Dünyaca ünlü oyunculardan Tahran'a Alidoosti'yi serbest bırakması çağrısıhttps://turkish.aawsat.com/home/article/4059336/d%C3%BCnyaca-%C3%BCnl%C3%BC-oyunculardan-tahrana-alidoostiyi-serbest-b%C4%B1rakmas%C4%B1-%C3%A7a%C4%9Fr%C4%B1s%C4%B1
Dünyaca ünlü oyunculardan Tahran'a Alidoosti'yi serbest bırakması çağrısı
İranlı oyuncu Taraneh Alidoosti. (AP)
Aralarında Kate Winslet ve Marion Cotillard ile yönetmenler Ken Loach ve Pedro Almodovar'ın da bulunduğu yaklaşık 500 oyuncu, yönetmen ve uluslararası sinema çalışanı, İran makamlarını protestolara destek verdiği için tutuklanan aktris Taraneh Alidoosti'yi bir an önce serbest bırakmaya çağırdı.
Başta Emma Thompson, Gülşifte Ferahani, Kristen Stewart, Jeremy Irons ve Mark Ruffalo tarafından çarşamba günü imzalanan açık mektupta, Alidoosti'nin Noel'den önce tutuklanmasının zamanlama olarak ‘dünyanın dört bir yanındaki meslektaşlarının dikkatini dağıtmak için’ kasıtlı seçildiği kaydedildi.
Söz konusu mektupta şu ifadeler kullanıldı:
“Taraneh, geçen eylül ayında ülke çapında başlayan protestolardan bu yana ölüm cezasına çarptırılan ilk protestocu olan Muhsin Şikari'nin infazını kınadığı için tutuklandı. İran'ın tüm vatandaşları gibi onun da ifade ve protesto etme özgürlüğü ile herhangi bir keyfi tutuklamadan korunma hakkı vardır. Kendisiyle dayanışma içindeyiz ve bir an önce serbest bırakılmasını talep ediyoruz.”
Taraneh Alidoosti, İran'da üç aydır devam eden protesto hareketiyle bağlantılı olarak tutuklanan en ünlü isim oldu. Alidoosti cumartesi günü protestoları destekleyen, özellikle göstericilerin infazını kınayan ve başörtüsünü çıkardığını gösteren yayınlar nedeniyle tutuklandı.
38 yaşındaki Alidoosti, yurt dışında Asgar Ferhadi'nin ödüllü filmlerindeki oyunculuğuyla tanınıyor. Bunlar arasında 2017'de En İyi Yabancı Film Oscar'ını kazanan ‘Satıcı’ da bulunuyor. Alidoosti, bu yıl Cannes Film Festivali'nde gösterilen Said Rustayi'nin ‘Leyla’nın Kardeşleri’ adlı filmd de rol aldı. Ünlüler ve insan hakları savunucuları hafta başında İran'a oyuncuyu serbest bırakması çağrısında bulundu.
Şarku'l Avsat'ın AFP'den aktardığına göre BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği yaptığı açıklamada, tutuklamayla ilgili ‘derin endişesini’ dile getirerek ‘barışçıl gösterileri nedeniyle tutuklanan herkesin derhal serbest bırakılması gerektiğini’ vurguladı.
Steinmeier-Kerimi görüşmesi
Dün İranlılar, İranlı futbol efsanesi Ali Kerimi'nin Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier ile yaptığı görüşmede çekilmiş fotoğrafı Twitter'dan paylaştılar. Fotoğrafın altında şu ifadelere yer verdiler:
“İran halkının kahramanı ve gerçek temsilcisi. Özgür dünyanın tüm liderleri rejimle uğraşmak yerine Ali gibi insanlarla görüşmelidir”.
Kerimi bir süre önce ülkesindeki protesto hareketlerine desteğini açıklamıştı. İranlı yetkililer 9 Aralık'ta, protestoculardan Muhsin Şikari'yi infaz ettiğinde, Kerimi Twitter'da bir tweet paylaşmış: "Bugün sessiz kalırsak yarın diğer çocuklar için de 'İdam etmeyin' hashtag'ini kullanacağız" demişti.
