BAE ve Bahreyn Beyaz Seray’da İsrail ile tarihi barış anlaşmasını imzaladı

Beyaz Saray'da İsrail-BAE-Bahreyn arasındaki anlaşmanın imzaları atıldı (Reuters)
Beyaz Saray'da İsrail-BAE-Bahreyn arasındaki anlaşmanın imzaları atıldı (Reuters)
TT

BAE ve Bahreyn Beyaz Seray’da İsrail ile tarihi barış anlaşmasını imzaladı

Beyaz Saray'da İsrail-BAE-Bahreyn arasındaki anlaşmanın imzaları atıldı (Reuters)
Beyaz Saray'da İsrail-BAE-Bahreyn arasındaki anlaşmanın imzaları atıldı (Reuters)

İsrail ve iki Arap ülkesi arasında dün Beyaz Saray’dan barış dumanı yükseldi. ABD Başkanı Donald Trump bu gelişmeyi "yeni Orta Doğu'nun şafağı” diye niteledi. Trump, bu kervana 5 Arap ülkesinin daha katılacağını duyurdu.
Beyaz Saray’ın bahçesinde birkaç yüz kişinin toplandığı kalabalık karşısında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid Al Nahyan ve Bahreyn Dışişleri Bakanı Abdullatif bin Raşid ez-Zeyani ile anlaşma imzaladı.
Bu iki anlaşmayla birlikte, 1979’da Mısır ve 1994’te Ürdün’den sonra İsrail ile normalleşme adımı atan Arap ülkelerinin sayısı 4’e yükseldi.
Trump’ın ev sahipliğinde Beyaz Saray’ın güney bahçesinde düzenlenen imza töreninde anlaşma metni Arapça, İbranice ve İngilizce olmak üzere 3 dilde imzalandı. Metin başlangıçta BAE-İsrail tarafı daha sonra İsrail-Bahreyn tarafından imzalandı. Liderler salgın sebebiyle sağlık tedbirlerine uygun olarak el sıkışmaktan kaçındılar.
ABD yönetimi yetkilileri, Kongre’nin bazı üyeleri, eski yetkililer ve aralarında Sudan ile Umman Sultanlığı’nın ABD Büyükelçileri’nin de bulunduğu 700’den fazla misafirin katıldığı tarihi tören sırasında İsrail’i Başbakan Binyamin Netanyahu, BAE’yi Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid Al Nahyan ve Bahreyn’i ise Dışişleri Bakanı Abdullatif bin Raşid ez-Zeyani temsil etti.

Trump: Yeni Ortadoğu
ABD Başkanı Trump, Beyaz Saray’ın balkonundan yaptığı konuşmada, “Tarihi bir dönüşüme ve yeni bir Ortadoğu'ya tanıklık ediyoruz. Bir ay içinde İsrail, BAE ve Bahreyn'in karşılıklı elçilikler kuracağı, sağlık, güvenlik ve ekonomi alanlarında işbirliği yapacağı iki barış anlaşması imzalandı. Abraham (İbrahim) Anlaşması Müslümanlara Mescid-i Aksa’da namaz kılmanın ve İslami mekanları ziyaret etmenin kapılarını açacak” dedi. Trump, ilk yurtdışı ziyaretini Ortadoğu’ya yaptığını ve Suudi Arabistan’da 54 devlet ile “uygarlık düşmanı ve aleyhtarına karşı birleşme ve bölge halklarının hayatın ve çocuklarının geleceğinin şekline kendileri karar vermesi” konusunda konuştuğunu söyledi. Trump konuşmanın sonunda “Bu, dünya için büyük bir gün” ifadesini kullandı.

Netanyahu: Çatışmanın sonu
Trump’ın ardından konuşan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İsrail ve Filistinliler arasında barış için gerçek bir barış vizyonu sunmasından ve bu barışın gerçekleşmesi için yaptığı arabuluculuktan dolayı ABD yönetimine teşekkür etti. “Bugün barış için yeni bir şafak” diyen Netanyahu, BAE ve Bahreyn liderlerine selam gönderdi. Netanyahu, “Bugün gerçekleştirdiğimiz barış, Arap-İsrail çatışmasına bütünüyle son verecek ve bu ortaklıkların ekonomik faydaları herkese ulaşacak. Bu yalnızca liderler arasında yapılan bir anlaşma değil aynı zamanda çok sayıda sorunla ve koronavirüs salgınıyla mücadele etmek ve refah içinde yatırım isteyen halklar arasında yapılmış bir anlaşmadır” ifadelerini kullandı.
BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid Al Nahyan ise konuşmasına imza töreninde bulunan tüm katılımcılara BAE halkının selamını ileterek başladı. Nahyan, “Bugün barış elini uzatmak ve barış elini tutmak için duruyorum. Barış arayışı sağlam bir ilkedir ve ilkeler onları eyleme dönüştürerek gerçekleştirilir. Bugün burada Ortadoğu'yu değiştirecek ve tüm dünyaya umut gönderecek bir olaya şahit oluyoruz” diye konuştu. Barış için cesarete, gelecek inşa etmek için bilgiye ihtiyaç olduğunu söyleyen Nahyan, anlaşmanın Ortadoğu’nun yüzünü değiştireceğini ve dünyaya umut vereceğini belirtti. “Bu girişim ABD Başkanı ve ekibinin çabaları olmadan mümkün olmazdı” diyen Nahyan, anlaşmanın meyvelerinin tüm bölgeye yansıyacağını belirterek, barış dışındaki bir seçeneğin yıkım, yoksulluk ve insani acılar anlamına geleceğini dile getirdi. Nahyan, “Genç enerjilerle dolu bir bölgenin geleceği için bugün bizi bir araya getiren yeni vizyon şekillenmeye başlıyor. BAE Devleti’nde bize göre, bu anlaşma, Filistin halkının daha çok yanında olmamızı, istikrarlı ve müreffeh bir bölgede bağımsız bir devlet umutlarını gerçekleştirmemizi mümkün kılacak. Bu anlaşma, Arapların İsrail Devleti ile daha önce imzaladığı barış anlaşmalarının üzerine inşa edildi. Zira bu anlaşmaların amacı istikrar ve sürdürülebilir kalkınma yolunda çalışmaktır. Barış için cesarete, gelecek inşa etmek için bilgiye, milletlerin kalkınması için sabır ve samimiyete ihtiyaç var. Bugün dünyaya bunun bizim yaklaşımımız olduğunu, barışın bizim ilkemiz olduğunu ve başlangıcı doğru olanın Allah’ın izniyle başarılarının parlak olacağını söylemeye geldik” diye konuştu.

