zirvedeki tebliğde ilişkilerinin "sınırsız" olduğu ilan edilmişti. Bu, Batı'daki herkesin kanını dondurması gereken bir ifadeydi. Sonrasında "bölgesel güvenliğe yönelik dış müdahale ve tehditlere etkili bir şekilde karşı koyma ve uluslararası stratejik istikrarı koruma" sözü verdiler. Bu, Amerika'ya kendi etki alanlarından uzak durmasını söylemenin şifreli ifadesiydi.
Hatta haberlere göre Putin, Ukrayna istilasını Çin'deki Kış Olimpiyatları bitene kadar ertelemeyi kabul etti. Bu arada bu zamanlama Rusya'nın silahlı kuvvetleri için pek de ideal olmayabilir; çok soğuk havayı hızla bataklıklı, çamurlu bir Ukrayna baharı takip etti. Putin'in varsaydığı yıldırım zaferinde bunun bir önemi olmayacaktı; ancak Rusya Devlet Başkanı'nın duraksayan seferi, kuvvetlerinin çıkmaza girmesi ve Ukraynalılara avantaj sağlaması anlamına geliyordu.

Fotoğraf: AFP 
Şi ve Putin'in çok fazla ortak noktası var, en azından yüzeysel olarak. Her ikisi de (az çok kibar ve açık bir şekilde) 21. yüzyılın hızla değişen zorluklarıyla başa çıkmanın zayıf ve pratik olmayan bir yolu olarak demokrasiyi reddediyor. (Faşistler ve Naziler hemen hemen aynı argümanı bir asırdan daha önce, çürümüş demokrasilerin modasının geçtiğini ve 20. yüzyılın modern sertliklerinden kurtulamayacaklarını düşündüklerinde kullandı.)
Putin ve Şi'nin ikisi de rövanşist tipte milliyetçi. Tıpkı Putin'in SSCB ve Çarlık Rusya'sının coğrafi kapsamını yeniden inşa etmek istemesi gibi, Çin de Makao, Hong Kong, Müslüman Sincan, Tibet ve Tayvan'ı Pekin suretinde sağlamlaştırarak kalıba dökmek istiyor.
Her ikisi de insan haklarını ve Batı'daki ilerici "aşırı duyarcı (woke)" değerleri küçümsüyor (Putin, "cinsiyet akışkanlığına" karşı özel bir korku besliyor). Özellikle Nazi Almanyası ve Japon İmparatorluğu'nun insanlık dışı işgalleri ve ABD'nin Soğuk Savaş'taki düşmanlığı gibi geçmişteki Batı müdahaleleri hakkında belirli bir (anlaşılabilir) paranoya ve aşağılık hissi duyan uluslara liderlik ediyorlar. Ancak ABD'ye uzun vadeli ve dostça yaklaşan Çin, Amerika'nın kendisine sırtını döndüğünü ve hoşgörülü, uzlaşmacı politikasını tersine çevirdiğini fark ettiğinde daha çok yakınlaştılar.
Trump epey tutarsız bir şekilde (Rusların kendisinin seçilmesini sağlamak için yaptıkları her şeye rağmen) her ikisinden de düşman yarattı ve birbirini izleyen Amerikalı ve Çinli liderlerin inşa ettiği onlarca yıllık iyi niyeti mahvetti. Çin'i ve liderlerini aşağıladı, "Çin virüsü " ifadesiyle onları koronavirüsten sorumlu tuttu, ticaret savaşı başlattı, Hong Kong'da ve Müslüman Uygur halkına karşı yapılan gerçek insan hakları ihlallerinden alaycı bir şekilde faydalandı ve tıpkı Japonların daha önce yaptığı gibi Çinlilerin bazı şeylerde Amerika'dan daha iyi olduğu basit gerçeğini kabul etmeyi reddetti.