İranlı yetkililer süreçte ‘tecavüz’ suçlamasıyla da üç kişiyi idam etti. İran'ın İtimad gazetesi, perşembe sabahı erken saatlerde Şiraz kentindeki Adilabad Cezaevi’nde cinsel suçlardan hüküm giymiş üç kişinin asılarak idam edildiğini bildirdi.
İdam kararı yaz aylarında verilmişti. Gazete haberine göre İran'da geçen yıl çok sayıda kadına tecavüz edildi.
DPA’ya göre insan hakları aktivistleri, Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin iktidara gelmesinden bu yana İran'da infaz edilen ölüm cezalarının sayısındaki önemli artışa tepki gösterdi. Uluslararası Af Örgütü'ne göre yalnızca bu yılın ilk yarısında çoğu uyuşturucu suçlarından en az 250 kişi idam edildi.
Yakın zamanda ülke çapındaki gösterilere katılan iki kişinin infaz edilmesi ise gözlemcileri şaşırttı ve bu durum uluslararası çapta eleştirilere yol açtı.
İran'ın İtimad gazetesi 10 Aralık'ta, adli makamlarca hazırlanan ve 25 göstericiyi ‘Allah'a karşı savaşmakla’ suçlayan bir liste yayınladı. Bu, İslam hukukuna göre ölüm cezası gerektiren bir suçlama. ABD merkezli İnsan Hakları Aktivistleri Haber Ajansı Hrana, geçtiğimiz günlerde 64'ü çocuk olmak üzere en az 450 protestocunun baskılar sırasında öldürüldüğünü ve 18 bin 170 kişinin tutuklandığını duyurdu. Ayrıca 60 güvenlik görevlisinin de öldürüldüğü bildirildi.
Ancak İran haber ağı Tabnak'ın internet sitesine göre Devrim Muhafızları Hava-Uzay Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Emir Ali Hacızade, güvenlik güçleri mensupları da dahil olmak üzere en az 300 kişinin öldürüldüğünü açıkladı. İranlı yetkililer protestolar sırasında tutuklananların sayısına ilişkin ise bilgi vermedi.
Bağımsız Filistin devleti projesinin aşamaları ve dönüşümlerihttps://turkish.aawsat.com/arap-d%C3%BCnyasi/5165329-ba%C4%9F%C4%B1ms%C4%B1z-filistin-devleti-projesinin-a%C5%9Famalar%C4%B1-ve-d%C3%B6n%C3%BC%C5%9F%C3%BCmleri
Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Gazze Şeridi'nin batısındaki Cibaliye Mülteci Kampı’nın batısındaki es-Saftavi mahallesinde, İsrail'in hava saldırısı sonucu hasar gören bir evi inceleyen Filistinli bir kız çocuğu, 9 Haziran 2025 (AFP)
Bağımsız Filistin devleti projesinin aşamaları ve dönüşümleri
Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Gazze Şeridi'nin batısındaki Cibaliye Mülteci Kampı’nın batısındaki es-Saftavi mahallesinde, İsrail'in hava saldırısı sonucu hasar gören bir evi inceleyen Filistinli bir kız çocuğu, 9 Haziran 2025 (AFP)
Macid Kayali
Filistin ulusal hareketinin 60 yıllık çağdaş tarihi boyunca, Filistin kimliği projesi, İsrail ile olan çatışmaya ilişkin Arap ve uluslararası koşulların değişmesi sonucunda Filistin siyasi düşüncesinde birçok aşama ve dönüşüm geçirdi. Bunun sonucunda Filistinli liderler, güç dengesinde İsrail lehine ciddi bir dengesizlik olduğu konusunda ikna oldular. Bunun yanında Filistinlilerin acılarını, fedakarlıklarını ve kahramanlıklarını siyasi başarılara dönüştürmelerine engel olan Arap ülkeleri ve uluslararası toplumun dayattığı birtakım kısıtlamalar ve sınırlamalar da söz konusu. Bu da Filistinlilerin hedeflerini ve çalışma biçimlerini bu kısıtlamalara ve sınırlamalara göre uyarlama gerekliliğini doğuruyor.
