Etiyopya’da barış anlaşması: Bölünmelerle dolu bir ateşkes

Çöküş faktörleri, ‘kırılgan güvencelere’ meydan okuyor

Tigray heyetinin temsilcileri ile Etiyopya hükümeti arasında Pretorya’da eski Kenya devlet başkanı huzurundaki el sıkışma (Reuters)
Tigray heyetinin temsilcileri ile Etiyopya hükümeti arasında Pretorya’da eski Kenya devlet başkanı huzurundaki el sıkışma (Reuters)
TT

Etiyopya’da barış anlaşması: Bölünmelerle dolu bir ateşkes

Tigray heyetinin temsilcileri ile Etiyopya hükümeti arasında Pretorya’da eski Kenya devlet başkanı huzurundaki el sıkışma (Reuters)
Tigray heyetinin temsilcileri ile Etiyopya hükümeti arasında Pretorya’da eski Kenya devlet başkanı huzurundaki el sıkışma (Reuters)

Etiyopya hükümeti ile Tigray Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF) arasında iki yılı aşkın süredir devam eden ve yarım milyona yakın sivilin hayatını kaybettiği silahlı çatışmanın sona erdiğinin habercisi olan bir anlaşmanın ilanı, birçok gözlemci açısından sürpriz oldu. Etiyopya, çatışmaya nihai bir çözüm ya da etnik bölünmeler ve son derece karmaşık ekonomik zorluklarla boğuşurken, Afrika’nın doğrudan arabuluculuğu ve çatışmanın iki tarafı üzerindeki ABD baskısı ile varılan anlaşma, ülkeye barış getirme yolunda büyük bir adım olarak görülme olasılığına ilişkin pek çok şüpheyi ortadan kaldırmayı başaramadı. Aksine gözlemciler, anlaşmanın etkili iç bölünmeler ve daha az etkili dış müdahaleler karşısında çökmekle tehdit eden ‘tuzaklı bir ateşkese’ daha yakın göründüğünü söyledi.
Etiyopya federal hükümeti ile TPLF arasında 2 Kasım’da Güney Afrika’nın başkenti Pretorya’da imzalanan anlaşma, 25 Ekim’de başlayan yoğun müzakerelerin ardından gelişti. Daha sonra ilk anlaşmanın şartlarını uygulamak için 12 Kasım’da Kenya’nın başkenti Nairobi’de müteakip bir anlaşma sağlandı.
Bu anlaşmaların açık Afrika ve uluslararası baskılarla desteklendiği açık. Afrika Birliği’nin Afrika Boynuzu Barış Yüksek Temsilcisi ve eski Nijerya Devlet Başkanı Olusegun Obasanjo, eski Kenya Devlet Başkanı Uhuru Kenyatta ve eski Güney Afrika Devlet Başkan Yardımcısı Phumzile Mlambo-Ngcuka liderliğindeki arabuluculuk çabalarının yanı sıra, müzakere öncesi aşamada önemli bir ABD çabası mevcuttu. Hem Cibuti’de hem de Seyşeller’de gizli görüşmeler yapıldı. Bu görüşmeler sırasında Washington, Etiyopya hükümetine baskı yaptı ve Pretorya müzakerelerine katılan Tigray heyetine güvenlik ve lojistik destek sağladı.
Anlaşma, Tigray bölgesinde yaşayanların yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve insani durumun kötüleştiği bölgeye yardımların ulaştırılmasının sağlanması karşılığında tamamı saha koşullarına odaklanan ve barış görüşmelerinin önünü açan 12 madde içeriyor.
Anlaşma, ‘silahların susturulması, elverişli bir ortam oluşturulması, sürdürülebilir barışın temellerinin atılması, Tigray bölgesindeki çatışmaların bozduğu anayasal düzenin yeniden tesis edilmesi, siyasi farklılıkların çözümünde şiddetin bir araç olarak kullanılmasından vazgeçilmesi ve çatışmadan kaynaklanan konularda hesap verebilirliği sağlamak için bir çerçevede ortaya koyulması’ amacıyla düşmanlıkların derhal ve kalıcı olarak durdurulmasını kapsıyor.
Şarku’l Avsat’ın temasa geçtiği gözlemciler, anlaşmanın metinlerine pek güvenmemekle birlikte, anlaşmanın uygulanmasını çevreleyen atmosfere temkinli bir beklentiyle yaklaşıyor. Gerek çatışma tarafları gerekse de uygulama sürecini yakından takip eden müttefikler açısından anlaşmanın farklı konumları hakkında haklı şüpheler var ve bu çerçevede anlaşma, daha uygulamaya koyulmadan önce birçok zorlukla karşılaşıyor gibi görünüyor.
Bu zorluklar, Etiyopya hükümeti ile TPLF arasındaki anlaşmayı, ‘Addis Ababa için büyük ölçüde zafer koşulları ve Tigray’ın maruz kaldığı muazzam askeri baskının bir yansıması’ olarak gören Uluslararası Kriz Grubu’nun Afrika Boynuzu Birimi yöneticisi Alan Boswell tarafından özetlendi.
Aynı şekilde anlaşma kapsamında Tigray savaşçılarının 30 gün içinde silahsızlandırılmasının şart koşulmasının ‘tutuşma noktası oluşturabileceği’ belirtildi. Hükümet ‘özellikle insani yardımın derhal girişine izin verilmesine ve bölge halkına temel yaşam hizmetlerinin sağlanmasına’ ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmezse Tigray, bunu silahsızlanmayı geciktirmek için bir sebep olarak gösterebilir. Öyle ki bölgede imzalanan anlaşmaya uymadıklarını açıklayan ve ardından savaşçılarını yaklaşan bir çatışma için hazırlamaya ve eğitmeye yönelen gruplar mevcut.
