Elon Musk yönetimindeki Twitter, Kovid-19'la ilgili 'yanlış bilgiyi önleme' politikasını bıraktı

Kural gereği virüs hakkında zararlı ve yanlış bilgiler içeren tweetler kaldırılıyordu

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
TT

Elon Musk yönetimindeki Twitter, Kovid-19'la ilgili 'yanlış bilgiyi önleme' politikasını bıraktı

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

Twitter, Elon Musk yönetiminde bir başka geri adım atarak Kovid yanlış bilgi politikasını bıraktı.
Şimdiye kadar Twitter, virüsün nasıl yayıldığına dair yanlış bilgi paylaşımı gibi hatalı ve zarar verme ihtimali olan gönderileri kaldırıyordu.
Ancak sosyal medya sitesi, politikada yapılan yeni bir güncellemeyle, bunu artık uygulamayacağını duyurdu. Twitter'ın resmi blogunda yayımlanan orijinal politikaya yönelik sessiz bir güncellemede, 23 Kasım itibarıyla bu politikadan vazgeçildiği belirtildi.
Twitter'ın ilk olarak Nisan 2020'de bir blog paylaşımıyla tanımladığı mevcut Kovid yanlış bilgi politikası, o zamandan bu yana bir dizi değişiklikten geçti. O dönemde Twitter bunun, insanların başkalarıyla bağlantı kurmasını ve güvenilir güncellemeler bulmasını sağlarken, yanıltıcı bilgileri platformdan uzak tutmanın bir yolu olarak tasarlandığını açıklamıştı.
The Independent'ta yer alan habere göre bu politika, yetkililer ve uzmanlardan gelen güncellemeleri bulmak için sitede özel bir bölüm de dahil bir dizi başka güncellemeyle birlikte tanıtılmıştı.
Politikanın ana kısmı, Twitter'ın zararlı yanlış bilgi içeren gönderileri kaldırmasına izin vermesiydi. Bir hesap bu tür paylaşımları tekrar tekrar yaparsa, hesap tamamen askıya da alınabiliyordu.
Bu tür potansiyel sorunlu paylaşımlar üç ölçüt kullanılarak değerlendiriliyordu. Görüşten ziyade gerçeklik iddiası olması, açıkça yanlış bir iddiada bulunması ve bunu, insanların inanması halinde zararlı olacak şekilde yapması gerekiyordu.
Bazı gönderilere de yanıltıcı olsa bile insanların inanması halinde zarar verme ihtimali daha düşükse özel bir etiket veya uyarı veriliyordu. Ayrıca bu tür gönderiler daha az görünür hale getiriliyordu.
Musk'ın kendisi de Twitter'da koronavirüsle ilgili paylaşımları nedeniyle eleştirilmiş olsa da kurallar kapsamında kınandığı düşünülmüyor.
Örneğin pandeminin başlarında, koronavirüsle ilgili paniğin "aptalca" olduğunu söylemiş ve çocukların virüsü kapamayacağını öne sürmüştü.
Martta, sokağa çıkma yasaklarının ortasında, "Çocukların temelde bağışıklığı var fakat mevcut rahatsızlıkları olan yaşlılar savunmasız. Çocuklar ve büyükanneyle büyükbabalar arasında yakın temasın bulunduğu aile toplantıları muhtemelen en riskli olanı" diye yazmıştı.
Twitter o dönemde bu tür tweetlere "genel bağlam ve sonuç" açısından baktığını ve Musk'ın kurallarını ihlal etmediği sonucuna vardığını belirtmişti.



Uzmanlar İskandinav diyetinin faydalarını saymakla bitiremedi

Bilim insanları, İskandinav diyetinin kalp ve karaciğer sağlığını iyileştirmede en etkili beslenme biçimi olduğunu buldu (Unsplash)
Bilim insanları, İskandinav diyetinin kalp ve karaciğer sağlığını iyileştirmede en etkili beslenme biçimi olduğunu buldu (Unsplash)
TT

Uzmanlar İskandinav diyetinin faydalarını saymakla bitiremedi

Bilim insanları, İskandinav diyetinin kalp ve karaciğer sağlığını iyileştirmede en etkili beslenme biçimi olduğunu buldu (Unsplash)
Bilim insanları, İskandinav diyetinin kalp ve karaciğer sağlığını iyileştirmede en etkili beslenme biçimi olduğunu buldu (Unsplash)

Yağ ve lif bakımından zengin Akdeniz diyetinin sağlığa yararları iyi bilinse de yeni bir araştırma, mutfak ilhamı için daha kuzeye bakmanın da aynı derecede fayda sağlayabileceğini öne sürüyor.

