Savaşı beyaz adam başlattı: Siyahiler Malcolm X’in mi; yoksa Martin Luther King‘in izinden mi gidecek?

Savaşı beyaz adam başlattı: Siyahiler Malcolm X’in mi; yoksa Martin Luther King‘in izinden mi gidecek?
TT

Savaşı beyaz adam başlattı: Siyahiler Malcolm X’in mi; yoksa Martin Luther King‘in izinden mi gidecek?

Savaşı beyaz adam başlattı: Siyahiler Malcolm X’in mi; yoksa Martin Luther King‘in izinden mi gidecek?

Rosa Parks, 42 yaşında Montogomery’deki o otobüse bindiğinde Jim Crow yasaları tüm acımasızlığıyla yürürlükteydi.
On binlerce siyahi, ABD’nin iç savaşında özgürlükleri uğruna hayatını kaybetmişti ve bu çabalarının sonunda tüm ABD’lilerin kanun karşısında kardeş ve eşit olmasını sağlamışlardı.
Oysa bu eşitlik, sadece eyalet kanunlarını kapsıyordu, aynı Amerikan yasaları beyazların bireysel ırkçılık yapmasını da yasal bir hak görüyordu.
İç savaş, ABD’li siyahilerin bedel ödeyerek artık bir köle olmasının önüne geçmişti; ama zincire vurulmamaları özgür olduklarını anlamına gelmiyordu.
Siyahların eğitim hakları sınırlıydı, ayak işi olarak görülmeyen alanlarda uzmanlaşmaları yasaklanmıştı.
Bu yasakların yanında toplumsal hayatta gurur kırıcı bir takım yasaklar da mevcuttu.
Örneğin; beyazlarla aynı çeşmeden su içememek, aynı lokantada yemek yiyememek ve otobüste arka kısımlara oturmak zorunda olmak gibi.

Malcom X, siyahilerin zorlandığı toplumsal yapıyı şöyle anlatıyordu;
…çocukluğumda Lansing'de 'başarı kazanmış' gözüyle bakılan Zenciler genellikle garsonluk, ayakkabı boyacılığı gibi işler yaparlardı. Hele hele bir Zenci, kasabada bir dükkânda ayak işlerine falan bakıyorsa, bu işi, ona saygı duyulması için yeter de artardı bile.
Asıl 'elit' tabaka, yani 'büyük adam' sayılan ve 'ırkının medar-ı iftiharı' olan Zenciler Lansing Şehir Kulübü'nde garsonluk, hükümet binasında boyacılık gibi işleri yapanlardı. Paralı Zencilerse ya haraç alanlardı ya da kumarhane falan işletenlerdi; ya da asıl büyük çoğunluğu oluşturan yoksul zencilerin sırtından şu ya da bu şekilde asalak geçinenlerdi. (Alex Haley – Malcom X)
Rosa Parks’ın hayatı, ayrımcı politikalara maruz kalmakla geçmişti, ilk defa oy hakkı elde ettiğinde 30 yaşını çoktan geçmişti.
Ailesinin desteği ile okuma yazma öğrenebilen az sayıdaki siyahiden birisiydi. Tüm entelektüel birikimine rağmen çalışabildiği işler; temizlik görevlisi, bakıcılık ve terzilik gibi geçici; ama ağır işlerdi. 
Montogomery kanunlarına göre siyahiler, otobüse arkadan biner ve ücretlerini ödeyerek önden inerdi.
Kendilerine belirtilen arka koltuklarda oturan siyahiler; eğer ki ön koltuklarda beyazlar için ayrılan kısımlar dolarsa kendileri için ayrılan koltukları boşaltarak beyazlara yer vermek zorundaydı.
Yorgun bir şekilde evine dönmeye çalışan Parks, o gün de siyahiler için ayrılmış koltuklardan birisine oturmuştu; ama otobüs bir sonraki durağa geldiğinde dolu olmasına rağmen 4 beyaz daha araca bindi. 
Yeni yolcular için yer olmaması sebebiyle şoför siyahi yolculara oturdukları yeri boşaltmalarını söyledi; ama Rosa Parks arkaya geçmek yerine yalnızca yan koltuğa kaymayı tercih etmişti.
Şoför, Rosa Parks’ın bu tutumu üzerine hemen polis çağırdı ve Parks, Montogomery kanunlarına göre beyazlara yer vermediği gerekçesiyle tutuklandı. 
Parks’ın bu pasif direnişi binlerce siyahi ABD’linin sokaklara inmesine neden oldu ve büyük bir halk hareketinin fitilini ateşledi.

