Kur’an İslam’ı ve Hadis İslam’ı

Fotoğraf Altı: Hac mevsiminin sonu ve umre döneminin başlangıcında Kâbe’yi tavaf eden umre ziyaretçileri (AP)
Fotoğraf Altı: Hac mevsiminin sonu ve umre döneminin başlangıcında Kâbe’yi tavaf eden umre ziyaretçileri (AP)
TT

Kur’an İslam’ı ve Hadis İslam’ı

Fotoğraf Altı: Hac mevsiminin sonu ve umre döneminin başlangıcında Kâbe’yi tavaf eden umre ziyaretçileri (AP)
Fotoğraf Altı: Hac mevsiminin sonu ve umre döneminin başlangıcında Kâbe’yi tavaf eden umre ziyaretçileri (AP)

Halid el-Gannami-Suudi Araştırmacı
Suudi Arabistan yönetiminin 2017 yılında hadis-i şeriflerin tedvinine ilişkin tüm mesele ve sorunları incelemek için Kral Selman Hadis-i Şerif Külliyesi’ni kurması oldukça mutluluk verici. Bu külliyenin kurulduğunu bildiren belgelerde, görevlerinden birinin de Hz.Peygamber'in sünnetini anlama ve muhakeme etmede herhangi bir ihlalden korumak ve itidal ve ılımlılık kavramlarını teşvik, radikalizm ve terörizmin kökenleri ile mücadele etmek olduğu belirtilmiştir.
Önemli bir araştırmacı olan Dr. George Tarabishi'nin (Corc Tarabîşî) kaleme aldığı ve  2010 yılında Dar Al Saqi yayınlarından çıkan “Min İslami'l-Kur'an ila İslami'l-Hadis: en-Neş’etu’l Muste’nefetu” (Kur'an İslam'ından Hadis İslam'ına) isimli bir kitap var. Fakat bu, bizim konumuz değil. Bu makalede bu kitabı tartışmayacağız. Yalnızca ihtiyacımız olduğu için sadece başlığını ödünç alacağız.
Dini kitaplarda, sünnetle ilgili yorum ve tefsirler, Kur'an ile hadis arasında hep karışık olmuştur. Herhangi bir konuya açıklık getirilmek istendiğinde, hadisleri ayetlerin ardı sıra görürüz. Nedeniyle ilgili sorumuz cevaplandığında, bu kombinasyonun argümanı tartışılmaz. Sünnet, Kur’an’ın tamamlayıcısı ve açıklamasıdır. Peki, hadis kitaplarındaki her şey sünnet midir? Açıkça ve kesin olarak tanımlanmayan bu sünnet, bu işlev, açıklama ve tamamlama ile mi sınırlıydı, yoksa birkaç yerde Kur'an'la çeliştiği noktalar var mıydı? Bu durum usûl alimlerini, Sünnetin Kur'an’ı açıklamadaki otoritesi hakkında ve bunun geçerli olup olmadığına dair bölümler eklemeye sevk etti.
Sünnet ve Kur’an’ı bir kez olsun birbirinden ayırmaya çalışsak ne olur? Sünnete az çok dayanmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmaya çalışanların, benim bahsettiğim şeye yakın fakat aynı olmayan bir girişimi var. Bu konuda çalışma yürüten isimlerden biri de 11-12. yüzyıllar arasında yaşayan Ebü’l-Meâlî el-Cüveynî’nin öğrencisi olan Kiyâ el-Herrâsî idi.
Kur'an'ın temel mezhep meselelerini, ahlak programını ve fıkhî hükümleri hadise atıf yapmadan her birini diğerinden ayrı olarak derlesek, aynısını hadis için de yapsak; başlıca meselelerini, ahlâkî programını ve fıkhî hükümleri tek bir ayete bile atıf yapmadan derlesek nihai sonuç olarak bir değil, iki İslam’la karşı karşıya kalacağız. Peki, bu karara nereden vardık? Kuran İslam’ı ile Hadis İslam’ı arasındaki çelişkiler az değildir. Farklı bir paradigma ile karşı karşıyayız. Kur'an'ın hükmü ile hadisin hükmünün farklı olduğu birçok hüküm söz konusu. Mesele sadece ahkâm farkıyla bitmiyor. Dahası bir Kur'ân talebesinin ortaya koyduğu genel tasavvur, bir hadis aliminin ortaya koyduğu genel tasavvurdan farklıdır. Bahsettiğim şeyi destekleyen örnekler vereceğim.
Peygamber Efendimiz’e gelip, Cahiliye Dönemi’nde diri diri toprağa gömdüğü kızı hakkında soru soran kadın hadis-i şerifine baktığımızda; Hz. Peygamber’in, “Kızını diri diri gömen kadın da diri diri gömülen kız da cehennemdedir” şeklinde cevap verdiğini görüyoruz. Bu hadis Ahmed b. Hanbel tarafından rivayet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel ise münker/reddedilen hadis rivayetinde bulunmamıştır. Metni makbul ise hafızası zayıf olan (su-i hıfz) salih bir adamdan rivayette bulunsa bile metinleri, kabulleriyle çelişen hadisleri, isnadları sahih olsa bile elerdi. Yani bu metini kabul etti ve rivayet etmede bir sakınca görmedi. Bu hadis ayrıca Hadis ehlinden Mekke ehline kadar bilinen bir mektup yazan öğrencisi Ebû Dâvûd es-Sicistânî tarafından da rivayet edildi. Ebu Davud söz konusu mektubunda Sünen isimli kitabında sükût ettiği hadislerin Sâlih Li'l-İhticâc* olduğunu ifade etmiştir. Daha da ilginci ise Şeyh Albani de bu hadisi tashih etmiş ve onda bir tuhaflık görmemiştir.