Uzmanlara göre balık, sebze, orman meyveleri ve tam tahıllarla dolu bir İskandinav diyeti sadece kalp sağlığını iyileştirmekle kalmaz, aynı zamanda tip 2 diyabetin zararlı etkilerini de azaltabilir.

Bulguları hakemli dergi Nature Communications'ta yayımlanan çalışmada İsveçli bilim insanları, İskandinav diyetinin 100'den fazla kişinin sağlığı üzerindeki etkisini izledi. Bu menünün, katılımcıların karaciğerindeki yağ miktarını azaltmaya katkı sunduğunu buldular.

Uzmanlara göre bulgular, bu beslenme biçiminin talkolle değil, kolesterol seviyeleri ve obeziteyle bağlantılı bir karaciğer hastalığı olan metabolik disfonksiyon ilişkili steatotik karaciğer hastalığını (MASLD) ve tip 2 diyabeti yönetmenin etkili bir yolu olabileceğini gösteriyor.

Ekip ayrıca dikkat çekici bir şekilde, bu diyetin MASLD hastası katılımcıların yarısından fazlasının hastalığının gerilemeye başlamasını sağladığını tespit ederken, bazı hastalar prediyabetin düzelmeye başladığını bildirdi.

Akdeniz diyetinden farklı olarak İskandinav diyeti, doymuş yağ oranı düşük proteinlere, kompleks karbonhidratlara ve sağlıklı yağlara odaklanıyor.

Akdeniz diyeti zeytinyağı açısından zenginken, İskandinav diyeti kalp sağlığını destekleyen tekli doymamış yağlar bakımından zengin kanola ve kolza yağı kullanımını teşvik ediyor.

The Independent'a konuşan kayıtlı beslenme terapisti Helen Perks, İskandinav diyetinin sürdürülebilir proteinlere ve yerelde yetiştirilen ürünlere ağırlık vermesiyle diğerlerinden ayrıldığını söylüyor.

Perks "İskandinav diyeti sadece yağlı balık, orman meyveleri, kök sebzeler, fermente süt ürünleri ve tam tahıllar gibi mevsimlik, antiinflamatuvar gıdalar açısından zengin olmakla kalmıyor, aynı zamanda tedavi amacıyla kişiselleştirilmiş beslenmede gördüğümüz birçok ilkeyi de yansıtıyor" diyor.

Yüksek lif, omega-3 yağ asitleri, polifenoller ve kalp damar sağlığını, metabolik dengeyi, bağırsak fonksiyonunu ve bilişsel iyiliği destekleyen temel mikro besinleri doğal olarak içeriyor. Öne çıkan özelliğiyse yerelde yetiştirilen ürünlere, düşük glisemik yüke sahip yemeklere ve sürdürülebilir proteinlere odaklanması. Tüm bunlar kan şekerinin daha iyi düzenlenmesine, iltihaplanmanın azalmasına ve mikrobiyota çeşitliliğinin artmasına katkı sağlar.

Önceki bir araştırma, işlenmiş gıdaları daha çok içeren bir beslenme biçimine kıyasla geleneksel İskandinav diyetinin hızlı kilo vermeye daha çok yardım ettiğini göstermişti.

Kopenhag Üniversitesi'nden bilim insanlarının yürüttüğü çalışmada orman meyveleri, kuruyemişler, tahıllar ve balık gibi geleneksel Danimarka yemekleri tüketen katılımcılar, standart bir Batılılaşmış Danimarka diyetine bağlı kalanlara göre üç kat daha fazla kilo vermişti.

Independent Türkçe


Tekinsiz sokaklardan distopyalara: 2025'in en iyi 10 dizisi

Paradise'ta Oscar adayı Sterling K. Brown'a (sağda) ABD Başkanı Cal Bradford rolünde X-Men yıldızı James Marsden (ortada) eşlik ediyor (Hulu)
Paradise'ta Oscar adayı Sterling K. Brown'a (sağda) ABD Başkanı Cal Bradford rolünde X-Men yıldızı James Marsden (ortada) eşlik ediyor (Hulu)
TT

