Şam rejimi buğday temininde açığı olduğunu kabul etti

Ukrayna savaşının devam etmesi, Suriye’de ekmek temini konusunda yaşana krizi derinleştiriyor.

Fotoğraf (AFP)
Fotoğraf (AFP)
TT

Şam rejimi buğday temininde açığı olduğunu kabul etti

Fotoğraf (AFP)
Fotoğraf (AFP)

Suriye rejimi, kontrolü altındaki bölgelerin gelecek yıl ihtiyaç duyulan buğday miktarında yüzde 75’i aşan bir açık olduğunu kabul etti. Uzmanlar, söz konusu durumun daha önce kendi kendine yetinen ve buğday ihracatçısı olan ülkede, bir paket pita ekmeği temin etmede halkın çektiği acıyı artıracağı ve açlık durumu daha da kötü bir hale getireceği görüşündeler.
Suriye Tahıl Vakfı Genel Müdürü Abdullatif el-Emin birkaç gün önce yarı resmi el-Vatan gazetesine yaptığı açıklamada, 2022 yılı için piyasadaki buğday miktarının bugüne kadar 511 bin ton olduğunu açıkladı. Bu oranı geçen yılla karşılaştırarak önemli bir artış bulunduğunu, zira geçen sene piyasada 366 bin ton buğday olduğunu ancak şu an tüm kontrol altındaki bölgelerin 525 bin ton buğday beklediğini belirtti. Emin “Mevcut buğday stoğu ekmek için un ihtiyacımızı karşılıyor. Endişeye gerek yok” derken buğdayın güvence altına alınması hükümet için öncelik haline geldi. Rusya’dan bir miktar buğday ithal edildiğini ve Suriye’nin buğday ihtiyacının yıllık 2 ila 2 milyon 200 ton arasında değiştiğini belirten Emin’in açıklamalarına göre hükümetin gelecek yıl ihtiyaç duyduğu buğday miktarında, yıllık ihtiyacın yüzde 75’inden fazlasına denk gelen ve yurt dışından ithal etmek zorunda kalacağı bir milyon 675 bin tonluk bir açık oluşacak. Emin, buğday ithalatı için yapılan son sözleşmenin 600 bin tonluk olduğunu ve bu sezona ek olarak gelecek yılın ilk yarısı için yeterli olan ek miktarları temin edilmesinin hedeflendiğini kaydetti. Suriye’nin ekmek üretimi için un ihtiyacının aylık 180 ile 200 bin ton arasında değiştiği bilgisini verdi.
Suriye 2011 yılına kendine yeten bir buğday ihracatçısıydı. Öyle ki 2007 yılında ekili alan yaklaşık 1,7 milyon hektara ulaştı ve üretim oranı 4 milyon 100 bin tonun üzerindeydi. Devlet, fırınlara un tedarik etmek ve stokları artırmak için 2,5 milyon ton buğday ayırıyordu ve yaklaşık 1,5 milyon ton ihracat yapıyordu. Ancak 2011 yılında patlak veren savaş, uzun süreli kuraklıklar ve düşük yağış oranları sonucunda ülkenin kuzey ve güneyindeki buğday üretim alanlarının yarısından fazlası çalışamaz hale geldi. Ayrıca stratejik mahsulün üretim seviyesi giderek düştü.
Buğday üretiminin kötüye gitmesine, yakıt, enerji, gübre krizleri, hükümetin üretim maliyetinin piyasa fiyatıyla orantılı olmaması sebebiyle buğdayın fiyatlarını yükseltmesi (Devlet 2 bin liraya çiftçiden bir kilo buğday alıyor) ve ülkenin üçe bölünmesi de katkıda bulundu. Söz konusu üç alandan birini, Washington tarafından desteklenen Suriye Demokratik Güçleri (SDG) tarafından kontrol edilen Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi teşkil ediyor. Bu bölge, savaş ve kuraklık yıllarından önce, buğday üretiminde ülkenin stratejik mahsul ihtiyacının yaklaşık yüzde 60’ını karşılaması sebebiyle ‘Suriye’nin gıda sepeti’ olarak görülüyordu. İkinci alan, muhalif grupların etki alanı olan ülkenin kuzeybatısında yer alıyor. Üçüncü alan ise ülkenin batısında ve güneyinde Suriye hükümetinin kontrolündeki bölgelerden oluşuyor.
Savaş yıllarında, üç bölgedeki nüfuzlu kişiler, özellikle de hükümet ile Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi arasında, kendi kontrol alanlarında gerekli buğday miktarlarını güvence altına almak için çiftçilerden buğday satın almak konusunda şiddetli bir rekabet hakim oldu. Hükümet tarafından kontrol edilen bölgelerde, son yıllarda buğday krizi ortaya çıktı. Söz konusu krizi iki yıldan fazla bir süre önce şiddetlendi. Bu durum, Şam’da ve hükümet kontrolündeki diğer bölgelerdeki fırınlarda yaşanan izdiham ile gözler önüne serildi. Un krizinin devam etmesi ve kötüleşmesinin yanı sıra hükümetin kişi başı günlük üç ekmek sübvansiyonunu yarı yarıya indirmesi nedeniyle fırınlar aralıklarla çalışmayı durdurdu. Bir paket pita ekmeğinin (yaklaşık bin 100 gramlık 7 pita) sübvansiyonlu fiyatı 200 Suriye lirasına ulaştı. Ekmeler kara borsa da 1350 ila 1500 Suriye lirası arasında satılıyor. Savaş öncesi yıllarda ise ekmek fiyatı 15 Suriye lirasıydı.
Bu yılın başlangıcında un krizi nispeten azalmıştı. Ancak Rusya’nın Ukrayna’ya savaş açmasıyla kriz yeniden derinleşti. Şarku’l Avsat’ın Şam’da gerçekleştirdiği gözlemlere göre devlet fırınları gün boyunca birkaç kez kapanıyor ve çalıştıkları zaman ise erken saatlerde (sabah 10.00-11.00 ile arasında) işleri bitiyor. Ardından öğleden aşırı kalabalık oluşuyor.
Fırınlarda çalışan işçiler, Şarku’l Avsat’a yaptıkları açıklamalarda bazı günler fırınların kapanmasının, un temin edememelerinden, erken saatlerde işin bitmesinin ise malzeme tahsislerinin azalmasından kaynaklandığını belirttiler. İsmini vermek istemeyen bir ekonomist konuya dair şu değerlendirmede bulundu:
“Kriz uzun süredir devam edecek gibi görünüyor. Ülkenin bölgelere bölünmesi, ekonominin ve yaşam koşullarının kötüleşmesi, para biriminin dolar karşısında değer kaybetmesi (bir ABD doları, 2011 yılı öncesinde 45 ila 50 Suriye lirasına denk gelirken şimdi yaklaşık 4200 Suriye lirasına denk geliyor) ayrıca yakın bir zamanda biteceğine dair herhangi bir belirti olmayan Ukrayna’daki savaşın sürmesi de dahil olmak üzere tüm bu nedenler, ülke ekonomisinin ve yaşam koşullarının daha da kötüye gideceğini gösteriyor. Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası raporlar, hatta yerel raporlar, hükümetin kontrolü altındaki bölgelerde yoksulluk sınırının altında yaşayan insanların oranının yüzde 90’ın üzerinde olduğuna işaret ediyor. Hükümetin gıda güvenliğini sağlama konusundaki yetersizliği, halkın bir paket pita ekmeği almada çektikleri sıkıntıları ve açlığı daha da artıracak.”
Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi kontrolündeki bölgelerde de durum hükümetin kontrolü altındaki alanlardan daha iyi değil. Tarım ve Sulama Otoritesi Başkanı Muhammed El-Dahil, yönetimin kontrolü altındaki bölgelerden alınan miktarların, ekmek için ayrılan yaklaşık 388 bin ton buğday ulaştığını ancak aslında yılda 600 bin tona ihtiyaç duyulduğunu belirtti. Dolayısıyla yaklaşık 200 bin tonluk bir açık olduğu bilgisini verdi.



İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

TT

İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

İsrail'in korkunç hapishanesi... Dirilerin mezarlığından kurtulanların tanıklıkları

Filistinli gazeteci Şadi Ebu Sido, İsrail Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde yaşanan zulümler hakkında çok şey duymuş ve okumuş olmasına rağmen, 2024 yılının nisan ayında bir gece vakti gördüklerini hayal bile edemezdi. O gece, İsrail askerlerinin, polis köpeklerini Filistinli mahkûmların üzerine saldıkları ve yaşananları gülerek kayda aldıkları bir vahşete tanık oldu.

Necef (Negev) Çölü’nde bulunan İsrail askeri gözaltı merkezinde tutulan ve Ekim 2025'te esir takası anlaşmasıyla serbest bırakılan Ebu Sido, Şarku’l Avsat'a, Mart 2024'te Gazze şehrindeki Şifa Tıp Kompleksi'nde olanları belgeleme görevini yaparken gözaltına alındığını söyledi.

Ebu Sido, “Gözaltına alındığımda askerler bana tüm giysilerimi çıkarmamı emretti. Sonra ellerimi arkamda bağlayıp kaburgalarımdan birini kırana kadar dövdüler. Ardından 10 saatten fazla bir süre yağmurda ve soğukta çıplak bırakıldım” ifadelerini kullandı.

Ancak Ebu Sido, ‘dirilerin mezarlığı’ olarak adlandırdığı hapishanede işkenceye maruz kalan tek kişi değildi. Sde Teiman'dan serbest bırakılan iki mahkûmun Şarku’l Avsat'a yaptığı açıklamalar, dayak, elektrik şoku, uyku, yemek ve tıbbi tedaviden mahrum bırakma ve ‘acımasız tecavüzler’ gibi korkunç olayları ortaya koydu.

