Yemen hükümeti, BM’nin insani müdahale planına itiraz etti

Yemen’in Marib kentinde yerinden edilmiş 56 bin aile yardımdan yoksun bırakıldığı için şikayet ediyor

Yemen İçişleri Bakanlığı Müsteşarı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın yeni temsilcisi Ziynet Ali ile bakanlığın kurumsal yapısının geliştirilmesi meselesini görüşüyor (Yemen güvenlik medyası)
Yemen İçişleri Bakanlığı Müsteşarı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın yeni temsilcisi Ziynet Ali ile bakanlığın kurumsal yapısının geliştirilmesi meselesini görüşüyor (Yemen güvenlik medyası)
TT

Yemen hükümeti, BM’nin insani müdahale planına itiraz etti

Yemen İçişleri Bakanlığı Müsteşarı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın yeni temsilcisi Ziynet Ali ile bakanlığın kurumsal yapısının geliştirilmesi meselesini görüşüyor (Yemen güvenlik medyası)
Yemen İçişleri Bakanlığı Müsteşarı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın yeni temsilcisi Ziynet Ali ile bakanlığın kurumsal yapısının geliştirilmesi meselesini görüşüyor (Yemen güvenlik medyası)

Yemen hükümeti ile Birleşmiş Milletler (BM) arasında insani yardıma hak kazananların sayısı konusunda yaşanan eski anlaşmazlığın üzerinden 7 ay geçti ve anlaşmazlık yeniden alevlendi.
Bu anlaşmazlıklarla eş zamanlı olarak Marib vilayetindeki yerel yönetim ile Dünya Gıda Programı ofisi arasında, insani yardım almaya hak kazananların listeleri ve yerel yönetime yönelik ‘yedinci ve sekizinci payları yaklaşık 10 bin aileye dağıtmaktan kaçınma’ suçlamaları hakkında başka bir anlaşmazlık baş gösterdi.
Hükümet kaynakları, Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanlığı Ofisi’ndeki uluslararası kuruluşlardan oluşan ekibin, yerinden edilen kişilerin ve hak sahiplerinin sayılarına ilişkin yanlış rakamlara dayandığı için insani müdahale planına itirazını birkaç gün önce Birleşmiş Milletler İnsani İşler Ofisi’ne (OCHA) resmen bildirdiğini söyledi. Aynı şekilde el-Mahra ve Sokotra vilayetlerinin, yardım almaya uygun vilayetler listesinden çıkarıldığı belirtildi.
Kaynaklara göre hükümet tarafından yapılan itirazlar arasında yerinden edilenlerin en büyük kitlesi devlet kontrolündeki bölgelerde olmasına rağmen, devlet kontrolündeki bölgelerin payı bu yardımın yüzde 25’ini geçmezken, BM’nin darbeci Husilerin kontrol ettiği bölgelere yüzde 75’lik bir yardım yapılmasını onaylaması da var. İnsani yardım kuruluşlarına göre yalnızca Marib vilayeti, ülke içinde yerinden edilmiş kişilerin yüzde 60’ından fazlasına ev sahipliği yapıyor.
Hükümet tarafının itirazları, yardım almaya uygun olanların sayılması sürecine ilişkin prosedürlere kadar uzanıyor. Bu çerçevede kaynaklar, darbecilerin BM’nin kontrol ettiği bölgelerde yaklaşık 40 bin kişinin parmak izi taraması yapmasına izin verdi. Hükümet de bir milyondan fazla insana uzanan prosedürün gerçekleştirmesine izin verirken, ancak kaynaklara göre uluslararası örgüt, yararlanıcıların verilerinin bir kopyasını Husilere teslim etti.
