İsrail’de politikacıları ve generalleri mağlup eden pragmatik lider: Netanyahu

ABD’ye sırtını dönen, Yahudilere meydan okuyan ve Demokratları kızdıran bir ABD’li.

Netanyahu, eşiyle birlikte geçen çarşamba günü Kudüs’teki Likud binasında destekçilerini selamladı. (Reuters)
Netanyahu, eşiyle birlikte geçen çarşamba günü Kudüs’teki Likud binasında destekçilerini selamladı. (Reuters)
TT

İsrail’de politikacıları ve generalleri mağlup eden pragmatik lider: Netanyahu

Netanyahu, eşiyle birlikte geçen çarşamba günü Kudüs’teki Likud binasında destekçilerini selamladı. (Reuters)
Netanyahu, eşiyle birlikte geçen çarşamba günü Kudüs’teki Likud binasında destekçilerini selamladı. (Reuters)

İsrail’de bu hafta düzenlenen seçimlerin sonuçları açıklandığında Binyamin Netanyahu’nun daha önce hiç olmadığı derecede ezici bir zafer kazandığı ortaya çıktı. Sadece rakipleri için değil, evi içerisinde de büyük bir şok yaşanırken, herkes nihai sonuca kilitlendi.
Sonuç, en iyimser beklentileri dahi aştı. Netanyahu’ya yakın isimler şaşkınlık yaşarken aralarından biri “Kazandın. Sadece Yair Lapid’e karşı değil, ABD’ye ve tüm rakiplerine karşı da” diye haykırdı. Bir danışman ise “Tüm başkentlerde ışıklar yanıyor. Sonucu izliyor. Bibi’nin (Netanyahu) geri dönüp dönmeyeceğini takip ediyor” dedi. Ancak Netanyahu’nun yüzünde herhangi bir sevinç ifadesi yoktu. Her zamanki gibi dudaklarının sağ tarafına hafif bir gülümseme yerleştirdi ve “Hadi işe koyulalım” dedi.
Kendisi, çalışan bir adam. Rakipleri ve düşmanları bile onun ‘delicesine enerjik’ olduğunu söylerken, çalışmayı çok sevdiği için de Netanyahu hakkında ‘çiftçi’ yorumu yapılıyor. Ayrıca ‘çalışma tutkusu, siyasi zaferlerinin temel motivasyonudur’ değerlendirmesi yapılıyor. Hatta İsrail’de onun gibi partizan savaşları veren bir politikacı yok. Eşdeğer süre görev yapmış bir başbakan da bulunmuyor. Rakiplerini niceliksel ve niteliksel olarak kendi hızında yenen bir lider yok. En önemlisi de onun gibi ‘Başbakanın devleti’ unvanına ve başbakanlık tutkusuna sahip siyasi bir lider olmaması. 1996’dan 1999’a ve 2009’dan 2021’e kadar bu pozisyonda 15 yıl geçirdi. Şimdi süresini belirlemeye kimsenin cesaret edemediği yeni bir döngü başlıyor.
Netanyahu bu pozisyonda, İsrail’deki en iyi liderleri yenmeyi başardı. En iyi generallerden biri olan ve sağcı bir üniversite öğrencisinin kurşunlarıyla ölen İzak Rabin’e karşı şiddetli bir savaşa öncülük ettikten sonra, nükleer projenin babası, Filistinliler ve Ürdün ile barış anlaşmalarının mimarı olan Şimon Peres’i mağlup etti. General Ehud Barak, başbakanlık seçimlerinde kendisini mağlup etse de Netanyahu, yenilgiyi nasıl tersine çevireceğini biliyordu. Daha sonra Barak, Netanyahu liderliğinde birkaç yıl bakan olarak kaldı.
Onu ‘yıkım meleği’ olarak adlandıran İzak Şamir ve ‘ebedi bir komplocu’ gören Ariel Şaron gibi siyasi liderler, hatta sağın liderleri bile kendisiyle çok savaştı. Ona güvenmediler. Yahudi devletinin geleceğine yönelik tehlikeli olacağı konusunda uyardılar. Ancak Şamir ve Şaron, onu kendi hükümetlerinde bakan olarak atamak zorunda kaldılar ve başbakan olarak gelişine tanık oldular.
‘Dostluk ve düşmanlık’ hesaplarını ona bırakın. Netanyahu’nun bir sırrı, hatta belki de başbakanlık koltuğu için mıknatısa sahip olmasını sağlayan sırları var. Tüm göstergeler daha uzun yıllar orada kalacağı yönünde. Onunla ve İsrail’de temsil ettiği şeyle muhatap olmak isteyenler, onun kişiliğinin sırlarını ve bileşenlerini bilmelidir. Doğuda, batıda ve hatta bu çağda yaşayan herkes bir yer ve zamanda bu karakterle karşılaşacaktır.