Rosa Parks, yıllar sonra o gün yaşadıklarını şöyle anlatacaktı;
İnsanlar sürekli o gün yerimi yorgun olduğum için vermediğimi söylüyorlar, ama bu doğru değil. Fiziksel olarak yorgun değildim ya da genelde bir iş günü sonunda olduğumdan daha yorgun değildim. Yaşlı da değildim bazıları o zamanlar yaşlıymışım gibi bir figür yaratıyorlar, kırk iki yaşımdaydım. Hayır, tek bir yorgunluğum vardı; pes etmekten yorulmuştum.

George Floyd ile yeni bir fitil ateşlendi
Independent Türkçe'den Mehmed Mazlum Çelik'in haberine göre, Minneapolis’te bir siyahinin sahte 20 dolar kullanarak sigara almaya çalıştığı ihbarı üzerine polis olay yerine kısa sürede vardı, o sırada olayın şüphelisi George Floyd aracının sürücü koltuğunda oturuyordu.
Market çalışanları ve polis, kısa sürede Floyd’un etrafını sardığında o; alkol alması sebebiyle sarhoş bir şekilde araçta öylece oturuyordu.
Floyd ciddi bir direniş göstermeden, kendisini tutuklamaya gelen Thomas Lane ve Alexander Kueng’e teslim olmuştu.
Polisler elleri arkadan kelepçelenmiş Floyd’u duvara yaslayarak onu henüz olay yerinde sorgulamaya başlamıştı. 
Floyd henüz karakola götürülmemişken olay yerine yeni ekip araçları intikal etmeye başladı. Gelen polislerden birisi de Derek Chauvin’di.
Floyd sarhoştu ve polislerin söylediği birçok emre itaat edemeyecek kadar kendisinden geçmiş haldeydi.
Herhangi bir mukabelede bulunması da söz konusu değildi; ama Floyd’u etkisiz hele getiren Chauvin kurbanının nefes borusu üzerine diziyle dakikalarca süren bir basınç uygulamaya başladı.
Floyd’un nefes alamadığını beyan eden tüm çabası ve çevrenin uyarılarına rağmen Chauvin, kendinden emin bir biçimde dizini Floyd’un nefes borusu üzerinde tutmaya devam etti. 
20 dakika sonra Floyd’un ağzından kan gelmesi ve bilincini kaybetmesi üzerine ambulans çağırıldı; ama Floyd yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.
Floyd’un ölüm görüntüleri son dönemde artan polis şiddeti ve yükselen beyaz ırkçılığına karşı ABD’li siyahileri onlarca yıl sonra “özgürlük, eşitlik ve adalet” talepleriyle yeniden sokağa dökmüştü.
George Floyd, ikinci bir Rosa Parks vakasına çoktan dönüşmüş durumdaydı artık.
Bu kez siyahilerin hedefinde Jim Crow yasaları değil, ayrımcılığın doğrudan körükleyicisi olarak gördükleri ABD Başkanı Donald Trump ve onun popülist politikaları vardı. 
Floyd’un ölümüyle başlayan isyan dalgasını daha iyi anlayabilmek için ABD’nin yakın ve uzak tarihindeki sivil haklar arayışını yakından anlamak gerekiyor.

