Şam’ın cihatçılarla dansı

Fotoğraf: Majalla
Fotoğraf: Majalla
TT

Şam’ın cihatçılarla dansı

Fotoğraf: Majalla
Fotoğraf: Majalla

Charles Lister
DEAŞ 2019’da bu coğrafyada hezimete uğrasa da örgüt, Suriye’de varlığını ve faaliyetini sürdürüyor.
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed rejimi son haftalarda, Ortadoğu’daki konumunu normalleştirmeyi hedefleyen yeni diplomatik temas dalgasının meyvelerini topladı. Dünya, bu hasadı izlerken pek çok kişi, Şam rejiminin 2011’den beri işlediği olağanüstü suçlar listesinin, basiretsiz bir “gerilimi azaltma” siyaseti altında görmezden gelindiği bu durumu eleştirdi.
Bu tür şikâyetlerin haklılığı var ve hükümetleri, rejimle ilişkileri normalleştirmeye yönelik politikalarını gözden geçirmeye sevk etmek için yeterli olması beklenir. Ancak genellikle gözden kaçan ama oldukça önemli olan bir konu var ki o da rejimin, kendi gündemine hizmet etmek için cihatçıları görmezden gelme ya da onları silahlandırma konusundaki uzun ve endişe verici siciliyle alakalı.
DEAŞ 2019 yılında bu bölgede yenilgiye uğrasa da örgüt, Suriye’deki varlığını ve etkinliğini sürdürüyor. Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ve ABD’li güçler, Suriye’nin kuzeydoğusunda DEAŞ isyanını kontrol altına almayı başardı ve yakın zamanda öne çıkan bir dizi operasyon, örgütün üst düzey liderlerinin öldürülmesini ve tutuklanmasını sağladı.
Gelgelelim rejimin kontrol ettiği bölgelerde farklı bir hikâye var. Şöyle ki DEAŞ, 2019’dan sonra el-Badiye (nüfusun olmadığı çöllük bozkır) bölgesinde sistematik olarak kendini yeniden inşa etti. Örgüt şu an Humus kırsalındaki alanları kontrolünde tutuyor ve Deyri Zor, Rakka ve Hama’nın kırsal bölgelerinde neredeyse tam bir hareket özgürlüğüne sahip. Rejimin kontrol ettiği bölgelerde de DEAŞ’ın etkinliği arttı. Öyle ki ordu ile Suriye hava kuvvetlerinin yanı sıra Ulusal Savunma Kuvveti, Wagner, İran’a vekaleten faaliyet yürüten milisler ve Rus ordusunun ortak operasyonlarına rağmen DEAŞ’ın bölgedeki nüfuzu zayıflamadı.
Esed’le bölgesel normalleşme siyasetinin devam ettiği bir süreçte Suriye’deki rejim muhalifleri giderek zayıflıyor. Örneğin Suudi Arabistan Krallığı ile İran arasındaki ilişkilerin yeniden kurulmasından birkaç gün sonra İran’a ait bir insansız intihar uçağı, bir ABD askerî üssünü vurdu. Bu saldırı, ABD Savunma Bakanlığı ile iş birliği içerisinde olan anlaşmalı bir tarafın ölümüyle sonuçlandı. İran’ın yaptığı gibi DEAŞ da yeni dengesizliklerden faydalanmak isteyecek. İran gibi DEAŞ da rejimin sunduğu pasif kolaylaştırmalardan ya da aktif destekten yararlanabilir.
Aslında DEAŞ örgütü ve seleflerinin Esed rejimiyle uzun bir doğrudan çalışma ve sağladığı dolaylı imkânlardan faydalanma geçmişi var. Nitekim on yıllar boyunca Suriye rejimi yetkilileri; gözetmek, kullanmak ve silahlandırmak amacıyla cihatçıları “kontrol altına alma” siyasetini tercih ettiklerinden bahsedip durdu.
Bu kuşatma stratejisi, 1970’li yıllarda İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) ile gerçekleştirilen ön çatışmalara, ardından 1982’deki Hama katliamına kadar uzanıyor. 1990’lara gelindiğinde Suriye’deki istihbarat ve askerî haberleşme genel müdürlükleri, cihatçı hareketlerin yönetimleri ile ilişkiye en çok yatırım yapan iki kurum oldu. Bu, o zamandan beri devam eden ilişkilerin yolunu açtı.
“1990’lara gelindiğinde Suriye’deki istihbarat ve askerî haberleşme genel müdürlükleri, cihatçı hareketlerle ilişkiye en çok yatırım yapan iki kurum oldu”
