Suriye’nin güneyinde 35 kilometre derinliğinde güvenli bölge kurulacağına dair haberler https://turkish.aawsat.com/home/article/3745241/suriye%E2%80%99nin-g%C3%BCneyinde-35-kilometre-derinli%C4%9Finde-g%C3%BCvenli-b%C3%B6lge-kurulaca%C4%9F%C4%B1na-dair
Suriye’nin güneyinde 35 kilometre derinliğinde güvenli bölge kurulacağına dair haberler
Dera’nın doğusundaki Busra eş-Şam’da Hmeymim tarafından desteklenen Sekizinci Tugay’daki gruplar için verilen askeri bir kurs (Ahrar Horan)
Suriye’nin güneyinde, özellikle Dera şehrindeki sakinler arasında, istikrarsızlık ve güvensizlik nedeniyle İran başta olmak üzere etkili ülkeler arasında çatışma ve rekabet alanına dönüşen bölgelerde, Ürdün sınırı boyunca güvenli bir bölge kurulacağına dair haberler dolaşıyor.
Dera’daki Özgür Avukatlar Sendikası Başkanı Süleyman El-Karfan, Şarku’l Avsat’a yaptığı özel açıklamada, Suriye toprakları içinde 35 kilometre derinliğinde güvenli bir bölge kurulacağını söyledi.
Suriye ve Lübnan’a, Ürdün’den geçerek Körfez’e kara kapısı olan güney bölgesi, son zamanlarda uyuşturucu kaçakçılığı ile ilgili haberlerle gündeme geldi.
Ürdün, 2018’deki güney bölgesindeki yerleşim anlaşması ve Ürdün Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye’den gelen kaçakçılık şebekelerine karşı gerçek bir savaş yürüttüklerini söylemesinin ardından, Suriye’nin güneyinden gelen uyuşturucu ve silah sevkiyatlarını engelleme konusundaki başarısızlığını ilan etmişti.
Son zamanlarda, İran ve vekillerini bölgeden kovmak için Ürdün-ABD-Rusya-İsrail anlayışıyla elde edilen Suriye’nin güneyindeki yerleşim anlaşmasının hedefine ulaşılamaması ile Ürdün’ün Suriye rejim güçlerinin kaçakçılık şebekeleriyle işbirliği yaptığına dair suçlamaları da gün yüzüne çıktı.
Son günlerde basında çıkan haberlerde, Ürdün-Suriye sınırında 35 kilometre derinlikte güvenli bölge oluşturulması ve İran, Hizbullah ve DEAŞ gibi terör örgütlerinin varlığıyla mücadele etmek amacıyla Suriye’nin güneyindeki silahlı grupların yeniden oluşturulmasına yönelik yeni isteklerden söz ediliyor.
Süleyman El-Karfan, “Arap ülkelerinden birinde Dera, Süveyda ve Kuneytra’dan yerel liderlerle toplantılar yapıldı. Dera’dan 10, Süveyde’den 4 ve Kuneytra’dan 5 yerel lider bunlara katıldı. Ancak bunlardan biri olan Kinan el-Eid, geçtiğimiz günlerde Dera’nın kuzey kırsalındaki Casem kasabında kimliği belirsiz kişilerce uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti. Bu saldırganlar Eid’in cep telefonunu da aldı” dedi.
Suriye’nin güney bölgesinin yeni bir aşamanın eşiğinde olduğunu düşünen Karfan özel açıklamasına şu ifadelerle devam etti:
“Güvenli bölge, bölge ülkeleri İran’ın Suriye’nin güneyindeki yayılma tehlikesinin farkına vardıktan sonra oluşturulacak. İran’ın konuşlanmasını engelleme süreci, daha önce bölgede olduğu gibi silahlı grupların oluşturulması yoluyla güney bölge halkının adımıyla başlayacak. Suriye rejimi ve güçlerinin bölgeden çıkarılması, İran ve onun vekillerinin veya işbirlikçilerinin tehlikesini ortadan kaldıracaktır. Bunlar ister bölge halkından olsun, ister İran ve vekillerinin varlıklarını empoze etmelerini kolaylaştıran ana askeri oluşumlardan olsun, rejimin bölgeye yayılmış güçleri veya oluşumlarıdır.”