Siyahi köleliğin tarihi
Yenidünyanın keşfiyle beraber Amerikalı siyahlar kıtaya zincirlere vurulmuş bir halde getirildi.
17'nci yüzyıla gelindiğinde bugün güney olarak bilinen ABD’nin tarım tarlaları bölgesinde işçi gücü çoğunlukla siyahi Afrikalı kölelere dayanıyordu.
1700’li yıllarda Güneyli beyazların köleleri üzerindeki hakları kanunlar çerçevesinde koruma altına alınmıştı.
Bu kanunlara göre beyazlar kölelerini cezalandırma, satma ve hatta dilerse öldürme hakkına sahipti.
1705 yılındaki meşhur Virginia Kanunu'na göre hiçbir beyaz, kölesi konumundaki bir siyahiye karşı işlediği suçtan sorumlu tutulamazdı.
1808 yılına gelindiğinde köle ticareti yasaklanmışsa da köle bulundurmak hala kanunla koruma altında tutuluyordu.
Oysa bugün her ABD’linin iftihar ettiğini söylediği Bağımsızlık Bildirgesi, 1776 yılında Thomas Jefferson tarafından yazılmıştı ve bildiride açık bir biçimde tüm insanların eşit olduğu yazılıydı:
Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır, kendilerini yaratan Tanrının bahşettiği bazı vazgeçilemez haklara sahiplerdir; yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı da bu haklar arasındadır.
Kölelik özellikle kuzey eyaletlerde kınanan bir durum olarak ele alınsa da ülke içerisinde çıkabilecek bir siyasi kriz endişesi bu uygulamanın açık bir eleştirisinin yapılmasına engel teşkil ediyordu.
Köle sahibi olmanın ahlaki tarafı ilk kez 1858’li yılların başında ciddi bir biçimde tartışılmaya başlandı.
Konunun en hararetli takipçisi henüz yalnızca bir Senatör olan Abraham Lincoln’dü.
Kölelik kurumunun ABD’nin temel dinamiklerine zarar verdiğini ifade eden Senatör, şunları söylüyordu;
Kendi içinde bölünmüş bir ev ayakta duramaz. Bu devletin sürekli olarak yarı köle yarı özgür kalmaya tahammül edemeyeceğine inanıyorum.

Köleliğe karşı siyahi direnişler
ABD’li siyahi köleler, sivil bir hareket başlatabilecek organizasyona sahip değillerdi. Onların bir araya gelmesine izin verilen yerler; evleri ve kiliselerinden ibaretti.
Buna rağmen kiliseler güçlü bir siyahi birliktelik ve kardeşlik duygusunun oluşturulmasında başat rol oynadı.
Bu durum ilerleyen yıllarda da sürecek toplumsal eşitliği savunan birçok siyahi hak arayıcısını kiliselerden çıkacaktı ki bunlardan en meşhuru Martin Luther King olacaktı.
Siyahi köleler ilk direnişlerinde silahlı eylem yolunu denemişlerdi.
Nat Turner isimli siyahi köle yanına topladığı az sayıdaki siyahi köleyle basit silahlar kuşanarak Virginia’daki köle çiftliklerini bastı ve çok sayıda köleyi azat ettiğini ilan etti; ama Turner’ın eylemi kanlı bir şekilde bastırılarak bu teşebbüste yer alan köleler linç edildi. 
Silahlı eylemi bir mücadele olarak tanımlayan diğer bir siyahi John Brown oldu. Brown, kurduğu örgütle kölelik taraftarı çetelere karşı önemli operasyonlar yaptı.
Onun başlattığı isyan hareketi İç Savaş’ta Güney Ordusu'nun komutanlığını yapacak olan Yarbay Robert E. Lee tarafından bastırıldı.
Brown’u alt etmeyi başaran Lee güneyliler için bir kahramana dönüşmüştü. Hakkında idam kararı verilen Brown, mahkemede son sözleri şunlar olmuştu;
Ben, Tanrı’nın hor görülen zavallı kulları adına yaptıklarımı her zaman özgürce kabul ettiğim gibi, duruma müdahale etmemin yanlış değil, doğru olduğuna inanıyorum. Şimdi, adaletin ilerlemesi için ceza olarak eğer hayatımı kaybetmem gerekli ise, kendi kanımı çocuklarımın ve bu kölelik ülkesinde kötü, zalim ve adaletsiz kanunlarla hakları hiçe sayılan milyonların kanına katmam gerekli görülüyorsa, buna boyun eğiyorum; bırakın öyle olsun! (Nihayet Özgürüz, ABD Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Bilgilendirme Dairesi Yayını)

