Husiler, Yemenli çocukları sistematik bir şekilde hedef alıyor

Darbe yılları boyunca 400 bin çocuk cepheye sürüldü, 15 bini yaşamını yitirdi.

Silahlı Husi unsurları Sana’da Humeyni Haykırışı’nı okudu. (Reuters)
Silahlı Husi unsurları Sana’da Humeyni Haykırışı’nı okudu. (Reuters)
TT

Husiler, Yemenli çocukları sistematik bir şekilde hedef alıyor

Silahlı Husi unsurları Sana’da Humeyni Haykırışı’nı okudu. (Reuters)
Silahlı Husi unsurları Sana’da Humeyni Haykırışı’nı okudu. (Reuters)

14 yaşındaki Muhammed Abdulhakim el-Maktari, Sana’nın 225 km güneyindeki Kaide şehrinde akrabalarını ziyarete gittiği sırada kayboldu. Ailesi, çocuğun kaybolmasıyla bağlantısı olduğunu kabul etmeyen Husi milislerinin kontrol noktaları ve gözaltı tesisleri de dahil olmak üzere haftalarca her yerde çocuğu aradı. Bir süre sonra  çocuğun Husi eğitim kampında olduğu haberini aldı.
Muhammed’in ailesinin yaşadığı Taiz şehrinin doğusundaki el-Havban bölgesinin önde gelenleri tarafından yapılan arabuluculuktan sonra milisler, bir kısmı Husi liderlerine rüşvet, diğer kısmı da oğullarını savaşmaktan muaf tutma karşılığında tazminat olarak aile tarafından ödenen büyük miktarda para karşılığında çocuğu serbest bıraktı. Aile, çocuğun yeniden kaçırılma ve cepheye sürülme ihtimaline karşı onu kurtarılan bölgelerdeki akrabalarının yanına göndermeye karar verdi.
Muhammed’in ailesi konuyla ilgili genel olarak sessiz kaldı. Şarku’l Avsat’a çocuğun maruz kaldıkları hakkında verdikleri kısıtlı bilgilere göre aile, Muhammed’in bir kontrol noktasından kaçırılıp çocukların beyinlerinin yıkandığı, savaşmak için eğitildiği bir asker toplama kampına dönüştürülen el-Salih’deki kampa götürüldü. Aile çocuğun milisler tarafından zarar görmesinden korkuyorlardı.
Ailenin kısa ifadeleri, Yemenli insan hakları örgütü Mayyun’un Milislerin Taiz vilayetine bağlı el-Salih kentindeki kamplarında 400 çocuğu gözaltına aldığını ve onları Zamar’a nakletmeye hazırlandığını belirtmesinin ardından geldi. Örgütün bu bilgiye, ed-Dali vilayetinin el-Haşa bölgesinde milisler tarafından kaçırılan başka bir çocuğun akıbetini öğrenmeye yönelik çabaları sonucunda ulaştı.
Mayyun örgütü, çocuğun babası Abdullah Ali Ebu Zeyd’den Husilerin haberi olmadan çocuğunu savaşçıları arasında aldığına yönelik bir bilgi aldı. Konu hakkında yapılan araştırmalar sonucunda çocuğun, el-Dali ve Taiz şehirlerinde Husilerin elinden henüz kurtarılamayan bölgelerden kaçırılan ve es-Salih kampında eğitilen 400 çocuktan biri olduğu ortaya çıktı.
Mayyun’a göre milisler, çocuklara ve ailelerine vaatlerde bulunduktan ve para, silah ve gıda yardımı ile onları kendilerin çektikten sonra çocukları savaşçıları arasına alıyor. Şimdi de Zamar’da 4. Askeri Bölge’ye ait bir kampa nakledilmek için hazırlıklar yapıyor.
Husi milisleri, nisan ayının başından bu yana Birleşmiş Milletler (BM) tarafından ilan edilen ateşkese rağmen çocukların savaşçı olarak almaya ve seferberliğe devam etti. Husi milislerin bu adımı, çeşitli şehirlerde ve savaş cephelerinde yaptığı diğer birçok ihlal arasında yer alıyor.