Akademisyenin oğlu
73 yaşının üzerinde, tüm asistanları ondan daha genç ama hepsinden daha fazla çalışıyor. Sadece bugün değil, her gün. Bu dünyanın bilincine vardığından beri...
Binyamin Netanyahu, 1949 yılında Tel Aviv’de orta gelirli ama önemli bir ailede dünyaya geldi. Babası İsrail ve ABD’de yüksek akademik itibara sahip büyük bir tarihçi olarak kabul ediliyor ve annesi Zila da bir eğitimci. Anne ve babasının, Netanyahu’nun kişiliği üzerinde de etkileri oldu. Siyonist tarihçi ve aktivist olan babası Benzion Netanyahu’ya Cornell Üniversitesi’nde öğretim üyeliği teklif edilmesi sonrasında ailesi, 1963 yılında ABD’ye taşındı. Binyamin Netanyahu, ABD’de geleneksel Amerikan aksanı ve Amerikan siyasi kavramları ile mükemmel İngilizcesini edindi.
ABD’de liseyi bitirdi. Ardından askerlik hizmetini yapmak için İsrail’e döndü. Hayatını ve siyasi algısını derinden etkileyen orduda beş yıl geçirdi. Genelkurmay Başkanlığı’nın elit kuvvetler birliğinde görev yaptı. Arkadaşı, müttefiki ve ardından siyasi muhalifi olan Ehud Barak’ın önderliği altında yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu.
Askerliği sırasında bir silah arkadaşının serseri kurşunuyla yaralandı. Bir keresinde Yıpratma Savaşı sırasında Süveyş Kanalı’nı geçmeye çalışırken, bir kere de Suriye topraklarında gizli bir komando operasyonu sırasında iki kez neredeyse esir düştü. Suriye ordusu tarafından saatlerce kuşatılmış, büyük bir askeri operasyonla da kurtarılmıştı. 1968 yılında Beyrut Havaalanı’na yapılan baskına, Ben Gurion Havalimanı’nda kaçırılan bir uçağın kurtarılması operasyonuna ve 1973 yılındaki Ekim Savaşı’na katıldı. Daha sonra ordudan terhis edildi. ABD’ye geri döndü. ABD’de Harvard Üniversitesi Massachusetts Teknoloji ve Siyaset Bilimi Enstitüsü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimi altı.
Üniversite eğitimi sırasında kardeşi Yonatan, 1976’da Uganda’nın Entebbe şehrinde kaçırılan bir uçaktan rehineleri kurtarmak için düzenlenen bir baskın sırasında öldürüldü. Bu durum, Netanyahu ailesi üzerinde derin bir etki bıraktı. Ardından ailesi ülkeye geri dönme kararı aldı. Yonatan umut verici bir askeri liderdi ve adı İsrail’de efsane oldu. Bu nedenle Binyamin Netanyahu’nun ilk kamu faaliyeti, kardeşinin anısına ‘bir terörle mücadele enstitüsü’ kurmak oldu.
Daha sonra ikinci kardeşi Iddo ile Yonatan’ın vatansever mektupları üzerine bir çalışma hazırladı ve ordudan ödül aldı. Netanyahu, bu adımlıya  ün kazandı. Ardından Dışişleri Bakanı ve daha sonra da Savunma Bakanı olan Profesör Moşe Arens ile tanıştı. Arens, Netanyahu’yu gelecek vaat eden bir lider olarak görüyordu. Netanyahu 1982 yılında Washington’daki İsrail Büyükelçiliği’ne siyasi ataşe olarak atandı. Böylece siyasi hayatına başladı. ABD’de Lübnan'daki İsrail savaşını savunurken parladı ve bir medya yıldızına dönüştü.
Netanyahu, 6 yıl sonra, 1988’de İsrail’e geri döndü. İktidardaki Likud partisine katıldı. Knesset üyeliğini kazandı. İzak Şamir hükümetinde dışişleri bakan yardımcısı olarak yer aldı. 1992’de Rabin’in iktidardaki zaferinden ve Şamir’in emekliliğinden sonra, Mizrahi Yahudilerinin en önde gelen liderlerinden biri olan David Levy’i geride bırakan Netanyahu parti lideri seçildi.