ABD iç savaşı sonrası sivil hakların gelişimi
ABD iç savaşı siyahi kölelerin haklarını kazanabilmeleri önemli bir mihenk taşı oldu. Yüzbinlerce siyahi asker Kuzey Ordusu saflarında yer almış ve on binlercesi de bu savaşta hayatını kaybetmişti. 
Savaş sonunda Başkanı Lincoln’ün bir suikasta kurbana gitmesi siyahlar için yeniden zor günlerin başlamasına neden oldu.
Kısa süre içerisinde Güneyli beyazlar tarafından kurulan Beyaz Şövalyeler ve Ku Klax Klun gibi terör örgütleri siyahilerin sosyal hayattaki haklarını ellerinden alırken Lincoln sonrası Başkan olan Andrew Johnson; Güneyli eyaletlerin ırkçı kanunlar çıkarmasının önünü açtı.
“1875 Sivil Haklar Yasası” uyarınca herkes dil, din ve ırkına bakılmaksızın eşit kabul edilmişti; bu sadece eyalet kanunları için geçerli kılınmıştı. Bireysel ırkçılığın önüne herhangi bir engel konulmamıştı.
Bu yasal boşluk 100 yıldan fazla sürecek bir “segragtion” döneminin başlamasına neden olmuştu.
Herkes eşitti; ama ayrıydı. Yani bir beyaz çocuk, siyah çocukla eşitti; fakat o beyaz çocuk siyah çocukla aynı okula gitmek zorunda değildi.
Elbette zaman içerisinde bu durum siyahların beyazların okudukları kaliteli okullarda okuyamamaları veya iyi restoranlara gidememesiyle sonuçlanacaktı.
1950’li yıllara gelindiğinde ise siyahi öfke artık kendisini dışarı vurmaya hazırdı. Asıl merak edilen ise siyahi camianın öfkesini nasıl yansıtacağıydı.
Geçmiş tecrübeler silahlı eylemlerin sivil haklar mücadelesinde sürecin siyahilerin aleyhine sonuçlandığını göstermişti.
Lakin yine de bütün siyahiler beyaz şiddetine ve ayrımcılığına karşı yumuşak ve sabırlı durmaya taraftar değildi.
Bu bölünmüş düşünce Malcom X ve Martin Luther King’in şahsiyetlerinde mücessem bir hal alacaktı.
Martin Luther King yöntem olarak Malcolm’dan ayrılıyordu; Hintli lider Gandi öğretisinden büyük oranda etkilenen King pasif bir direniş çağrısı yapıyordu:
Düşmanlarımızı sevmek, onlarla iyi geçinmek istiyoruz. Böyle yaşamalıyız; nefrete sevgiyle karşılık vermeliyiz. Bize ne yaparlarsa yapsınlar, beyaz kardeşlerimizi sevmeliyiz.
Oysa Malcolm, bugüne kadar beyazlardan sadece dayak yemiş ve ayrımcılığa uğramış siyahilerin her tokat sonrası öteki yanağını dönmesine karşıydı.

Malcolm X’e göre sistemin kendisi kokuşmuştu ve değiştirilmesi değil, yıkılması gerekiyordu:
Ben Amerikalı değilim, Amerikanizmin kurbanı milyonlarca insandan biriyim, herhangi bir Amerikan pembe düşünü görmüyorum, bir karabasan benim gördüğüm. Amerika’nın çok ciddi bir meselesi var.
Amerika’nın meselesi biziz. Hakir görülüyorsanız, siyah olduğunuz içindir. İkinci sınıf ve sadık köleleriz biz. Amerika’nın ahlakını, vicdanını değiştirmeye çalışmayın. Çünkü Amerika’nın vicdanı iflas etmiştir. Beyaz adamı değil, kendimizi değiştirelim.
Geri dönmemek üzere yürüyeceğiz. Amerika’nın tek seçeneği vardır: Ya kurşun ya oy! Ya ölüm, ya özgürlük!
Kendisini özgürlük ve demokrasi timsali gösterirken, kendi yurttaşlarını oy kullanmak istemelerine rağmen, silah kullanmaya mecbur eden bir sistemden daha kokuşmuş bir sistem var mıdır?
Bizim yalnız yurttaş olarak değil, birer insan olarak bile mevcudiyetimizi tanımadı; bir kadın, bir erkek, bir insan olarak bile saygı göstermedi. Amaç: 'Hürriyet, adalet, eşitliktir.'
Biz, hepimizin insan olduğumuzun farkına varılmasını, bize saygı duyulmasını istiyoruz. Genç siyah adam öteki yüzünü çevirmeyi bıraktı, uysal olmaktan vazgeçti.
Yeteri kadar beklediğimizi sanıyoruz. Oturarak, ağlayarak ve dua edip dilenerek kayda değer bir sonuç elde edeceğimize inanmıyoruz. Amerika’da siyah adam, demokrasi ülkesinde değil; polis devletinde yaşıyor.