Karfan, güvenli bölgenin yönetiminin güneydeki gruplar tarafından özerk olacağı ve daha sonraki aşamada bölgenin yönetimine politikacıların dahil olacağını söyleyerek, “Ürdün ile Suriye arasındaki ana geçiş kapısı olan Caber-Nasib Sınır Kapısı’nda Rusya’nın 2016 tarihli önerisi uygulanacak. Suriye rejimi çalışanları tarafından yönetilecek ve Dera-Şam karayolu olan güvenli bölge içindeki yol ile yerel gruplar tarafından korunacak” dedi.
Karfan, geçtiğimiz günlerde düzenlenen toplantılara katılan ve Suriye’nin güneyinde güvenli bölge kurulmasına dair teklif kendilerine sunulan liderlerin 2018’de yaşananları ve bölgenin uluslararası olarak terk edilmesini gözden kaçırmadıklarını vurgulayarak şöyle dedi:
“Israrla gerçek garantiler istediler. Bazıları, Suriye’nin güneyinde güvenli bölge öneren ülkelerden fiili güçlerin katılımını talep etti.”
Çatışan görüşler
Güvenli bölgenin tartışılması konusunda sokaktaki vatandaşlar arasında çelişkili görüşler ortaya çıktı.
Bazıları bunu güvenlik arayışları, zorunlu askerlik talebinden kurtulmak ve neredeyse her gün meydana gelen suikast ve cinayetleri engellemek için bir fırsat olarak değerlendirdi. Eğer gerçek garantiler verilirse, uçuşa yasak bölge haline gelirse ve kalkınma projeleri oluşturma arzusu varsa, bölgenin iyileştirilmesine katkıda bulunacağını de eklediler.
Bir diğer kesim ise bunu, 2018 yılında rejim ve Rusya’nın lehine bölgenin terk edilmesiyle sonuçlanan, yıllarca süren ve değişim talep eden Suriye halkının arzusundan uzak, önceki deneyimin bir tekrarı olarak gördü.
Gözlemcilere göre, Şam’daki rejim ne kadar uzun süre İran’ın gölgesi ve onun güney bölgesindeki emelleri ile sınırlı kalırsa, Arapların durumu Suriye rejiminin çıkarına olmayacak.
Güneydeki ve Suriye’nin geri kalanındaki kötü güvenlik, ekonomik ve yaşam koşullarının, ister güneyde konuşlanacak yeni gruplar için, ister İran veya Rusya için silah altına alma sürecini etkilemesi bekleniyor.
Bütün bunlara rağmen, özellikle Rusya’nın bölgede 2018’deki yerleşim anlaşması öncesinde muhalif gruplardan olan ve Hmeymim tarafından desteklenen Sekizinci Tugay güçleri gibi bir askeri gücü olması nedeniyle, güney bölgesi uluslararası ve bölgesel anlayış ve anlaşmalara maruz kalıyor.
Suriye’nin güneyinde, 2018 yılında Rusya’nın himayesinde muhaliflerle Suriye rejimi arasında uzlaşı anlaşmasına tabi olan bölgeler hala istikrarsız alanlar.
Bölgeye neredeyse her gün meydana gelen cinayet ve suikastlar, adam kaçırmalar ve Suriye rejimine bağlı unsurlar, subaylar ve siviller veya eski muhalifler olsun herkesin maruz kaldığı soygunların gösterdiği bir kanunsuzluk hakim.
Bölgede yıllardır devam eden ve ülkedeki kötü ekonomik ve yaşam koşullarının ağırlaştırdığı bu olgudan kurtulmak için çabalar, adımlar ve çözümlerin yokluğunda, defalarca varılan uzlaşılara rağmen bölgede güvenlik kargaşası tırmanıyor ve tüm taraflar birbirini suçluyor.