Sistematik işkence

Sde Teiman, eski Askeri Başsavcı Yifat Tomer-Yerushalmi'nin tutuklanmasının ardından mercek altına alındı. İsrail makamları, Tomer-Yerushalmi'yi, gözaltı merkezlerinde İsrail askerlerinin Filistinli bir mahkûma tecavüz ettiğini gösteren bir videoyu sızdırmakla suçluyor. Başbakan Binyamin Netanyahu, bu sızıntının İsrail'in kuruluşundan bu yana ‘halkla ilişkiler açısından en büyük zarara’ yol açmış olabileceğini söyledi.

sdfr
2023 kışında İsrail'in güneyindeki Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan Filistinliler (AP)

Gazze Şeridi'nde savaşın patlak vermesiyle İsrail, çeşitli bahanelerle yüzlerce kişiyi gözaltına almaya başladı; onları gizli hapishanelerine attı, haklarını ellerinden aldı, herhangi bir yasal işlemden mahrum bıraktı ve avukatlara ve insan hakları örgütlerine erişimlerini engelledi. B'Tselem ve diğerleri de dahil olmak üzere İsrailli ve uluslararası insan hakları örgütleri, Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde ‘sistematik işkence’ ve ‘insanlık dışı muamele’ ile ilgili benzer şikayetleri belgeledi.

‘Disko’... İşkence görenlerin sesleriyle işkence

Soğukta uzun saatler bekledikten sonra Ebu Sido, askeri bir kamyonla Sde Teiman hapishanesine nakledildi. Burada, askerlerin ‘karşılama kıtası’ olarak adlandırdığı ve onun şu şekilde tarif ettiği yeni bir işkence yolculuğu başladı: “Koridorda duran yaklaşık 30 asker, tutuklular hapishaneye girmeden önce onları dövüyordu. Bazı tutuklular kan içinde kalıyordu, bazıları ise şiddetli dayak nedeniyle dişlerini veya gözlerini kaybetti.” Ebu Sido, yaklaşık 70 gün suçlamasız olarak gözaltında tutulduktan sonra soruşturma için başka bir yere nakledildi. Sorgu odasına girmeden önce çıplak soyunmaya ve ayrıntılı bir aramaya maruz kalmaya zorlandı, ardından ‘disko’ adı verilen bir yere götürüldü.

xcdf
Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nin konumunu gösteren harita (Şarku’l Avsat)

Ebu Sido, devasa hoparlörlerin bulunduğu odada gördüklerini şöyle anlattı: “Diskoda mahkumlar saatlerce uyanık tutuluyor. Tek duyduğunuz gürültü, yüksek sesli müzik ve işkence gören diğer mahkumların çığlıkları.” Ebu Sido daha sonra başka bir işkence odasına nakledildi ve burada gardiyanlar onu ellerinden tavana asarak yorgun ve çıplak vücuduna yumruk attılar.

Barakaya dönüş: Aşağılama partileri

Sorgulamanın ardından Ebu Sido, ‘baraka’ denilen kalabalık gözaltı koğuşlarına geri götürüldü. Bu koğuşlar, soğuktan veya sıcaktan koruma sağlamayan metal yapılar olup, çölün ortasında zorlu koşullarda yaşayan yüzlerce mahkûmu barındırıyor.

Ebu Sido buradaki süreci şu ifadelerle anlattı: “Her barakada yaklaşık 140 ila 160 mahkûm vardı, hepsi kelepçeli ve gözleri bağlıydı. 30 ila 40 askerden oluşan ekipler köpeklerle birlikte gelip bize yüzüstü yatmamızı emrediyorlardı. Köpeklerin sırtımızda yürümelerine, üzerimize işemelerine, bizi tırmalamalarına ve başlarıyla vurmalarına izin veriyorlardı.”

Ebu Sido, 2024 yılının nisan ayında bir gece vakti yaşanan olayı ‘tam bir insanlık dramı’ olarak tanımladı: “Mahkumlardan biri kriz geçirerek ‘Çocuklarımın yanına gitmek istiyorum’ diye bağırmaya başladı. Gözaltı merkezi yetkilileri, bastırma ekibini ve köpekleri ‘barakalara’ gönderdi. Sonra onu dışarı çıkardılar, soyduktan sonra köpeklerin ona tarif edilemez şeyler yapmasına izin verdiler.”

O zor anları hatırlayan Ebu Sido şu ifadeleri kullandı: “Gözlerimizdeki bağın kenarından yaşananları izliyorduk. Askerlerin, mahkûmun çığlıklarına eşlik eden sesler eşliğinde gülüp, yaşananları telefonlarıyla kayda aldıklarını gördük. Biz de çığlık atmaya başladık. Sıranın bize geleceğinden korkuyorduk.”

sdrt
Bir süre Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan eski Filistinli mahkûm Şadi Ebu Sido, Gazze'de çocuklarıyla birlikte (Şarku’l Avsat)

Ebu Sido, Sde Teiman Gözaltı Merkezi’ni ‘diriler için bir mezarlık’ olarak tanımlayarak şöyle dedi: “Korkudan aklımızı kaçırıyorduk. Geceyi gündüzden ayırt edemiyorduk ve bizi döven veya aşağılayanlar dışında hiçbir insan yüzü görmüyorduk. Bu işkenceden kurtulmak için orada ölmeyi dilerdim.”