1999 yılında Suriye, Hafız Esed’in yeni yüzyılın başındaki “İslam’a açılım” politikasının ikincil sonuçlarından biri olarak radikalizm yanlısı birçok hareketin yurdu haline geldi. Bu hareketlerin en güçlüsü, yüzlerce Gureba-i Şam destekçisinin 11 Eylül 2001 saldırılarını resmî Suriyeli yetkililerin himayesinde düzenlenen “kutlamalarda” açıktan açığa kutladığı Halep’te Ebu’l-Ka’ka tarafından yönetiliyordu. Ebu’l-Ka’ka, beklenmedik bir şekilde Suriye istihbaratının kontrolü altında bir unsur haline geldi. Suriye istihbaratı onu, 1999’da Halep’e getirerek onun için sahte kimlik belgesi düzenledi ve faaliyetlerini yürütmesi için de bir cami inşa etti. Daha sonra muazzam bir etkiye sahip bir oyuncu oldu. ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali de kendisine yönelik artan yerel tehdidi “ihraç etmek için” Suriye rejimine paha biçilmez bir fırsat sağladı.
Rejim tarafından atanan Sünni Başmüftü Ahmed Kuftaro’nun da desteğiyle Suriye, kısa sürede uluslararası cihatçı topluluğun bir yuvasına dönüştü. Kuftaro, ABD’ye karşı cihadın “farz-ı ayn” yani Allah’ın hem erkekler hem de kadınlara zorunlu kıldığı bir emir olduğunu duyurdu. Irak’ın işgalinden sonraki iki hafta içinde en az 5 bin gönüllü cihatçı, Suriye sınırını geçerek Irak’a girdi. 2007 yılına gelindiğinde takip edilen cihatçılardan elde edilen bilgiler, intihar bombacılarının yüzde 90’ının ve Irak’taki tüm yabancı cihatçıların yüzde 85 ila 90’ının sınırı, Suriye topraklarından geçtiğini ve bunların çoğunun açık sınır geçitlerinin bildirdiği Suriye hükümeti otobüsleriyle geldiğini ortaya çıkardı.
Irak El Kaidesi yıllar boyuncu Suriye’nin her tarafında kurduğu sığınak ağını ve aynı şekilde Irak sınırları boyunca eğitim kamplarını yönetti ve bunların tümü, Suriye istihbarat görevlileri tarafından denetleniyordu.
Ebu Gadiye, Suriye’deki bu cihatçı altyapıyı yönetiyordu ve (dosyanın takibinden sorumlu) “vaka memuru” ise Beşşar Esed’in damadı ve Askerî İstihbarat Başkanı Asıf Şevket’ten başkası değildi. Irak’taki üst düzey El-Kaide üyeleri, Suriye topraklarındaki güvenli sığınağın keyfini çıkarıyor ve yaralıları, Suriye askerî hastanelerinde tedavi ediliyordu. Irak hükümeti, 2009 yılında içeriden baskıya maruz kaldığında Suriye rejimi, Bağdat’ta yüzlerce kişinin ölümüne sebep olan bir dizi büyük patlamayı planlayıp gerçekleştirmek için Irak’taki El Kaide liderlerinin düzenlediği toplantılara ev sahipliği yaptı.
“Irak El Kaidesi yıllar boyuncu Suriye’nin her tarafında kurduğu sığınak ağını ve aynı şekilde Irak sınırları boyunca eğitim kamplarını yönetti ve bunların tümü, Suriye istihbarat görevlileri tarafından denetleniyordu.”
Suriye’nin Irak El Kaidesi örgütüne verdiği stratejik destek, bu grubun hızlı yükselişinde ve Irak’ın her noktasında yürüttüğü kanlı mezhep savaşında önemli bir etkendi. Bu örgüt, aynı zamanda kontrolden çıkma tehdidi oluşturuyor ve Suriye için iç tehlikeler getirmekle tehdit ediyordu. 2005 yılında Suriye rejimi, bu büyüyen meydan okumayı kısa bir ara için Lübnan’a “ihraç etti” ve Fethu’l-İslam ile Asabetu’l-Ensar’ın Lübnan’daki şiddet eylemlerini tırmandırmasına yol açtı. Bu tehdit, Suriye’de gerçekleşen bir dizi terör saldırısına da neden oldu. Bu saldırıların çoğunu da Cundu’ş-Şam üstlendi. Ancak 2003’te Irak’ın işgalinde olduğu gibi, 2011 yılında Suriye’de başlayan halk ayaklanması, rejime bir fırsat daha sundu. Rejim, demokrasiyi destekleyen binlerce gösterici ve eylemciyi tutuklarken aynı zamanda hapishanedeki yüzlerce cihatçıyı da salıverdi. Serbest bırakılan tutukluların arasında Nusra Cephesi’ni kurmuş olan yaklaşık 50 lider de bulunuyordu ve bu liderlerin çoğu, 2013’te DEAŞ’a katıldı.