Öte yandan Yardım ve Uluslararası İşbirliği Teknik Ekibi Başkanı Meryem el-Duğani, ülkede çeşitli projelerin uygulanması için işbirliğinin önemini ve uluslararası kuruluşlar tarafından devlet kurumlarıyla koordinasyon ve iletişim mekanizmasının geliştirilmesi gerektiğini vurguladı.
Duğani, BM Daimi Temsilci Vekili Diego Zorya, OCHA’nın Aden Ofisi Direktörü Niles Dingwall ve Yemen’deki İnsani İşler Koordinatör Yardımcısı Özel Asistanı Zekeriya Said ile görüşmesi sırasında ‘devlet kurumlarının insani müdahale planına ilişkin gözlemlerini yeniden gözden geçirme, bunları tartışma ve bunun için yakın bir tarih belirleme’ çağrısı yaptı. Yemenli yetkili, uluslararası kuruluşlar ile vilayetlerdeki yerel makamlar arasında ortak koordinasyon gerekliliğine dikkati çekerken, “Çünkü bu, örgütlerin tüm hizmet, yardım ve kalkınma alanlarındaki müdahalelerini sürdürecek ve ülkede faaliyet gösteren kuruluşların karşılaştığı sorunları çözecektir” dedi.
Resmi medya organları, BM yetkilisinin hükümet tarafının gözlemlerini yerine getirme sözü verdiğini bildirdi. Ayrıca BM’nin yerel yönetimlerin ve bakanlıkların liderlerinin çabalarını desteklemeye, sivillerin acılarını hafifletme ihtiyaçlarını karşılamaya ve insani yardım programları yapmak için bu liderlerle işbirliği ve koordinasyonu geliştirmeye hazır olduğu ifade edildi.
Öte yandan yardım almaya hak kazananların sayısıyla ilgili anlaşmazlıklara ilişkin olarak ise Marib şehrinde Dünya Gıda Programı ofisi ile yerinden edilmişlerin kamplarındaki yürütme birimi arasında yapılan olağanüstü bir toplantıda, yerinden edilmiş ailelere gıda yardımı dağıtımı konusunda bir anlaşmaya varılamadı. Kamp yönetiminin aktardığına göre yedinci ve sekizinci bölüm gıda yardımlarının dağıtılmaya başlanması yönündeki taleplerine Gıda Programı’ndan herhangi bir yanıt gelmedi.
Şarku’l Avsat’ın edindiği bilgilere göre Dünya Gıda Ofisine gönderilen bir mektupta, yerinden edilenler açısından insani durumun son derece zor olduğu belirtildi. Ayrıca programın 2022’den kalan yedinci ve sekizinci gıda payının dağıtılmasında yaşanan gecikme sonucu yerinden edilenler kıtlığın eşiğine geldi.
Kamp yönetiminin aktardığına göre 2021 yılında program listelerinde onaylanan ve bir veya iki kısım erzak alan 9 bin 595 aile de dahil olmak üzere, Marib’te yerinden edilmiş yaklaşık 56 bin ailenin şu anda ciddi gıda ihtiyacı var.
Son dönemde Gıda Programı, Ragvan kasabasındaki gıda malzemelerini vilayetlerdeki sanayi ve ticaret dairesine başvurmadan uzun süre depoladıktan sonra imha etti.
Diğer taraftan Dünya Gıda Programı, Marib vilayetinde ihtiyaç sahiplerine gıda yardımı dağıtma sürecinin yakında başlamasıyla ilgili olarak, Marib temsilcisi ile mutabakatı açıklayan bir basın bildirisi dağıttı. Ayrıca aktarılana göre program ekibi ve ortakları, program tarafından sağlanan yardımın hedeflediği kişilere gıda yardımı sağlamaya hazır.
Program ayrıca tüm depoların, tüm gıda ürünlerinin mümkün olan en iyi durumda korunmasını sağlayan en yüksek kalite standartlara sahip olduğuna dikkati çekti.