Genç adam, mahkumların dünyadan tamamen izole bir şekilde yaşadıklarını ve 24 saatlik süre içinde tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için sadece iki dakika süre verildiğini söyledi.

Ebu Ful... Ayağı kesilmiş halde gözaltına alındı ve kör olarak serbest bırakıldı

Bir başka korkunç hikâye ise Gazze'nin kuzeyinde yaşayan Mahmud Ebu Ful tarafından anlatıldı. Ebu Ful, bacağı kesildikten sonra tedavi gördüğü Kemal Advan Hastanesi’nde gözaltına alındı ve esaret altında yaşadığı çileli günler sonunda görme yetisini kaybetti. 2023 yılının aralık ayı sonlarında, genç Gazzeli askerler hastaneye baskın düzenlediğinde oradaydı. Ebu Ful o günü şu ifadelerle anlattı: “Beni kelepçelediler ve gözlerimi bağladılar, sonra acımasızca dövmeye başladılar. Yaralıydım ve protez bacağım vardı, sadece koltuk değneği ile yürüyebiliyordum, ama onu benden aldılar ve ellerimi arkadan bağladılar.”

Saatlerce süren dayak ve hakaretlerin ardından Ebu Ful, Sde Teiman hapishanesine nakledildi ve burada aylarca kaldı. Genç adam gözaltında geçirdiği ilk günleri şöyle hatırlıyor: “Yedi gün boyunca ellerim arkamda bağlıydı. Her hücrede yaklaşık 140 mahkûm vardı, yemek çok azdı ve dayak ve hakaretler hiç bitmedi.”

Bir gün Ebu Ful yaklaşık iki saat boyunca işkence gördü ve kafasına vurularak bayılana kadar dövüldü.

Şarku’l Avsat’a konuşan genç adam görme yetisini kaybettiği günü şu ifadelerle anlattı: “Uyandığımda görme yetimi tamamen kaybetmiş olduğumu fark ettim. Etrafımdaki gençlere hiçbir şey göremediğimi söyledim. Korkudan titriyordum ve ağlamaya başladım.”

Ebu Ful, kendisini esir alanlara tıbbi tedavi için yalvardığını, ancak sonuç alamadığını belirtti: “İlaç istedim, ama bana bağırıp alay ettiler. Karanlıkta tek başıma acı çekiyordum.” Görme yetisini kaybettikten sonra Ebu Ful, sadece işitme duyusuyla esaret hayatını yaşadı: “Mahkumların işkence gördüğünü, çığlık attığını, yardım için ağladığını ve askerler tarafından küfredildiğini duyabiliyordum.”

Ebu Ful aylarca gözaltında tutulduktan sonra son mahkûm takası anlaşmasına dahil edildi. Serbest bırakıldıktan sonra hissettiklerini şu ifadelerle dile getirdi: “Gazze'ye hiçbir şey göremeden döndüm ve ailemin artık hayatta olmadığını düşündüm... Kalabalığın içinde, annemin sesini duyduğumda onların etrafımda olduğunu fark ettim... Halen onların arasında olduğum için Allah'a şükrediyorum. Sadece bir kez olsun annemin yüzünü görmek istedim.”

zsdf
Bir süre Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde tutulan eski Filistinli mahkûm Mahmud Ebu Ful, Gazze'deki bir çadırda anne ve babasının arasında oturuyor. (Şarku’l Avsat)

Filistin Tutuklular ve Eski Mahkumlar İşleri Komisyonu’na göre, yıl ortası itibarıyla İsrail hapishanelerinde 10 binden fazla mahkûm bulunuyordu. Bunların arasında İsrail'in ‘yasadışı savaşçı’ olarak sınıflandırdığı bin 800'den fazla Gazzeli tutuklu da bulunuyordu. Resmi Filistin rakamlarına göre, 7 Ekim 2023'ten bu yana İsrail gözaltı merkezlerinde 80'den fazla mahkûm hayatını kaybetti ve bunların yarısından fazlası Gazze Şeridi'ndendi.

Filistin Tutuklular ve Eski Mahkumlar İşleri Komisyonu Sözcüsü Şarku’l Avsat'a verdiği demeçte, “İşgal güçleri, iki yıl boyunca işgal hapishanelerindeki erkek ve kadın mahkumlara karşı bir dizi suç işledi” dedi.

Sözcü, İsrail makamlarının ‘gözaltı merkezlerinde başka bir tür soykırım uyguladığını, özellikle Gazze Şeridi'nden gelen mahkumlara Sde Teiman Gözaltı Merkezi’nde polis köpekleri de dahil olmak üzere çeşitli araçlar kullanılarak sistematik işkence ve tecavüz uygulandığını’ bildirdi.

