Halid el-Gannemi
Bazı yazarlar ve Suudi Arabistan devletinin muhalifler arasında, Suudi Arabistan devletinin ilk dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir devrimden başka bir şey olmadığı ve doğduğu andan itibaren İstanbul'daki Halifeliğe karşı bir isyan projesi taşıdığı yaygın bir inanıştır. Bu imge, siyasi ve fikri rekabet bağlamında bazılarına çekici gelse de 18. yüzyılın başındaki gerçekçi bağlamına yerleştirildiğinde tarihsel gerçeklikten uzaktır. Zira o dönemde Arap Yarımadası, doğrudan Osmanlı nüfuzunun hakim olduğu arena değil, yaygın bir siyasi boşlukta yaşayan geniş bir alandı. Osmanlı’nın Necid'in kalbinde gerçek bir varlığı yoktu; atanmış valisi, şehir ve köylerinde konuşlanmış ordusu ve halkının işlerini yönetecek bir idari aygıtı yoktu. Kontrolü, bölgenin çevresi ile sınırlıydı. Hicaz bölgesi, Mekke Şerifi aracılığıyla onun nüfuzuna tabiydi. El-Ahsa, Basra valilerine bağlıydı. Yemen’de iktidarları sallantıda olan valiler vardı. Irak ise Bağdat valilerinin kontrolündeydi. Necid'in iç kesimlerine gelince, güç dengesi değiştikçe iktidarı ele geçiren yerel liderler ve küçük emirlikler arasında bölünmüş bir şekilde halkının elindeydi.
Nesnel gerçekler
Bu gerçeklik, her belde veya köyün, bir şeyh veya emir tarafından yönetilen, sahip olduğu adam ve silah sayısının ve kurduğu kabile ittifaklarının gücünü belirlediği bir tür küçük, bağımsız emirlik haline geldiği anlamına geliyor. Ne var ki kurulan ittifaklar kırılgan ve kısa ömürlüydü. Bugün insanları birleştiren husus, yarın onları ayırabilir ve meclislerde alınan kararlar kılıçla bozulabilirdi. Bu nedenle, Necid toplumu sürekli bir parçalanma ve kargaşa içinde yaşadı. Bu parçalanma yalnızca üst düzey bir siyaset meselesi değildi; aynı zamanda insanların günlük yaşamlarının ayrıntılarına da yansıyordu. Güvenlik neredeyse yoktu ve ticaret kervanlarının kullandığı yollar güvenli değildi. Kabileler arasındaki savaş ve baskınlar, tarlalarında çiftçileri ve çöllerinde Bedevileri tehdit ediyordu. Şehir sakinleri bile bu huzursuzluk ve kargaşaya karşı korunaklı değildi. Savaş veya çatışma tehdidi her zaman mevcut olduğundan, insanlar hiçbir zaman tam bir huzur içinde yaşamadılar. Böylece güvenlik, halkın gözünde birincil sermaye, her şeyden önce aradıkları bir talep haline geldi.
İsyan, isyan edilebilecek ve devrilebilecek meşru bir otoritenin varlığını gerektirirken, birleşme parçalanmadan birliğe geçiş anlamına gelir
Bu sorunlu gerçeklikten, dış bir güce karşı devrim ve isyan olarak değil, toplumun ihtiyaçlarına yanıt veren gerçek bir iç proje olarak, 1727'de Birinci Suudi Arabistan devleti doğdu. Sınırları içinde güvenliğin hakim olacağına dair basit ama kesin bir vaat sundu. Bu vaat, Necid'deki yaşam dengesini değiştirmeye yetti, çünkü çatışmalardan ve savaşlardan bitkin düşmüş insanların en büyük sorunlarını çözüyordu. İşte bu yüzden kuruluşunda birlik ve istikrar için yeni bir umut görenler etrafında kenetlendi.

Dolayısıyla kuruluş döneminde Osmanlılarla herhangi bir çatışma yaşanmadı, çünkü Necid'in kalbinde mevcut değillerdi ki, halk onlara isyan etsin. Yeni doğan devlet, başlangıçta yerel kaldı ve iç temellerini sağlamlaştırmak ve nüfuzunu kademeli olarak genişletmekle meşgul oldu. Osmanlılarla çatışma ancak on yıllar sonra, devletin 18. yüzyılın sonlarında Hicaz, Ahsa ve Yemen'e doğru ilerlemesiyle ortaya çıktı. Osmanlı, yükselen bir gücün kendi nüfuz alanının bir parçası olarak gördüğü bölgeleri tehdit ettiğini ancak o zaman fark etti. Yani çatışma, öncesinde devletin kuruluşu sebebiyle değil, genişlemesi sebebiyle yaşandı. Varoluşunun değil, genişlemesinin doğal bir sonucuydu.
İsyan ve birleşme arasında
Bu gerçeği kabul etmek, iki kavram arasında ayrım yapmamızı gerektiriyor; isyan ve birleşme. İsyan, isyan edilebilecek ve devrilebilecek meşru bir otoritenin varlığını gerektirirken, birleşme ise parçalanmadan birliğe, dar bağlılıklardan kabile ve beldeyi aşan daha geniş bir bağlılığa ve kapsamlı bir siyasi varlığa geçiş anlamına gelir. İlk Suudi Arabistan devleti bir isyan değil, birleşme projesiydi. Kabile ve yerel bağlılıkları farklı bir çerçevede yeniden şekillendirmeyi başardı ve halka, kendisine meşruiyet ve hayatta kalma yeteneği kazandıran bir güvenlik ve reform vaadi sundu.