Eşiyle sözleşme
Netanyahu, söz konusu dönemde İsraillileri şok eden ama kendisini siyasi hayatın merkezine koyan ve siyasette yabancı bir yüzü ortaya çıkaran Amerikan tarzı bir ‘siyasi oyun’ ile ünlendi. Öyle ki eşiyle birlikte televizyon ekranlarında göründü ve halka hitaben şunları söyledi:
“Rakibimin bana karşı hazırladığı kirli bir komplo var. Elinde olduğunu söylediği ve beni başka bir kadınla gösteren bir video ile şantaj yapıyor. Aslında seni bir kez aldattım. Ve senden herkesin önünde özür dilemek için buradayım.”
Polis konuyu araştırdı ve herhangi bir kaset ya da şantaj olmadığı ortaya çıktı. Yaklaşık 20 yıl sonra Netanyahu’nun eşinin, aldatılmış bir eş olarak görünmek için televizyona çıkarılan o saf kadın olmadığı görüldü. Aksine kocasıyla, bir avukat aracılığıyla ‘tüm yönetim işlerinde evin hanımı ve parasını harcayan tek kişi olacağı sözünü aldığı’ bir anlaşma yapmıştı. Anlaşma, ayrılmaları durumunda Netanyahu’nun tüm parasının eşine aktarılacağı, değiştirilemeyecek bir vasiyet içeriyor.
Bu belge, evlilik ve siyasi yaşamlarında bir ‘doktrin’ haline geldi. Öyle ki çifte yakın olanlar, Sarah’ın eşinin hayatındaki büyük ve küçük her şeye müdahale ettiğini doğruluyor.
Bu hikâyenin Netanyahu’nun hayatında bıraktığı iz ise şu; Kendisi, kurban rolünde şaşırtıcı bir şekilde usta ve siyasi hayatında çokça kullandığı oyunculuk yeteneklerine sahip. Bu iki özellik de onun popülaritesinin en önemli iki sırrına dönüşmüş durumda. Söylediği her şeye inanan yüz binlerce İsrailli ona aşık oldu ve bugüne kadar İsrail’i kontrol eden güç merkezlerinin (basın, yargı ve güvenlik hizmetleri) önünde Netanyahu’nun bir kurban olduğuna inanıyorlar.
Netanyahu’nun sokağın kontrolünü bu şekilde ele geçirmesi ve önderlik ettiği ve vatandaşları Oslo Anlaşmalarına ve Rabin’e karşı kışkırttığı gösteriler, İsrail toplumunda sağ ve sol olmak üzere iki düşman kamp arasında tehlikeli bir bölünmeye dönüştü. Öyle ki Netanyahu’nun yandaşları, Rabin’in bir Nazi subayı üniforması içindeki fotoğraflarını yayınladı. İsrail’de depreme neden olan Rabin suikastından sonra ise Rabin’in Oslo Anlaşmalarında yoldaşı ve ortağı Şimon Peres hezimete uğradı ve Netanyahu 1996 yılında başbakan oldu.
Oslo Anlaşmalarının normalleşmesiyle birlikte Netanyahu, onları uygulama sözü verdi ve bu eylem ABD’nin baskısı altında başladı. El-Halil’den ve Batı Şeria’nın yüzde 13’ünden geri çekildi. Ama aynı zamanda Netanyahu, bu anlaşmaları nasıl gölgede bırakacağını ve bir Filistin devletinin kurulmasını nasıl engelleyeceğini de biliyordu.
O dönemde İsrail, Filistinlilerle olan anlaşmazlığı çözmeyi arzuluyordu. Netanyahu, ordu komutanı ve arkadaşı Ehud Barak tarafından 1999 seçimlerinde hezimete uğradı. Bu durum, Netanyahu’nun hayatında gerçek bir aksilikti. Daha sonra da Netanhayu’nun yerine Likud liderliğine Ariel Şaron geldi.