İnsan hakları raporlarına göre, İsrail hapishanelerinde ve kamplarında, özellikle Sde Teiman'da bulunan Filistinli mahkumlar işkenceye ve açlığa maruz kalıyor ve bu durum birçok mahkûmun hayatına mal oluyor. Sde Teiman'da tutulmuş veya halen tutulmakta olan mahkumların sayısına ilişkin kesin bir tahmin bulunmuyor.


Arap Maşrık bölgesi: Taraflı diplomasi ve işlevsiz bir bölgesel düzenden çıkarılacak dersler

Fotoğraf: Majalla/AFP
Fotoğraf: Majalla/AFP
TT

Arap Maşrık bölgesi: Taraflı diplomasi ve işlevsiz bir bölgesel düzenden çıkarılacak dersler

Fotoğraf: Majalla/AFP
Fotoğraf: Majalla/AFP

Elie el-Kuseyfi

Bölge halkının diğer, daha az konuşkan halklara kıyasla daha konuşkan olduğu yönündeki yaygın algıyı kabul edersek, ABD Özel Temsilcisi Thomas Barrack neredeyse unutulmuş Lübnan kökenlerinden gelen bu özelliği kesinlikle korumuş. Sadece birkaç ay, hatta birkaç hafta içinde, en fazla açıklama yapan, klasik diplomatik dile göre hem beklendik hem de beklenmedik detaylı sonuçlar ve çıkarımlar sunan Arap ve yabancı yetkililerden biri haline geldi. Siyaset veya diplomasi dünyasından değil iş ve emlak dünyasından geldiği düşünüldüğünde, bu pek de şaşırtıcı değil. Ancak nihayetinde bu, yalnızca ABD'de değil, küresel olarak da siyasi ve diplomatik davranışlar üzerindeki etkisini zaman içinde gözlemlemenin ilginç olacağı Başkan Donald Trump'ın tarzını yansıtıyor.

Thomas Barrack, sanki almak istediği iki intikam varmış gibi uzun uzun konuşuyor. Bunlardan ilki Amerikan düzeninin ve derin devletin ürünü olan Barack Obama'nın mirasından, diğeri ise bölgedeki Avrupa sömürgeciliğinin mirasından intikam. Ne var ki Barrack, bu sömürgecilik olmasaydı (ki ona göre bu sömürgecilik, kabile kamplarına bayraklar asıp onları devletlere dönüştürmekle sınırlı) İsrail'in var olmayabileceğini unutmuş gibi yapıyor. Dahası, Barrack'ın -birincisi, Trump yönetiminin rejim değişikliği istemediği, ikincisi, İsrail'in Sykes-Picot Anlaşması'nı tanımadığı- şeklindeki iki fikri birleştirmesi, Trump Washingtonu'nun artık rejimleri değiştirmekle ilgilenmediği ama özellikle de İsrail tarafından yapılırsa, sınır değişikliklerine göz yumduğu anlamına geliyor. Bu durum, bölgeyi, devletler arasındaki uluslararası sınırlarla sınırlı kalmayıp, kimlik temelli ve coğrafi çatışmalara dayalı bir fay hattı üzerine kurulu bu devletlerin iç dinamiklerini de kapsayan yeni endişelere sürüklüyor.

Sınır müzakereleri, bölge devletlerinin, özellikle de Arap devletlerinin, ulusal güvenlik zorunlulukları açısından İran hegemonyasının yerini İsrail hegemonyasının almasını kabul etmeleri mümkün olmadığı sürece, yalnızca bir Suriye veya Lübnan meselesi değildir

Barrack'ın açıklamalarının genel teorik çerçevesi budur. Fakat pratik açıdan, özellikle de Suriye ve Lübnan'ın İsrail ile sınır anlaşmaları yapmalarının “zorunluluğu” konusunda önerdikleri, temel bir konuyu göz ardı ediyor. O da Tel Aviv'in bu sınırları tanımamasının, sakinlerinden ve silahlı varlıklardan (sadece milislerden değil, aynı zamanda meşru güçlerden de) arındırılmış tampon bölgeler oluşturma çabasının, müzakerelerin temel dayanaklarını dinamitlediğidir. Tel Aviv’in müzakereleri, zayıflayan İran hegemonyasının halefi olarak İsrail'in bölgesel hegemonya kurma girişimleri çerçevesinde mevcut durumu kabul etmekle eşdeğer kıldığı da görmezden geliniyor.

dcfg
Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn, ABD'nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, Lübnan Baabda’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda, 21 Temmuz (AP)

Bu nedenle, sınır müzakereleri, bölge devletlerinin, özellikle de Arap devletlerinin, ulusal güvenlik zorunlulukları açısından İran hegemonyasının yerini İsrail hegemonyasının almasını kabul etmeleri mümkün olmadığı sürece, yalnızca bir Suriye veya Lübnan meselesi değildir. Hem de bu devletlerin Hizbullah'ın Lübnan içindeki nüfuzuna ilişkin tutumları geri dönülmez bir şekilde olumsuz olsa bile. Bu bağlamda, Şam'ın dört müzakere turuna katılmasına rağmen, işgal altındaki Golan Tepeleri meselesi bir yana, güney Suriye'deki sınır bölgesi konusunda bir güvenlik anlaşmasına varamamış olması da anlamlıdır. Bu arada İsrail, Suriye topraklarına yönelik saldırılarını sürdürüyor ve bunların sonuncusu geçtiğimiz günlerde gerçekleşti. Reuters, İsrail ordusunun Şam'a yalnızca 25 kilometre uzaklıkta olduğunu bildirdi.