Gördüğümüz üzere o dönemde Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki ilişkiler düşmanlık veya çatışma durumundan kabul veya tanıma durumuna geçerken 1948 dosyası, yani İsrail'in kurulması ve mülteci sorununun doğuşu olan Nekbe (Büyük Felaket) dosyası hakkındaki tartışmalardan 1967 dosyasına, yani işgalin sona erdirilmesi ve sadece İsrail'in varlığı şeklindeki çatışmaya dönüştü. Aynı dönemde, iki kutuplu dünya da sona erdi. ABD, tek süper güç olarak ya da birkaç kutup arasında, uluslararası ve bölgesel olarak hakim kutup haline gelirken İsrail, Batı'nın güvenliğini ve çeşitli açılardan üstünlüğünü garanti altına alan bir ülke olarak konumlandı.
Kurtuluş projesinden devlet projesine
1967 tarihli Altı Gün Savaşı'ndan önce kurulan Filistin Ulusal Hareketi, ‘kurtuluş’ hedefiyle ortaya çıkmış ve Filistin meselesini ortadan kaldırmayı amaçlayan tüm alternatif çözümleri reddetmişti. Bu ret, ‘Filistin'in bölünmesi’ kararını (1947) reddetmeyi ve İsrail'i tanımamanın yanı sıra o dönemde Filistin siyasi düşüncesinde kurtuluş hedefi, geri dönüş hakkı, kaderini tayin hakkı ve nehirden denize kadar bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını içeriyordu.
Burada kurtuluş hedefinin 1960'lı yılların sonlarında tarihi Filistin'de seküler bir demokratik devlet kurmak anlamına geldiğini hatırlatmak gerekir. Ancak bu anlam Filistin siyasi düşüncesinde olgunlaşmış veya yerleşmiş değildi, daha çok Filistin ulusal hareketini uluslararası alanda meşrulaştırmak için ortaya atılmıştı.
Ancak siyasi düşüncede ve Filistinlilerin ulusal seçeneklerinde niteliksel bir değişim 1974 yılında, yani ulusal hareketlerinin başlamasından yaklaşık on yıl sonra başladı. 1973 Arap–İsrail Savaşı'nın (Yom Kippur Savaşı) ve o dönemdeki Sovyetler Birliği ile ilişkilerin etkisiyle kabul edildi.
Siyasi düşüncede niteliksel değişim ve Filistinlilerin ulusal tercihleri, ulusal hareketlerinin başlamasından yaklaşık on yıl sonra, 1974 yılında başladı. O dönemde ‘On Madde’ programı kabul edildi.
Ancak bağımsız bir Filistin devleti düşüncesindeki en derin veya en keskin dönüşüm, 1993 tarihli Oslo Anlaşması'nın imzalanması ve İsrail'in şartlarına göre Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde ulusal otoritenin kurulmasıyla gerçekleşti. Bu şartlar arasında Batı Şeria topraklarının üç bölgeye bölünmesi de vardı. İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasındaki otoriter bağımlılık ve yerleşim, sınırlar, Kudüs ve nihai çözümün niteliği gibi konuların ertelenmesi de buna dahildi. Belki de bu dönüşümü öncekinden ayıran en temel fikir, Filistin liderliğinin, nihai müzakerelerde gündeme getirilen konular hariç, herhangi bir şart koşmadan İsrail'in tanıması şartıydı. Ayrıca bu dönüşüm sadece siyasi bir öneri olarak kalırken, üçüncü dönüşüm olan Oslo Anlaşması, FKÖ'nün tüm Filistinlileri ve onların davasını temsil eden manevi veya sembolik siyasi yapı olarak kabul edildiği halde, FKÖ'nün yerine Filistin Yönetimi'nin kurulmasıyla pratik olarak hayata geçirildi.