Boswell’in anlaşmanın uygulanmasının güvenilirliğine yönelik bir tehdit olarak gördüğü diğer bir zorluk ise, müttefik Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed lehine askeri çatışmalarda önemli bir rol oynayan Eritre ordusunun varlığı. Anlaşmada, Eritre güçlerinden açıkça bahsedilmiyor. Ayrıca Etiyopya topraklarından sınır dışı edilmelerinin hızı konusunda derin şüpheler var. Bu durum, farklı tarafların anlaşmanın şartlarına bağlılığı ölçüsünde gerçek bir tehdit oluşturacak.
Öte yandan kazanç ve kayıp hesaplamaları, anlaşmayı imzalayan taraflar veya Etiyopya çatışma sahnesinin gidişatını uzaktan kontrol edenler olsun, anlaşmanın tüm taraflarını motive ediyor gibi görünüyor. Abiy Ahmed tarafından bu yılın Mart ayında açıklanan tek taraflı ateşkesin aksine Pretorya Barış Anlaşması, yazılı ve bir izleme, gözetim ve doğrulama mekanizması içermekte. Bu durum, ilgili tüm tarafların yükümlülüklerini belirlemek üzere daha kesin bir çerçeve sağlıyor. Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki (BAE) Zayed Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü Dr. Hamdi Abdurrahman, Etiyopya ordusu ve Tigray’daki müttefik kuvvetlerinin son savaş kazanımlarını yansıtan nesnel bir anlaşma olduğunu belirtti.
Federal hükümetin temel kazanımlarından biri, tüm federal tesisler dahil olmak üzere Tigray bölgesinin yönetimini devralacak olması ve federal ordu güçlerinin barışçıl bir şekilde Mekelle’ye (Tigray bölgesinin başkenti) girecek olması. Anlaşma ayrıca, altıncı maddesinde federal Etiyopya’nın tek bir ulusal ordusunun varlığının tanınmasını şart koşuyor. İki taraf, Etiyopya anayasasına uygun olarak TPLF savaşçılarının silahsızlandırılması, terhis edilmesi ve yeniden entegrasyonu için ulusal bir program tasarlamayı ve uygulamayı kabul etti. Bunun yanı sıra TPLF, silahsızlanmayı 30 gün içinde tamamlamayı taahhüt ediyor. Toplam sayısının yaklaşık 200 bin savaşçı olduğu tahmin edilen Tigray Savunma Kuvvetleri’nin devasa büyüklüğü göz önüne alındığında bu silahsızlanma ‘oldukça hızlı’ olacak.
Anlaşma, savaş mağdurları ve işlenen suçlar söz konusu olduğunda hesap verebilirliğin ve gerçeğe erişimin sağlanmasına olanak tanıyor. Bu çerçevede Dr. Hamdi Abdurrahman, “Başbakan Abiy Ahmed, Tigray liderleri ve bu saçma savaşa dahil olan herkes açısından hesap verebilirlik kavramını kabul ediyor mu?” şeklinde konuştu.
Öte yandan Tigray bölgesindeki ana güçler, federal hükümetle yapılan anlaşma konusunda ‘tek yürek’ görünmüyor. İki tarafı temsil eden askeri makamlar, Nairobi’de yürütme anlaşmasını imzaladıktan hemen sonra Tigray Cephesi’nin yurt içinde ve Avrupa ile Kuzey Amerika’daki destekçileri, onları TLFP’ye ihanet etmekle suçlayarak anlaşmayı reddetti.
TPLF’nin Tigray’deki diğer taraflar arasında yalnızca bir tarafı temsil ettiğini ve Tigray Savunma Kuvvetleri’nin silahsızlandırılmasını imzalama yetkisi olmadığını düşünen taraflar da mevcut. Öyle ki bu çerçevede TPLF Merkez Komitesi, Pretorya’ya bir müzakere ekibi göndermediğini duyurdu. Görüşmelerde cepheyi temsilen kimsenin bulunmadığını söyleyen Komite, “Cephenin silahsızlandırılacağı bir ordu yok” dedi.
Resmi bir Tigray kanalında yapılan bir açıklamada da cephenin silahsızlandırılmasına ilişkin madde reddedildi. Tigray Savunma Kuvvetleri’nin herhangi bir parti veya siyasi örgüte bağlı olmadığı belirtilen açıklamada, bu kuvvetlerin ‘Tigrayalıların çıkarlarını savunmak için hayatın her kesiminden oluşturulmuş güçler’ olduğu ifade edildi.
Birçok analiste göre bazı çevrelerin, bölge halkını temsil etme konusunda uzun bir geçmişe sahip olan TPLF açısından ‘kazanım’ olarak gördüğü şey, Tigray güçlerinin farklı kesimlerini ‘anlaşmayı memnuniyetle karşılamaya ve şartlarına boyun eğmeye’ ikna etmedi. Anlaşmanın, hükümetin TPLF’ye yönelik ‘terör örgütü’ sınıflandırmasını kaldırmadığı doğru. Zira bu sınıflandırmanın kaldırılması, TPLF’ye siyasi çalışmaya geri dönme yolu açıyor. Ancak Tigray savaşçılarının silahsızlandırılmasına yapılan atıf, onlar tarafından ‘aşağılayıcı bir yenilgi’ olarak görülüyor. Gençler başta olmak üzere birçok savaşçı da bunu reddediyor. Bu durum, özellikle Eritre güçlerinin geri çekilmesi durumunda bazı askeri grupların silah teslimi maddesinin uygulanmasını geciktirmek istemeleri çerçevesinde, özellikle bu maddenin uygulanmasını çok zorlaştıracak.
Diğer taraftan muhalif ‘Selassie ve Yanni Tigray’ partisi, anlaşmanın ‘yasa dışı’ olduğunu ve Pretorya anlaşmasına karşı olduğunu açıkladı. Parti, “Anlaşma, Tigray’ın siyasi taleplerini görmezden gelirken ve çatışmanın temel nedenlerini ele almazken, yalnızca Eritre ve Amhara’nın yanında imza atanların çıkarlarına hitap ediyor” dedi.