Bu, Kuran İslam’ı ile Ehl-i Hadis İslam’ı arasındaki gerçek çelişkinin açık bir örneğidir. Biz Kur’an-ı Kerim’de “Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz” (İsra/15) ayetini okurken, Cahiliyye Dönemi’nde kızını diri diri gömen kadın nasıl cehennemde olur? “Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda,” (Tekvir/8-9) ayetini okurken, diri diri gömülen kızın cehennemde olduğunu nasıl söyleyebiliriz?
Kuran'a aykırı bir diğer hadis ise ‘Siz Allah'ın yeryüzündeki şahitlerisiniz’ hadisidir. Yani Müslümanların kötülüğüne şahitlik ettiklerine cehennem, iyiliğine şahitlik ettikleri cennet vacip olur hadisidir. Bu hadis, İslami Diriliş olarak adlandırılan dönemde halkın geniş kesimleri için bir delildi. Bunun üzerine kültür ve fikir ehlinden olanlar kendilerine muhalefet eden herkesi tekfir ve dalalet ile suçlamaya başladılar. Cerh ve Ta’dil de insanları tartışmadan uzaklaştırmaları konusunda cesaretlendirdi. Bütün bunlar, Peygamber'in mesajını inkâr edenler ve saf münafıklar hakkında Hz. Peygamber onlara beddua ettikten sonra nazil olan “Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur. Allah, ya tövbelerini kabul edip onları affeder, ya da zalim olmalarından dolayı onlara azap eder” (Ali İmran/128) ayet-i kerimesi ile bağdaşmamaktadır. Allah Resulü'nün bu konuda yapacağı bir şey yoksa, vahyedilmediği sürece herhangi bir kişinin cehennem ehlinden olup olmadığı yargısına varamazsa, insanlara bu konuda konuşma izni nasıl verilir?
Açıktan inkâr etmek zorunda kalan kişilere müsamaha gösteren “Kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka” (Nahl-106) ayetine muhatapken, bazı hadis âlimleri ilahlara kurban kesmek zorunda kalan ve sinekten başka bir şey bulamayınca sinek kurban edip Cehenneme giren adamla ilgili hadisleri sahih kabul etmişlerdir. Sinek hadisini rivayet eden ravilere gelince, onların bu hadisi küfür zorlamasını mazeret olmaktan çıkarmak için yalan söyledikleri açıktır.
Liste uzayıp gider ve bir kitap oluşturur. Bölümdeki birçok örnek, hadis ehlinin İslam'ının, Kur'an ehlinin İslam kimliğinden farklı bir kimliğe sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Tıpkı Kur'an ehlinin ahlâkı ve sükûneti, Cerh ve Ta’dil ehlinin ahlâkı ve katılığından farklı olduğu gibi. Müslümanlar bu gibi birçok rivayetin hepsinin sünnet olduğuna karar verdiklerinde tarihsel bir hata yaptı. Gerçek sünnet, lafzen ve manen tevatür haline gelendir. Sayısı yüzbinlere ulaşan, İslam’ın ilk asrında bilinmeyen ve hadis âlimlerinin, sahih veya zayıf olduğuna hükmetmede hala büyük anlaşmazlıklar yaşadığı ahad hadisler* sünnet değildir.
Suudi Arabistan yönetiminin 2017 yılında hadis-i şeriflerin tedvinine ilişkin tüm mesele ve sorunları incelemek için Kral Selman Hadis-i Şerif Külliyesi’ni kurması oldukça mutluluk verici. Bu külliyenin kurulduğunu bildiren belgelerde, görevlerinden birinin de Hz.Peygamber'in sünnetini anlama ve muhakeme etmede, herhangi bir ihlalden korumak ve itidal ve ılımlılık kavramlarını teşvik etmek, radikalizm ve terörizmin kökenleri mücadele etmek olduğu belirtilmiştir.
Hiç şüphesiz Sünnet, İslam şeriatının kaynağıdır ve ona gösterilen özen ve ilgi, devletin yerine getirdiği dini görevlerden biri olmaya devam edecektir. Ancak sahih ile uydurmayı ayırt etmek ve Müslümanların rivayetleri ele alış biçimini düzeltmek de gereklidir. Şüphesiz ki külliyenin görevi kolay olmayacak, zorluklar da beraberinde gelecektir. Ancak, bir bütün olarak ümmetin yararına olacak reformlar umuyoruz.
* Hüccet olarak kullanılacak nitelikte anlamını verir. Kullanıldığında Sahih ve Hasen gibi dînî meselelerde delil olmaya elverişli hadisler kastedilirler.(ç.n)
*âhâd hadis: Râvilerinin sayısı bakımından mütevâtir derecesine ulaşmayan rivayetler. (TDV İslam Ansiklopedisi)