Siyasette kuvvetlenmesi
Şaron, 2001 yılında başbakan seçildikten sonra Netanyahu, ülkeye ve siyasi hayata geri döndü. Şaron, ondan nefret etmesine ve ona güvenmemesine rağmen kendisini hükümetinde Dışişleri Bakanı ve daha sonra Maliye Bakanı olarak atadı. Şaron’a sadıktı. 2005 yılında ‘çekilme’ planının bir parçası olarak İsrail’in Gazze Şeridi’nden geri çekilmesi lehine oy verdi. Ama Şaron, İsrail’in Batı Şeria’daki işgalini sona erdirme gerekliliğinden bahsetmeye başlayınca, liderliğe geri dönmek için bir şansı olduğunu düşünerek, hükümetten istifa etti. Zira Netanyahu, Şaron’un sağ kanatta sert bir muhalefetle karşı karşıya olduğunu fark etmişti. Şaron ise kendisini devirmeyi amaçlayan bir komplonun varlığını hissederken, büyük bir grupla Likud’dan geri çekildi. Daha sonra İşçi Partisi’nden ayrılan Şimon Peres ile ‘Kadima’ (ileri) adlı yeni bir parti kurdu.
Bu çerçevede Netanyahu, Likud liderliğini kazandı. Likud’un seçimlerde ezilip 36 sandalyeden 12 sandalyeye düşmesine rağmen Netanyahu, ‘partiyi yeniden inşa etme’ ve ‘canlandırma’ sürecini başlattı. Daha sonra muhalefetteki üç yılık sıkı çalışmanın ardından kazandı ve 2009 yılının mart ayında ikinci kez başbakan seçildi. Nihayetinde 2021 yılına kadar bu pozisyonu üstlendi. İsrail tarihinde bu pozisyonun en uzun süre hüküm süren sahibi oldu.
Netayahu, yalnızca başbakanlık rolünde değil, aynı zamanda bu pozisyonda yalnızca bir yıl kalmasına ve ‘dolandırıcılık, güveni kötüye kullanma ve rüşvet’ olmak üzere üç suçtan yargılanmak üzere kürsüye oturmasına rağmen muhalefet lideri rolünde de ustalaştı. Amerikan yönetimine, askeri düzene ve medyanın karşısında durmasına rağmen kendi imajını iyileştirmeyi ve tüm rakiplerini yenmeyi başardı. Naftali Bennett hükümetini devirmeyi ve liderlik ettiği Yamina partisini yok etmeyi başardı. Nihayetinde büyük bir üstünlükle iktidara döndü.

Amerikalı pragmatist
Netanyahu, hayatı boyunca pragmatik bir iş üslubuyla ortaya çıktı ve çelişkili tavırlar takınmakta sorun yaşamadı. İki devletli çözümü onayladığını açıkladı. 10 ay boyunca Filistinlilerle barış görüşmeleri yürüttü. Bu dönemde Batı Şeria’daki yerleşim birimi inşaatlarını benzeri görülmemiş bir şekilde dondurmayı kabul etti. Kendisine yakın yerleşim yerlerinin liderleriyle çatışmalara girdi. Bundan önce ve sonra müzakereleri dondurma ve Filistin devletinin önüne engeller çıkaracak bir politikayı sahaya empoze etme politikasına öncülük etti. ABD ile ilişkileri İsrail için stratejik bir misyon olarak gördü. Birçok kişi Netanyahu’yu İsrailliden çok Amerikalı olarak tanımladı. Hatta Netanyahu’ya atıfla, ABD’nin İsrail’de iki büyükelçisi bulunduğunu belirttiler: Washington’dan Tel Aviv’e gönderilen büyükelçi ve ABD’nin, vatanın ve halkın büyükelçisi Binyamin Netanyahu. Ancak Başkan Barack Obama ve yönetimi ile benzeri görülmemiş bir çatışmaya girmekten de çekinmedi. Hatta Demokrat Başkan ve partisine karşı Cumhuriyetçi Parti ile birleşti. İran ile nükleer anlaşmayı reddetmesi çerçevesinde Başkan Obama’nın etrafından dolaştı, ABD’ye seyahat etti, başkanın İran meselesine ilişkin politikasına karşı Kongre’de konuşma yaptı.
Bugüne kadar Demokrat Parti’nin İran konusundaki politikasına karşı sert bir duruş sergiledi. Bu nedenle Başkan Joe Biden yönetimi, Netanyahu’ya karşı harekete geçti ve rakibi Yair Lapid’i destekledi. Başkan Donald Trump döneminden önce ve sonra Cumhuriyetçi Parti ile ilişkilerini güçlendirirken, bunun bedelini ABD Yahudileriyle çatışarak ödedi.
İsrail’in doğudan uzak batı dünyasına üyeliğini kutsayan bir siyasi ideolojiye öncülük etti. Ancak İbrahim Anlaşmaları’nda ortaklığı kabul ederek, Arap dünyası ve doğu ülkeleriyle stratejik ilişkilere yöneldi.
İç meselelerde de bu üslubu belirgindi. Radikalizm yanlıları da dahil olmak üzere tüm katı sağcı güçlerle geniş bir ittifak kurmasına rağmen eski iktidar döneminde bir Arap İslami partisini (Mansur Abbas liderliğindeki İslami Hareket’in oluşturduğu Birleşik Arap Listesi) yönetimine dahil etmek için inisiyatif aldı.
Şarku’l Avsat’ın edindiği bilgilere göre Netanyahu, ordu ve güvenlik hizmetleri konusunda en cömert başbakan olarak kabul ediliyor. Ancak aynı zamanda ısrarla bu kuruluşların liderlerine karşı bir savaş yürütüyor ve bu kuruluşların kendi üzerindeki etkilerini azaltmaya çalışıyor. Aynı durum kolluk kuvvetlerine, yargıya, polise ve savcılığa yönelik politikası için de geçerli.
Bu çerçevede Netanyahu, belirli bir siyasi programa oturtulmaya ya da belirli fikirler zindanına hapsedilmeye uygun bir politikacı değil. Herhangi bir baskı altında fikri değiştirilen zayıf bir lider olabilir. Ama cesurca ayağa kalkacak ve eskiden reddettiği bir görüşü savunacak kadar da güçlü. İki gün önce çatıştığı bir şeyi savunan ateşli bir konuşma yapma yeteneğine sahip. Kendisinden nefret eden birini değil, her zaman onu alkışlayan birini görür. Eski dostları da dahil olmak üzere kendisinden nefret eden birçok kişinin karşısında onu körü körüne takip eden, ona değer veren, saygı duyan ve onun için her şeyi feda etmeye hazır birini bulur...