İnsan hakları örgütü ABD Adalet Merkezii, ateşkesin başlamasından iki hafta sonra, nisan ortasında Marib’in güneyindeki silahlı çatışmalarda Husi grubu tarafından savaşçı olarak alınan bir çocuğun yaşamını yitirdiğini bildirdi. Merkez, Sana’nın 75 kilometre kuzeybatısında yer alan el-Mehvit şehrinin ed-Dabr bölgesinden 15 yaşındaki Abdurrahman Bekil Muhsin el-Ali’nin Marib’in güneyinde milisler ve hükümet güçleri arasındaki çatışmalarda yaşamını yitirdiğini ve o sırada aynı çatışmada öldürülen ‘Ebu Seccad lakaplı Hatim Muhsin el-Haşbi adlı bir Husi liderine eşlik etttiğini aktardı. Ağustos ayının sonlarına doğru, insan hakları ihlalleri iddialarını araştırmaya yönelik çalışan Ulusal Komite, Husi milislerin çocukları parayla ve onları okulu bırakmaya veya ailelerini terk etmeye teşvik eden maaşlar ile cezbettiğini belirtti.  Milisler tarafından 106 çocuğun savaşçı olarak Husi saflarına alındığı belgelendi.
Komite, Marib’de milisler tarafından atanan Vali Mübarek el-Meşn ez-Zaydi ve tanınmayan Husi darbe hükümetinin Savunma Bakanı Muhammed el-Atifi gibi milis liderlerini bu olaylarda yer almakla suçladı. Ayrıca çocukların milislerin saflarına alınması ile ilgili olarak, raporun yayınladığı sırada milislerle savaşmaya devam ettiğini ve bazılarının öldüğü belirtildi.
ABD Adalet Merkezi aynı dönemde, yani ağustos ayı sonlarına doğru başkent Sana’nın kuzeybatısındaki Hacca’daki insan hakları ihlallerine ilişkin bir raporda, Husi milislerinin 15 yaş altı yaklaşık 6 bin çocuğu saflarına aldığını ve bu çocukların 674’ünün çatışmalarda yaşamını yitirdiğini duyurdu.
Yemen hükümetine göre Husi milisleri 21 Eylül 2014’ten 2022’ye kadar, meşru yönetime karşı yürüttüğü darbe sürecinde 40 binden fazla çocuğu cepheye sürdü.
İki Husi lideri haziran ayı ortasında AP’ye verdikleri bilgide, ateşkesin son döneminde bazıları 10 yaşından küçük yüzlerce çocuğun milisler tarafından savaşçılar arasına alındığını ve cephe hatlarına yerleştirildiğini itiraf etti. 10 ila 12 yaş arasındaki erkek çocukların ‘ulusu savunan erkekler olarak kabul edildiğini’ belirtti.
Diğer yandan Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu, Cenevre’deki İnsan Hakları Konseyi’nin 51’inci oturumu aralarında, İran destekli Husi milislerinin Eylül 2014’teki darbesinden bu yana Yemen’de 14 bin fazla çocuğun yaşamını yitirmesine, çok sayıda çocuğun da yaralanmasına neden olduğunu açıkladı.
Federasyon, 2014’ten bu yana başta Taiz olmak üzere Yemen’in birçok bölgesinin sürekli kuşatma altında olduğunu belirtirken, İnsan Hakları Konseyi’ne ve uluslararası kuruluşlara milislerin çocuklara karşı işledikleri suçları ve ihlalleri sona erdirmek için baskı kurma çağrısında bulundu.
Federasyonda görev yapan aktivist Mecdi el-Akva, Taiz’de bombardımanlar sonucu yaşamını yitiren bin 100 çocuk da dahil olmak üzere 5 bin 700 çocuğun öldüğünü, milislerin yerleşim bölgelerine rastgele ateş açması sonucunda 8 bin 310 çocuğun yaralandığını belirtti.
Akva, Husi milislerinin sivillere karşı toplu cezalandırma konusundaki ısrarı ve savaşta uluslararası insan hakları hukukunu ihlal etmeleri nedeniyle Yemen’de çocuk haklarının korunmasına ilişkin adımların azaldığına dikkat çekti. Öyle ki okullar, hastaneler, marketler ve çocuk oyun alanları rastgele bir şekilde bombalandı.
UNICEF geçen ayın başlarında, dört aylık BM ateşkesi süresince İran’a bağlı Husi milislerin BM ateşkesini ihlal etiğini, 113’ten fazla çocuğun yaşamını yitirdiğini ve birçoğunun da yaralandığını bildirdi. Ancak UNICEF’in bu açıklaması, yerel insan hakları örgütleri ve aktivistler tarafından reddedildi. İnsan Hakları Örgütleri ve aktivistler Husilerin ateşkesi ihlal etmesi nedeniyle yaşamını yitiren çocuk sayısının çok daha fazla olduğunu savunuyor.