Sonuç olarak, Oslo Anlaşması Filistin ulusal hareketi için bir ‘tuzak’ ya da varoluşsal hedeflerinin bir kafesi gibiydi. Çünkü bu anlaşma Filistin’i sadece sınırlı egemenliğe sahip ve işgal altındaki bir siyasi varlık olarak sundu. FKÖ marjinalleştirilirken, Filistin devleti projesi, İsrail hükümetlerinin, özellikle de Netanyahu hükümetlerinin yarattığı gerçekler nedeniyle, herhangi bir uzlaşmada Filistin boyutunu zayıflatma, nehirden denize kadar İsrail'in hakimiyetini pekiştirme, Batı Şeria'daki yerleşim birimlerini güçlendirme ve Gazze'yi ondan ayırma doktrinini benimsemesi nedeniyle, çıkmaza girmiş ve boğulmuş durumda. Bu durum, Batı Şeria ve Gazze'deki işgal altındaki topraklarda olup bitenlerin yanında yaklaşık iki yıldır süren İsrail'in yok etme savaşını da açıklıyor.
Demokratik devlet, varoluş ve kurtuluş sonrası
Tek demokratik laik devlet fikri, Filistinlilerin siyasi düşüncesinde ulusal hareketlerinin başlangıcında değilse de 1960'lı yılların sonlarında bazı açıklamalarda, bildirilerde ve Ulusal Konsey oturumlarının bazı kararlarında ortaya çıktı. Çünkü bu hareket, İsrail'in varlığını ve İsrail toplumunu bir tür inkâr ve tanıma reddiyle ele alıyordu. Bu yönde herhangi bir yaklaşım, şüphe uyandırabilir ve Filistin halkının ulusal ve tarihi hakları pahasına İsrail'in varlığını meşrulaştırabilirdi. Bununla ilgili FKÖ’nün tüzüğünde yer alan yer alan tek paragraf, ‘Siyonist işgalin başlamasına kadar Filistin'de normal bir şekilde yaşayan Yahudiler Filistinli sayılırlar’ ifadesidir.
Ancak Filistin direnişinin güçlenmesi, 1960'lı ve 1970'li yıllara hakim olan solcu ve ilerici fikirlere açık olması, dünya kamuoyunda faaliyetlerinin genişlemesi ve davasına sempati duyulmasını sağlama ihtiyacı, Filistin siyasi düşüncesinde değişiklikler yapılmasını gerekli kıldı. Yahudilere karşı tutum, Yahudiler ile Siyonizm arasında ayrım yapma, Filistin ulusal hareketinin geleceğe ilişkin vizyonu ve Siyonist olmayan Yahudi güçlere açılma gerekliliği gibi konularda değişiklikler yapılması gerekiyordu.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, haftalık kabine toplantısında Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ile konuşurken, 7 Ocak 2025 (AP)
Bu önemli gelişme, 1969 yılında Mısır’ın başkenti Kahire’de düzenlenen Ulusal Konsey'in altıncı oturumunda alınan kararda “Filistin mücadelesinin amacı, Filistin halkını vatanına geri döndürmek ve tüm Filistin topraklarında her türlü ırk ayrımcılığı ve dini bağnazlıktan uzak, demokratik bir Filistin devleti kurmaktır” şeklinde ifade edildi. 1970 yılında yine Kahire’de düzenlenen Ulusal Konsey'in yedinci oturumunda ise bu karar, “Filistin mücadelesinin amacı, tüm vatandaşların eşit hak ve yükümlülüklerle bir arada yaşadığı bir toplum içinde Filistin'in tamamen kurtarılmasıdır” şeklinde ifade edildi. Bu ifade, 1971 tarihinde Kahire’de gerçekleşen sekizinci oturumda dikkat çekici bir şekilde şu şekilde tekrarlandı:
Filistin'in silahlı mücadelesi, Yahudilere karşı etnik veya mezhepsel bir mücadele değildir. Bu nedenle, Siyonist sömürgecilikten kurtarılmış Filistin'de kurulacak gelecekteki devlet, barış içinde yaşamak isteyenlerin eşit hak ve görevlere sahip olduğu demokratik bir Filistin devleti olacaktır.