Bu, Barrack'ın Manama konferansındaki açıklamaları ve hakkında aktarılanların kanıtladığı gibi, yeni Suriye hükümetini ve Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'yı öven ancak Lübnanlı yetkilileri kınayan Washington'un, Tel Aviv'e Suriye egemenliğini ve benzer şekilde Lübnan egemenliğini ihlal etmesi sebebiyle neredeyse hiç baskı yapmadığı anlamına geliyor. İki ülke arasındaki tek fark Lübnan'da Hizbullah ile yaşanan çatışma. Dolayısıyla Trump yönetiminin Gazze'de İsrail'e uyguladığı baskının Lübnan ve Suriye'yi kapsamadığı, Washington’un Tel Aviv'e bu ülkelerde, kısıtlama olmaksızın ya da zayıf ve değişken kısıtlamalarla, serbestçe hareket etme olanağı tanıdığı göz önüne alındığında, bölgedeki Amerikan politikası iki dinamiğe göre işliyor demektir. Bu durum, İsrailli yerleşimcilerin İsrail ordusunun gözetimi veya koruması altında Filistinlileri taciz etmeye devam ettiği Batı Şeria için de geçerli.

Lübnan ile ilgili arabuluculuk konusunda, özellikle ABD'nin yeni bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor. Bunu da Lübnan tek başına ortaya çıkaramayacağından, Lübnan ile Suriye süreçlerinin birbirine bağlanması kaçınılmaz hale geliyor

Burada Washington'un Suriye ve Lübnan ile ilgili arabuluculuğunun taraflı olduğunu kastediyoruz. Ama Trump yönetimi, Barrack'ın kendisinden naklettiği meşhur “çabayı sonuçlarla karıştırmayın” sözünden hareketle, bunu pek de umursamıyor gibi görünüyor. Peki, bu çabalar “zorla barış” kisvesi altında bir oldubitti dayatma girişimine dönüşürse kendisinden ne gibi sonuçlar beklenebilir? Nitekim İsrail'in oluşturmaya çalıştığı güvenli bölgeler fikri, Suriye veya Lübnan topraklarından çekilmesinin ön koşulu olarak varmak istediği sınır anlaşmalarıyla çelişiyor. Bu durum, bizzat Thomas Barrack'ın teşvikiyle İsrail ile adım adım mantığıyla müzakereler yürütmeye çalışan Lübnan için müzakerelerin gidişatını belirsiz kılıyor. Zira Tel Aviv'den gelen mesaj, Lübnan tarafının ilk adımını Lübnan hükümetinin değil, İsrail'in belirleyeceği yönündeydi.

Dolayısıyla, Lübnan ile ilgili arabuluculuk konusunda, özellikle ABD’nin yeni bir yaklaşım benimsemesi gerekiyor. Bunu da Lübnan tek başına ortaya çıkaramayacağından, Lübnan ve Suriye süreçlerinin birbirine bağlanması kaçınılmaz hale geliyor. Ama bu Barrack'ın düşündüğü gibi, Beyrut'un hâlâ önünde uzun bir yol olan Şam’ı takip etmesi değil, bölgesel düzenin mantığının İran hegemonyasının İsrail hegemonyasıyla yer değiştirmesine izin vermesinin mümkün olmadığı temelinde olmalıdır. Bunun anlamı, İsrail'in Güney Lübnan ve Güney Suriye'deki davranışlarının, yalnızca İsrail çıkarlarına göre değil, yeni değişimlerle şekillenmesi gereken bölgesel düzene aykırı olduğudur.

sxdfr
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 29 Eylül 2025, Beyaz Saray (AFP)

Bu, Arap ve bölgesel tarafların Hizbullah'ın silahı meselesini yeni bir yaklaşım ile ele almasını ve bundan önce de Hizbullah'ın kendi silahı meselesini yeni bir yaklaşımla ele almasını gerektiriyor. Gazze ateşkes anlaşmasının sağladığı ivmeden güç alan Kahire'nin, Lübnan'da “Arap yüzlü” bir girişim başlatma kapasitesine sahip olduğu göz önüne alındığında, Mısır İstihbarat Şefi’nin geçen hafta Beyrut'a yaptığı ziyaret, bu yönde bir işaret verdi. Bu fikir, esas olarak bölgedeki gelişmelerin iki farklı ivmede, yani Lübnan'da gerginliği tırmandırırken, bir dereceye kadar Suriye ve Gazze'de gerginliği azaltma ile birlikte ilerleyemeyeceği varsayımına dayanıyor.