Bu anlamda, ilk Suudi Arabistan deneyiminin dışsal bir çatışmaya değil, içsel bir talebe yanıt olduğu söylenebilir. İnsanların günlük yaşamlarında hissettikleri acil bir ihtiyaçtan, yani güvenlik ve ilişkileri düzenleyip kaosu sınırlayacak bir otorite ihtiyacından doğdu. Gücünü ve meşruiyetini buradan alıyordu. Sonrasında çevre bölgelerdeki Osmanlı nüfuzuyla yaşadığı çatışmanın nedeni, varlığı veya en başından itibaren bir isyan olarak görülmesi değildi, Necid bölgesinin ötesine doğal bir şekilde yayılmasının bir sonucuydu. Hicaz, Ahsa ve Yemen'de Osmanlılar olmasaydı, devlet doğal yolunda devam edecekti, çünkü başlangıçta isyan fikri üzerine değil, birleşme ve güvenliği sağlama mantığı üzerine kurulmuştu.
Yeni doğan devlet, başlangıçta yerel kaldı ve iç temellerini sağlamlaştırmak ve nüfuzunu kademeli olarak genişletmekle meşgul oldu
İlk Suudi Arabistan deneyimi, Arap Yarımadası'nın kalbinde devletlerin ortaya çıkışının diğer bölgelerde devletlerin ortaya çıkışına benzemediğini ortaya koydu. Burada, insanların isyan edebileceği yüksek bir otorite yoktu; doldurulması gereken ölümcül bir siyasi boşluk vardı.

Devletin ortaya çıkışı bir komplonun veya isyankâr bir hareketin ürünü değil, daha ziyade ortaya çıkışını zorunlu kılan toplumsal ve siyasal bir sürecin içsel sonucuydu. Güvenlik talebi ile toplumsal ve siyasal reform çerçevesinin bu birleşiminden, varlığını sürdürebilecek ve etkisi günümüze kadar devam eden bir devlet doğdu.
Halkın ihtiyaçlarına yanıt vermek
Böylece, Suudi Arabistan deneyimini “Osmanlılara karşı bir isyan”a indirgemenin, onun gerçek doğasını ve tarihsel bağlamını çarpıttığı açıkça ortaya çıkıyor. Zira bu deneyim, Necid'de uzun süredir uzakta olan bir sultanı devirme arzusundan değil, halkın acil bir ihtiyacına yanıt olarak ortaya çıktı. Temel motivasyonu, parçalanmış bir toplumu birleştirmek ve onu koruyabilecek bir yapı inşa etmekti. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre deneyim kısa ve öz bir şekilde özetlenecek olsaydı, şunu söylemek daha uygun olurdu; bir isyan değil, birleşmeydi; yıkım değil, inşaydı; dış bir güçle mücadele değil, halkın ihtiyaçlarına bir yanıttı. Arap Yarımadası tarihindeki önemi bu noktada öne çıkıyor. O, birlik ve istikrar döneminin gerçek başlangıcını temsil etti ve gölgesi sonraki aşamalara da uzandı, yerel bir topluluğun boşluğun derinliklerinden yükselerek nesiller boyu devam eden bir devlet yaratma gücünün bir örneğine dönüştü.

İslam kültüründe “Harici” terimi, İslam'ın ilk dönemlerinden bu yana, özellikle biat etmeyi reddedenler ve Müslüman toplumunda anlaşmazlık çıkaranlar, birliğe isyan ve itaatsizlik edenler için kullanılan aşağılayıcı bir terim oldu. Tarihsel olarak bu terim, Ali bin Ebu Talib'e (r.a) isyan edenler, yani Haricilerle ilişkilendirildi. Adları, devlete isyan eden veya ümmetin birliğini bozan herkes için bir etikete dönüştü. O zamandan beri, “Harici” terimi, ihanet ve istikrara tehdit çağrışımları nedeniyle, muhalifleri suçlu ilan etmek ve sosyal olarak izole etmek için kullanılan dilsel ve politik bir silah haline geldi.
Ancak bu terim bazen kendisine uymayanlar için de kullanıldı; bunun dikkate değer bir örneği, Suudi Arabistan devletinin erken oluşum aşamasını tanımlamak için kullanılmasıdır. Muhaliflerinden bazıları, Diriye halkını ve onların etrafında toplanan Arap kabilelerini Hariciler olarak tanımladılar. Osmanlı Halifeliğine isyan ettiklerini, fitne çıkardıklarını ve itaatsizlik ettiklerini iddia ettiler.
Suudi Arabistan devleti, başlangıçta Necid'de zaten mevcut bir sultana karşı organize bir isyan ile kurulmadı. Bu, Osmanlılara karşı bir isyan değildi. Kaldı ki Necid'de gerçek bir Osmanlı varlığı da yoktu
Ancak bu tanımlama yanlış ve Suudi Arabistan devletinin ortaya çıkış gerçeğine uygun değil, çünkü Necid'de zaten mevcut sultana karşı organize bir isyan ile kurulmadı. Bu, Osmanlılara karşı bir isyan değildi. Kaldı ki Necid'de ne geçmişte ne de o dönemde gerçek bir Osmanlı varlığı yoktu.

Bu nedenle, Harici suçlaması, nesnel tarihsel gerçeklikten ziyade, ideolojik bir çatışmanın yansımasıdır. Bunu yerleşik bir gerçek olarak kabul etsek de medyada bazıları, bazı yazar ve muhaliflere atıfta bulunarak, Suudi Arabistan devletinin ilk dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bir devrimden başka bir şey olmadığını ve doğduğu andan itibaren İstanbul'daki Halifeliğe karşı bir isyan projesi taşıdığı fikrini yaymaktadır. Bu imge, siyasi ve fikri rekabet bağlamında bazılarına çekici gelse de 18. yüzyılın başlarındaki gerçekçi bağlamına yerleştirildiğinde tarihsel gerçeklikten uzaktır.
*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafında Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