Ortadoğu'da ileri savunma ve İran ile İsrail arasında yeni bir savaş ihtimalihttps://turkish.aawsat.com/arap-d%C3%BCnyasi/5167741-ortado%C4%9Fuda-ileri-savunma-ve-i%CC%87ran-ile-i%CC%87srail-aras%C4%B1nda-yeni-bir-sava%C5%9F-ihtimali
Ortadoğu'da ileri savunma ve İran ile İsrail arasında yeni bir savaş ihtimali
Tahran'daki Velayet-i Asr Meydanı'nın ortasında yer alan İran Dini Lideri Ali Hamaney'in afişi, 13 Temmuz 2025 (AFP)
Ross Harrison
Ortadoğu’ya ‘askıya alınmış bir durgunluk’ hakim. Ne topyekûn bir savaşta ne de kalıcı bir barışın tadını çıkarıyor. Sanki bu kırılgan denge, geçtiğimiz haziran ayında patlak veren 12 günlük savaşın ardından ABD, İsrail ve İran'ın atacağı sonraki adımları bekliyor. Suriye’de ve Lübnan'da durumun nasıl gelişeceği merakla beklenirken, İran'ın bölgedeki etkisinin azalması bu iki ülkede daha istikrarlı bir sürecin başlangıcı olabilir.
İsrail ve İran'ın ‘ileri savunma’ stratejilerinin çatışması, mevcut durumun ciddiyetini daha da artırdı. Her iki taraf da sınırların ötesine nüfuz etmenin iç güvenliğin temel garantisi olduğu konusunda kesin bir kanaate sahip. Bu iki ülke arasındaki olası çatışmanın etkileri sadece onların geleceğiyle sınırlı kalmayıp, Ortadoğu'nun genel stratejik gidişatını da etkileyecektir.
Bölge on yıllar boyunca, çoğunlukla kırılgan ve gerçek dışı bir istikrar hissiyle yaşadı. Hamas'ın 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail'e düzenlediği saldırıdan önce, İran ve İsrail arasında doğrudan çatışmadan kaçınmak konusunda üstü kapalı bir mutabakat vardı ve bu da geçici bir istikrar sağladı. Ancak bu istikrar, diplomasi veya gerçek barış çabaları konusunda karşılıklı çıkarlar içermiyordu. İran'ın İsrail'i ortadan kaldırma çağrısı, İsrail'in 2015 yılında ABD Başkanı Donald Trump'ın ilk başkanlık döneminde imzalanan nükleer anlaşmaya karşı çıkması ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun ikinci döneminde İran ile diplomatik yakınlaşma girişimlerini reddetmesi gibi, bu boşluğu somutlaştırıyordu.
İran'ın bölgede kurduğu ağ, eylemlerini ‘makul bir şekilde inkar etme’ imkanı sağladı. Bu ağ, İran'a dolaylı olarak İsrail'e meydan okuyarak stratejik bir derinlik kazandırdı.
7 Ekim öncesi eşit olmayan caydırıcılık mühendisliği
7 Ekim öncesi İran ve İsrail arasındaki ‘savaşsız ve barışsız’ durum, iki zıt dış politika modeline dayanıyordu. İran, iç güvenliğini korumak için ‘ileri savunma’ stratejisini benimsemiş ve Gazze Şeridi’ndeki Hamas Hareketi, Lübnan'daki Hizbullah, Irak'taki Haşdi Şabi ve Yemen'deki Husiler gibi aktif milis ağları aracılığıyla bölgesel nüfuzunu genişletmişti.
Buna karşın İsrail son kırk yıl boyunca, askeri üstünlüğüne dayanan geleneksel caydırıcılık politikasını daha istikrarlı bir şekilde benimsedi. İsrail de tarihinin erken dönemlerinde, 1956 Arap-İsrail Savaşı (Süveyş Krizi), 1967 Altı Gün Savaşı ve 1982 Lübnan’ın işgali gibi özel bir tür ‘ileri savunma’ politikası izledi. Ancak Mısır ile barış anlaşması imzaladıktan ve 1980'li yıllardan itibaren güvenli sınırlara kavuştuktan sonra, daha çok geleneksel caydırıcılık politikasına yöneldi.
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus’tanİsrail sınırını geçtikten sonra bir Merkava tankını ele geçiren Filistinliler, 7 Ekim 2023 (AFP)
İran ise, Irak-İran Savaşı'nın (1980-1988) şokunu temel alarak, kendi topraklarında herhangi bir çatışmayı önlemek amacıyla ‘ileri savunma’ doktrinini geliştirdi. Böylece dinamik bir dış nüfuz ağı kuran İran Kudüs Gücü Tugayı aracılığıyla Suriye, Irak ve Lübnan'daki siyasi, askeri ve dini yapılar içinde varlığını genişletti. İsrail modeli ileri savunma, caydırıcı ve nispeten sabit kalırken, İran modeli ileri savunma, hareketlilikle öne çıktı ve savunma ile saldırı hedeflerini bir araya getirdi.