Tekinsiz sokaklardan distopyalara: 2025'in en iyi 10 dizisi

Paradise'ta Oscar adayı Sterling K. Brown'a (sağda) ABD Başkanı Cal Bradford rolünde X-Men yıldızı James Marsden (ortada) eşlik ediyor (Hulu)
Paradise'ta Oscar adayı Sterling K. Brown'a (sağda) ABD Başkanı Cal Bradford rolünde X-Men yıldızı James Marsden (ortada) eşlik ediyor (Hulu)

Yıl sonları eleştiri dünyasında hep aynı ritüelle gelir: Her sanat dalı için hazırlanan sayısız "en iyiler" listesi... Bu elbette tatlı bir kurgu; eleştirmenlere geriye dönüp kalan izleri işaretleme, izleyiciye de bitmeyen izleme listesinde bir yol haritası sunma fırsatı verir. Ama bazı yıllar vardır ki, eleme ve sıralama işi her zamankinden daha zorlayıcı olur.

2025, televizyon açısından tam da böyle bir yıldı. Grevlerin ardından sektör yeniden nefes aldı, Vince Gilligan'dan Steven Knight'a kadar pek çok güçlü yaratıcı yeni projelerle ekrana döndü. Hatta beyazperdede görmeye alışık olduğumuz yıldızlar televizyona taşındı, uzun süredir beklenen diziler geri geldi ve ekran dolup taştı. Öte yandan, endüstrinin giderek daha temkinli ve hesaplı kararlar alması, yeni ve "dışarıdan" seslerin görünürlüğünü her zamankinden biraz daha zor hale getirdi.

Bu liste tam da bu noktada bilinçli bir sapak alıyor. Adolescence, The Studio ya da Andor gibi zaten geniş kitlelerin konuştuğu ve yıl boyu ödülleri toplamış yapımları özellikle dışarıda bırakıp, biraz daha kıyıda köşede kalmış ama zihinde uzun süre yankılanan dizilere odaklanıyoruz. Dept. Q'nun karakter odaklı suç anlatısından Dying for Sex'in kırılgan cesaretine, Pluribus'un rahatsız edici sorularından Task'in ağır ama umutlu karanlığına uzanan bu seçki, "büyük" olmaktan çok kalıcı olmayı başaran işlerden oluşuyor.

2025'in en iyi dizileri listemiz, televizyonun hâlâ risk alabilen, şaşırtabilen ve izleyiciyi konfor alanının dışına çıkarabilen bir mecra olduğunu hatırlatan yapımlara küçük ama ısrarlı bir selam.

Pluribus

Vince Gilligan, Breaking Bad ve Better Call Saul'un ardından bu kez dünyanın sonunu neredeyse huzurlu bir ihtimal gibi gösteren sarsıcı bir bilimkurgu fikriyle karşımıza çıkıyor. Pluribus, insanlığın büyük bölümünü tek bir bilinçte birleştiren gizemli bir salgına karşı bağışıklık kazanan sayılı kişiden biri olan Carol'ı merkezine alıyor. Rhea Seehorn'un canlandırdığı Carol, dizinin deyimiyle "dünyadaki en mutsuz insan" ve belki de tam bu yüzden, herkesin mutlu göründüğü bu yeni düzende en rahatsız edici soruları sormaya devam edebilen tek kişi. Herkesin bilgiye, huzura ve ortak bir uyuma kavuştuğu bir dünyada, bireyselliğin hâlâ savunulmaya değer olup olmadığı fikri, dizi boyunca izleyicinin zihnini kemiriyor. 

ty
Fotoğraf: Apple TV

X-Files kökenlerine dönen Gilligan'ın yavaş yavaş açılan anlatımı, her bölümde seyirciyi bir adım daha huzursuz ederken, Seehorn'un neredeyse tek başına sırtladığı performans diziyi duygusal olarak ayakta tutuyor. Pluribus, yüksek konseptli bilimkurgusunu hiçbir zaman karakterlerin önüne geçirmiyor; aksine, yalnızlık, aidiyet ve inatçı insan doğası üzerine beklenmedik derecede dokunaklı bir hikaye anlatıyor. Kimi zaman komik, kimi zaman ürkütücü, çoğu zaman da rahatsız edici biçimde tanıdık hissettiren bu dünya, diziyi basit bir "Ya şöyle olsaydı?" denemesinin çok ötesine taşıyor. 