King, mücadelelerinin sonunda mutlaka zafere ulaşacaklarını ve ABD’nin özellikle de Güney’in bir gün mutlaka kendilerini sahipleneceğine inanıyordu:
Özgürlük hedefimize ulaşacağız... Çünkü Amerika’nın hedefi özgürlüktür. ... Bizim kaderimiz Amerika’nın kaderine bağlanmış durumdadır... Ülkemizin kutsal mirası ile Tanrı’nın sonsuz iradesi yankılanan isteklerimizde vücut bulmuştur. ... Güney gerçek kahramanlarının kimler olduğunu bir gün anlayacaktır.

Oysa Malcolm, her gün polis şiddeti ve beyaz örgütleri zulmü altında siyahileri teslim olmaya çağıran King’e hiçbir surette katılmıyordu:
Şiddet kullanmamaya dair, bir insana ölümcül atakların kurbanı olduğunda kendisini savunmamayı öğretmek suçtur… Barışçıl olun, kibar olun, kurallara itaat edin, herkese saygılı olun; fakat biri size dokunacak olursa onu mezara gönderin.

King, düş kuruyor ve siyahilerin tek bir silah kullanmadan tüm haklarını elde edeceğine inanıyordu:
Bir hayalim var; günün birinde adaletsizliğin ve zulmün boğucu sıcağından bunalan Mississippi eyaleti bile bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek.

Oysa Malcolm, ayrımcılığın çok derin boyutlarda olduğuna inanıyor ve yasal düzenlemelerin zihinlerdeki ayrımcılığı yıkmadan anlamsız olduğunu düşünüyordu:
Hayatımız boyunca bize hep aşağılık olduğumuz öğretildi. Küçükken beyaz ve zenci çocuklar birlikte kovboyculuk oynarken kim Tom Miks, Buck Jones ya da Lone Ranger oluyordu? Beyazlar… Biz kimdik? Tonto, onun uşağı… Robinsonculuk oynadığımızda kim Robinson Cruseo oluyordu? Beyazlar… Ya Cuma kim oluyordu? Tahmin edin, kim oluyordu?
Bugün George Floyd’un hunharca katledilmesi sonrası milyonlarca siyahi ABD’li yeniden özgürlük, eşitlik ve adalet talebiyle sokaklara döküldü.
Beyaz adamın üstünlük ve kibir tutkusu Donald Trump ile zirveye vardı ve siyahlar bu duruma cevap vermeye kararlı görünüyor.
Bu cevap Malcolm X’in mi yoksa Martin Luther King’in öğretisine göre mi olacağı soru işareti.

Bugün Amerikan sokaklarından yükselen dumanlar Malcolm’u daha haklı kılıyor;
Kimse sana özgürlüğünü vermez. Kimse sana eşitliği, adaleti ve başka hiçbir şeyi vermez. Eğer gerçekten adamsan, bunları kendin alırsın!