İran, bu müdahaleyi İsrail ve ABD'ye karşı savunma pozisyonu ve Filistin davasına destek olarak tanıttı. Birkaç yıl boyunca bu denklem, baskı ve korumanın etkili bir karışımını oluşturdu: İran, vekilleri aracılığıyla gerilimi tırmandırırken, İsrail'in doğrudan ve geniş çaplı bir tepki vermesini engelledi. Başka bir deyişle, bu strateji önemli ölçüde ‘stratejik belirsizlik’ içeriyordu.
Bir zamanlar stratejik bir güç kaynağı olarak görülen milis ağları, kısa sürede bir yük haline geldi. Sonunda, bu gruplar Tahran'a iç güvenliği sağlayan bir savunma derinliği sağlamak yerine, Tahran'ın desteği onlara yıkım getirdi.
7 Ekim ve belirsizliğin sona ermesi
Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre İran ile İsrail arasındaki kırılgan denge, ekim ayında Hamas'ın İsrail'e yönelik yıkıcı saldırısının ardından çöktü ve ‘ne savaş ne barış’ durumu, ‘barış yok’ durumuna dönüştü. Böylece İran, kapsamlı bir savaşa girmeden barışı önleyebilmesini sağlayan stratejik belirsizlik avantajını kaybetti. Hizbullah, saldırının ertesi günü Lübnan'ın güneyinden İsrail'e roket saldırıları başlattı. Husiler, Hamas'a destek olmak için Kızıldeniz'deki deniz trafiğini hedef alarak bu saldırılara katıldı. Tahran'ın da bu saldırılara açıkça destek vermesi bir dönüm noktası oluşturdu, ancak ters sonuçlar doğurdu. İsrail, ulusal güvenliğinin bölgesel olarak gücünü yayması ve proaktif hareket etmesi gerektiğini düşündüğü için son kırk yıldır benimsediği geleneksel caydırıcılık ve çevreleme yaklaşımından vazgeçerek güvenlik pozisyonunu yeniden belirledi ve ileri savunma doktrinine geri döndü.
İsrail, askeri operasyonlarının kapsamını genişleterek Hamas'a yönelik bir dizi stratejik saldırı düzenledi. Bu saldırılar sonucunda Gazze'de on binlerce Filistinli öldü. İsrail ayrıca Hizbullah ve Husileri hedef alırken Beşşar Esed rejiminin 2024 yılı sonlarında düşmesinin ardından Suriye'deki saldırılarını yoğunlaştırdı. Aynı yıl, İran ve İsrail iki kez doğrudan saldırılar gerçekleştirdi, ardından İsrail 2025 yılında İran'a önleyici saldırılar düzenledi. İran'ın doktrininde olduğu gibi, İsrail'in yeni ileri savunma modeli de saldırgan motifler içeriyor. Bu durum, Netanyahu'nun 2024 ve 2025 yıllarında ‘Ortadoğu'nun çehresini değiştirmek’ hakkındaki açıklamalarından da anlaşılıyor.
İsrail'in gelişmiş savunma sisteminin devreye girmesiyle, İran üzerinde yıkıcı etkileri ortaya çıktı. Bir zamanlar stratejik bir güç kaynağı olarak görülen milis ağı, hızla bir yük haline geldi. Sonunda bu gruplar Tahran'a içini koruyan bir savunma derinliği sağlamak şöyle dursun Tahran'ın desteği onlara yıkım getirdi. Dahası sınırlarında yeni zayıflıklar yarattı, bu da onları İsrail ile doğrudan bir çatışma alanına daha da yaklaştırdı.
Stratejik rol değişimi
Bu dönüşüm, birbiriyle rekabet halindeki iki savunma doktrini arasında tehlikeli bir yakınlaşmaya yol açtı: İran'ın on yıllardır kök salmış doktrini ve İsrail'in sınırları dışına yönelik saldırgan ve önleyici bir stratejiye geri dönüşü.