Bu kıyameti yapay zekadan yalnızlık salgınına kadar pek çok başlık üzerinden okumak mümkün. Ancak dizinin merkezinde, çok daha temel bir soru yatıyor: İnsan olmak aslında ne anlama geliyor? Carol insanlardan hoşlanmayan bir karakter olabilir. Fakat kurtarılmak istemeyen bir dünyayı kurtarmaya çalışırken, bizi kusurlarımıza rağmen neden mücadeleye etmeye değer olduğumuz üzerine düşünmeye zorluyor.

Kısacası Pluribus, izleyiciye yalnızca bir distopya sunmuyor; "normal" dediğimiz şeyin ne kadar kıymetli olduğunu sorgulatan, uzun süre akıldan çıkmayan bir deneyime dönüşüyor.

IMDb: 8,3
Nereden izlenir: Apple TV

Dept. Q

Hiç kuşkusuz Dept. Q, 2025'in en güzel sürprizlerinden biri ve listeye girmeyi fazlasıyla hak ediyor. Slow Horses'ı sevenlerin hemen bağ kuracağı dizi, bu kez İskoçya'da, uyumsuz ve deyim yerindeyse hayatın sillesini yemiş polislerden oluşan bir ekibin etrafında dönüyor. 

Matthew Goode, görev başında vurulduktan sonra hayata ve mesleğine küsmüş dedektif Carl Morck rolünde harikalar yaratıyor. Üstelik huysuz, mesafeli ve sevmesi zor bir karakteri izlemeyi bile şaşırtıcı biçimde sürükleyici kılmayı başarıyor. 

defr
Fotoğraf: Netflix

Bodrum kata sürülen Morck'un, rafa kaldırılmış dosyalar ve hevesli ama beceriksiz bir ekiple yeniden oyuna girmesi, dizinin kara mizah damarını güçlendiriyor. Evde onu bekleyen sinir bozucu ev arkadaşı ve öfkeli ergen oğluyla birlikte, karakterin yalnızlığı ve tükenmişliği yavaş yavaş ete kemiğe bürünüyor. 

The Queen's Gambit'le tanınan Scott Frank'in imzasını taşıyan senaryo tempolu ama aceleci değil; gerilimi yükseltirken duyguyu asla arka plana atmıyor. Özellikle Morck'la felçli ortağı arasındaki sessiz, yarım kalmış cümlelerle dolu sahneler dizinin kalbini oluşturuyor. Çözülen dava karakterlerin biraz gölgesinde kalsa da Dept. Q'yu güçlü kılan aslında tam olarak bu: Uzun soluklu bir dizi olacağının sinyallerini veren karakter merkezli bir suç hikayesi oluşu. İkinci sezonu iple çekmemek elde değil.

IMDb: 8,2
Nereden izlenir: Türkiye'de bir platformda bulunmuyor

Mussolini: Yüzyılın Oğlu (Mussolini: Son of the Century)

Faşizmin yükselişi rahat izlenen bir hikaye değil ve Mussolini: Yüzyılın Oğlu bu rahatsızlığı bilinçli olarak seyircinin üzerine bırakıyor. Joe Wright'ın Antonio Scurati'nin romanından uyarladığı dizi, I. Dünya Savaşı sonrası İtalya'da Benito Mussolini'nin bir gazeteciden otokrata dönüşümünü karanlık, neredeyse boğucu bir estetikle takip ediyor. 

Işık-gölge oyunları, kırılan dördüncü duvar ve Tom Rowlands imzalı sert müzikler, anlatıyı klasik bir biyografiden ziyade bir politik kabusa dönüştürüyor. Luca Marinelli, Mussolini'yi cazibeyle şiddeti aynı bedende taşıyan bir figür olarak canlandırırken, ekranda neredeyse rahatsız edici bir güç kuruyor.

dfergt
Fotoğraf: MUBI

Dizinin asıl başarısı, faşizmi karmaşık bir ideoloji gibi sunmak yerine, ilkesiz bir güç biriktirme pratiği olarak çıplak biçimde göstermesinde yatıyor. Bu yönüyle hikaye yalnızca geçmişe değil, bugünün politik diline de rahatsız edici bir ayna tutuyor. 

Gösterişli anlatımı, operayla erken dönem sinema estetiğini harmanlayan rejisi ve alaycı mizahı sayesinde dizi didaktik olmaktan bilinçle kaçıyor. Mussolini: Yüzyılın Oğlu, tarih tekerrür etmese de yöntemlerin ürkütücü biçimde tanıdık kaldığını hatırlatan, yılın en sarsıcı televizyon deneyimlerinden biri.