Perde arkasında DEAŞ'ın Lübnan'a dönüşünü kim destekliyor?

Lübnan ordusu DEAŞ terör örgütüyle bağlantılı kişileri gözaltına aldı (Reuters)
Lübnan ordusu DEAŞ terör örgütüyle bağlantılı kişileri gözaltına aldı (Reuters)
TT

Perde arkasında DEAŞ'ın Lübnan'a dönüşünü kim destekliyor?

Lübnan ordusu DEAŞ terör örgütüyle bağlantılı kişileri gözaltına aldı (Reuters)
Lübnan ordusu DEAŞ terör örgütüyle bağlantılı kişileri gözaltına aldı (Reuters)

Tony Bouloss

Lübnan'daki her dönüm noktasında ve her büyük siyasi dönüşümün öncesinde, terör örgütü DEAŞ yeniden ortaya çıkıp uyuyan hücreleri faaliyete geçiyor ve böylece bölgesel nüfuz oyununda değişime maruz kalan ve gerileyenlerin çıkarlarının kesiştiği bir halka oluşturuyor. Lübnan güvenlik güçlerinin geçtiğimiz günlerde DEAŞ hücrelerini çökerttiğini açıklaması, bu bağlamdan bağımsız ve sıradan bir olay değildi.

Güvenlik güçleri dikkat çekici bir zamanda, Şam'daki bir kiliseye yönelik kanlı terör saldırısından birkaç gün sonra, yurt içinde terör eylemi düzenlemeye hazırlanan terör hücrelerini durdurduklarını açıkladı. Bu gelişme, radikal örgütün hem güvenlik hem de bölgesel gündemin ön saflarına geri dönmesine neden oldu.

DEAŞ’ın insansız hava araçları (İHA) üretiminde uzman bir saha liderine dönüşen ‘Kasura’ lakaplı Lübnanlı kimya öğretmeniyle ilgili haber, Şam'ın merkezinde Mar Elias Kilisesi'ndeki kanlı olay ve bu olaydan sadece birkaç saat önce ülkenin güney banliyölerinde düzenlenen Aşure etkinliğine bombalı saldırı düzenlemeyi planlayan bir hücrenin yakalandığına dair haberlerin basında yer alması, birdenbire DEAŞ neden şimdi ortaya çıktı? DEAŞ’ın geri dönüşü geçici bir güvenlik tesadüfü mü, yoksa bölgedeki kartları karmak ve aktörlerin konumlarını yeniden belirlemek için gerektiğinde kullanılacak bir siyasi koz mu?’ sorularının gündeme gelmesine neden oldu.

Lübnanlı güvenlik kaynaklarına göre DEAŞ’ın ‘Lübnan Vilayeti’ olarak bilinen biriminde faaliyet gösteren tutukluların ifadeleri, örgütün Lübnan'ı ‘cihat için doğrudan bir savaş alanı değil, destek ve lojistik yardımın sağlandığı bir ülke’ olarak gördüğünü ortaya koydu. Bu durum, söz konusu tutukluların üstlendiği görevlerin niteliğinden de anlaşılıyor. Bu kişilerin, lojistik ihtiyaçların karşılanması ve Suriye'ye nakledilmesiyle sınırlı görevleri vardı.

Kasura

Tutuklananların en önemlilerinden biri Kasura olarak bilinen, 1997 doğumlu ve Bekaa'nın (doğu) Kamd el-Luz kasabasından gelen, kimya alanında yüksek lisans derecesine sahip ve özel öğretmen olarak çalışan bir kişidir. Bu durum, terör örgütlerinin bilimsel kadroları kendilerine çekmedeki karmaşık boyutunu yansıtmaktadır. Başlangıçta Lübnan'da ‘DEAŞ vali yardımcısı’ görevini üstlenen Kasura, daha sonra terfi ederek Lübnan'ı olası hedefler listesine alan ağlardan ve hücrelerden sorumlu ‘vali’ görevine getirildi. Kasura, bu görevi üstlendikten sonra çeşitli bölgelerde emrinde çalışan yaklaşık 15 kişiden oluşan gizli bir ağı yönetti ve Lübnan'ı özel operasyonlar için olası hedefler listesine dahil etti.