Sudan Savaşı: Londra’daki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından şimdi ne olacak?

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
TT

Sudan Savaşı: Londra’daki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından şimdi ne olacak?

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025

Emced Ferid et-Tayyib

Sudan'daki yıkıcı savaşın patlak vermesinin ikinci yıldönümünde, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın ev sahipliğinde Londra'da düzenlenen Sudan konulu konferans, Sudan kriziyle nasıl başa çıkılacağı konusunda uluslararası aktörler arasındaki derin görüş ayrılıklarını ortaya koydu. Sudan hükümeti ve Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) katılmadığı konferansta, uluslararası katılımcılar tarafından üzerinde mutabık kalınan bir sonuç bildirgesinin yayınlanamaması bu görüş ayrılıklarının en bariz göstergesiydi.

Sudan’daki savaş üçüncü yılına girerken insani, siyasi ve güvenlik riskleri artmaya devam ediyor. Uluslararası toplum ise Sudan kriziyle etkin ve gerçekçi bir şekilde başa çıkmak için ortak bir stratejiye ulaşıyor.

Sudan'a yönelik uluslararası yaklaşımlardaki temel sorun, Sudan ordusu ile HDK arasında sahte bir ‘eşdeğerlik’ benimsenmesinden kaynaklanıyor. Bu yaklaşım sadece analitik açıdan hatalı değil, ahlaki açıdan da kabul edilemez. HDK, Sudan devletinin bir kurumu olan Sudan ordusuyla eşit düzeyde meşru bir siyasi veya askeri aktör olarak ele alınamaz. Bunun yanında uluslararası aktörler, Ekim 2021 darbesinden bu yana hükümetin gayrimeşru olduğunu savunarak, Sudan ordusunu Sudan hükümetinden ayrı ve bağımsız bir varlık olarak ele almakta ısrar ediyor. Ancak Sudan ordusu, Sudan devletinin önemli bir parçası ve ona hükümetten ayrı muamele etmek, siyasi alanı daha da askerileştirme riski taşıdığı da bir gerçek. Bu durum, tamamen askeri bir hükümete doğru kayma riskini artırmakta, demokratikleşme beklentilerini engellemekte ve otoriter yolları güçlendirmektedir.

Londra konferansındaki çıkmaza HDK'nın Kuzey Darfur'un yönetim şehri ve Sudan ordusunun Darfur bölgesindeki son kalesi olan el-Faşir'e sadece on beş kilometre uzaklıktaki Zemzem Mülteci Kampı’na yaptığı son saldırı eşlik etti. Tanıklara göre 11 Nisan 2025 tarihinde HDK üyeleri kampı ele geçirerek etnik temelli katliamlar ve insani yardım çalışanlarına yönelik saha infazları gerçekleştirdi. Bu infazlar arasında, kampta faaliyet gösteren son tıbbi klinik olan Uluslararası Mülteci Örgütü (IRO) kliniğinden dokuz sağlık personeli de bulunuyordu. Tüm bu zulümler, HDK tarafından el-Faşir şehri ve çevresindeki Zemzem ve Ebu Şuk gibi mülteci kamplarına bir yıldan uzun süredir uygulanan ve insani durumu daha da kötüleştiren kuşatmanın ardından meydana geldi.

Geçtiğimiz yılın ağustos ayında Zemzem Mülteci Kampı’ndaki gıda güvensizliği boyutunun, Entegre Gıda Güvenliği Aşama Sınıflandırması’nın (IPC) 5. aşaması olan ‘felaket/kıtlık’ seviyesinde olduğu ilan edildi.

Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) mülteci kampında her iki saatte bir en az bir çocuğun açlık veya hastalık nedeniyle hayatını kaybettiğini bildirdi.

Londra'daki konferansa katılan birçok ülkenin temsilcileri için HDK ile normalleşmeyi öneren ya da onu uluslararası arenada tanınan Sudan hükümeti ile eşit konuma getiren her metin danışıklı dövüş kokuyor. Bu durum, Lancaster Sarayı'nda gerçekleşen konferansa katılımın, diplomatik inceliklerin ötesinde daha derin ikilemleri ve anlaşmazlıkları gizlediğini yansıtıyordu. Bazı bölge devletlerinin HDK'ya -süregelen silah sevkiyatları ve altyapıya saldırmak için kullanılan insansız hava araçları (İHA) da dahil olmak üzere- askeri ve lojistik destek sağlamaya devam etmesi çok çeşitli uluslararası diplomatik ve siyasi çevreler tarafından kabul edilemez hale geldi. Başta Temsilci Sarah Jacobs ve Senatör Chris Van Hollen olmak üzere ABD Kongresi'nin bazı üyeleri bu desteğin altını özellikle çizdi. Bu desteğin Sudan'da devam eden savaşın ana nedeni olduğu vurgulandı.

Sudan ordusunun sicili suistimallerden arınmış değil, ancak bağımsız sayısal izleme raporları HDK milisleri ile aralarındaki büyük farkı ortaya koyuyor.

Ancak bölge ülkeleri için en tehlikeli gelişme, HDK'nın 2025 şubatında Nairobi'de diğer güçlerle birlikte Darfur merkezli Sudan hükümetine paralel bir hükümet kurmak için anlaşmasıdır.  Bu gelişme, milislerin el-Faşir’i ele geçirme çabalarının artmasını açıklarken, Sudan'ın bölünme ihtimalini arttırma tehdidi yaratıyor. Bu da diğer uluslararası aktörlerden çok yakın komşularını etkileyen jeopolitik bir risk ve savaşın uzamasına katkıda bulunan yeni bir gerçeklik yaratacak.

Konferans sırasında binlerce Sudanlı, uluslararası etkileşimin kendisini reddetmek için değil, daha ziyade Sudan'da devam eden çatışmayı körüklemekle suçlanan bazı ülkelerin katılımına itiraz etmek için konferansın gerçekleştiği binanın önünde protesto gösterileri düzenledi. Ancak bu protestolar, bazı Batılı diplomatların halkın öfkesinin gerçek bir ifadesinden ziyade Sudan hükümetinin resmî açıklamalarında yer alan görüşlerinin bir uzantısı olarak değerlendirerek, bu protestoları küçümsemeleri nedeniyle dikkate değer bir ilgisizlikle karşılandı. Oysa bunlar halkın öfkesinin gerçek bir ifadesi bile değildi. Bu durum, Sudan’daki gerçekliği kasıtlı olarak inkâr etmeye devam eden ve Sudanlıların iradesini ve ülkelerinin kaderini belirleme ve egemenliğini koruma konusundaki doğal haklarını görmezden gelen Batı'nın yanlış hesaplarını açıkça ortaya koyuyor.

cdfgrthy
HDK'nın 15 Nisan'da Kuzey Darfur'daki Zemzem Mülteci Kampı’na saldırmasının ardından etraftaki Sudanlı kadın ve çocuklar (Reuters)

Bu dinamik, Batılı aktörlerin ve uluslararası kuruluşların Sudan ihtilafını ele alma yaklaşımlarını sürekli olarak zayıflatan derin ve sistematik bir analitik başarısızlığı ortaya koyuyor. Bu aktörlerin değerlendirmeleri, çatışmayı ulusal bir trajediden ziyade kaybedilen siyasi gücü yeniden kazanmanın bir aracı olarak gören ve Batılı diplomatik çevrelerle yakın bağları olan dar bir Sudanlı elit çevresinin siyasi isteklerine bağlı kalıyor. Bu özlemler, Sudan'daki çatışmanın, Sudan ordusu ve HDK arasında sahte ve yapay bir denklik tezini desteklemeye çalışan bir uluslararası analiz merceği yarattı.