Ancak tüm bunlar temel engellerle karşılaşıyor. Hizbullah, katı yapılarından kurtulup Lübnan iç siyasetine ve Arap çevresine yönelik daha esnek politikalar benimseme konusunda isteksiz ve buna muktedir değil. Üstelik artan baskılar altındaki İran, bölgesel nüfuzundan olabildiğince vazgeçmek istemediğinin açık bir göstergesi olarak, en önemli bölgesel kalelerinden biri olan Hizbullah'a sıkı sıkı tutunuyor. Bu da nüfuzunu yeniden genişletme ve kabiliyetlerini geliştirme fikrinden vazgeçmediği anlamına gelebilir. Bunun anlamı ise İsrail ile İran arasında, Amerikan müdahalesiyle yeni bir savaş olasılığının oldukça gerçek, hatta belki de muhtemel olduğudur. Nitekim son iki gün içinde Irak Savunma Bakanı'nın, Amerikalı mevkidaşının kendisine ilettiğini söylediği mesajın içeriği dikkat çekiciydi. Mesajda, İran'a sadık Iraklı grupların bölgedeki olası bir Amerikan askeri harekatına müdahale etmemesinin kendi menfaatlerine olduğu belirtiliyordu. Bu mesaj, Irak'tan çok İran'a yönelikti.

ABD'nin Güvenlik Konseyi'ne sunduğu Gazze'deki uluslararası güç ile ilgili özel bir karar alınmasını öngören karar tasarısının içeriği, barışı korumaktan ziyade dayatma konseptine daha yakın

İkinci engel ise bölge ülkeleri İsrail'in artan hegemonyasına karşı koymak için aralarındaki farklılıkları, rekabetleri ve anlaşmazlıkları aşabilecek kapasitedeymiş gibi, tam teşekküllü bir bölgesel veya Arap sisteminden bahsetmenin imkansız olmasıdır. Son olarak Mısır gibi birçok önemli Arap devletinin İran ile yakınlaşmasına rağmen, bu yakınlaşma henüz bölgedeki nüfuzun yeni kurallara göre yönetilmesi konusunda bir anlaşmaya varma noktasına varmadı. Bu kurallardan ilki de İran'ın “milis imparatorluğundan” vazgeçmesidir. Dolayısıyla en fazla, değişen koşullarla birlikte Hizbullah'ın Arap sorununu çözmek için bir çerçeve üretebilecek, Hizbullah ile Mısır arasında yavaş bir diyalog gibi karşılıklı manevralar beklenebilir. Bu çerçeve, Lübnan'ın taleplerinin Trump yönetiminin Gazze ateşkes anlaşmasıyla ilgili bölgesel talepler listesine dahil edilmesine; başka bir deyişle, bu anlaşmanın Lübnan'ı ve İsrail'in güneyine yönelik saldırılarını sürdürdüğü Suriye'yi de kapsayacak şekilde genişletilmesine yardımcı olabilir.

sdfr
Suriye Devlet Başkanı Ahmed Şara ve ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack, 29 Mayıs 2025, Şam (AFP)

Bu siyasi yaklaşıma paralel olarak, İsrail'in güvenlik yaklaşımı da her zaman mevctken, Hizbullah ateşkes anlaşmasına bağlı kalmakta ve İsrail saldırılarına yanıt vermekten kaçınmaktadır. Lübnan ve Gazze arasında, İsrail'in Lübnan'da Hizbullah'ın silahsızlandırılmamasının Gazze'de Hamas'ın silahsızlandırılmasını engelleyeceği teorisinin aksine yeni bir bağlantı varsa, bu durumda ABD'nin Güvenlik Konseyi'ne sunduğu Gazze'deki uluslararası güçle ilgili özel bir karar alınmasını öngören karar tasarısının içeriği, barışı korumaktan ziyade dayatma konseptine daha yakındır. Bu da ilk olarak Ürdün Kralı İkinci Abdullah’ın geçen hafta BBC'ye verdiği röportajda gündeme getirdiği bir konudur. Kral bahsi geçen röportajda, ülkesinin bu güce katılımını misyonunun barışı korumak şeklinde belirlenmesine bağlamıştı. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bu, Türkiye'nin pazartesi günü uluslararası güç konusunu görüşmek üzere düzenlediği toplantıya katılmayan ve böylece bu gücün sahip olduğu BM örtüsünün herhangi bir bölgesel örtü ile değiştirilmesine karşı olduğunu gösteren Mısır'ın tutumuyla neredeyse aynı.

Ancak, karar tasarısının orijinal haliyle onaylanmasının, paralel olarak yeni bir Lübnan senaryosu yaratacağını da belirtmek önemlidir. Özellikle de İsrail'in Lübnan'a hava, kara ve belki de deniz yoluyla yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlatması, daha sonra, Gazze anlaşmasına benzer bir ateşkes anlaşmasına varılması temelinde, Gazze deneyiminin Beyrut'ta tekrarlanabileceği göz önüne alındığında. Bu anlaşma, Hizbullah'ı silahsızlandırmakla görevli uluslararası bir gücün Lübnan'a konuşlandırılmasını da içerebilir. Zira Thomas Barrack da Lübnan ordusunun bu görevi yerine getirmesinin imkânsız olduğunu kabul etti. Peki, hangi ülkeler bu görevi yerine getirmek için asker göndermeye istekli olur ve İran rejimi değişmeden olduğu gibi kaldığı sürece bu beklenebilir mi?