Trump, Şi Cinping'le birlikte: Eski ABD Başkanı birbirini izleyen Amerikalı ve Çinli liderlerin inşa ettiği onlarca yıllık iyi niyeti mahvetti (AFP) 
Kim Jong-un veya Robert Mugabe gibi halklarına kötü yabancılar yüzünden yiyecek olmadığını söyleyen diktatörlere benzer biçimde Trump da Çin'i ve küreselleşmeyi Amerika'nın kendi başarısızlıkları için günah keçisi olarak kullandı. Çin'i kapitalizmi ve küreselleşmeyi benimsemeye, Dünya Ticaret Örgütü'ne katılmaya ve yuanı dönüştürülebilir ve takas edilebilir hale getirmeye teşvik eden Amerikalılar, onları çok başarılı oldukları için azarlamaya başladı. Amerika'nın geri çevirdiği Çin, arkadaş bulmak için gözünü dışarı çevirdi ve Rusya buna açık bir şekilde istekliydi.
Bu asla gerçekleşmemeliydi. Çin ve Rusya düşman olmalıydı ve son 60 yılın çoğunda öyleydiler. Soğuk Savaş'ın en büyük ve hayırlı muammalarından biri, komünist Çin ve komünist SSCB'nin ideolojik yakınlıklarına rağmen temelde neden anlaşamadıklarıydı. Amerikan teknolojik ve endüstriyel hegemonyasının olduğu bir çağda bile birlikte çok daha büyük bir etkiyle uyum içinde hareket edebilirlerdi. Ne de olsa komünist devletlerdi. Yapmadılar çünkü eskiden beri güç için çekişen rakiplerdi ve bir dereceye kadar hâlâ öyleler. Bu nedenle bölünmelerine epey sahte bir ideolojik kılıf uydurdular: Çin-Sovyet Ayrılığı. Görünürde ayrışma dünya komünist devrimini ilerletmeye kimin layık olduğu, Marx, Engels ve Lenin'in geleneğini en iyi kimin temsil ettiğiyle ilgiliydi... Mao mu, Kremlin mi?
Sovyetler Birliği destekli 1949 Çin Devrimi'nden sonra, iki devlet ruh eşiydi ve Çin'in iç savaştan ve Japon yönetiminin dehşetinden kurtulduğu göz önüne alındığında Mao, Stalin'i büyük ortak olarak kabul etmişti. Sovyetler Birliği, Marksizm-Leninizm'in bekçisi nükleer bir güçtü ve bizzat Koba (Stalin'in lakabı, -çn.) V.I. Lenin'in mirasının varisi olarak (veya propagandanın iddia ettiği üzere) seçildi. İki nedenden dolayı bu durum uzun sürmedi. Rus tarafında, Stalin'in nihai halefi Nikita Kruşçev (şaşırtıcı biçimde Ukraynalıydı) ilk başta tereddütle ve gizlice bir Stalinsizleştirme süreci başlattı ve Stalin'in gulaglarını, tasfiyelerini ve "kişi kültünü" kınadı.