2025’te ‘Gece Yarısı Çekici Operasyonu’... Trump İran’da ‘yarım çözümlere’ son veriyor

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)
TT

2025’te ‘Gece Yarısı Çekici Operasyonu’... Trump İran’da ‘yarım çözümlere’ son veriyor

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)

Donald Trump’ın 2025’in başında Beyaz Saray’a dönmesiyle birlikte, güncellenmiş ‘maksimum baskı’ stratejisinin İran üzerindeki etkisini göstermesi bir yıldan kısa sürdü. Aylar içinde ülke, nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılmasına ilişkin tartışmalardan, İslam Cumhuriyeti tarihinde ikinci kez kendi topraklarında yaşanan bir savaş gerçeğine sürüklendi. Bu gelişme, yaklaşık kırk yıl önce sona eren ve hafızalardaki ağırlığını hâlâ koruyan savaşın ardından geldi.

Aslında Trump’ın Beyaz Saray’a dönüş süreci başlamadan önce de savaş bulutları Tahran semalarında birikiyordu. Nükleer anlaşmanın canlandırılmasına yönelik umutlar tükenirken, İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetleri hız kazandı. Bu süreç, 12 gün süren savaşa, İsrail’in önleyici saldırıları karşısında İran’ın caydırıcılık kapasitesinin sınırlarının ortaya çıkmasına, ardından ABD’nin de sürece dâhil olmasına ve snapback mekanizmasıyla Birleşmiş Milletler (BM) yaptırımlarının yeniden devreye girmesine kadar uzandı.

Bu tabloya rağmen, söz konusu gidişat Washington’da değil, Tahran’da başladı. ABD seçimlerinden aylar önce İran’daki yönetici elit, ‘taktik bir mola’ arayışıyla Ağustos 2024’te göreve başlayan reformist Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın seçilmesine yöneldi. Batı ile daha az çatışmacı bir söylem benimseyen Pezeşkiyan, kendisini füze maceralarının değil ‘ekonomik bir savaşın’ yöneticisi olarak konumlandırdı. Dış politikada ise müzakere masalarına hâkim bir ekip oluşturdu; bunun başında Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi yer aldı. Bu tercih, Batı’da yeni bir müzakere dönemine hazırlık, gerilimi düşürme ve nükleer dosyayı iki zıt ihtimale göre yeniden konumlandırma girişimi olarak yorumlandı: Kamala Harris liderliğinde Obama-Biden mirasını sürdürmeyi hedefleyen bir Demokrat yönetim ya da Trump’ın daha sert bir ‘maksimum baskı’ politikasıyla geri dönüşü.

sxadf

Donald Trump, tanıdık karizmasıyla ve daha gergin bir uluslararası ortamda yeniden ABD siyasetinin merkezine döndü. İsrail ile İran’ın müttefikleri arasında açık bir savaşın yaşandığı bu dönemde, Tahran’daki hesaplar da altüst oldu. Sicilinde Kasım Süleymani suikastı bulunan Trump, İran’daki karar vericiler için belirsiz bir figür değil, nükleer anlaşmadan çekilme ve yaptırımları sertleştirme geçmişi olan, denenmiş bir rakipti. Bu nedenle, temel yaklaşımını değiştirmeyeceği, aksine genişleteceği değerlendirmesi öne çıktı. Ekonomi ve finans alanında ‘maksimum baskı’, buna eşlik eden açık bir siyasi mesajla birlikte devreye sokuldu; İran’ın geri adımı nükleer, füze ve bölgesel dosyaların tamamında somut olmalıydı. Bu çerçevede, dolaylı müzakere turları başlamadan önce bile Tahran’ın manevra alanının giderek daraldığı görülüyordu.