Ulusal Konsey'in 13’üncü oturumundan itibaren, yani ‘Aşamalı Program’ın kabul edilmesinden sonra, Siyonist olmayan Yahudi güçlerle ilişkiler konusunda fikirler ortaya atılmaya başlandı. O dönemde, ‘işgal altındaki Filistin toprakları içinde ve dışında Siyonizm'e karşı mücadele eden demokratik ve ilerici Yahudi güçlerle ilişki ve koordinasyonun öneminin’ vurgulandığı bir karar alındı. 1981 yılında Suriye’nin başkenti Şam’da gerçekleşen 15’inci oturumda alınan karar şu şekilde ifade edildi:
“Ulusal Konsey, işgal altındaki vatanında Siyonizm ideolojisine ve uygulamalarına karşı çıkan demokratik ve ilerici Yahudi güçlerin oynadığı olumlu rolü vurgulamakta, FKÖ'yü halkımızın tek ve meşru temsilcisi olarak ve Filistin halkının değişmez ulusal haklarını tanımakta ve dönüş hakkı, kaderini tayin hakkı ve ulusal topraklarında bağımsız bir devlet kurma hakkı da dahil olmak üzere, Siyonizmi doktrin ve uygulama olarak benimseyen taraflarla yapılan her türlü teması kınamaktadır.”
Reddetme ve varoluşsal meşruiyet sorunu
Ancak, o dönemde Filistin ulusal kimliği fikrini güçlendiren en önemli göstergelerden biri, Filistin Ulusal Şartı'nın 24’üncü maddesinin, Filistin Ulusal Şartı'nın yerine geçen yeni şartta çıkarılmış olmasıydı. Bu madde, “Ne bir şerit ne de bir bölge, örgütün faaliyetleri sadece ulusal düzeyde, halkın katılımıyla, siyasi, örgütsel ve mali alanlarda yürütülmektedir” hükmünü içeriyordu:
Bu durum, Filistin ulusal hareketi için garip bir öneri olmakla birlikte, kendi toprakları dışında faaliyet gösteren bir ulusal hareketin meşruiyet ve varlık hakkını kazanmak için bir manevra olarak anlaşılabilir.
Aslında bu madde Filistinlilerin siyasi düşüncesinde büyük bir boşluk oluşturmuş ve kendi toprakları üzerindeki hak ve sorumluluklarından vazgeçtiklerini ifade etmiştir. Şimdi, Filistin topraklarının 1967 yılındaki işgalinden önce siyasi sistemin Filistinlilerin Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde kendi devletlerini kurmalarına izin verdiği bir gerçekliği hayal etmek zor olsa da böyle bir senaryo onların Arap ve uluslararası arenadaki konumlarını ve kendileri hakkındaki algılarını ne kadar etkilerdi?
İşgalden sonra Filistinlilerin toprak haklarını teyit etmek için Filistin siyasi düşüncesindeki bu boşluğu doldurmak her halükarda mümkün ve elverişli hale geldi, ancak bu çok geç ve insani, maddi ve siyasi olarak çok ağır bedellerle, Arap, uluslararası ve İsrail gerçeklerinin imkansızlığı altında gerçekleşti.
Tüm bunlardan, birçok değişimin Filistin siyasi düşüncesindeki karışıklığı yansıttığı görülebilir. Bu karışıklık, Filistin, İsrail, Arap ve uluslararası koşulların ve verilerin değişmesi sonucu Filistin'in ulusal haklarının aleyhine gelişti. Bu durum, hedefler ile gerçekler, adalet ile imkânlar, hak ile hakka sahip olma gücü arasında büyük çelişkiler olduğunu ortaya koydu.