Harkov'un eteklerinde, yol kenarında tahrip olmuş bir Rus tankının parçası (AFP)
1961'e gelindiğinde geçmişle bağın koparılması kamuya açıldı ve Çinliler aynı fikirde değildi. Resmi olarak Stalin'e sadık kaldılar ve böylece kendilerini meşru komünistler saydılar ve Kruşçevcileri revizyonist ve sapkın olarak gördüler. Çin'le ittifak için başlangıçta sadece Arnavutluk gönüllü olsa da (Romanya da bir miktar sempati duyuyordu) komünist partilere ve gerilla hareketlerine rehberlik için dünya çapında rekabet ettiler.
Gerçekte büyük Çin-Sovyet komünist ittifakının çöküşü Mao'nun egosu, Rusların patronluk taslayan tutumu ve bir kırılma noktası olarak Rusya'nın Çin'e nükleer teknoloji ve sırlarına dair tam olarak güvenmeyi reddetmesiyle ilgiliydi. Bu, 1961'deki Çin-Sovyet ayrışmasıydı ve Batı için geniş kapsamlı ve avantajlı sonuçları vardı.
Ayrışmadan sonra Çinliler tıpkı Amerikalıların yaptığı gibi Rusya'yla kendi paralel Soğuk Savaşlarına girişti. Çin-Sovyet ilişkileri o kadar kötüleşti ki 1969'da ikili belirsiz bir sınır anlaşmazlığı yüzünden birbirlerine Amerika'yı alarma geçirecek kadar ateş ediyor ve neredeyse savaşa giriyordu. Bunun dolaylı sonucu Henry Kissinger ve Richard Nixon'ın gölge diplomasisi ve Nixon'ın 1972'de Çin'e yaptığı tarihi geziydi (Amerika'nın hâlâ "Kızıl Çin"i tanımayı reddettiği ve Tayvan açıklarındaki milliyetçi ayrılıkçı rejimi tüm ulusun meşru hükümeti olarak resmen onurlandırdığı bir dönemde).
Nixon, Çinlilere kur yapmanın ve Rusya'ya düşmanlıklarından faydalanmanın çok zor olmayacağını fark etti ve bu yüzden tüm enerjisini buraya verdi. 1972 ziyaretine ilişkin resmi bir not ve Çin Başbakanı Çu Enlay'la yapılan görüşme aşağıdaki gibiydi:
"Çu'yla yapılan görüşmelerde Nixon, Çin için genel bir güvenlik garantisi anlamına gelen şeyi de yaptı. Güney Asya krizi sırasında 'Sovyetler Birliği'ni Çin'e saldırmaya karşı uyarmaya' hazır olduğunu kaydetti. Nixon daha da ileri giderek, 'Sovyetler Birliği'nin Çin'e yönelik herhangi bir saldırgan eyleme kalkışmasına ABD'nin karşı çıkacağını' ilan etti."
Nixon'dan Obama'ya kadar her ABD başkanı, Çin'le daha yakın bir ortaklık kurmayı ve onu Rusya'yla birbirine düşürmeyi kendisine görev edindi. Çin'in yükselen süper gücü kesin olarak Amerikan kampındaydı.