‘Maksimum baskının’ geri dönüşü

Donald Trump, yemin töreninden iki haftadan kısa bir süre sonra, 4 Şubat 2025’te imzaladığı başkanlık ulusal güvenlik memorandumu ile ‘maksimum baskı’ politikasını daha sert ve ayrıntılı bir çerçevede yeniden devreye soktu. Memorandumda üç temel hedef belirlendi: İran’ın nükleer silah ya da kıtalararası balistik füzelere ulaşabileceği herhangi bir yolu kapatmak, Batı’nın terör listelerinde yer alan ağlarını ve vekil güçlerini dağıtmak ve balistik füze cephaneliği ile asimetrik kapasite geliştirme faaliyetlerini sınırlandırmak.

Uygulama aşamasında Hazine Bakanlığı’na en üst düzeyde ekonomik baskı uygulanması, yaptırımların sıkı şekilde denetlenmesi ve deniz taşımacılığı, sigorta ve liman sektörlerinin Tahran veya onunla bağlantılı aktörlerle çalışmaması yönünde uyarı rehberleri yayımlanması görevi verildi. Dışişleri Bakanlığı’na ise önceki muafiyetlerin gözden geçirilmesi ya da iptali, müttefiklerle birlikte snapback mekanizması kapsamında BM yaptırımlarının yeniden tamamlanması ve İran petrol ihracatının sıfıra indirilmesi için çalışma talimatı verildi. Buna paralel olarak Adalet Bakanlığı, ABD içindeki İran bağlantılı lojistik ağlar ve paravan yapılarla ilgili soruşturmalar yürütmekle görevlendirildi.

Bu adımlarla Trump’ın daha önce sıkça dile getirdiği “İran’ın nükleer silah edinmesine izin vermeyeceğiz” söylemi, ekonomi, iç güvenlik ve diplomasi alanlarını tek bir baskı hattında birleştiren kapsamlı bir uygulama çerçevesine dönüştü.

t
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ve ekibi, 19 Ağustos'ta Roma'da düzenlenen ikinci tur görüşmeler sırasında (Reuters)

İran cephesinde ilk tepki, inkâr ile temkinin birleşimi oldu. Dini Lider Ali Hamaney müzakere kapısını tamamen kapatmadı, ancak sonuna kadar da açmadı. Trump’tan özel bir aracıyla iletilen mesaja, Tahran kısa bir yanıt verdi ve bu temas üzerinden dolaylı bir müzakere süreci başlatıldı. Bu çerçevede, Steve Witkoff ile Abbas Arakçi’nin başkanlığındaki İran heyeti arasında, Avrupalı ve bölgesel arabulucuların katılımıyla beş tur dolaylı görüşme yapıldı.

Kamuoyuna açık açıklamalarda Arakçi, Washington’un taahhütlerine saygı göstermesi halinde ‘müzakerelere hazır olunduğunu’ ve İran’ı yeniden küresel ekonomiye entegre edecek ‘dengeli bir anlaşmanın’ mümkün olabileceğini dile getirdi. Kapalı kapılar ardında ise İran tarafı, Washington ile bazı Avrupa başkentleri arasındaki görüş ayrılıklarını ve Trump ekibi içindeki sert kanada yönelik hassasiyetleri kullanarak manevra alanını genişletmeye çalıştı; bu çelişkilerin anlaşma şartlarında bir esnekliğe dönüşmesi umudu taşındı.

Beş tur görüşme

Buna rağmen, beş turun tamamında temel görüş ayrılığı değişmeden kaldı. Washington, nükleer eşiğe yakın yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum stokunun İran’dan çıkarılmasında ısrar ederken, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) tüm hassas tesislerde tam denetim yetkisine yeniden kavuşturulmasını ve izlenecek herhangi bir sürecin, balistik füze menzilleri ile İran’ın bölgesel faaliyetlerinin kilit başlıklarını ele alacak net bir takvim içermesini şart koştu.

frgt
İsrail hava savunma sistemi Tel Aviv üzerindeki füzeleri önledi. (AP)

Tahran ise geleneksel önceliklerinde ısrarcı oldu. Petrol ve mali yaptırımların ön koşul olarak kaldırılması, yeni bir anlaşmadan hiçbir ABD yönetiminin çekilmeyeceğine dair güvence verilmesi, füze dosyasının bağlayıcı bir metnin dışında tutulması ve bölgedeki müttefikleriyle ilişkilerinin ‘istikrarsızlaştırıcı davranış’ olarak tanımlanmasının reddedilmesi bu başlıkların başında geldi.

Bu nedenle her tur, neredeyse aynı sonuçla tamamlandı: Metinlerin teknik ayrıntılarında sınırlı ilerleme, siyasi özünde ise tıkanıklık.

Arka planda ise İran ile UAEA arasındaki ilişki giderek daha gergin bir alana kaydı. UAEA, yıllardır beyan edilmemiş bazı sahalarda tespit edilen uranyum izlerine ilişkin açıklama talep ediyor; ayrıca 2015 anlaşmasından ABD’nin çekilmesinin ardından aşamalı olarak devre dışı bırakılan ya da sökülen kamera ve ölçüm sistemlerinin yeniden kurulmasını istiyor. 2025’e gelindiğinde, İran’ın yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum stokunun, UAEA uzmanlarının ifadesiyle ‘siyasi irade oluştuğu takdirde nükleer eşiğe ulaşma süresini ciddi biçimde kısaltacak’ bir düzeye ulaştığı değerlendirildi. Batılı başkentler açısından program, maddi ilerleme ile siyasi belirsizliğin iç içe geçtiği bir tabloya dönüşürken, Tahran cephesinde UAEA dosyası bu kez hukuki ve teknik araçlarla yürütülen ‘maksimum baskı’ kampanyasının bir uzantısı olarak görüldü.