Naim Kasım ve Halil el-Hayya'nın konuşmaları arasında

Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım (Video konuşmasından)
Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım (Video konuşmasından)
TT

Naim Kasım ve Halil el-Hayya'nın konuşmaları arasında

Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım (Video konuşmasından)
Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım (Video konuşmasından)

Macid Kayali

Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım konuşmasını içinde bulunduğumuz kasım ayının 20’sinde yaptı. Ardından Halil el-Hayya'nın aynı ayın 21'indeki konuşması geldi. Halil Hayya, İsrail'in Siyasi Büro'nun eski başkanlarına (İsmail Heniyye ve Yahya Sinvar) zaman ve içerik açısından birbirine yakın dönemlerde düzenlediği suikastların ardından Hamas liderleri arasında en önde gelen konuma yerleşti.

Son 20 yılda “direniş ve karşı koyma” ekseninin ön saflarında yer alan, “örümcek ipliğinden daha zayıf” ve çöküşün eşiğinde olduğu varsayılan bir devlet olan İsrail'in varlığına meydan okuyan bu iki hareket, Hamas'ın 7 Ekim 2023'teki Aksa Tufanı saldırısının ve Hizbullah’ın Gazze’ye destek cephesini açmasının ardından, İsrail saldırılarının merkezinde oldular. Gerek Aksa Tufanı gerek destek cephesi, arenalar birliği ile karşılıklı ordular ve füzeler fırlatma fikrine dayanıyordu.

Ancak yaklaşık 14 ay sonra ortaya çıkan sonuç, Filistinliler ve Lübnanlılar için yeni, korkunç bir Nekbe’yi (felaketi) açığa çıkardı. İsrail'in hayali “angajman kurallarını” umursamadığı, “uzun süreli bir savaş" yürütebileceği, yüksek insani ve ekonomik maliyetlere katlanabilecek kapasitede olduğu, Aksa Tufanı günündeki yenilgisini ve askeri, istihbari ve insani kayıplarını, Filistinlilerin durumunu, Lübnan ve belki de Suriye ve Irak'ın durumunu değiştirmeye çalışacak bir fırsata dönüştürebileceği ve İran'ı dizginleyebileceği görüldü.

Sonuç olarak, Gazze’ye yönelik abluka kalkacağına kendisi harabeye döndü ve acımasız bir askeri işgale maruz kaldı. Yaklaşık 2 milyon Filistinli, asgari yaşam standartlarından yoksun, hapishane benzeri izole alanlarda yaşıyor. Bu durum artık Güney Lübnan'ı, Beyrut'un güney banliyösünü ve Bekaa Vadisi'ndeki bazı bölgeleri de kapsıyor. İsrail zayıflamak yerine kurulduğu günden bu yana her zamankinden daha güçlü hale geldi. Bu mücadele aynı zamanda İsraillileri birleştirdi ve İsrail'in ABD ile ilişkilerini eskisinden daha da güçlendirdi.

Sorun şu ki, Hamas ve Hizbullah'ın geri kalan liderleri tüm bunları henüz idrak etmiş değiller. Halen bir tür inat ve gerçeklerin, güç dengesinin, Filistinlilerin ve Lübnanlıların koşullarındaki korkunç kötüleşmenin inkarı içindeler. Hatta daha önceki gerçekçi olmayan tezlerden veya yanılsamalardan geri adım atılmasına rağmen, İsrail saldırıları sonucunda Hizbullah ve Hamas’ın zayıfladığını bile inkar ediyorlar.

Başlangıçta her iki tarafın da savaş başlatma veya direnişi sürdürme çağrılarının ardından (Bkz. Muhammed ed-Dayf'in 7 Ekim 2023'teki konuşması ve Nasrallah'ın suikastından birkaç gün öncesine kadar yaptığı konuşmalar), şimdi yaptıkları ateşkes ve çatışmaların durdurulması talebi bunu temsil ediyor. Kasım ve Hayya yukarıda bahsettiğimiz konuşmalarında bu konuda ve savaşın sürdürülmesinde ısrar edenin İsrail olduğunu varsaymakta hemfikirlerdi.