Richard Nixon ve ABD Dışişleri Bakanı William Rogers, 1972'de Çin'deki tarihi ziyarette (AFP)
Ancak daha yakın yıllarda Trump'ın tırmandırdığı ve Joe Biden'ın çok az hafiflettiği Amerikan düşmanlığı, onarılamaz bir şekilde olmasa da Çin-Amerikan ilişkisine zarar verdi.
Çin resmi olarak ABD için bir ortak olmaktan çıkıp bir tehdit haline geldi. Çin'in 5G ve nükleer enerji gibi önemli altyapıları kontrol etmesine karşı temkinli davranmakta olduğu gibi bu duruş kendisini Birleşik Krallık ve başka yerlerde de gösterdi. Haklı ya da değil bu, filizlenen bir Çin-Rus ittifakı şeklinde daha tehlikeli bir tehdit yarattı. Çok uzak olmayan bir geçmişte rubleyi desteklemek şöyle dursun, Rusya'ya insansız hava araçları gibi yüksek teknolojili araçlar tedarik etmek Pekin için düşünülemezdi. Dünya barışını baltalayan ve Putin'i cesaretlendiren şey tam olarak bu olabilir.
2000'lerde ilişkilerini normalleştirmeye başlayan Çin ve Rusya, 1950'lerden bu yana herhangi bir noktada olduğundan daha yakın. Rusya'yla Çin arasındaki 2001 tarihli İyi Komşuluk ve Dostça İşbirliği Antlaşması hem sıradan hem de son derece önemliydi. Bu, iki devlet arasındaki tarihin ilk eşitlik antlaşmasıydı. Batı boynuzlanıyordu... 
 Trump yönetimindeki Amerika, Çin'le dostluğunu kaybetti ancak bu kaybı Rusya'yla yakınlaşma yoluyla dengeleyemedi. Rusya'nın Amerikan seçimlerine müdahalesine ve Trump'ın zaferine ve eski ABD Başkanı'nın Putin'e açıktan duyduğu hayranlığa ve bir zamanlar Rus otokratının gözüne girmek için ABD istihbaratını alenen ezip geçmesine rağmen Trump, Rusya'yla ortaklık kurmayı asla başaramadı.
Trump'ın, Biden'ın oğlu Hunter'a dair kamuoyu soruşturması talep ederken Ukrayna'ya askeri yardım paketini geciktirdiği de unutulmasın. Zelenski'ye şantaj yapması da Demokratları sindirmek için Trump'ın Ukrayna'yı kendi çıkarları için feda etmeye (ve Rusya'ya yardıma koşmaya) ne kadar istekli olduğunu gösterdi. Joe Biden her zaman Rusya'ya karşı daha temkinli davranacaktı ve Ukrayna istilası sonunda Rus-Amerikan ilişkilerini buzluğa attı.
Durumu en açık şekilde belirtmek gerekirse Amerika; Avrupa, Japonya ve diğer müttefiklerle bile aynı anda iki süper gücü birden dizginleyemez. ABD artık diğerlerine kıyasla tabiri caizse iki cephede savaşacak kadar güçlü değil. Bu, özgür dünyayı korunmasız bırakıyor. Belki bir gün Almanya'yla birleşmiş bir Avrupa, Amerika'nın dünyayı yeniden dörtgen olarak dengeleyebileceği kadar orantılı biçimde savunmaya harcama yapar, ancak bu biraz zaman alacak. Amerika şimdilik ağır bir yük taşıyor ve ABD seçmenleri, Putin'e öfkelenseler de ülke dışındaki karışıklıklardan bıktılar. Afganistan ve Irak'tan sonra, Romanya'nın veya Estonya'nın kaderi için Rusya'yla savaşırlar mı? İnsan merak ediyor. 
Yine de ilan ettikleri şeylere rağmen yeni Çin-Rusya ittifakının sınırları var ve iyimserlik için nedenler mevcut. Putin, herhangi bir gururlu Rus milliyetçisinden daha fazla olmamak kaydıyla ekonomik, teknolojik ve askeri açıdan Çin'e bağımlı olmak istemiyor. İki ulusun 1950'lerde oynadığı öğretmen-öğrenci rollerinin tam tersi. Rusya belirtildiği gibi Çin'e hidrokarbon ve az bulunur hammaddeler tedarik edebilir ancak Amerika veya Avrupa'dan çok daha az önemli bir pazar. Çin, Putin'in Ukrayna'daki savaşını hoş karşılamadı ve BM'de mesafeli davrandı ve çekimser kaldı: Savaş ticaret için kötüydü. Her nasılsa şimdi Nixon ve Kissinger'ı taklit etme ve Amerika ve Rusya'yı birbirine düşürme sırası Çin'de.
Geçen gün Şi ve Biden arasında yapılan ve Biden'ın tekrar Tayvan'ın bağımsızlığına karşı olduğunu söylediği uzun telefon görüşmesinden sonra Çinlilerin "okuması" çarpıcı bir şekilde kendinden emin ve iddialıydı:
Ukrayna krizinin düğüm noktasını ele almak ve hem Rusya'nın hem de Ukrayna'nın güvenlik endişelerini hafifletmek için ABD ve NATO, Rusya'yla da diyaloğa girmeli.
Tıpkı Çin'in sanayi gücünü ve teknolojik becerisini Putin'e ne yapması gerektiğini söylemek için kullanabilmesi gibi Amerika'ya da ne yapması gerektiğini söyleyebilir. Elbette üç kutuplu bir dünyamız var ancak bu, uluslararası meselelerde itici güç olarak bir süper gücün ortaya çıktığı bir dünya.



Avrupalı sanatçıların Ayasofya algısı

Fotoğraf: Unsplash
Fotoğraf: Unsplash
TT

Avrupalı sanatçıların Ayasofya algısı

Fotoğraf: Unsplash
Fotoğraf: Unsplash

Michael Yakushev

Ayasofya Kilisesi, Bizans’ın en yüksek tepesinde, Boğaz'a nazır Roma İmparatoru Büyük Konstantin'in imparatorluğunun yeni başkenti olarak ‘yeni’ Roma'yı, yani Konstantinopolis'i kurduğu yerde inşa edilmiştir. Ayasofya Bizans İmparatorluğu (537-1204), Latin İmparatorluğu Konstantinopolis Latin İmparatorluğu (1204-1261), Bizans İmparatorluğu (1261-1453), Osmanlı İmparatorluğu (1453-1922) ve Türkiye Cumhuriyeti (1923-günümüz) dönemleri olmak üzere birkaç dönemden geçti, geçiyor.