Bu yaklaşımın temel metodolojik kusuru inatçı katılığından kaynaklanıyor. Sürekli ortaya çıkan gerçeklere kayıtsız kalıyor ve kendisiyle çelişen kanıtlar artmasına rağmen değişmiyor. Uluslararası aktörler, ortaya çıkan gerçeklere uyum sağlamak yerine, gerçekler gözden düşse bile, dogmatizmin sınırlarında dolaşan ideolojik bir hararetle ilk değerlendirmelerine bağlı kaldılar. Bu bilişsel önyargı, sadece Sudan hükümeti arasında değil, Sudan halkı arasında da dış müdahalelere karşı bir şüphecilik iklimine yol açtı. Daha da önemlisi, yabancı aktörlerin çatışmanın gerçeklerine hitap eden müdahaleler tasarlama kabiliyetlerini zayıflatıyor. Bu çabaların analitik temeli en başından kusurlu ve milyonlarca Sudanlının yaşadığı gerçeklikten tamamen farklı olan çarpıtılmış bir gerçeklik algısına dayanıyor. Verimsiz ve etkisiz bir uluslararası angajman döngüsünü sürdürüyor.

Sudan ordusu ihlallere bulaşmamış değil. Ancak bağımsız nicel izleme raporları, Sudan ordusunun HDK ile arasındaki büyük farkı ortaya koyuyor. Silahlı Çatışma Konumu ve Olay Verileri Projesi'nin (ACLED) 2024 yılında HDK'ya atfedilen yaklaşık bin 300 olaya karşılık, Sudan ordusunun sivil kayıpların yaşandığı yaklaşık 200 olaydan sorumlu olduğunu bildirdi.

HDK gerçek bir terör kampanyası yürütürken, destekçileri olası bir baskıya karşı koruyucu gibi davranıyor.

Uluslararası toplumun Sudan'a yönelik mevcut tutumu, Batılı güçlerin Bosna hükümeti ile Sırp milisler arasında sistematik etnik temizlik ve soykırım uygulandığına dair açık kanıtlara rağmen sahte bir eşdeğerlik politikası benimsediği, Bosna Hersek savaşının ilk günlerindeki tutumuyla çarpıcı bir benzerlik taşıyor.

Uluslararası aktörler tüm taraflara eşit derecede suçlu muamelesi yaparak zulmü durdurmak için kararlı ve gerçekçi müdahaleyi engelledi, Sudan'dakine benzer bir denklik yanılsaması yaratarak savaş suçlularını meşrulaştırdı ve başta Srebrenitsa Soykırımı olmak üzere zulümlerin kontrolsüz bir şekilde devam etmesine izin verdi. Bu ahlaki kararsızlık sadece failleri cesaretlendirmekle kalmadı, nihayetinde müdahaleyi daha maliyetli ve karmaşık hale getirdi. Yıllar süren önlenebilir acılar, NATO’nun hava saldırıları ve Dayton Anlaşmaları’nın imzalanmasıyla sona erdi. Bu olay, açık bir saldırganlık karşısında diplomatik tarafsızlığın, dünyanın bir daha asla müsamaha göstermemeye yemin ettiği suçları nasıl mümkün kılabileceğine dair çarpıcı bir ders niteliğindeydi. Yine de 2023 yılında HDK tarafından Masalitlere karşı etnik temizlik gerçekleştirmesi, kısa bir süre önce Zemzem Mülteci Kampı’na saldırması ve bunlar arasında sayısız sistematik zulümde bulunmasından sonra bile, dünya halen kayıtsız kalmaya devam ediyor.

Bu dengesizlik, bilginin ve alternatif anlatıların silah haline getirilmesi ve bir savaş aracı olarak kullanılmasıyla körüklendi. Bunun belki de en belirgin tezahürü, bu savaşı Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) ve radikal İslamcılara karşı bir savaş olarak göstermeye çalışan medya kampanyasıdır. Kıtlık ve soykırım Darfur bölgesini kasıp kavururken, Müslüman Kardeşler'in HDK saflarındaki ve üst düzey lideri arasındaki köklü varlığı görmezden geliniyor. Radikal İslamcılık hayaleti, uluslararası toplumun dikkatini işlenen zulümlerden uzaklaştırmak ve HDK'ya verilmeye devam eden dış desteği meşrulaştırmak amacıyla stratejik bir sis perdesi olarak kullanılıyor. Bu anlatı, Batı'yı radikal siyasal İslamcılığın ve terörizm hayaletinin Sudan'da yeniden ortaya çıkması konusunda korkutmayı amaçlarken, HDK'nın toplu katliam, etnik şiddet, cinsel kölelik ve sivil altyapının tahribatı gibi sistematik terör eylemleri gerçekleştirdiği gerçeğini görmezden geliyor. İronik olan ise HDK gerçek anlamda terör estirirken, destekçilerinin potansiyel bir terör kampanyasına karşı koruyucuymuş gibi davranması. Gerçeğin bu şekilde kasıtlı olarak çarpıtılması sadece uluslararası toplumu yanıltmakla kalmıyor, aynı zamanda soykırımın 'terörle mücadele' gibi yanıltıcı bir söylemin arkasına gizlenmesine de olanak sağlıyor.