Aynı güvenlik kaynağına göre bu veriler Suriye'deki güvenlik açısından zayıf bölgeler ile DEAŞ’ın Lübnan'ın iç kesimlerindeki uzantıları arasındaki yakın bağlantıyı yeniden teyit ederken bu durum güvenlik güçlerini DEAŞ ideolojisini benimseyen hücrelerin olası geri dönüşü karşısında ek zorluklarla karşı karşıya getiriyor.

İhvan kapısı

Siyasi analist ve yazar Nebil Ebu Mansur, DEAŞ'ın yeniden ortaya çıkmasının özellikle de bazı tekfirci grupların sınır ötesi bir baskı aracı veya terör aracı haline geldiği durumlarda bölgesel nüfuz mücadelelerinden ayrı düşünülemeyeceğini vurguladı. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın (İhvan-ı Müslimin) birçok durumda ılımlı bir siyasi yüz göstermiş olmasına rağmen, şiddet yanlısı katı akımların gelişmesi için entelektüel bir deney alanı olmaya devam ettiğini belirten Ebu Mansur, Müslüman Kardeşler'in geleneksel siyasi faaliyetlerindeki projeleri başarısızlığa uğradığında, aşırı uçlar daha radikal cihatçı başlıklar altında yeniden ortaya çıkıyor ve DEAŞ ve benzeri örgütler, olası bir istikrar sürecini bozmak için son çare olarak kalıyor.

Özellikle Lübnan’da DEAŞ hücrelerinin yeniden harekete geçmesinin her zaman büyük dönüşümler veya iç siyasi tıkanıklıklarla aynı zamana denk geldiğine dikkati çeken Ebu Mansur, “Suriye'de ise bu tür hücreler zaman zaman eski dengeleri korumak veya herhangi bir kesin siyasi çözümü geciktirmek için kanlı bir mesaj olarak kullanılıyor” dedi. DEAŞ'ın şu anda izole bir durumdan ziyade, ‘İhvan-ı Muslimin’ adlı entelektüel ve siyasi hastalığın kronik bir belirtisi olduğu söyleyen Ebu Mansur, “Zira bu grup, koşullar gerektirdiğinde yeni nesil radikaller yetiştirmeye devam edebiliyor” diye ekledi.

İdeolojik bağ

Öte yandan Maşrık Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürü Sami Nadir, doğrudan ideolojik bağ olduğu savını çürütmeye çalıştı. Müslüman Kardeşler ekolünün, El Kaide ve DEAŞ gibi grupların ortaya çıkmasından önce küresel cihada ilk teorik gerekçeyi sağlayan ekol olduğunu söyleyen Nadir, “Bazı çevreler, Müslüman Kardeşler örgütü içinde Londra, Şam ve diğer kanatlar arasında yaşanan çatlakların, istikrarı sarsmak veya gri alanlara baskı uygulamak gerektiğinde kullanılabilecek ideolojik temeli ortadan kaldırmadığını düşünüyor” dedi. DEAŞ'ın bugün Lübnan ve Suriye'de yeniden ortaya çıkmasının zamanlamasının tesadüf olmadığının altını çizen Nadir, “Bir yandan güvenlik boşlukları bu kartlarla doldurulurken, diğer yandan DEAŞ'ın geri dönüşünün siyasi kartları yeniden karacağı ve bölge ülkelerini terör endişelerinin esiri haline getireceğini bilen bölgesel aktörler var. Bu da bölgesel müzakerelere yeni boyutlar kazandırıyor” değerlendirmesinde bulundu.

Emekli Tuğgeneral George Nadir ise değerlendirmesinde şunları söyledi:

“Lübnan'da radikalizm için verimli olan bataklığın hiçbir zaman kurumadığını, yoksulluğun artması, devlete güvenin zayıflığı ve resmî kurumların dışında silahların varlığının devam etmesi, ulusal güvenliğin duvarında delikler açmaya yetecek faktörlerdir.”