Avrupa'dan gelen Hıristiyan hacıların ‘Kutsal Toprakları’ ziyaretleri sayesinde, Konstantinopolis'i (bugünkü adıyla İstanbul) anlatan günlükler ortaya çıktı. Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet, 1453 yılında Konstantinopolis'i ele geçirerek, yüzyıllar süren Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinin yeni bir dönemini başlattı ve kelime manası ‘kutsal/ilahi bilgelik’ anlamına gelen Ayasofya Kilisesi’ni, Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’ne dönüştürdü. Ayasofya, Osmanlı İmparatorluğu'nun baş camisi haline geldi ve tüm Hıristiyanlar ile Yahudilerin camiye girmesi yasaklandı. Böylece, Hıristiyan dünyasının temsilcileri Ayasofya'ya ulaşamaz hale geldi.

Dönüşümlerin öyküsü

Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinden sonra içine giren ilk Avrupalı Fransız Guillaume Grillo oldu. Rüşvet karşılığında 1672 yılında Ayasofya Camii’ne giren Grillo, 1680 yılında Ayasofya'nın içinden ve dışından görünümlerin çizimlerini ve açıklamalarını içeren bir kitap yayınladı ve kitabını Fransa Kralı XIV. Louis'e hediye etti. İsveç Kralı XII. Karl, 1711 yılında askeri mühendis Cornelius Loos'tan Ayasofya'yı tasvir eden çizimleri alan ikinci Avrupalı hükümdar oldu.

18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tüm mozaikler örtülmüş ve böylece Ayasofya tamamen klasik bir cami görünümüne kavuştu.

Mihrap önündeki lüks hünkâr mahfili (mahfil-i hümayun), mermer işçiliğinin en güzel örneklerinden biri olan minber ve üst katında süslü namaz odası penceresi caminin doğal özellikleri gibi görünse de Hıristiyanlara göre uygunsuz değil. Burası hem Müslümanlar hem de için kutsal bir yer. Ancak her iki dinin de takipçileri evrensel dinler olan Hıristiyanlık ve İslam'a inanırken nasıl farklı algılara sahip olabiliyorlar.

Fossati, iç tasarımda Venedik'teki San Marco Katedrali'nden esinlenerek Bizans renk sistemini yeniden canlandırdı.

Ayasofya Camii 1840’lı yıllarda bakımsız kaldı. Sadrazam Koca Mustafa Reşid Paşa, Sultan Abdülmecid'e Rus diplomatik misyonundan (İtalyan asıllı İsviçre vatandaşı) mimar Gaspare Fossati’yi ve Rus İmparatorluk Sanat Akademisi’nin bir üyesini tanıttı. Sultan Abdülmecid, Fossati’yi 1847-1849 yıllarda gerçekleştirilen Ayasofya'nın restorasyon çalışmalarını yönetmesi için davet etti.

Duvarların, kemerlerin, tonozların ve sütunların İslam Medeniyeti-Moritanya tarzı renklerine alternatif olarak, Fossati iç tasarımda Venedik'teki San Marco Katedrali'nden esinlenen Bizans renk sistemini yeniden kullandı. Fossati ayrıca, hünkâr mahfilinin ve pencerelerin kaldırılmasını sağlarken yerine, Bizans imparatorunun metatoriumundan daha güzel olan muhteşem bir sultan mahfili inşa etti. Bu metatorium, 1204'teki Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Venedikliler tarafından kiliseden alınmış ve Venedik'teki San Marco Bazilikası'na hükümdarları için yerleştirilmişti.

Sultan Abdülmecid, Ayasofya Camii'nin iç kısmına İslami tarzda süslemeler eklemeye karar verdi ve bunun için hat sanatçısı Kazasker Mustafa İzzet Efendi'yi çağırdı. Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Ayasofya'da asılı sekiz büyük levhaların hattatıdır. Bu büyük levhalar, 1651 yılında caminin merkezi avlusunun çevresine yerleştirilen hattat Teknecizâde İbrahim Efendi'nin eski tabloları yerine asıldı.