Suriye, 2012’de yıkıcı bir iç savaşa girdiğinde cihatçılar, on yıllık “ulusal” bir altyapıya sahipti ve bu altyapı üzerinde muazzam bir güç olarak örgütlenebildi.
Rejimin, erken dönemde muhaliflerini “terörist” olarak tanımlaması, rejimin kurguladığı ve kendini gerçekleştiren bir kehanet mesabesindeydi. Rejimin uygulamaları -ve kayıtsızlığı- zamanla bu kehanetin gerçekleşmesini sağladı. 2013 ile 2015 arasında büyük Suriye muhalefetinin eylemleri patlak verdiğinde rejim ve DEAŞ, birbirini tamamen görmezden geldi. Mesela 2014 yılında DEAŞ saldırılarının sadece yüzde 13’ü rejim bölgelerini hedef alırken rejim operasyonlarının da yalnızca yüzde 9’u DEAŞ’ı hedef aldı. Aynı şekilde rejim güçleri genellikle DEAŞ’ın, muhalefetin kontrol ettiği ön hatlara doğru serbestçe geçebilmesi için toprakları temizliyor, rejimin hava saldırıları da çoğunlukla DEAŞ’la savaşan muhalefet bölgelerine isabet ediyordu. Bu tür uygulamaların muhalefetin kaynaklarını tüketip DEAŞ’ın yayılma ve topraklar üzerindeki kontrolünü artırma becerisini güçlendirdiği gerçeği inkâr edilemez.
Rejimin DEAŞ’a verdiği pasif ve aktif destekler, DEAŞ’tan petrol ve buğday satın almak ve enerji tesislerinin işletilip korunması karşılığında örgüte bir miktar para ödemek üzere benimsediği bir dizi uygulama üzerinden mali alana da sıçradı. Suriyeli-Rus iş adamı George Hasvani, işin başında bu uygulamaların birçoğunu kolaylaştırdı, daha sonra bu iş, (enerji için) Muhammed el-Katırci ile (buğday için) Samir Fevz’e devredildi. Uluslararası koalisyonun, DEAŞ’ın mal varlığını hedef alan karmaşık bir askerî, ekonomik ve dijital saldırı düzenlediği bir zamanda Esed rejimi, DEAŞ’ın ceplerini milyonlarca dolarla dolduruyordu.
Bugün muhalefet ve SDG ile tüm ön cephelerin doldurulmasına ve örgütün durdurulmasına rağmen Esed rejimi, kırsaldaki DEAŞ isyanını bastırmak bir yana, kontrol altına almakta bile ciddi bir başarısızlıkla yüzleşiyor. DEAŞ, güneyde yer alan Dera’ya da güçlü bir dönüş yaptı. Buradaki yerel halk, rejimi, isyancılarla eski muhalifleri hedef alan suikast saldırıları başlatmak için cihatçı örgütü kullanmakla suçluyor. Bu tür suçlamaların oldukça anlamlı olduğuna işaret eden kanıtlar giderek artıyor. Ancak yüzeysel gözlemci veya gözlemciler ya da gereksiz herhangi bir yan etkiyle ilgilenmeyenler için Dera’daki DEAŞ faaliyeti dışarıdan sadece, endişe verici başka bir sebep olarak görülüyor.
Hal böyleyken şüphe yok ki rejim, yabancı hükümetlerin kendisini kurtarmak için geleceğini umuyor. Suriye rejimi, -Captagon uyuşturucu kaçakçılığında olduğu gibi- DEAŞ’ı ateşe verdi ve kendisini bir itfaiyeci gibi sunmaya da çalışmayacak. Aklı başında hiçbir hükümet, bu oyuna gelmemeli. Yirmi yılı aşkın bir süredir Suriye rejimi, uluslararası düzeyde kesinlikle en acımasız ve yıkıcı terör örgütüne yardım ve yataklık etmede etkin bir rol oynadı. Sadece uzayan Suriye krizinden kaçınmak adına rejim, bu yaptıkları için ödüllendirilmemeli. Zira gerçeklerden bu kadar uzak başka hiçbir şey olamaz.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Al Majalla dergisinden tercüme edilmiştir