İsrail, geçtiğimiz haziran ayında ABD'nin doğrudan desteği ve katılımıyla İran'ın savunma ve nükleer tesislerine saldırılar düzenledi. Böylece, bir süreliğine terk ettiği güç dengelerini değiştirmeye çalışan bölgesel güç rolünü geri kazandı ve ihtiyatlı bir tutum yerine önleyici güç politikasını benimsedi. Bu, basitçe İsrail'in İran'ın doktrinini yansıtan yenilenmiş bir ileri savunma modelini benimsediği anlamına geliyor. Öyle ki İsrailli liderler artık bölgede kalmak ve bölgede yaşamaktan bahsetmiyor, bölgenin yeniden şekillendirilmesinden bahsediyorlar.
İran ve İsrail'in ileri savunma doktrinlerinin çatışması, sadece askeri çatışmanın yeniden başlaması tehlikesini içermekle kalmıyor, aynı zamanda bölgenin geleceği için de doğrudan bir tehdit oluşturuyor.
Ancak bu dönüşüm gerçek bir tehlike barındırmıyor. Aşırı genişlemenin cazibesi, hedef sadece caydırıcılıkla sınırlı kalmayıp yeniden yapılanmaya kadar uzanırken, güçlü bir şekilde hissedilir hale geldi. Taraflar ileri savunma stratejisine başvurduğunda, çatışma, yanlış değerlendirme ve kontrolsüz tırmanma olasılığı endişe verici bir şekilde arttı.
Nihayet iki taraf stratejik rollerini değiştirdi ve geniş bir bölgesel nüfuz ağına sahip olan İran, geri çekilmek ve savunmaya geçmek zorunda kalırken, İsrail güçlü bir şekilde inisiyatif alan taraf haline geldi. Tahran'ın nüfuzunu genişletme kabiliyetinin azalmasıyla birlikte, özellikle 1980'lerde Irak ile yaşanan savaş deneyimi ve geçtiğimiz haziran ayında İsrail ve ABD'nin ortak saldırısı çerçevesinde ileri savunma doktrini stratejik kültüründe sağlam bir şekilde yerini koruyor. Ancak İran artık savunma pozisyonunda ve olayların kaynağı olmak yerine onlara tepki vermeyi tercih ediyor. Savunma stratejisi, geleneksel nüfuzunun büyük bir kısmını kaybettiği yeni gerçeklere uyum sağlamak zorunda gibi görünüyor.
İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Emir Hatemi, İran'da açıklanmayan bir yerde İran ordusunun savaş komuta odasında düzenlenen bir toplantıya sırasında, 23 Haziran (AFP)
İran'ın özellikle de en önemli araçları aşınmış olsa da ileri savunma mantığı hala geçerli olduğundan gelecekte yeni araçlarla bölgesel varlığını geri kazanmaya çalışması şaşırtıcı olmaz. Tahran'ın dengesini yeniden kazanmak için milis ittifaklarını yeniden kurmaya başvurması tehlikesi halen devam ediyor. İran bunu başarsa bile önceki caydırıcılık gücünü geri kazanması mümkün değil. Bu yüzden bu kez de nükleer silaha sahip olmayı hedefleyen yeni bir ileri savunma modeli geliştirilebilir.
Bölgesel etkiler: Thomas Hobbesçu düşüncesine dönüş
Bu stratejik dönüşüm, Ortadoğu'yu korku, güvensizlik ve kendini koruma üzerine kurulu olan yoğun bir Hobbesçu (Thomas Hobbes) düşünceye geri döndürüyor. Bugün ise çatışma daha açık ve doğrudan hale gelmiş durumda. İran ve İsrail, diplomatik seçeneklerin yerine sert hesaplamaların öncelikli olduğu askeri bir güvenlik modeli izliyor. Taraflar artık dolaylı çatışmalarla yetinmiyor, açık ve net bir geleneksel çatışmaya girmiş durumda. Bu gidişat devam ederse, bedeli çok ağır olacak. İran tarafında, ileri savunma şeklindeki ‘güvence’, ekonomisini yıpratırken halkının geniş kesimlerini kendinden uzaklaştırdı. İsrail açısından ise, uzun vadeli bir savunma pozisyonuna girilmesi, demokratik kurumlarının aşınmasına, küresel konumunun zedelenmesine ve orantısız bir misillemenin önünün açılmasına neden olabilir, hatta İran'ı nihayetinde nükleer caydırıcılık peşinde koşma yönünde bir siyasi karar almaya itebilir.