İlk hat sanatçısı

Türk tarihi, kubbenin altında altınla çizilmiş ve Nur Suresinden ayetler içeren bu muhteşem sanat eserini Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye atfeder. Gaspare Fossati ise İmparatorluk Sanat Akademisi'ne yazdığı bir mektupta, kubbenin restorasyonu sırasında, bilinmeyen bir Osmanlı hattatına ait olan Kur’an-ı Kerim’den ayetleri keşfeden kişinin kendisi olduğunu belirtmiştir.

Fossati, mektubundan şunları yazmıştır:

“Ayasofya'daki çalışmalarım hedefine doğru ilerliyor ve kısa sürede kubbenin tamamını ortaya çıkararak Sultan'a İsa ikonasını kaplayan Arapça hatları gösterebilmeyi umuyorum. Bu hatlar 10,8 metre çapında bir daire içine yerleştirilmiş ve en yaşlı Türkler bile bu hattın yeşil zemin üzerinde altın renginde parladığını gördüklerinde çok seviniyorlar. Hat, daha önce beyaz kireçtaşı zeminde bulunan siyah bir hatla kaplıydı ve altın renginde mozaikle kaplı kubbeden tamamen farklıydı."

Fossati, cami duvarlarından sıva ile birlikte parçalanıp düşen Bizans mozaiklerini ortaya çıkardı. Ancak camideki çalışanlar, duvarları sopalarla kırarak elde ettikleri parlak mozaikleri satarak karlı bir işe dönüştürdüler. Fossati, St. Petersburg’daki İmparatorluk Sanat Akademisi'ne gönderdiği gönderdiği raporlarında bunu yazdı.

Londra'da yayınlanan albüm

Gaspare Fossati, mozaik resimlerini keşfetme ve restore etme çalışmalarından ötürü İmparatorluk Sanat Akademisi'nin fahri üyesi unvanını aldı. Fossati, 1852 yılında Londra'da, ‘Sultan Abdülmecid'in emriyle yakın zamanda restore edilen Konstantinopolis'teki Ayasofya’ başlıklı bir litografi albümü yayınladı.

Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinden sonra içine giren ilk Avrupalı Fransız Guillaume Grillo oldu. Rüşvet karşılığında 1672 yılında Ayasofya Camii’ne giren Grillo, bu konuyla ilgili bir kitap yayınladı.

Fossati, hattat Teknecizâde İbrahim Efendi'nin orijinal kare levhalarını resmeden ilk sanatçı oldu. Bu levhalar, restorasyon sırasında Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin Allah, Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin hatlarını yazdığı levhalarıyla değiştirildi. Arapça yazılar sağdan sola doğru yazıldığından, Fossati'nin suluboya resimleri, 1651 yılında Teknecizâde İbrahim Efendi'nin çizdiği eski levhaların montajında montajcıların yaptığı bir hatayı da ortaya koydu. Bu hata, yeni levhaların (çapı 7,5 metre) düzeniyle ilgiliydi. Halife Ömer'in adını taşıyan levhanın arkasına Hz. Osman’ın adının yazılı olduğu levha yerine Hz. Ali’nin adı yazılı levha asılmıştır. Bu nedenle hata, Hasan ve Hüseyin'in adlarının yazılı levhaların yerleştirilmesinde de devam etmiştir.

Fransız ressam Philippe Chaperon’un 1893 yılında çizdiği ve Ayasofya'nın koridorları’ adını taşıyan tablosunda, bu hatanın düzeltildiği açıkça görülüyor.

Maltalı ressam Amadeo Preziosi'nin 1878 yılında çizdiği ‘Ayasofya Camii sütunları arasında mülteciler’ adlı suluboya tablosu da, 1878 yılına gelindiğinde bu hatanın düzeltildiğini gösteriyor. Ayasofya’nın imamlarının, atalarının iki yüzyıl boyunca sürdürdüğü bu hatayı telafi etmek için sultana ne tür argümanlar sundukları bilinmiyor.

Geleneksel çizimlerden uzaklaşılması

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında sanatçılar, Ayasofya'nın geleneksel resimlerinden uzaklaşmaya ve çizimler için yeni açılar seçmeye başladılar. Bununla birlikte, 1882'de Ayasofya'ya geldiğinde bu çelişkinin absürtlüğünü ifade edebilen tek kişi Rus ressam Vasily Polenov oldu. Polynov, ön planda merkezi avlunun iç dekorasyonunu değil, eski Hıristiyan, Müslüman ve pagan dünyasında Ayasofya Kilisesi (The Church of the Divine Wisdom) olarak bilinen eski tapınağın sütunlarını ön plana çıkardı.