Gazze ateşkesi... Arabulucular, Gazze Şeridi'ni işgal planına karşı ne gibi seçeneklere sahip?

Gazze şehrinin kuzeyindeki Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) merkezine düzenlenen hava saldırısının yol açtığı yıkımın ortasında oturan bir Filistinli (AFP)
Gazze şehrinin kuzeyindeki Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) merkezine düzenlenen hava saldırısının yol açtığı yıkımın ortasında oturan bir Filistinli (AFP)
TT

Gazze ateşkesi... Arabulucular, Gazze Şeridi'ni işgal planına karşı ne gibi seçeneklere sahip?

Gazze şehrinin kuzeyindeki Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) merkezine düzenlenen hava saldırısının yol açtığı yıkımın ortasında oturan bir Filistinli (AFP)
Gazze şehrinin kuzeyindeki Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) merkezine düzenlenen hava saldırısının yol açtığı yıkımın ortasında oturan bir Filistinli (AFP)

Gazze Şeridi'nin kademeli veya tamamen işgali, Gazze ateşkes müzakerelerinin yaklaşık iki hafta önce çıkmaza girmesinin ardından İsrail'in bir seçeneği haline geldi. Bu seçenek, ABD ile İsrail'in istişarelerde bulunmak üzere müzakerelerden çekilmesinin ve ardından Hamas'ın müzakerelerin yeniden başlamasından önce Gazze Şeridi'ndeki insani krizin çözülmesini talep etmesi sonrası geldi.

İsrail'in 1967 ile 2005 yılları arasında 38 yıl boyunca uyguladığı bu olası seçenek, arabulucular tarafından yorumlanmadı. Ancak Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi ve Dışişleri Bakanı Bedr Abdulati, İsrail'e yönelik sert açıklamalarda bulundu. İkili, İsrail’i Gazze Şeridi'ne karşı ‘sistematik soykırım’ yapmakla suçladı.

Bu gelişmeler ışığında Şarku’l Avsat’a konuşan uzmanlar, İsrail'in Gazze Şeridi'ni kademeli veya tamamen işgal etme eğiliminin arabulucuların seçeneklerini oldukça sınırlı hale getirdiğini düşünüyor. Uzmanlar, ‘İsrail'in bu senaryonun kendisine getireceği kayıpları hissedip müzakerelere geri dönene kadar müzakerelerin durgunluğunun devam etmesi ya da yeni bir gerilimi önlemek ve yeni bir diyaloga gitmek için yoğun temaslarda bulunulması’ arasında bir seçim yapılacağını tahmin ediyor.

İsrail medyasına göre, güvenlik kabinesi bugün Binyamin Netanyahu başkanlığında toplanarak işgal planını görüşecek. Salı günkü toplantıda, iç anlaşmazlıklar ve Aralık 2023 ve Ocak 2025'te yapılan iki ateşkesin ardından üçüncü bir ateşkes için yürütülen müzakerelerin çıkmaza girmesi nedeniyle bu konu karara bağlanamamıştı.

Haaretz gazetesi, “Netanyahu bu planla bir kumarbaz gibi akıntıya karşı yüzüyor ve Gazze Şeridi'ndeki esirlerin ve askerlerin hayatlarını feda ediyor” diye yazdı. Gazete, bir hükümet yetkilisinin “Birçok kişi, Gazze Şeridi'ni tamamen işgal etme tehdidinin sadece bir taktik ve baskı girişimi olduğunu düşünüyor” dediğini aktardı. Netanyahu'nun Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir'i görevden almayacağı ve bugünkü toplantıda kararlılık göstermek için sınırlı bir askeri operasyon üzerinde anlaşabilecekleri tahmin ediliyor.

İsrail ordusu şu anda Gazze Şeridi'nin yüzde 75'ini kontrol ettiğini söylese de, üç İsrailli yetkili dün Reuters'a verdikleri demeçte, Zamir'in Netanyahu'nun geri kalan bölümü işgal etme önerisine karşı çıktığını söyledi. Dördüncü bir yetkili ise Netanyahu'nun ‘Hamas'a baskı yapmak’ amacıyla Gazze Şeridi'ndeki askeri operasyonları genişletmeyi planladığını söyledi.

Toplantının sonuçlarına ilişkin tartışma, ABD Başkanı Donald Trump'ın gazetecilere, İsrail'in planlarından haberi olmadığını, ancak Gazze Şeridi'nin tamamını işgal etmeye ilişkin herhangi bir kararın ‘İsrail'e ait’ olduğunu söylemesinin ardından geldi. Yedioth Ahronoth gazetesi, ABD'nin Gazze Şeridi'nin işgaline yeşil ışık yaktığını bildirdi.