Hemfikir oldukları bir diğer nokta koşullar öne sürmekti. Kasım'a göre müzakereler iki çatı altında sürüyor; tam bir ateşkes, Lübnan'ın egemenliğinin korunması ve İsrail'in Lübnan'ın egemenliğini ihlal etmesine, Lübnan'a girip istediği gibi öldürmesine izin verilmemesi. Hayya ise şunu vurguladı: Gazze Şeridi'ndeki savaş durmadan ve yerinden edilenler geri dönmeden takas anlaşması olmayacak. Burada fikrimiz şu; bu tezler tamamen doğru, geçerli ve meşru, ancak savaş öncesinde ne Hizbullah ne de Hamas bu tezlere göre hareket etmiyordu. Hayya'nın istediği Aksa Tufanı öncesi Gazze'nin artık mevcut olmadığı ve aynı durumun Lübnan'daki bazı bölgeler için de geçerli olduğu unutulmamalı.

Kendine güvenen her siyasi hareket veya ulusal kurtuluş hareketi başarısızlığını, yenilgisini veya acizliğini itiraf edebilir. Buna karşılık inat ve inkar, bu hareketin halkının çıkarlarına yabancı olduğunu gösterir

İki taraf ayrıca arenalar birliğinin geçerliliğini yitirdiği konusunda da birleştiler. Zira İran kendisini çatışmanın dışında tuttu, Suriye rejimi ilgilenmedi, Hizbullah, değişen koşullar ve gerçekler nedeniyle Gazze'den desteğini çekti. Buna rağmen en büyük felaket, Hayya'nın sanki başka bir kıtada yaşıyormuş gibi “Müslüman Arap milletini sahip olduğu güç ve imkanlar” ile “düşmanı savaşı durdurmaya zorlayamamakla” suçlamasıydı. Sanki güç denklemlerinde hiçbir şey değişmemiş ya da İsrail ordusuyla yaşanan çatışmalar veya zaman zaman orayı burayı bombalamalar, İsrail'in bu soykırım savaşında Filistinlilere ve Lübnanlılara yaptıklarını ve bunun sonucunda ortaya çıkan korkunç trajedileri dengeliyormuş gibi söylenen sözler, bu iki konuşmanın gerçeklikten kopuk olduğuna dikkat çekiyor. Nitekim Kasım şöyle diyor: İsrail bizi yenemez ve kendi koşullarını bize dayatamaz. Söz, karadaki çatışmalar, füze ve İHA saldırıları ile savaş meydanınındır. Uzun süre devam edecek gücümüz var. Uzun bir savaşa hazırlandık. Şu anda müzakere ediyoruz ancak ateş altında olduğumuz için değil çünkü İsrail de ateş altında.”

Bu kopukluk, Hizbullah ve Hamas’ın savaş öncesi dönemdeki slogan ve konuşmalarını da kapsadı. Kasım'ın şu sözleri de bunu gösteriyor gibi: “Cumhurbaşkanının Meclis aracılığıyla anayasaya uygun şekilde seçilmesine etkin katkımızı sunacağız. Siyasi adımlarımız (Taif) çatısı altında olacaktır. İnşa etmek ve korumak için siyasi alanda da var olacağız.”

Hayya ise, Hamas’ın Gazze Şeridi'ni yönetmek için bir komite kurulmasını kabul ettiğinden bahsetti. Oysa savaştan önce Gazze’nin yönetiminde müttefik olsa bile kendisine herhangi bir tarafın ortak olmasını kabul etmiyordu. Hayya şunu da söylüyor: “İç ulusal uzlaşmaya varılmasına katkıda bulunabilecek hiçbir fırsatı göz ardı etmiyoruz ve sorumluluk sahibi olarak bunun için çalışıyoruz.”