12 günlük savaş

Paralel bir hatta ise bölgenin tamamı, 7 Ekim 2023’teki sarsıntının etkilerini yaşamayı sürdürdü. Aksa Tufanı Operasyonu, Lübnan sınırından Kızıldeniz’e uzanan hatta İsrail ile İran’ın vekil güçleri arasında iki yıl süren yüksek yoğunluklu bir gölge savaşının önünü açtı. İsrail’in Suriye’de Devrim Muhafızları Ordusu’yla (DMO) bağlantılı konvoylara ve mevzilere yönelik her saldırısıyla birlikte, caydırıcılığın temel unsurlarından biri olan belirsizlik giderek aşındı. Buna karşın Tahran, karşı karşıya gelmeyi vekil güçler üzerinden yönetme ve doğrudan kendi topraklarından çatışmaya girmekten kaçınma tercihine bağlı kaldı. Ancak bu denge, 12 gün süren savaşla kökten değişti. İlk kez İran ile İsrail arasındaki çatışma İran toprakları üzerinde yaşandı. Bu gelişme, Kasım Süleymani’nin şekillendirdiği ‘savaşı sınırların ötesine taşıma’ doktrinini temelden sarstı.

12 günlük savaşın ilk günlerinde İsrail, İran içinde füze üsleri ve ana komuta merkezlerinin yanı sıra zenginleştirme zinciriyle bağlantılı tesisler ile bazı araştırma ve geliştirme altyapılarını hedef alan bir dizi nokta atışı saldırı düzenledi. DMO’nun sahadaki üst düzey komutanlarından bazıları hayatını kaybetti. Bununla birlikte nükleer programda görev alan fizikçiler, mühendisler ve teknik sorumlular da hedef alındı. Bu saldırılar, maddi altyapıdan ziyade askerî ve teknik hiyerarşinin tepesini vuran bir darbe olarak değerlendirildi.

sdfg
İsrail'in Tahran’daki İran Yayın Kurumu binasına düzenlediği saldırının ardından duman yükselirken, arka planda İran başkentinin en önemli simgelerinden biri olan Milad Kulesi görülüyor, 16 Haziran 2025 (Reuters)

Bundan birkaç gün sonra çatışma daha derin bir aşamaya taşındı. Gece Yarısı Çekici adı verilen operasyonda, hayalet bombardıman uçakları ve siber uzayda yürütülen saldırılar devreye sokularak erken uyarı ve izleme sistemlerinin bir bölümü devre dışı bırakıldı. Operasyon kapsamında zenginleştirme döngüsündeki kilit noktalar, santrifüj üretim ve montaj merkezleri ile nükleer altyapının bazı hassas birimleri hedef alındı. Bu saldırılar, teknik ve güvenlik gerekçeleriyle İran’ı bazı faaliyetlerini geçici olarak durdurmak zorunda bıraktı. Nükleer program tamamen ortadan kaldırılmadı; ancak ağır bir sınavdan geçti ve mevcut haliyle İran caydırıcılığının, siyasi ve askerî koşulların örtüştüğü durumlarda nükleer projenin kalbine yönelik hedefli bir saldırıyı engelleyemediği ortaya çıktı.

gtyu76
İran Dini Lideri Ali Hamaney, devrimin yıldönümü arifesinde, 7 Kasım'da İran Hava Kuvvetleri komutanlarına yıllık konuşmasını yapıyor. (Arşiv – AFP)

Bu askerî sarsıntı, yönetici elit içindeki çatlakların daha görünür hale gelmesini hızlandırdı. Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, kamuoyu önünde ‘İran topraklarında ikinci bir savaş riskine’ dikkat çekerek, ‘karşı tarafın nükleer tesisleri hedef almaya hazır olduğunu kanıtladığını’ söyledi. Bu açıklama, dolaylı biçimde müzakere hattının tamamen göz ardı edilmesinin giderek artan bir güvenlik maliyeti doğurduğuna işaret ediyordu. Buna karşılık daha sert kanat, savaş sonrasında yapılacak herhangi bir değerlendirmeyi ‘düşmana ödül’ olarak nitelendirdi. Bu kesim, askerî kayıpların müzakere masasına dönüşle ilişkilendirilmesini kesin bir dille reddetti.

İç farklılıklar

Bu atmosferde Dini Lider Ali Hamaney, savaşın yarattığı sarsıntıya ilkeyi değiştirmek yerine danışma mekanizmalarını yeniden düzenleyerek karşılık vermeyi tercih etti. Eski Meclis Başkanı ve en yakın danışmanlarından Ali Laricani’yi Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi’nin başına getiren Hamaney, ayrıca bu konseyin çatısı altında yeni bir ‘Savunma Konseyi’ kurulmasına onay verdi. Söz konusu yapı, savaş, nükleer program ve müzakere sürecine ilişkin daha bütüncül değerlendirmeler sunmak üzere askerî komutanlar ile hükümet ve güvenlik yetkililerini bir araya getiriyor.