 



İsrail’in demokrat kılıklı diktatörü: Binyamin Netanyahu

Nash Weerasekera/Majalla
Nash Weerasekera/Majalla
TT

İsrail’in demokrat kılıklı diktatörü: Binyamin Netanyahu

Nash Weerasekera/Majalla
Nash Weerasekera/Majalla

Ahmed Mahir

İsrail uzun yıllardır Batı basınında ve akademik araştırmalarda ‘Ortadoğu'daki tek demokrasi’ olarak tanımlanıyor. Ancak Yahudi devleti totaliter bir rejimin imgelerini taşıyor. Bu rejimin merkezinde Binyamin Netanyahu'nun ya da destekçilerinin deyimiyle ‘İsrail’in Kralı’ yer alırken etrafı ise Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir gibi terörizmden hüküm giymiş, elli yılı aşkın bir süredir devam eden askeri işgali destekleyen ve Yahudilere ırksal üstünlük tanıyan yasaların yanı sıra bazı Yahudi vatandaşların sosyal medya hesaplarında Gazze'deki savaşı kınadıkları için baskı uygulanmasını ve yabancı medya kuruluşlarının kapatılmasını öngören yasalar çıkarılmasını destekleyen aşırılık yanlılarıyla çevrili.

Netanyahu'nun İsrail'inde zekice bir diktatörlük sistemi hakim. ‘Sihirbaz’ lakabıyla da anılan ve İsrail'in en uzun süre görev yapan başbakanı olan Netanyahu, gösterilere izin vermek, serbest seçimlere katılmak, parlamentodaki muhalefet liderleriyle aynı fikirde olmamak ve mahkeme kararlarına uymak gibi demokratik yönetimin bazı süslerini kişisel çıkarları için ve alttan alta otoriter bir yönetim kurmak için kullanıyor. Böylece İsrail'in hükümet sistemi hem demokrasi hem de diktatörlüğü birleştiren melez bir sistem haline geldi. Ancak özellikle 1967 yılından bu yana devam eden yasadışı askeri işgal nedeniyle diktatörlüğün özellikleri daha baskın.

İsrail dışında ordusu başka bir halka soykırım uyguladığında bunu görmezden gelen demokratik bir siyasi sisteme rastlamıyoruz. Aslında demokratik sistemler genellikle önleyici savaşlar da dahil olmak üzere savaşlara girmekten çekinirler. Bunun yanında insan hakları ihlalleri ve savaş suçlarının ortaya çıkması kaçınılmaz olduğundan halkın ezici çoğunluğu hemen bir savaş başlatmaya karşı çıkarlar. Zira bu halklar orman kanunlarıyla değil, insani değerlerle yönetilirler.