IMDb: 8,2
Nereden izlenir: MUBI

Task

Brad Ingelsby, Mare of Easttown'la yarattığı evreni bu kez daha sessiz, daha incelikli ama bir o kadar da sarsıcı bir yere taşıyor. Pennsylvania'nın gri arka planında geçen Task, ilk bakışta tanıdık bir suç hikayesi gibi görünse de kısa sürede ritmi ve duygusal dokusuyla farkını hissettiriyor. 

Mark Ruffalo'nun canlandırdığı, yasın ve tükenmişliğin içinde sürüklenen FBI ajanıyla Tom Pelphrey'nin oynadığı, hayatını ailesi için "yanlış" yollardan düzeltmeye çalışan çöpçü-soyguncu, kaçınılmaz bir çarpışmaya doğru ilerliyor. Pelphrey'nin performansı dizinin gizli silahı: Hem kırılgan hem tehditkar. Empati kurulabilen ama bir o kadar tehlikeli. Ruffalo ise azla çok anlatan performansıyla, izleyiciyi yoran bir "trajedi nesnesi"ne dönüşmeden, oynadığı karaktere katman kazandırıyor. 

edfrgty
Fotoğraf: HBO

Task, büyük çatışmalar kadar sessizliklerle, yarım kalan cümlelerle ve bakışlarla da ilerliyor. Ve tam her şeyi çözdüğünüzü sandığınız anda yön değiştirerek, karanlığın içinden beklenmedik bir umut kırıntısı çıkarıyor. Özetle Task, bittikten sonra bile izleyicinin zihninde dolaşmayı sürdürüyor.

IMDb: 8,0
Nereden izlenir: HBO Max

It: Welcome to Derry

It: Welcome to Derry, yalnızca Pennywise'ın kökenine değil, korkunun bir kasaba ölçeğinde nasıl örgütlendiğine bakan, rahatsız edici derecede etkili bir başlangıç hikayesi. 1962'de Maine'in Derry kasabasında geçen dizi, bir çocuğun gizemli kayboluşuyla açılıyor ve kısa sürede olayın tekinsizliği okul sıralarındaki bir grup çocuğun etrafında yoğunlaşıyor.

Bill Skarsgård, 2017 ve 2019 tarihli filmlerden tanıdığımız Pennywise'ı bu kez daha sinsi ve derine işleyen bir tehdit olarak yeniden inşa ediyor. Ancak dizi, yüzeyde bir korku anlatısı gibi görünse de Soğuk Savaş paranoyasını, ırkçılığı, istismarı ve kuşaktan kuşağa aktarılan travmaları hikayenin omurgasına yerleştiriyor.

asdfrgt
Fotoğraf: HBO

Andy Muschietti'nin yaratıcı dünyasından beslenen anlatı, kanlı anlardan çok gündelik hayatın içindeki kötülüğü büyüterek gerilim kurmayı tercih ediyor. Bu tercih, Welcome to Derry'yi sıradan bir öncül olmaktan çıkarıp duygusal açıdan da ağır ve rahatsız edici bir seyir deneyimine dönüştürüyor.

Dizi kusursuz değil; bazı karakterler daha derinleştirilebilirdi, bazı anlarsa fazla tanıdık hissettiriyor. Ama finalde geriye kalan duygu net: It: Welcome to Derry, asıl korkunun palyaçodan değil, insanların birbirine yapabildiklerinden doğduğunu hatırlatıyor.

IMDb: 7,9
Nereden izlenir: HBO Max

Paradise

Paradise, bir başkan suikastını merkezine alsa da asıl gücü, izleyicinin ayağının altındaki zemini sürekli kaydıran dünyasında saklı. This Is Us'la duygusal anlatının ustası olduğunu kanıtlayan Dan Fogelman, bu kez zamanı, hafızayı ve sırları bükerek çok daha karanlık bir politik gerilim kuruyor.

Sterling K. Brown'ın canlandırdığı Gizli Servis ajanı Xavier Collins, suikastın ardından kendini yalnızca bir komplonun değil, tanıdık görünen ama giderek yabancılaşan bir düzenin ortasında buluyor. James Marsden'ın hayat verdiği karizmatik başkan Cal Bradford ise geri dönüşlerle derinleşen, ekrandan silinse bile hikayenin ruhunu belirleyen bir figüre dönüşüyor.

frgt
Fotoğraf: FX / Hulu

Dizi, Beyaz Saray'da işlenen bir cinayeti anlatmakla yetinmeyip, "normal" sandığımız dünyanın ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatıyor. Fogelman'ın alametifarikası olan duygusal kırılmalar, şoke edici ters köşelerle birleşince Paradise, temposunu hiç düşürmeden ilerliyor. Özellikle 7. bölüm, hem oyunculuklar hem de anlatının açtığı karanlık ihtimaller açısından dizinin kalbini oluşturuyor.