Tuğgeneral Nadir’e göre devletin egemenlik meselesi olarak büyük önem taşıyan Hizbullah’ın silahları, devletin boşluğunu, iç çelişkileri ve güç dengesindeki adaletsizliği istismar eden terörist hücrelerin istismarına açık hale getiriyor.

scdvfghy
Lübnan iç güvenlik güçleri, 2022 yılında DEAŞ'tan ele geçirdiklerini söyledikleri silahları sergiliyor (AFP)

Avukat Muhammed Sabuh da dosyanın belirli bir anlatıyı doğrulamak için siyasi bir belgeye dönüştüğünü söyledi. Basın mensupları önünde yaptığı açıklamada “Sıradan bir okulda kimya öğretmeni olan bir kişi, Irak ve Suriye'de DEAŞ'ın bile başaramadığı roket üretiminde nasıl uzmanlaşabilir? Irak ve Suriye'deki DEAŞ'ın bile başaramadığı bir şeyi nasıl başarabilir?” sorularını sıralayan Sabuh, gerçek tehlike iddia edilenden daha az olsa bile Lübnan'daki ‘derin devletin’ Batılı müttefiklerine terörle ‘açıkça savaş halinde’ olduğunu kanıtlayacak herhangi bir belge aradığını belirtti.

Olayların karmaşık bölgesel bağlamları

Şam'daki kilise saldırısı ile Beyrut'taki DEAŞ hücrelerinin ortaya çıkarılması, olayı yerel ölçekten daha geniş bir bölgesel ölçeğe taşıdı. İstihbarat ve diplomatik raporlara göre Şam'daki terör saldırısı, DEAŞ’a destek veya kaos ortamında dağınık unsurlarını yeniden bir araya getirme kabiliyetine dair eski mesajları yeniden gündeme getirdi.

Batı taraflarca yapılan bazı analizler, bu durumu doğrudan İran’ın bölgesel projesi olan direniş ekseninin birçok alanda yaşadığı boşluk dönemiyle ilişkilendiriyor. Direniş ekseninin Suriye'de ve uluslararası baskıların Hizbullah üzerinde yarattığı etkilerle üst üste aldığı darbeler, bazı aktörleri yedek kartlarını oynamaya itti. Bu kartlar arasında, onlarca yıldır sıcak bölgeleri meşgul etmek ve silahların ve devlete paralel sistemlerin varlığını haklı çıkarmak için güvenlik söylemini canlı tutmak için kullanılan aşırı uçlardaki kartlar da bulunuyor.

İslamcı gruplar üzerine uzmanlaşmış merkezlerin güvenlik raporları ve araştırmaları, Müslüman Kardeşler ile İran destekli direniş ekseni arasında çıkarların örtüştüğünü ve böylece DEAŞ’ın, Suriye ve Lübnan'da iktidara karşı harekete geçirilerek İran ile dolaylı olarak anlaşmazlıkları veya uzlaşmaları olan birçok tarafın ortak noktası olan istikrarı bozmayı ve gerginliği sürdürmeyi amaçlandığını belgeliyor.

Söz konusu raporlar, Hamas Hareketi’nin dini referansları farklı olsa da, İran'dan finansman alan ve direniş ekseni içinde faaliyet gösteren radikal grupların bir araya geldiği açık bir örnek olduğuna işaret ediyor.

Hizbullah'ın anlatısı

Bu karmaşık ortamda, eski bir soru olan ‘Hizbullah’ın DEAŞ’ın bu ani ortaya çıkışından faydalanıyor mu?’ sorusu yeniden gündeme geldi. Bu sorunun birden fazla cevabı var. Hizbullah sahadaki tüm değişiklikleri mutlak olarak kontrol etme gücüne sahip değilse de sürekli bir terör tehlikesi olduğu söyleminin, silahların Lübnan’ı koruduğu söylemini desteklediği inkâr edilemez.

Öte yandan DEAŞ'ın bu hareketliliğinin, ABD'nin Lübnan devletinden Hizbullah'ı silahsızlandırmak ve güvenlik ve askeri konumunu sona erdirmek için net bir plan ortaya koymasını istediği sürenin bitmesine birkaç gün kala başlaması dikkati çekti. DEAŞ'ın hassas bir dönemde ‘dramatik’ bir şekilde ortaya çıkması ve sahada terör eylemlerinin yapılması, silahların ve İHA’ların ele geçirilmesi, Hizbullah’ın Lübnan'ın güvenliğinin ordunun tek başına caydıramayacağı gruplar tarafından tehdit edildiği yönündeki söylemini güçlendiriyor.