Tablosuna bakanları Osmanlı gerçekliğinden Bizans dönemine taşıyor gibi görünen Polenov’un tablosunda Bizans sembolizmine ait eski unsurlar yeniden hayat buluyor. Sütunlar arasındaki metal eşiklere asılı avizeler nedeniyle, duvarın arkasından Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin çizdiği sekiz devasa deri levhadan biri kasvetli bir şekilde beliriyor. Bu garip, karanlık nesnenin görünümüne özellikle odaklanıyor.

Ressam Polenov, siyah ay tutulması sırasında parlak güneşi örtmeye çalışan hilalin ortaya çıkışını yeniden canlandıran bir film yönetmeni gibi davranmış gibi görünüyor.

Polenov, Ayasofya’da İslam dinine ait özelliklerin yabancı olduğunu bu şekilde ifade ettikten sonra bir yandan bu özelliklerin Bizans mimarisinin şaheserleri olan Hıristiyan sanatının harikası içinde yer almasının uygun olmadığını, diğer yandan ise Konstantinopolis'in Sofya'sının (kutsalının), Hristiyanlıktan İslamiyete geçiş sonrası kalktığını ve ‘kutsal’ unvanını kaybettiğini vurguluyor.

Polenov’a göre Ayasofya’nın sofyasında ifade edilen kutsallık, Hristiyanlıktan İslamiyete geçiş sonrası bu unvanı kaybetti ve böylece kutsallığı da ortadan kalktı.

Ayasofya Polenov için uzun zaman önce, Osmanlı hanedanlarının, sultanların ve halifelerin çabalarıyla basitçe ‘sofya’ya dönüştürülmüştür. Bu durumu ‘Konstantinopolis'teki Sofya Tapınağı'nın Korosu’ adlı tablosuna da yansıtmıştır.

Ressam için en önemlisi ise bir zamanlar dünyanın en büyük tapınaklarından daha görkemli, daha güzel ve daha şanlı olan ‘İsa'nın (ilahi) Bilgeliği’ kilisesinin kaderini göstermekti. Çünkü ona göre bu kilise, “Peygamber İsa” camisine dönüştürülmüştü.

Ayasofya'nın kaderi, birçok açıdan Osmanlıların devşirme kapsamında Hıristiyan ailelerinden aldıkları çocukların kaderine benziyor. Bu çocuklar, sultanlara, hanlara ve halifelere hizmet etmeye devam etmek amacıyla sarayın iç avlusundaki Enderun'da eğitim görmek üzere İslam dinini kabul etmeye zorlandılar.

Kaçınılmaz kader

Bizanslıların Ortodoks inancına ‘ihanet’ etmeleri ve ve 1438-1439 yıllarında Roma Papasına gitmeleri nedeniyle, Ortodoks Hıristiyanlar, ölmekte olan imparatorluklarının başkentini yağmalamaya izin verdikleri ve bununla birlikte ana ruhani merkezleri olan ‘Kutsal/İlahi Bilgelik’ kilisesini de teslim ettikleri için bunun bedelini devşirme olarak ödediler.

Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü, 1922-1923 yıllarında son padişahın ülkeden kaçmasına neden oldu ve bu durum Türk Cumhuriyeti'nde dinin rolünü etkiledi. Bakımsız ve kötü durumda olan Ayasofya Camii'nin yeniden büyük çaplı onarımlara ihtiyacı vardı.

Ayasofya'ya sanatını adayan son ünlü ressamlar arasında Rus sanatçı Vladimir Petrov da vardı. Petrov, 1920'lerin sonlarından 1931 yılındaki büyük onarım çalışmaları nedeniyle caminin kapatılmasına kadar Ayasofya'nın içini resmetti.

Son olarak 2020 yılında Ayasofya yeniden cami olarak açıldı ve Hz. İsa’nın Ferisiler ve Hirodes yanlılarına söylediği “Öyleyse Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya verin” sözleri teyit edildi.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.