Savaş ile diplomasi -hem de ne diplomasi- arasında iki yıldır süren çılgın yarışta diğer senaryolar arasındaki bir Lübnan senaryosu da budur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Netanyahu'nun ofisi: Hamas, asker Itay Chen'in cenazesini teslim etti

Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bir tünelden çıkarılan cesedi taşıyan Hamas mensupları (AP)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bir tünelden çıkarılan cesedi taşıyan Hamas mensupları (AP)
TT

Netanyahu'nun ofisi: Hamas, asker Itay Chen'in cenazesini teslim etti

Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bir tünelden çıkarılan cesedi taşıyan Hamas mensupları (AP)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta bir tünelden çıkarılan cesedi taşıyan Hamas mensupları (AP)

İsrail Başbakanlık Ofisi dün, Gazze Şeridi'ndeki Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) aracılığıyla Hamas'tan bir askerin cenazesini teslim aldığını duyurdu ve kimlik tespit sürecinin ardından cenazenin asker Itay Chen'e ait olduğunu bildirdi.

Hamas daha önce, İsrail'in Hamas ve ICRC ekiplerinin bölgeye girmesine izin vermesinin ardından, Gazze şehrinin doğusundaki Şucaiyye mahallesinde, halen İsrail güçleri tarafından işgal altında olan bölgede tutulan bir rehinenin cesedini bulduğunu açıklamıştı.

10 Ekim'de yürürlüğe giren ateşkes anlaşması kapsamında Hamas, Gazze Şeridi'nde tuttuğu 20 rehinenin tamamını, İsrail'in serbest bıraktığı yaklaşık 2 bin Filistinli mahkûm karşılığında teslim etti.

g
Gazze şehrinde İsrailli rehinelerin cesetlerini arama çalışmaları sırasında Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) araçlarının yanında nöbet tutan Hamas mensupları (EPA)

Hamas, ölen rehinelerin cenazelerini teslim etme sözü verdi, ancak savaşın yol açtığı yıkım nedeniyle cenazelerin yerini tespit etmenin zor olduğunu belirtti. İsrail ise Hamas'ı kendisini oyalamakla suçladı.

Chen'in cenazesinin teslim edilmesiyle Hamas, Gazze Şeridi'nde olan 28 cesetten 21'ini iade etmiş oldu.

Gazze Şeridi'ndeki sağlık yetkilileri, İsrail'in Ekim 2023'te savaşın başlamasından bu yana öldürülen 270 Filistinlinin cenazesini teslim ettiğini söyledi.

İsrail istatistiklerine göre, 7 Ekim 2023'te Hamas'ın İsrail’in güney yerleşimlerine düzenlediği saldırıda bin 200 kişi öldü ve 251 kişi esir alınarak Gazze Şeridi'ne götürüldü.

Şarku’l Avsat’ın Gazze Şeridi'ndeki sağlık yetkililerinden elde ettiği bilgiye göre Hamas'ın saldırısına yanıt olarak İsrail'in Gazze Şeridi'ne düzenlediği askeri harekat, 68 binden fazla Filistinlinin hayatını kaybetmesine yol açtı.

Chen, Hamas'ın İsrail'in güneyindeki kasabalara ve askeri üslere düzenlediği sürpriz saldırıda görev başındaki bir askerdi.

gt
İsrail'in Hamas ile imzaladığı ateşkes anlaşması kapsamında serbest bırakılan mahkûmlar, Han Yunus'taki Nasır Hastanesi önünde onları bekleyen kalabalığa el sallıyor. (AP)

ABD arabuluculuğunda sağlanan ateşkes, tekrar eden şiddet olaylarına rağmen büyük ölçüde sürdü. Filistin sağlık yetkilileri, anlaşmanın yürürlüğe girmesinden bu yana İsrail saldırılarında 239 kişinin hayatını kaybettiğini bildirdi; bunların yaklaşık yarısı, geçen hafta İsrail’in askerlerine yönelik silahlı bir saldırıya karşılık verdiği gün yaşamını yitirdi.

İsrail, üç askerinin öldürüldüğünü ve ateşkes anlaşması kapsamında güçlerinin geri çekildiği hatlara yaklaştığını iddia ettiği onlarca Hamas mensubunu hedef aldığını açıkladı.

Gazze Şeridi’ndeki sağlık yetkilileri bugün erken saatlerde, Gazze'nin kuzeyindeki Cibaliye'de bir adamın İsrail ateşiyle öldürüldüğünü açıkladı. İsrail ordusu, ordunun halen işgal ettiği bölgelere geçen ve doğrudan tehdit oluşturan bir ‘teröristi’ öldürdüğünü duyurdu.