Bir stratejik gereklilik olarak diplomasi
İran ve İsrail'in ileri savunma doktrinleri arasındaki çatışma, sadece askeri çatışmanın yeniden başlaması tehlikesini içermekle kalmıyor, aynı zamanda bölgenin geleceği için de doğrudan bir tehdit oluşturuyor. İleri savunma, ister vekiller aracılığıyla ister önleyici saldırılarla olsun, riskli bir yaklaşım. Bunun yanında net bir siyasi ufuk ve uzun vadeli bir stratejik hedef olmadan sürdürülemez.
Daha sürdürülebilir bir bölgesel düzen, güvenlik ile diplomasiyi, caydırıcılık ile teşvikleri, ulusal çıkarları ile bölgesel iş birliğini birleştiren yeni bir stratejik anlaşmaya varılmasını gerektirir.
Ortadoğu bugün kritik bir dönüm noktasında bulunuyor. Ya bölgedeki en güçlü iki askeri güç arasında doğrudan bir çatışmaya doğru daha fazla sürüklenecek ya da her ikisi de güvenlik için önleyici eylemleri savunma doktrini olarak benimseyecek ya da diplomasiye ciddi yatırımlar yapacak ve bölgesel bir güvenlik sistemi kuracak. Bölge her zaman dışarıdan yapılan arabuluculuk çabalarına, ABD'ye ve son yıllarda ise zaman zaman Çin'e güvendi. Ancak artık bölgesel güçlerin barış girişimini üstlenme zamanı geldi. KİK ülkeleri, Türkiye, Mısır ve hatta Irak, Birleşmiş Milletler (BM) gibi çok taraflı kuruluşların yanı sıra yeni bir yol haritası çizilmesine katkıda bulunabilecek önemli rollere sahipler.
Stratejik bir anlaşmaya doğru
Şu anda sadece askeri bir savaşa değil, bir ideoloji çatışmasına tanık oluyoruz. 1980'lerdeki birinci Körfez Savaşı'nın şokundan doğan İran'ın ileri savunma ideolojisi, birçok milis gücünün çöküşü ve İsrail ile ABD'nin doğrudan saldırıları nedeniyle stratejik baskıya uğradı. İsrail'in 7 Ekim 2023 saldırılarının şokundan doğan ileri savunma ve güç gösterisi stratejisine geri dönüşü ise Ortadoğu'nun yeni gerçeklerinde henüz test edilmemiş olsa da istikrarı bozucu olabilir. İsrail'in önceki ileri savunma deneyimi, derin bir güvensizlik ve tehdit duygusundan doğmuştu. Bu seferki dönüşü ise bölgeyi şekillendirme tehdidi ve fırsatının bir karışımıyla beslenebilir. İsrail ve İran'ın dış savunma yaklaşımları kalıcı bir güvenlik sağlayamaz. Her ikisi de intikam, kök salma ve yanlış değerlendirme döngüsünü sürdürme riskini taşıyor. Sonuç olarak, her iki taraf da ileri savunmaya dayandığında sonuç, bir denge değil, sürekli tırmanma ve bölgesel istikrarsızlık için yüksek riskli bir formül olacaktır.
Daha sürdürülebilir bir bölgesel düzen, güvenlik ile diplomasiyi, caydırıcılık ile teşvikleri, ulusal çıkarları ile bölgesel iş birliğini birleştiren yeni bir stratejik anlaşmaya varılmasını gerektirir. Bunun da büyük bir zorluk olduğuna şüphe yok. Ancak devam eden çıkmaz veya felaketle sonuçlanacak bir tırmanma gibi alternatifler bundan çok daha kötü bir sonuç doğurur.
İran ile İsrail bir dönüm noktasına geldi. Bundan sonraki tercihleri sadece kendi geleceklerini belirlemekle kalmayacak, aynı zamanda Ortadoğu'nun sürekli savaş ve barış arasında gidip gelen bir durumdan çıkıp, topyekûn bir savaşa doğru mu gideceğini, yoksa nihayet daha kalıcı bir istikrara mı kavuşacağını da belirleyecek.