Finale gelindiğinde ise her şey netleşiyor: Paradise, yalnızca politik bir gerilim değil, bugüne fazlasıyla benzeyen bir geleceğe açılan rahatsız edici bir kapı.

IMDb: 7,9
Nereden izlenir: Disney+

Dying for Sex 

Ölüme dair bir diziyi izlemek kadar önermek de cesaret istiyor, farkındayız. Ama inanın Dying for Sex, sizi pişman etmeyecek. 

Ölümle yüzleştiği anda, hayatı ve bedeniyle ilişkisinin eksik kalan yanlarını tamamlamaya karar veren bir kadının hikayesi, dizinin çıkış noktasını oluşturuyor. Gerçek bir podcast'ten uyarlanan yapım, atlattığını sandığı 4. evre kanserin geri döndüğünü öğrenen Molly'nin, sevgisiz evliliğini geride bırakıp bedeniyle ve arzularıyla yeniden tanışma kararını merkezine alıyor. 

drfgt
Fotoğraf: FX / Hulu

Michelle Williams, hayranlık uyandıran kariyerinde özel bir yere oturan bu performansıyla, Molly'yi kırılgan, komik, öfkeli ve capcanlı kılıyor. Karşısında Jenny Slate, dostluk kavramını romantize etmeden ama derin bir sevgiyle oynayarak dizinin duygusal omurgasını kuruyor. 

Cinsellik burada bir provokasyon değil; ölüm gerçeğiyle yüzleşirken hayatı sonuna kadar hissetme arzusunun doğal bir uzantısı. Liz Meriwether ve Kim Rosenstock'un yazımı, ilham verici nutuklara ya da gözyaşı sömürüsüne hiç sapmadan, acı ve mizahı aynı potada eritmeyi başarıyor. Rob Delaney'nin sessiz ve yürek burkan performansı, dizinin duygusal derinliğini daha da artırıyor. 

Dying for Sex, ölümle ilgili olmasına rağmen hayata dair son derece iştah açıcı bir dizi. Bu da onu izlemek için kesinlikle güçlü bir sebep.

IMDb: 7,6
Nereden izlenir: Disney+

The Chair Company

The Chair Company, ilk bakışta önemsiz görünen bir kazanın giderek tekinsizleşen bir hikayeye dönüşmesiyle açılıyor.

Başrolde komedyen Tim Robinson, gündelik hayatın küçük çatlaklarından sızan takıntı ve kırılganlık hallerini kara mizahla görünür kılmaya devam ediyor.

Dizinin merkezinde, Ohio'da yeni bir alışveriş merkezi projesi üzerinde çalışan Ron Trosper var; sahnede oturduğu sandalyenin kırılmasıyla yaşadığı utanç, onun için telafisi olmayan bir kırılma anına dönüşüyor. Çoğu insanın birkaç saniyede unutacağı bu olay, Robinson evreninde paranoya, öfke ve takıntıyla örülü absürt bir yolculuğun kapısını aralıyor.

cdfgt
Fotoğraf: HBO

Robinson, her an patlamaya hazır bu karakteri yavaş yavaş çözülen bir ruh haliyle derinleştiriyor. Zach Kanin'le birlikte kurduğu anlatı, diziyi yalnızca bir ofis komedisi olmaktan çıkarıp, modern çalışma hayatının insanı nasıl içten içe kemirdiğine dair tuhaf ama tanıdık bir tabloya dönüştürüyor.

Soğuk ofis mekanları, anlamsız nezaket kalıpları ve tekrar eden detaylar, Ron'un akıl sağlığındaki çatlakları giderek daha görünür kılıyor. Ve dizi sona erdiğinde, ardında bir sandalyeye aynı gözle bakamayacak izleyiciler ve rahatsız edici olduğu kadar unutulmaz bir deneyim bırakıyor.