İran ve müzakereler öncesinde kartları toplama

Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
TT

İran ve müzakereler öncesinde kartları toplama

Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)
Fotoğraf: İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)

Hasan Fahs

Tahran ve Moskova arasında pozisyon ve hedeflerde bir ayrışma veya uzaklaşma olduğunu düşündüren atmosfere ve Rusya'nın ihaneti, İsrail saldırılarına karşı koymak için gerekli desteği sağlamayı reddetmesi nedeniyle İran sokaklarını saran hayal kırıklığı hissine rağmen, iki taraf arasında perde arkasında yaşananlar bu hissin ve görüntüye dayalı tutumların ötesine geçiyor. Zira Tahran'ın düşüşü, her şeyden önce Moskova'yı kuşatma, hatta devirme yolunun artık açık olduğu anlamına geliyor. Bu durum, özellikle Rus mevkidaşı Vladimir Putin'in tutumundan duyduğu derin rahatsızlığı dile getiren Başkan Trump başta olmak üzere, ABD yönetiminin tutumlarındaki tırmandırma ile birlikte netleşmeye başladı. Trump son olarak Washington'un bunların bedelini ödemeyeceğini vurgulayarak, Ukrayna'ya silah sevk etme kararı ile birlikte Rusya'ya yönelik vergileri artırma kararı aldı.

Tahran'ın düşmesi, ikinci olarak, Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi’ne trajik bir şekilde son verecek ve Trump'ın Çin'i kuşatma ve ekonomik ve siyasi emellerine nokta koyma hedefini daha gerçekçi ve ulaşılabilir kılacaktır. Zira İran toprakları, Batı Asya’daki kara bağlantısı projesindeki en önemli ve jeo-ekonomik bağlantıyı oluşturuyor. Buradan yola çıkarak, Çin'in Şanghay İşbirliği Örgütü Dışişleri Bakanları Konferansı kapsamında Çin'in başkenti Pekin'de İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ile Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov arasında bir görüşme gerçekleşmesini kolaylaştırma çabası anlaşılabilir. Bu görüşme, Arakçi'nin Çinli mevkidaşı Dışişleri Bakanı Wang Yi ile yaptığı ön görüşmenin akabinde, Çin Devlet Başkanı Şi Jinping ile yaptığı görüşmenin ardından gerçekleşti.

Rus bakanın belirli bir tutum benimsememe konusundaki ısrarı -veya başka bir deyişle, İran-Amerikan nükleer krizi konusunda açık ve net bir tavır beyan etme konusundaki isteksizliği- ile Lavrov'un Rusya'nın barışçıl nükleer enerji hakkı konusunda İran'ın yanında durduğu açıklaması göz önüne alındığında, Lavrov, ülkesinin İran'ın kendi topraklarında zenginleştirme faaliyetlerinde bulunma hakkı talebine ilişkin tutumunu bir şekilde belirsiz bıraktı. Bu durum, Moskova'nın bu ilişkiyi, Washington ile yaşanan krize çözümler ve çıkış yolları sunmak için kullanmasına olanak tanıyor. En azından İran'ın zenginleştirilmiş uranyum stoku ve Rusya'ya nakledilerek İran'ın gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere elektrik üretimi için yakıta dönüştürülmesi olasılığı konusunda.

Ancak, her iki yöndeki bu ikili görüşmeler, yeni bir diplomatik çerçeve oluşturabilir. Söz konusu çerçevenin de 16 Ekim'de, BM Güvenlik Konseyi'nin 2231 sayılı kararının sona ermesinden, 7. Bölüm kapsamında İran'a karşı uluslararası yaptırımların yeniden devreye alınmasına yönelik “tetik mekanizmasının” çökmesinden önceki üç ay boyunca, bir sonraki aşamanın şekillenmesine katkıda bulunması bekleniyor.

Her iki tarafın, yani Amerikalılar ile İranlıların, bu sefer doğrudan müzakere masasına döneceğine şüphe yok. Bu nedenle, her iki taraf da müzakere masasına oturmadan önce gücünü pekiştirecek kartları toplamaya çalışıyor. Washington askeri eyleme başvurmakla tehdit ederken ve askeri seçeneğe geri dönebileceğini deklare ederken, aynı zamanda Güvenlik Konseyi'ne başvurma ve tetik mekanizmasını aktifleştirme hakkına sahip olan Avrupa “troykası”ndaki (üçlüsü) müttefiklerinin nüfuzuna güveniyor.