Netanyahu-Smotrich-Ben Gvir hükümeti, siyasi ve ekonomik araçların yanı sıra yerleşim birimleri ve silah gücüyle, uzlaşmada veya bölgenin bölgesel yapısında Filistin unsurunu ortadan kaldırmaya yönelik yaklaşımını sürdürüyor.
Örneğin, 1960'lı yılların sonlarında ve 1970'li yılların başlarında Filistinliler arasında hakim olan eğilimler, Filistin'in tam olarak kurtarılması dışında tüm alternatif çözümleri açıkça reddediyor, aynı zamanda ‘5 Haziran 1967 saldırısından sonra işgal altındaki topraklarda sahte bir Filistin varlığı oluşturmaya yönelik şüpheli çağrıları’ reddetmeye çağırıyordu.
Bu, İsrail devletine meşruiyet ve kalıcılık kazandırır ki bu da Filistin halkının tüm vatanı Filistin'de yaşama hakkıyla tamamen çelişir. Bunun yanında, Filistin Ulusal Konseyi'nin 1968 yılında Kahire’de yapılan dördüncü oturumunda, 5 Haziran'dan sonra işgal altındaki topraklarda İsrail'in Filistin devrimine karşı koymak için dayandığı bir Filistin Arap yönetimi oluşturuldu. Böylece, Kahire’deki 1972 tarihli 10’uncu oturumda “Filistinlilerin vatanını kurtarma davasını ortadan kaldırmayı veya bu davayı Filistin topraklarının bir kısmında Filistin devleti veya oluşumları projeleriyle çarpıtmayı amaçlayan tüm uzlaşı projelerine karşı mücadeleye devam etme” kararı alındı.
Ancak Filistinli liderliği, Oslo Anlaşması'nı imzaladı ve devletten daha az bir yapı olan Filistin Yönetimi'ni kurdu. Bu karar, Ramallah'ta düzenlenen Filistin Ulusal Konseyi’nin 1996 tarihli 21’inci oturumunda onaylandı. Daha sonra Ulusal Konsey, 2018 yılında Ramallah’ta yapılan 23’üncü ve son oturumunda bunu tekrarlayarak, daha önce kabul edilen tüm kararları gözden geçirdi. Son oturumda alınan kararda, “Halkımızın ve devletimizin İsrail ile ilişkisi, halkımız ve işgal altındaki devletimiz ile işgalci güç arasındaki çatışmaya dayalı bir ilişkidir ve bununla çelişen tüm taahhütlerin yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyor. Doğrudan hedef, Filistin devletinin bağımsızlığıdır. Bu hedef, özerk yönetim aşamasından bağımsızlık için mücadele eden devlet aşamasına geçmeyi ve 4 Haziran 1967 sınırları içinde, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin egemenliğini somutlaştırmaya başlamayı zorunlu kılıyor” denildi.
Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, ABD Başkanı Bill Clinton ve İsrail Başbakanı İzak Rabin, Beyaz Saray bahçesinde Oslo Barış Anlaşması'nı imzalarken, 13 Eylül 1993 (AFP)
Filistinliler, Filistin siyasi düşüncesinin tüm gerilemeleri ve gözden geçirmelerine, uluslararası toplumun ve İsrail'in güvenini kazanmak için yapılan tüm girişimlere rağmen nehirden denize kadar Filistin'in her santimetrekaresi için mücadeleye devam ediyorlar. Netanyahu- (Betzalel) Smotrich- (Itamar) Ben-Gvir hükümeti altında, siyasi ve ekonomik araçlarla, yerleşim birimleriyle ve silah gücüyle, uzlaşmada veya bölgenin bölgesel yapısında Filistinlilerin varlığını ortadan kaldırmaya yönelik yaklaşımlarını sürdürüyor.
Filistin devleti hedefi, Filistin liderliğinin gündeminde ve uluslararası gündemde meşru bir hedef olarak kalmaya devam edecek olsa da en azından öngörülebilir gelecekte bu hedef bir proje olarak kalacak.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.