IMDb: 7,5
Nereden izlenir: Türkiye'de bir platformda bulunmuyor

The Lowdown

2025'in en keyifli sürprizlerinden The Lowdown, Sterlin Harjo'nun Reservation Dogs sonrası kariyerinde attığı en cesur adımlardan biri. Tulsa sokaklarında geçen bu neo-noir, Ethan Hawke'un canlandırdığı ve kendini "gerçek avcısı" ilan eden Lee Raybon'u merkeze alıyor. Dizi, Raybon'u nüfuzlu bir ailenin kara koyununun şüpheli intiharını araştırırken izliyor. Raybon, klasik sert dedektiflerden çok, Büyük Lebowski'yi bile deneyimli gösteren, savrula savrula ilerleyen bir anti-kahraman portresi çiziyor. Bu tercih, dizinin tonunu aynı anda hem komik hem de tedirgin edici kılıyor.

dfrgt
Fotoğraf: FX / Hulu

Harjo, tıpkı önceki işinde olduğu gibi Oklahoma'yı yalnızca bir mekan değil, Amerika'nın kibir, baskı ve ihtimallerle dolu tarihinin canlı bir özeti olarak kullanıyor. Irk, sınıf, toprak ve geçmişle hesaplaşma, tek bir dosyanın ucundan çekildikçe şehrin gizlenmiş çatlaklarını görünür kılıyor.

Ethan Hawke başta olmak üzere Keith David, Jeanne Tripplehorn ve Kyle MacLachlan'ın katkıları, diziyi karakterler açısından son derece zengin kılıyor. The Lowdown, sıkı bir polisiye olmaktan çok, atmosferi, anları ve yan hikayeleriyle yaşayan bir dünya kuruyor. Finaliyle ise izleyiciyi hem sersemleten hem de hikayenin en başından itibaren örülen tüm ipuçlarını yeniden gözden geçirmeye zorlayan dizilerden biri olmayı başarıyor.

IMDb: 7,3
Nereden izlenir: Disney+

A Thousand Blows

A Thousand Blows, izleyiciyi daha ilk bölümden gerilimi yüksek, tavizsiz bir evrene sokan, sert ama son derece canlı bir dönem dizisi. Steven Knight, Peaky Blinders'tan tanıdığımız karanlık dokuyu bu kez 1880'lerin Doğu Londra'sına taşıyor ve Viktorya dönemi İngilteresi'ni romantize etmeden, tüm acımasızlığıyla resmediyor. 

Jamaika'dan Londra'ya büyük umutlarla gelen Hezekiah ve Alec'in hikayesi, kısa sürede sistematik ırkçılık, sınıf nefreti ve hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor. Hezekiah'nın boks ringinde bulduğu geçici güç, onu sokakların gerçek hakimi olan suç dünyasının da hedefi haline getiriyor.

efrt
Fotoğraf: Disney+ / Hulu

Erin Doherty'nin canlandırdığı Mary Carr, dizinin erkek egemen şiddet evrenine beklenmedik bir tehdit ve çekim merkezi ekliyor. Ancak her sahneyi gölgede bırakan isim, hiç kuşkusuz Sugar Goodson rolündeki Stephen Graham; kısa süreli varlığı bile dizinin tansiyonunu yukarı çekmeye yetiyor. 

Kısacası A Thousand Blows, yalnızca yumrukların değil, sadakatin, intikamın ve hayatta kalma içgüdüsünün de çarpıştığı bir hikaye anlatıyor. Yılın en sert dizilerinden biri olmasının ötesinde, izleyiciyi ringin ortasına çekip, kaçacak yer bırakmayan bir deneyim.

IMDb: 7,3
Nereden izlenir: Disney+


5 yıl geçti ama tartışma bitmedi: Gerilim dizisinin finali izleyiciyi böldü

33 yaşındaki Robert Aramayo (sağda), Game of Thrones ve Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri'ndeki (The Lord of the Rings: The Rings of Power) rolleriyle de tanınıyor (Netflix)
33 yaşındaki Robert Aramayo (sağda), Game of Thrones ve Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri'ndeki (The Lord of the Rings: The Rings of Power) rolleriyle de tanınıyor (Netflix)
TT

5 yıl geçti ama tartışma bitmedi: Gerilim dizisinin finali izleyiciyi böldü

33 yaşındaki Robert Aramayo (sağda), Game of Thrones ve Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri'ndeki (The Lord of the Rings: The Rings of Power) rolleriyle de tanınıyor (Netflix)
33 yaşındaki Robert Aramayo (sağda), Game of Thrones ve Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri'ndeki (The Lord of the Rings: The Rings of Power) rolleriyle de tanınıyor (Netflix)

Netflix izleyicileri, aradan neredeyse 5 yıl geçmiş olmasına rağmen bir gerilim dizisinin finalini hâlâ tartışıyor.