Kritik bir süreç

Siyasi kaynaklara göre Lübnan'da DEAŞ hücrelerinin durdurulmasıyla eş zamanlı olarak Hizbullah, kendisini ve İran'ı DEAŞ hücrelerinin eylemleriyle ilişkilendiren herhangi bir analizi, yerel ve bölgesel siyasi konumuna hizmet edecek şekilde uzaklaştırmaya çalışıyor. Bu bağlamda Hizbullah’a bağlı medya kuruluşları, soruşturmaların DEAŞ’a bağlı hücrenin İsrail’in dış istihbarat servisi Mossad’la bağlantısını kanıtladığını ve üyelerinin telefonlarında İsrail istihbaratıyla iletişim kurmak için kullanılan uygulamalar keşfedildiğini iddia eden bir haber yayınladı. Ancak bu iddialara ilişkin henüz resmi bir doğrulama yapılmadı.

Gazeteci Ali el-Emin, söz konusu haberle ilgili yorumunda resmi makamların bu grubun gerçek kimliğini açıklaması gerektiğini ve soruşturma sonuçlarını beklediklerini söyledi. Ancak bunun, bu hücrenin ortaya çıkarılmasının özellikle ateşkes anlaşmasının geri kalan kısmının uygulanması için bir plan hazırlanması konusunda hükümet ve Hizbullah üzerinde baskı yaratan siyasi gelişmelerle bağlantılı olduğu gerçeğini zayıflatamayacağını vurgulayan Emin, “Bu eylem, Hizbullah’ın kendi çevresinde gayri resmi olarak yaydığı, Lübnan ve Hizbullah çevrelerine yönelik terör tehlikesi argümanını güçlendiriyor” dedi. Böyle bir hücrenin çökertilmesinin kritik bir siyasi dönemde bu fikri desteklediğine dikkati çeken Emin, “Bununla birlikte bu hücrenin DEAŞ'a bağlı olduğunu doğrulayan bilgilerin doğruluğu konusunda da birtakım soru işaretleri var. DEAŞ’ın bölgedeki yükselişi ve düşüşü, her zaman Suriye, Irak ve diğer ülkelerde yaşanan bölgesel ve uluslararası çatışmalarla bağlantılıydı ve görevinin sona erdiğine dair işaretler vardı” yorumunda bulundu.

Radikal düşünceleri besleyen ortam

Diğer yandan siyasi analist Ali es-Sibiti, Hizbullah'ın siyasi zamanlamaya göre DEAŞ hücrelerini harekete geçirdiği yönündeki söylentilerin, onun imajını zedelemek ve terörle mücadelede oynadığı gerçek rolü gözden kaçırmak için yapılan bir girişimden ibaret olduğunu öne sürdü.

Şarku'l Avsat'ın Independent Arabia'dan aktardığı analize göre Hizbullah’ın ‘Suriye ve Lübnan'da tekfirci gruplarla mücadelede büyük bedeller ödediğini ve DEAŞ kartını kullanmaya gerek duymadığını, aksine sahada bu gruplara karşı savaştığını söyleyen Sibiti, “DEAŞ hücrelerinin ortaya çıkarılmasının zamanlaması ile Hizbullah’ın bu hücreleri kullandığı suçlaması arasında bir bağlantı kurmak, gerçekçi veya güvenlik açısından hiçbir temeli olmayan siyasi bir sonuçtur. Çünkü bu hücrelerin üyelerini tutuklayan ve soruşturmayı yapan devletin yasal kurumlarıdır. Terörle mücadele için etkili bir güvenlik ve siyasi destek olmasaydı, ordunun istihbarat müdürlüğü, karmaşık ve tehlikeli bir ağı yöneten Kasura gibi bir kişiyi tutuklayamazdı” şeklinde konuştu.

Sibiti, son olarak şunları söyledi:

“DEAŞ'ın bugün oluşturduğu tehlike, radikal düşünceleri besleyen ortamın halen var olduğunu teyit ediyor. Fakat bu ortam Hizbullah tarafından yaratılmamış ve onun çıkarlarına da hizmet etmiyor. Aksine, Lübnan'ın düşmanları tarafından Lübnan'a baskı uygulamak için kullanılıyor. Hizbullah ise bu terörizmi beslemek yerine caydırmak için çaba harcıyor.”