Siyasi intihar

Mısır Dışişleri Konseyi Başkanı ve eski Dışişleri Bakanı Muhammed el-Arabi, ‘Netanyahu'nun bu planı onaylamasının, kuvvetlerinde ve esirlerde yaşayacağı kayıpların yanı sıra siyasi intihar olacağını ve bunun da iç baskıları artıracağını’ düşünüyor. El-Arabi, “Bu tür bir karar, İsrail Başbakanı’nın daha önce aldığı Refah'ı işgal etme kararı gibi, hiçbir mantıklı gerekçeye dayanmayan ve sadece siyasi ve kişisel hesaplarla bağlantılı bir karardır” dedi.

El-Arabi, arabulucuların seçeneklerinin ‘bu plana karşı sınırlı olduğunu ve Netanyahu'nun uğradığı kayıpların boyutunu hissedip müzakerelere geri dönene kadar harekete geçmekte tereddüt edeceklerini’ düşünüyor.

edrff
Bir Filistinli kadının, Zikim Sınır Kapısı’nda yardım bekleyen akrabalarından birinin öldürülmesine verdiği tepki (AFP)

Filistin'in eski Mısır Büyükelçisi Berekat el-Ferra, “Gazze Şeridi'ni işgal etme planı, Hamas üzerinde yeni baskılar oluşturma girişimlerinden ibaret. Gerçekte İsrail, bölgenin çoğunu kontrolü altında tutuyor. Bu nedenle İsrail'in söylediklerinin gerçek bir etkisi yok” ifadelerini kullandı.

El-Ferra, ‘arabulucuların çabalarının durmayacağını ve değiştirilmiş öneriler olabileceğini’ düşünüyor. El-Ferra, “Mısır bu yıkıcı savaşı durdurmaya çalışıyor, ancak Netanyahu açık bir şekilde ABD'nin desteğiyle bunu reddediyor. Eğer geri adım atarsa, o zaman bir ateşkes anlaşması yapılabileceğini söyleyebiliriz” dedi.

Arabulucular, tartışmaya ve uygulamaya sunulan bu İsrail planına ilişkin açık bir tutum sergilemediler. Ancak Mısır iki gün boyunca İsrail'e karşı sert bir üslup kullandı ve Gazze Şeridi'nde yaptıklarını ‘sistematik soykırım ve aç bırakma’ olarak nitelendirerek, uluslararası toplumu savaşı ve bölgedeki açlığı durdurmak için acil müdahaleye çağırdı.

Sisi salı günü yaptığı açıklamada, “Bölgede sistematik bir soykırım var” diyerek, İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik savaşının “Filistinlileri aç bırakmak ve Filistin meselesini ortadan kaldırmak” amacıyla yapıldığını vurguladı. Dün yaptığı açıklamada da bunu yineleyerek, ‘Gazze Şeridi'ndeki mevcut yıkımın eşi benzeri görülmemiş olduğunu’ belirtti.

Mısır Cumhurbaşkanlığı tarafından yapılan açıklamada, “Mısır devleti, Mısır'ın merkezi rolünü hedef alan karalama ve yanıltma kampanyalarına rağmen, savaşı durdurmak, insani yardım ulaştırmak ve esirlerin serbest bırakılması için iş birliği yapmak üzere çalışmaya devam ediyor” denildi.

Abdulati de dün Atina'da düzenlediği basın toplantısında, uluslararası toplumun Gazze Şeridi'ndeki açlık ve sistematik imha politikalarını durdurmak için acil müdahale etmesinin önemini vurguladı.

Bu gelişmeler ışığında el-Arabi, Mısır'ın İsrail'e yönelik resmi siyasi üslubundaki değişikliği, ‘Mısır'ın Gazze Şeridi'ndeki krizin uzamasına ve açlığın devam etmesine duyduğu öfkenin bir ifadesi’ olarak görüyor ve ‘özellikle Netanyahu'nun kimseyi dinlememesi ve her türlü çözüm fırsatını engellemesi nedeniyle daha net ve sert bir tutum sergilendiğini’ vurguluyor. El-Arabi, ‘Mısır'ın şu anda siyasi üslubu ne kadar sert olursa olsun, Gazze Şeridi'nde gelecekteki herhangi bir çözümde önemli ve vazgeçilmez bir rolü olduğunu’ vurguladı.

El-Ferra, “Mısır, başta İsrail olmak üzere herkese, barış sürecini geciktirmekten vazgeçmeleri için açık mesajlar gönderiyor… Washington, müttefiki İsrail'e gerçek tavizler vermesi ve savaşı sona erdirmesi için baskı yaparsa, müzakereler yeniden rayına oturacak” dedi.