Sarah Pinborough'nun 2017 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan psikolojik gerilim dizisi Gözlerinin Ardında (Behind Her Eyes), Şubat 2021'de platformda yayına girdiğinde geniş yankı uyandırmıştı.

6 bölümlük yapımda Tom Bateman, Simona Brown, Eve Hewson ve Robert Aramayo rol aldı. Dizi, izleyicileri ikiye bölen çarpıcı bir sürprizle sona erdi.

Psikolojik gerilim, yalnız bir bekar anne olan Louise'in, yeni patronu David'le ilişki yaşamaya başlamasıyla açılıyor. Ancak Louise'in, David'in eşi Adele'le beklenmedik bir dostluk kurmasıyla olaylar daha da karmaşık bir hal alıyor.

Başlangıçta bir aşk üçgeni gibi görünen hikaye, sırların açığa çıkmasıyla giderek karanlıklaşıyor ve dizi, giderek fantastik bir boyut kazanıyor.

Tartışmalı olaylar zinciri, Louise ve Adele'in kabusları üzerinden yakınlaşmasıyla başlıyor. Adele, yeni arkadaşına rüyalarını kontrol etmeyi ve astral seyahati öğretmeye başlıyor.

Dizinin sürpriz finali, aradan geçen zamana rağmen hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Pek çok kişi sürprizden "nefret ettiklerini" söyleyerek dizinin sonunu eleştiriyor. Bazı izleyiciler, sona hâlâ takılı kaldıklarını dile getiriyor. 

"Hiç hazır değildim"

Bir izleyici X'te yakın zamanda yaptığı paylaşımda, "İnanın bana, bir hafta boyunca uyuyamadım" diye yazdı.

Bir başkası ise, "En çılgın kısmı, bu sürprizin son 4 dakikada ortaya çıkmasıydı. Hiç hazır değildim" yorumunu yaptı.

Diziyi savunanlar da vardı. Bir izleyici, "Şimdiye kadar yapılmış en iyi dizilerden biri. İkinci sezonu hak ediyordu ama Netflix hayranlarını yüzüstü bıraktı" dedi.

Başka bir yorumda ise, "Bu dizi inanılmazdı! Sonunda farklı ve öngörülemez bir şey izledik” ifadeleri kullanıldı.

"Bu dizi deliceydi" diyen bir izleyiciye, bir başkası "Rüyalarıma girdi. Çağlar boyu konuşulacak bir sürpriz" diye katıldı.

"Çok keyif almıştım ama sonu hayal kırıklığıydı"

Reddit'teyse tepkiler çok daha sertti. Bir kullanıcı, "Hayatımda hiçbir şeyin finalinden bu kadar nefret etmemiştim" derken, bir başkası "Berbattı" diye yazdı.

Başka bir izleyici ise şunları söyledi:

Sonu o kadar aptalcaydı ki diziyi tamamen mahvetti. Son bölüme kadar fena değildi, sonra bir anda Goosebumps bölümüne döndü. Daha saçma, daha klişe bir final düşünemiyorum. Doğaüstü unsuru baştan doğru kursalardı belki işe yarardı. Hikaye iyi bir korku filmi olabilirdi ama bu bir psikolojik gerilimdi ve astral seyahati apar topar sıkıştırdılar. Tembelceydi ve diziyi mahvetti.

Bir başka izleyici de, "Çok keyif almıştım ama sonu o kadar hayal kırıklığıydı ki artık kimseye önermem" dedi.

Louise'i canlandıran Simona Brown daha önce dizideki rüya sahneleriyle ilgili, "American Horror Story kadar korkutucu değil ama daha huzursuz edici ve tuhaf" demişti.

31 yaşındaki Brown ayrıca, "İzlemesi karanlık ama rahatsız edici değil" ifadelerini kullanmıştı.

Oyuncu, Metro'ya verdiği bir röportajda senaryoyu ilk okuduğunda "tam anlamıyla afalladığını" da söylemişti:

Annemi arayıp 'Oynadığım karakterin başına ne geldiğini tahmin edemezsin' dedim. Anlattığımda onun da 'Yok artık' dediğini hatırlıyorum.

Independent Türkçe, Express, Mirror, Metro