Liderin söylemini sorgulayan herkes ‘hain ve komplocu’ olarak etiketlenmeyi hak etmiş demektir.

İsraillilerin büyük çoğunluğuna göre Gazze'de kurban yok, ordu bir meşru müdafaa savaşı veriyor. Her gün ortaya çıkan çocukların öldüğü ve yaralandığı korkunç manzaraları görmüyorlar. İsrail'in ‘özgür basını’ Gazze'deki savaş suçlarını ve orada yaşananlara ilişkin uluslararası ve Filistin anlatısını görmezden geliyor. Onlar için sanki 7 Ekim'den bu yana hiçbir şey olmamış gibi. Birkaç gün önce Gazze'nin merkezindeki Nuseyrat Mülteci Kampı’nda Hamas ve Filistinli diğer silahlı gruplar tarafından kaçırılan dört rehineyi kurtarmak için düzenlenen operasyonda binden fazla Filistinli öldürüldü, çok sayıda Filistinli yaralandı. ‘Demokratik’ devletin basını operasyonu günler boyu ‘kahramanca gerçekleştirilmiş bir cerrahi operasyon’ olarak gösterdi. Askerlerinin cesaretini överken Filistinli sivil kayıplar hakkında tek bir kelime bile etmedi.

Savaş literatüründe toplu katliamlar, etnik ya da ‘kimlik çatışmaları’ sırasında siyasi ya da ideolojik silahlı çatışmalardan daha olasıdır. İktidardaki rejimin niteliği de toplu katliamların, etnik temizliğin ve imhanın meydana gelmesinde önemli bir faktördür. İsrail bugün açıkça Filistinlilerin öldürülmesi çağrısında bulunan, Yahudiler için tek devlet ve Gazze'nin nükleer bombayla yok edilmesini isteyen aşırılık yanlıları tarafından yönetiliyor. Netanyahu'nun siyasi söyleminde kullanılan kelime dağarcığını analiz ettiğimizde, bunun Yahudiliği siyasallaştıran ve aşırı dinci Siyonizm’e hitap eden popülist bir söylem olduğunu görüyoruz.

Demokrasi dört sac ayağı üzerine kuruldu

Demokratik ülkelerdeki siyasi rejimlerin, önleyici ya da meşru müdafaa bile olsa, savaş için halkın desteğini kazanmakta zorlanması, savaşın seçmenlere ahlaki açıdan gerekçelendirilmesinin zorluğuyla ilişkili bir durum. Demokratik ülkelerin liderleri ayrıca demokratik olmayan ülkelerin liderlerine kıyasla daha büyük kurumsal kısıtlamalarla karşı karşıya kalırlar. Basın özgürlüğü ya da diğer adıyla dördüncü kuvvet, otoriter rejimlerin aksine demokratik devletlerde savaşa karşı muhalefetin temel dayanaklarından biridir. Siyasi partiler, kamuoyu yoklamalarında ya da sosyal medyadaki duyguları analiz ederek kamuoyunun görüşlerini dikkate almadan tek taraflı askeri politikalar benimsedikleri takdirde seçmen oylarını kaybetmekten korkarlar.

Bir gazetecinin İsrail'e girmeden önce yapması gereken ilk şey ‘askeri sansürün’ getirdiği şartlarını kabul etmektir. Geçici basın kartı almak için bir form dolduran gazetecinin, ‘potansiyel olarak tartışmalı’ konulardaki makalelerini yayınlanmadan önce İsrailli makamlara göndereceğini taahhüt etmesi gerekiyor. Bunun yapılmaması halinde gazetecinin İsrail'de gazeteci olarak çalışma hakkını kaybedebileceği ve bir daha ülkeye girişlerinin yasaklanabileceği uyarısı yapılıyor. Pratikte böyle bir şey yaşanmasa da forumda bu paragrafın olması yabancı gazetecilere bir gözdağı mesajı veriyor ve onları bir tür otosansür uygulamaya zorluyor.

xzscdfv
Netanyahu'nun yanında eski Savunma Bakanı Benny Gantz'ın yer aldığı seçim dönemine ait bir afiş (Reuters)

Zeki bir diktatörün denenmiş ve test edilmiş siyasi kurallarından biri, ülkesini ziyarete gelen yabancı bir gazeteciye ülkesinin basın özgürlüğünü bastırdığı ve yaptığı haberler nedeniyle risk altında olduğu izlenimini vermemek olsa da Netanyahu, bazen zeki bir diktatörün başarı kurallarından birini yerine getirmiyor gibi görünüyor.