Görünürde amaç, 12 günlük savaş deneyiminin ardından istişare tabanını genişletmekti. Ancak fiiliyatta bu adım, önceki hesapların yetersiz kaldığının kabulü ile nihai kararın, caydırıcılık ve müzakere dosyalarını birlikte yöneten dar bir çevrede tutulması yönündeki ısrarın birleşimini yansıttı.

ergt
ABD Savunma Bakanlığı'nda 22 Haziran 2025 tarihinde düzenlenen basın toplantısında, İran'a yönelik ABD bombardıman uçağı saldırısının operasyonel zaman çizelgesi sunuldu. (Arşiv – AFP)

Savaş sonrası görüş ayrılıkları yalnızca askerî performansın değerlendirilmesiyle sınırlı kalmadı; daha temel bir soruya uzandı: ‘Gece Yarısı Çekici Operasyonu sonrasında nükleer dosyayla ne yapılmalı?’ Tahran’da, saldırıya verilecek en iyi yanıtın ‘kontrollü nükleer belirsizliği’ derinleştirmek olduğu görüşü güç kazandı. Bu yaklaşım, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan resmî bir çekilmeyi değil, gri bir alanda konumlanmayı öngörüyordu. Buna karşılık başka bir eğilim, net bir müzakere hattı olmaksızın sürdürülecek belirsizliğin, caydırıcı bir unsur olmaktan çıkıp yeni önleyici saldırıları teşvik eden bir faktöre dönüşebileceği ve nükleer tesislerin hedef alınmasının olağanlaşacağı uyarısında bulundu. Bu iki yaklaşım arasında pratik tutum dar bir dengeye oturdu: Trump’ın talep ettiği ‘sıfır zenginleştirme’ türü tavizlere kapalı durmak, ancak köprüleri tamamen yakmaktan da kaçınmak. Böylece kriz, güç dengelerinde bir değişim beklenene kadar geçici olarak yönetilmeye çalışıldı.

BM yaptırımlarının geri dönüşü

Bu tartışmalar sürerken, Avrupalı ülkelerin snapback mekanizmasını devreye sokarak İran’a yönelik BM yaptırımlarını yeniden yürürlüğe koyması yeni bir dönüm noktası oldu. Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya, İran’ın nükleer yükümlülüklerine uymadığı gerekçesiyle dosyayı BM Güvenlik Konseyi’ne taşıdı ve daha önce alınmış altı karar yeniden canlandırıldı. Böylece Tahran, çelişkili bir tabloyla karşı karşıya kaldı. Hukuki açıdan silah ve füze kısıtlamaları ile mal varlıklarının dondurulmasına yönelik uluslararası yaptırımlar geri döndü. Pratikte ise İran, Çin ve Rusya ile birlikte sahada çok şey değişmemiş gibi davranmayı sürdürdü. İran iç siyasetinde bu durum, “BM yaptırımları aynı anda hem var hem yok” şeklinde özetlendi.

y6u7
Tahran'da bulunan eski ABD büyükelçiliğinin duvarındaki ABD karşıtı duvar resminin önünden geçen bir İranlı (EPA)

2025 yılının sonuna gelindiğinde Trump’ın dönüşünün bilançosu Tahran açısından ağır oldu. Beş tur dolaylı müzakere somut bir sonuç üretmedi, 12 günlük savaş caydırıcılık sistemindeki açıkları gözler önüne serdi, BM yaptırımları yeniden gündeme geldi ve İran riyali tarihi dip seviyelere gerileyerek bunun yansımaları günlük hayatta, piyasalarda, akaryakıt ve gıda fiyatlarında hissedildi. Buna karşılık İran yönetimi iki temel tutumunu değiştirmedi: Trump yönetiminin talep ettiği ‘sıfır zenginleştirme’ yaklaşımını kesin olarak reddetmek ve ABD ile kapsamlı bir çatışmaya girmekten bilinçli biçimde kaçınmak. Bu çerçevede Tahran’ın ‘stratejik sabır’ olarak adlandırdığı yaklaşım, giderek ‘stratejik bir felç’ görüntüsü vermeye başladı. 12 günlük savaş ve snapback süreci, tarafların pozisyonlarını yakınlaştırmaktan ziyade, her iki tarafın da zamanın kendi lehine çalıştığına inandığını ortaya koydu. Washington, yıpranmış bir ekonomi ve değer kaybeden bir para biriminin Tahran’ı bir noktada ağır şartları kabul etmeye zorlayacağını hesaplıyor. İran’daki karar alıcıların bir bölümü ise hiçbir ABD yönetiminin kapsamlı bir savaşın maliyetini üstlenemeyeceği görüşünde ve Trump’ın görev süresinin sonunu beklemenin, taleplerine boyun eğmekten daha az maliyetli olduğuna inanıyor. Bu nedenle yeni yılın okuması, bu tıkanmışlığın sınırlarını çizme ve İran’ın önünde duran seçenekleri, ikinci bir savaş, kontrollü bir ateşkes ya da ‘maksimum baskı’ altında dayatılacak bir anlaşma ihtimalleri arasında değerlendirme çabası olarak öne çıkıyor.