dfgtrhy
Sudan Egemenlik Konseyi Başkanı ve Ordu Komutanı Abdulfettah el-Burhan Port Sudan'daki savaş kurbanlarının ailelerine destek için bir girişim başlattı, 26 Nisan 2025 (AFP)

Bu anlatının, özellikle de milislerin destekçileriyle ilişkili Sudanlı politikacılar arasında yaygın bir şekilde desteklenmesi sadece mantığa aykırı olmakla kalmıyor, aynı zamanda medya etkisinin ve stratejik mesajlaşmanın meşruiyet üretmek için ne ölçüde silah haline getirildiğini de ortaya koyuyor. Medya üzerindeki hegemonya ile dikkatlice gizlenen bu çelişkiler, Batı'nın Sudan krizine ilişkin algılarını derinden çarpıtırken, politik tepkilerinin tutarlılığını ve güvenilirliğini zayıflattı. Böyle bir atmosferde dış aktörlerin sahadaki gerçekleri doğrulamak için çabalarını iki katına çıkarmaları gerekiyor.

Dahası, Batılı politika çevreleri, eski Başbakan Abdullah Hamduk liderliğindeki Tekaddum İttifakı’nı kurup finanse ederek, Sudan'da müdahaleleri için tercih edilen bir ortak olarak kontrollü bir siyasi koalisyon oluşturmaya ve finanse etmeye çalıştı. Bu yaklaşım, saflarında HDK sempatizanları olduğuna dair açıkça yapılan uyarılara rağmen devam etti.

Sonuç ise tahmin edilebilir ve yıkıcıydı. Önemli miktarda mali ve uluslararası destek ve siyasi meşruiyet elde eden Tekaddum İttifakı bölündü ve yerini ‘Kuruluş’ adında yeni bir siyasi oluşuma bıraktı. Bu oluşum, mevcut çatışmadaki en ciddi zulümlerden sorumlu olan aynı milislerle paralel bir hükümet kurmak amacıyla HDK ile açık bir siyasi ve askeri ittifak ilan etti. Batı'nın sivil tarafı güçlendirme bayrağı altında bu sonucu desteklemesi, sahadaki açık sinyalleri görmezden gelmeyi seçen uluslararası aktörlerin bilgeliği ve stratejisi hakkında acil yanıt bekleyen soru işaretlerini ortaya koydu. Daha da önemlisi, bu durum nasıl düzeltilebilir?

Dünya şimdi Sudan’la ilgili bir gerçeklik anıyla karşı karşıya. Sudan ordusu ve HDK arasındaki yapay, sahte ‘denkliğe’, hesap verebilirliği baltalayan ve soykırım ve savaş suçları işleyen suçluları ne barışı garanti eden ne de istikrarı yeniden tesis eden siyasi vaatlerle ödüllendiren bir yaklaşıma tutunmaya devam mı edecek? Yoksa stratejisini, dış mihraklar veya vekillerle yapılan müzakerelerle değil, egemen ve sürdürülebilir bir barış isteyen sıradan Sudanlıların istekleriyle uyumlu olacak şekilde yeniden mi düzenleyecek?

Londra konferansının başarısızlığı, kısmi tedbirlerin sınırlarını gözler önüne serdi. Dünya, HDK gibi aktörlere ve onların dışarıdan destekçilerine hesap sormayarak suç işlemeye devam etmelerine izin veren kısa vadeli çözümler peşinde koşmaya devam etmekle, Sudan halkının refahına öncelik veren ilkeli, gerçeklere dayalı bir politikaya bağlı kalmak arasında seçim yapmalı. BM sürdürülebilir kalkınmayı, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini tehlikeye atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çabalar olarak tanımlıyor. Sudan'da sürdürülebilir barışın sağlanması da ‘barışı gelecekte riske atmadan şimdi sağlamak’ şeklindeki benzer bir düşünce yapısını gerektiriyor. Sudan'da sürdürülebilir barış, basmakalıp açıklamalarla ya da kapalı kapılar ardında yapılan güç simsarlıklarıyla sağlanamaz. Bunun için kimin savaş suçu işlediğine dair sarsılmaz bir dürüstlük, milisler tarafından gerçekleştirilen zulümlerin kategorik olarak reddedilmesi ve en çok acı çekenlerin sesleriyle gerçek bir dayanışma içinde olunması gerekir.