Elbette kendine güvenen her siyasi veya ulusal kurtuluş hareketi başarısızlığını, yenilgisini veya acizliğini itiraf edebilir. Buna karşılık inat ve inkar, bu hareketin kendi halkının çıkarlarına yabancı olduğunu ya da sadece bir otorite olarak varlığını sürdürmeyi önemsediğini gösterir. Bu, sözler ve eylemler, sloganlar ve olasılıklar, hayal ve gerçeklik arasında büyük bir farkın olduğu, kamu yararının veya halkın çıkarının, özel çıkar veya otoritenin yararı lehine yok sayıldığı Arap siyasi yaşamında yaygındır.

Örneğin altmışlı ve yetmişli yılların terminolojisine göre “milliyetçi” ve “ilerici” rejimler ile birlikte, Filistin'in kurtuluşu, Filistin davasının merkeziliği, Arap birliğinin, özgürlüğün ve sosyalizmin sağlanması gibi “büyük” olarak tanımlanan davaların zor olduğu sonucuna varmıştık. O dönemde geçim sorunları ve vatandaşların hakları meseleleri önemsiz meselelermiş gibiydi. Öte yandan Haziran 1967 savaşında İsrail daha da genişledi ve Ekim 1973 savaşı düzenli ordular arasındaki son Arap-İsrail savaşı oldu. Ardından Mısır'ın 1979'da İsrail ile Camp David Anlaşması'nı imzalaması ve bununla normalleşme yolunun açılması ile birlikte Arap-İsrail çatışmasının bitişine tanık olduk. Araplar arasında ekonomik entegrasyon düzeyinde de olsa birlik meselesine gelince, Suriye, Mısır ve Irak'taki rejimler arasında yaşanan yabancılaşma ve husumet nedeniyle çöktü. Bu arada vatandaşlık kavramının eksikliği ve devletin gelişmemiş olması nedeniyle özgürlük ve sosyalizm fikirlerinin kaderi de daha iyi olmadı.

İsrail, Filistin ulusal hareketinin içini boşaltmak ve onu bir ulusal kurtuluş hareketinden bir otoriteye ve ardından iki otoriteye dönüştürmek için kullandığı stratejilerde başarılı olmuş gibi görünüyor. Bu başarı Filistin ulusal hareketinin kaybetmesine ve fedakarlıkların boşa gitmesine yol açtı.

Sonuç olarak Arap dünyasındaki tüm siyasi hareketler bu acı kaderden kurtulamadı. Milliyetçi, solcu ve İslamcı eğilimleri ile tümü, başarısızlık, acizlik, eksiklik ve kırılganlıkta korkunç bir noktaya ulaştılar. Herhangi birinin başarıları yerine, toplumlarından izole olduklarının ve kaybolduklarının gözlemlendiği bir kerteye vardılar.

Filistin örneğinde bile İsrail, Filistin ulusal hareketinin içini boşaltmak ve onu bir ulusal kurtuluş hareketinden bir otoriteye ve ardından iki otoriteye dönüştürmek için kullandığı stratejilerde başarılı olmuş gibi görünüyor. Bu başarı Filistin ulusal hareketinin kaybetmesine ve fedakarlıkların boşa gitmesine, halkı, toprağı ve davayı özdeşleştiren birleştirici bir ulusal vizyonun, yatırım yapılabilecek mümkün, sürdürülebilir ve uygulanabilir bir mücadele stratejisinin eksikliğine yol açtı.

Elbette tüm bu söylediklerimiz işgal olduğu sürece direnişin meşruluğunun teyit edilmesini de içeriyor ve İsrail sömürgecidir, yerleşimcidir, ırkçıdır, saldırgandır. Ancak güç dengesini, iç ve dış siyasi verileri anlamaya, fedakarlıkları siyasi başarılar için kullanma imkanına, birikime ve kademe kademe zafere ulaşmaya dayalı direniş yaklaşımı ile karşılıklı ordular şeklinde savaşma, ölümcül darbe indirme arasında büyük bir fark vardır. Zira son ikisi İsrail'in üstün olduğu, Filistinlileri yok etmek için bütünüyle kontrolsüz hareket ettiği alandır. Bu felaketin önlenmesi için kaçınılması gereken de bu ikisiydi.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.