Üç olası yol

2026 yılında İran’ın önünde üç temel yol beliriyor; bu yollar zorunlu olarak birbirine karşıt değil, zaman içinde iç içe geçebilir nitelikte. Birinci yol, yavaş yavaş ikinci bir çatışmaya sürüklenme olasılığı. Füze ve nükleer kapasite yeniden inşa edilirken baskı altında devam eden gelişmeler ve Hürmüz Boğazı’nda gemi aramaları ya da yeni yaptırımlara yanıt gibi temasların tekrarlanması, bu senaryoyu besliyor. Böyle bir durumda Washington ve Tel Aviv, ‘beklemektense şimdi çözüm’ yaklaşımını benimseyebilir; bir sonraki saldırı sadece tesisleri veya üsleri değil, karar mekanizmasının üst kademelerini hedef alacak şekilde planlanabilir.

İkinci yol, ekonomik ve sosyal memnuniyetsizlikten kaynaklanan protesto dalgalarının yeniden canlanmasıdır. Değer kaybeden para birimi, artan gıda ve yakıt fiyatları ve orta sınıfın aşınması, tarih boyunca yavaş reformlar için ana rezerv olmuştur. Bu senaryoda ‘maksimum baskı’ artık sadece dış bir baskı aracı değil, iç patlamayı tetikleyen bir faktöre dönüşüyor. Nükleer ve füze programında ek sıkılaşma, günlük yaşamda daha fazla daralma ve yaygın hoşnutsuzluk anlamına gelirken; Trump’ın şartlarına kısmi teslim, sokakta önceki yolun başarısızlığı olarak algılanabilir ve yeni bir protesto döngüsünü başlatabilir.

Üçüncü ve kısa vadede en olası yol ise, ‘karşılıklı dondurma’ olarak adlandırılabilecek, yazılı olmayan bir zaman kazanma stratejisidir: yüksek zenginleştirme hızının fiilen azaltılması, UAEA ile sınırlı teknik iş birliği pencerelerinin açılması ve aksın, 12 günlük savaş büyüklüğündeki sarsıntılardan kaçınacak şekilde ayarlanması. Buna karşılık ABD, durumu çözüme kavuşturmak yerine kontrol altında tutmayı kabul eder, ABD ve BM yaptırımları yerinde kalır. Bu yol radikal bir çözüm getirmez, ancak her iki tarafın da kırmızı çizgilerinden ödün vermediğini iddia etmesini sağlar; İran ekonomik olarak yıpranmaya devam eder, caydırıcılık dengesi eksik kalır ve patlama olasılığı sahnede durur.

Yılın bilançosuna bakıldığında, 2025, Trump politikalarının teorik tehdit aşamasından İran coğrafyası ve ekonomisi üzerinde somut bir gerçekliğe dönüştüğü yıl olarak öne çıkıyor: ortak bir askeri operasyon nükleer programın manevra alanını daralttı; BM yaptırımları snapback ile tekrar gündeme geldi; petrol ihracatı ve finansal ağlar üzerindeki baskı artırıldı; İran, ABD stratejisinde sınırlı kapasiteye sahip bir rakip olarak konumlandırıldı. Tahran ise nükleer belirsizlik ve zamanın lehine işleyeceği umuduna dayanan bir stratejiyle yanıt verdi. Böylece İran, 2026’ya girerken ‘maksimum baskı’ çerçevesinde sıkışmış durumda; kapsamlı bir savaşa gidecek lüksü yok, rakibinin koşullarında bir çözüme kolayca giriş yapacak esnekliği de yok. Gerçek meydan okuma artık Tahran’ın Trump gölgesinden nasıl çıkacağı değil; kademeli baskı altında, yavaş patlama veya pasif bekleyiş dışında üçüncü bir strateji üretme kapasitesine sahip olup olmadığıdır.


Katz: İsrail, yerleşimlerini korumak için Gazze Şeridi’nde güvenlik kuşağı kuracak

Batı Şeria’da Cenin kenti yakınlarında bulunan ve tahliye edilen İsrail yerleşimi Sanur’da İsrailli askerler (EPA)
Batı Şeria’da Cenin kenti yakınlarında bulunan ve tahliye edilen İsrail yerleşimi Sanur’da İsrailli askerler (EPA)
TT

Katz: İsrail, yerleşimlerini korumak için Gazze Şeridi’nde güvenlik kuşağı kuracak

Batı Şeria’da Cenin kenti yakınlarında bulunan ve tahliye edilen İsrail yerleşimi Sanur’da İsrailli askerler (EPA)
Batı Şeria’da Cenin kenti yakınlarında bulunan ve tahliye edilen İsrail yerleşimi Sanur’da İsrailli askerler (EPA)

İsrail Savunma Bakanı Israel Katz, bugün (perşembe) Gazze savaşıyla ilgili açıklamalarında, “Gazze’de kazandık” dedi. Hamas ile olası bir ateşkes anlaşmasına değinen Katz, ülkesinin “Gazze’den asla ayrılmayacağını” söyledi. Katz, İsrail Gazze Şeridi içinde, yerleşimleri korumak amacıyla bir güvenlik kuşağı oluşturacağını ifade etti.