Buna karşılık, Tahran'ın elindeki seçeneklerden biri, bir ay önce 13 Haziran'da şafak vaktinde düzenlenen saldırıda olduğu gibi hazırlıksız yakalanmamak için olası bir askeri çatışmaya hazırlık seviyesini yükseltmektir. Tahran ayrıca, Avrupa üçlüsünün Washington ile koordinasyon halinde başvurabileceği herhangi bir kararı engellemek için diplomatik seçeneği de aktifleştirecektir. Yani hem Moskova'yı hem de Pekin'i 5 Ağustos'tan önce nükleer anlaşmadan çekildiklerini açıklamaya ikna etmek için çalışması gerekecektir. Bu durumda iki ülke, 2015 anlaşmasına bağlı kalmaları halinde kaybettikleri veto haklarını geri kazanacak, böylece Washington ve üçlünün alabileceği herhangi bir karara karşı bu hakkı kullanabileceklerdir.

Tahran, eşzamanlı füze kabiliyetlerini yeniden değerlendirerek askeri hazırlıklarının seviyesini yükseltiyor ve bu kabiliyetleri müzakere masasında görüşmeye zorlayabilecek herhangi bir baskıyı kabul etmeyi reddediyor. Bununla birlikte bakım ve muharebe kabiliyetleri açısından, gelişmiş SU-35 savaş uçaklarının kendi istediği koşullar altında tedariki konusunda Moskova ile yaşadığı mevcut anlaşmazlığı, ihtiyaçlarını karşılayabilecek Çin savaş uçaklarına yönelerek aşmaya çalışıyor. Zira Çin'in koşulları daha az karmaşık ve daha dinamik. Bu hazırlıklar veya Tahran'ın deyimiyle “parmağını tetikte tutmak”, özellikle de güçlü bir konumda olduğunu hissettiği için diplomatik sürece geri dönmeyi reddettiği anlamına gelmiyor. Eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif'in, rejimin ve İran'ın tarihindeki bu kritik anda Dini Lider'in diplomasinin rolü hakkındaki sözlerini tekrarlaması, İran rejiminin diplomatik ve siyasi seçeneği destekleme ve askeri seçeneğe geri dönme ihtimalini savuşturma arzusunun birçok göstergesini taşıyor olabilir. Zarif'in de dediği gibi, Dini Lider diplomatik çabaları İran’ın gücünün temel taşlarından biri olarak nitelendirdi ve bunlara başvurmanın diğer tüm seçeneklerin veya güç yapılarının yokluğu veya kaybı anlamına gelmediğini belirtti. Çünkü “diplomasiyle elde edilebilecek bir şey savaşla elde edilmemelidir ve diplomatik seçenek kesinlikle daha az maliyetlidir.” Bakan Arakçi de tüm temaslarında, Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS ülkeleri ve hatta Avrupa üçlüsündeki mevkidaşlarıyla yaptığı çeşitli toplantı ve istişarelerde bu seçeneğe bağlı kalıyor. Washington ile müzakere masasına dönme olasılığını, Güvenlik Konseyi ve Avrupa üçlüsü tarafından İran nükleer tesislerine yönelik ABD-İsrail ortak saldırısının açıkça kınanmasına ilave olarak, yaptırımların yeniden uygulanması seçeneğinin, yani “tetik mekanizmasının” geri çekilmesi koşuluna bağlıyor. Zira tetik mekanizmasının aktifleştirilmesi “troyka” ülkelerini müzakerelerin dışında bırakabilir. Bu durum da İran'ı Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ve müfettişleriyle iş birliğini askıya alma kararının ardından tansiyonu daha da yükseltecek adımlar atmaya zorlayabilir.

Arakçi'nin belirgin sert tutumu, İran'ın müzakereler konusunda isteksiz olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, İran’ın müzakerelere güçlü bir konumda katılmaya çalıştığını gösteriyor. Çünkü İran, herkese güç ve kudrete sahip olduğunu ve bu gücü kullanabileceğini kanıtladığına, ABD-İsrail saldırısına verdiği yanıtla da bunu gösterdiğine inanıyor. Dolayısıyla, diplomatik fırsat, bu gücü ve elde ettiği başarıları pekiştirmek için en uygun yol ve en etkili mekanizmadır.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.