Demokrasi özgür seçimler, ifade ve basın özgürlüğü, gösteri özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü olmak üzere dört sac ayağı üzerine kurulurdur. Dördüncü sac ayağına bakımından İsrail'deki yasaların devletin vatandaşları arasında ayrım yaptığını ve ırk ve mezhep ayrımcılığını benimsediğini görüyoruz. İsrail, Netanyahu’nun lideri olduğu bir önceki hükümet döneminde 2018 yılında, Yahudilerin kolektif haklarının statüsünü Araplara vatandaşlık temelinde tanınan bireysel siyasi hakların üzerinde tutan Yahudi Ulus Devleti Yasası’nı yürürlüğe koydu. Böylece İsrail, 1948 yılında kurulmasından bu yana sahip olduğu liberal demokratik hedeflerinden uzaklaşmış oldu.

Demokratik ülkelerde savaşı ahlaki açıdan haklı çıkarmak zordur

‘Yargı reformlarını’, daha doğrusu İsrail Yüksek Mahkemesi'nin yetkilerini azaltmayı ve yargıyı yeniden yapılandırmayı öngören kapsamlı değişiklikleri geçirmeye çalışan Netanyahu'nun halkın duygularını siyasi amaçlarla manipüle etmeyi amaçlayan popülist söylemi, demokratik sistemlerdeki hukukun üstünlüğü ilkesiyle çelişiyor. Bu, ‘ulusun liderine’ tam ve mutlak destek talep eden bir ‘milli onur’ söylemidir ve liderin söylemlerini sorgulayan herkes ‘hain ve komplocu’ olarak etiketlenmeyi hak etmiş demektir.

Özgür seçimlere gelince demokrasiyi açıkça baltalamasına rağmen bir kişinin ya da bir partinin sandık yoluyla bir çok kez seçilmesi İsrail'in siyasi gizemlerinden biri olarak görülüyor. Alman iktisatçı ve siyaset bilimci Joseph Schumpeter (1883-1950) şöyle der: “Herkesi her zaman kandıramasanız da yeterince insanı kandırabilirsiniz ve hasar kalıcı olur.”

Netanyahu, ilk kez başbakan olduğu 1996 yılından bu yana farklı seçimlerde birçok hükümete liderlik etmeyi başardı. Siyasi kariyeri boyunca ‘büyük bir siyasi fırtına’ yarattı. Yolsuzluk skandalları, aşırı ırkçı partilerle ittifak, dinci partilere ve işgal altındaki Batı Şeria'daki yerleşim birimlerine ayrıcalıklar ve vergi muafiyetleri yağdırmak, Gazze savaşını uzatmak ve çok sayıda İsraillinin istifa etmesi ve Hamas ile savaşı sona erdirip Gazze’deki diğer rehinelerin geri alınması sağlayacak bir anlaşmaya varması yönündeki çağrılarına kulak asmamaktan oluşan bir fırtına. Son olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Başsavcısı, Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında Gazze'de savaş suçu işlemek ve soykırım gerçekleştirmek suçlamasıyla tutuklama emri çıkarılması için mahkemeye talepte bulunduğunu açıkladı.

Netanyahu'nun bu durumu, demokratik seçimlerle iktidara gelmiş olmasına rağmen kendisini devirmeye çalıştığını öne sürdüğü (İsrail'de zaten nesli tükenmiş olan) sol kanadın desteğiyle ‘derin devletin’ iktidarına karşı kurduğu bir komplo olarak göstermesi ise işin ironik tarafı. Netanyahu halkına kendisini bir kurban olarak gösteriyor. Destekçilerine uluslarını ve onurlarını temsil eden ‘zulüm altındaki’ liderlerine körü körüne ve eleştirilemez bir sadakat göstermeleri çağrısında bulunuyor. Eğer İsrail bu haliyle ‘Ortadoğu'daki tek demokrasi’ ise, örnek alınacak bir model olmadığı kesin.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.