Savunma Bakanı Katz, Hamas’ın silah bırakması gerektiğini yineleyerek, aksi takdirde “İsrail’in bu görevi kendisinin yerine getireceğini” ifade etti.

Şarku’l Avsat’ın Yedioth Ahronoth gazetesinden aktardığı habere göre Katz, Bnei Akiva, Ulpanot Merkezi ve Makor Rishon’un ortak düzenlediği Ulusal Eğitim Konferansı’nda yaptığı konuşmada, ABD Başkanı Donald Trump’ın planı çerçevesinde Hamas silah bırakmazsa İsrail’in bu adımı bizzat atacağını söyledi.

Haberde, ordunun Gazze’den çekilmesini ve bölgenin Filistinlilere devrini içeren anlaşmaya karşın, Katz’ın Gazze Şeridi’ni çevreleyen bir güvenlik kuşağının yerleşimlerin korunması amacıyla kurulacağını ifade ettiği belirtildi.

Öte yandan Batılı ülkeler iki devletli çözümden söz etmeyi sürdürürken, İsrail parlamentosu Knesset, Haziran 2024’te Ürdün Nehri’nin batısında bir Filistin devletinin kurulmasını reddeden kararı resmen kabul etmişti. Kararda, 7 Ekim olaylarının ardından bir Filistin devleti kurulmasının “teröre ödül” anlamına geleceği savunulmuş ve bunun Hamas’ı daha da teşvik edeceği öne sürülmüştü.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile aşırı sağcı dini kanattan bazı bakanlar da defalarca Filistin devleti kurulmayacağını dile getirmişti.


İsrail, Batı Şeria'da yeni yerleşim yerleri inşa etme kararının kınanmasını ‘ahlaki bir hata’ olarak değerlendiriyor

Batı Şeria'da bir İsrail yerleşimi (Reuters)
Batı Şeria'da bir İsrail yerleşimi (Reuters)
TT

İsrail, Batı Şeria'da yeni yerleşim yerleri inşa etme kararının kınanmasını ‘ahlaki bir hata’ olarak değerlendiriyor

Batı Şeria'da bir İsrail yerleşimi (Reuters)
Batı Şeria'da bir İsrail yerleşimi (Reuters)

İsrail, Batı Şeria’da yeni yerleşim birimleri kurma kararına ilişkin 14 ülkenin yaptığı kınamayı reddetti ve eleştirileri ‘Yahudilere karşı ayrımcılık’ olarak nitelendirdi.

İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, AFP’ye yaptığı açıklamada, “Yabancı hükümetler Yahudilerin İsrail topraklarında yaşama hakkını kısıtlayamaz. Bu tür çağrılar ahlaki olarak yanlış ve Yahudilere yönelik ayrımcılıktır” dedi.

İsrail Güvenlik Kabinesi, pazar günü Batı Şeria’da 19 yeni yerleşim biriminin kurulmasını onayladı. Aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, bu adımın ‘Filistin devletinin kurulmasını engellemeyi’ amaçladığını söyledi.

Smotrich’in ofisinden yapılan açıklamaya göre, bu karar ile son üç yıl içinde onaylanan yerleşim birimi sayısı 69’a yükselmiş oldu.

İsrail’in onayı, Birleşmiş Milletler’in (BM) Batı Şeria’daki yerleşim faaliyetlerinin hız kazandığını açıklamasının ardından geldi.

Fransa, Birleşik Krallık, Kanada ve Japonya’nın da aralarında bulunduğu 14 ülke dün, İsrail’in yeni yerleşim birimleri kurma kararını kınayarak, hükümeti bu karardan vazgeçmeye ve yerleşimleri genişletmeyi durdurmaya çağırdı.

Fransa Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan ortak açıklamada, “Almanya, Belçika, Kanada, Danimarka, İspanya, Fransa, İtalya, İrlanda, İzlanda, Japonya, Malta, Hollanda, Norveç ve Birleşik Krallık’ın temsilcileri olarak, İsrail hükümetinin güvenlik kabinesinin Batı Şeria’da 19 yeni yerleşim birimi kurulmasını onaylamasını kınıyoruz” denildi.

Açıklamada, “Batı Şeria’daki yerleşim politikalarının kapsamlı bir şekilde yoğunlaştırılması çerçevesinde tek taraflı yapılan bu tür hamleler, yalnızca uluslararası hukuku ihlal etmekle kalmıyor, aynı zamanda istikrarsızlığı da artırıyor” ifadelerine yer verildi.

İsrail’in 1967’den bu yana işgal edip ilhak ettiği Doğu Kudüs’te yaklaşık 3 milyon Filistinlinin yanı sıra BM tarafından uluslararası hukuka aykırı kabul edilen yerleşimlerde yaşayan yaklaşık 500 bin İsrailli bulunuyor.

Batı Şeria’daki yerleşim faaliyetleri, İsrail’deki sağ veya sol tüm hükümetler döneminde devam ediyor.

Ancak mevcut hükümet döneminde yerleşim faaliyetleri belirgin şekilde artarken, bu durum özellikle 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’in güneyinde gerçekleştirdiği benzeri görülmemiş saldırının ardından Gazze Şeridi’nde başlayan savaş döneminde hız kazandı.