Zeyani: Gerçek barış
Bahreyn Dışişleri Bakanı Abdullatif bin Raşid ez-Zeyani, konuşmasında, “Bahreyn ve İsrail arasındaki barışa destek ilanı, din, etnisite, mezhep ve ideolojiden bağımsız olarak gerçek barışa doğru tarihi bir adımdır. Ortadoğu çatışma ve güven kaybı nedeniyle bir gerilemeye tanıklık etti. Bu durum nesilleri refahtan mahrum bıraktı” dedi. Bahreyn Kralı Hamad bin İsa Al Halife’nin “İşbirliği barışı sağlamanın yoludur ve barış ancak bölgedeki halkların haklarını koruyarak gerçekleşebilir” sözünü aktaran Zeyani, Halife’nin cesaretini takdir etti.

Filistinlilere mesaj ve İran’ın müzakere masasına getirilmesi
Trump, gazetecilerin, anlaşmanın Filistinlilere verdiği mesaj ile ilgili sorusuna, “Bence onlar olan biteni izliyorlar. Bir aşamada Filistinlilerin geldiğini göreceğiz ve kumun üzerinde kan olmadan barış olacak” yanıtını verdi. Trump ayrıca 5 ila 6 ülkenin daha İsrail ile barış anlaşması imzalamasını beklediğine işaret ederek, söz konusu ülkelerin isimlerini açıklamadı.
Trump, başkanlık seçiminin bitmesinin ardından bir hafta veya bir ay içinde İran’ı müzakere masasına getirmeyi ve İran’ı zengin bir ülke yapacak yeni ve adil bir anlaşma imzalamayı beklediğini söyledi.

İmza töreninden önce
Sabahın erken saatlerinden itibaren ABD Ulusal Muhafızları, Beyaz Saray girişinde düzenlenen resmi karşılama töreninde yolun her iki tarafına ABD, İsrail, BAE ve Bahreyn bayrakları astı. ABD Başkanı üç ülkenin temsilcisini kabul etti. Beyaz Saray’a ilk gelen Bahreyn Dışişleri Bakanı Zeyani oldu. Zeyani’yi BAE Dışişleri Bakanı Nahyan ve İsrail Başbakanı Netanyahu takip etti. İkili görüşmelere ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner da katıldı. Beyaz Saray’ın dışında ise birçok ABD ve Arap örgütünden çok sayıda Filistinli barış anlaşmasına karşı siya bayrak kaldırarak protesto eylemi düzenledi.

Beyaz Saray’ın anahtarı
Trump, Oval Ofis’te Netanyahu ile yaptığı görüşmede altın renginde bir anahtar hediye ederek, bunun ‘Beyaz Saray’ın anahtarını temsil ettiğini’ söyledi. Netanyahu da Trump’a “İsrail halkının kalbinin anahtarına sahipsiniz” diye yanıt verdi. Trump, gazetecilerin sorularına verdiği yanıtta, “İki barış anlaşmasının İsrail'in bölgedeki soyutlanmasını azaltacağını” belirtirken, Netanyahu ülkesinin soyutlanmadığını, güçlü bir ekonomiye ve Ortadoğu’da güçlü ilişkilere sahip olduğunu ifade etti. Netanyahu, “Şu anda kendini soyutlanmış hisseden İran” dedi.

F-35 savaş uçakları
Trump, imza töreninden önce Fox News televizyonuna yaptığı açıklamada, İsrail’in sahip olduğu silahlara benzer şekilde Ortadoğu’daki diğer ülkelere gelişmiş silahlar satmaya hazır olduğunu belirterek, BAE’nin F-35 savaş uçaklarını satın almasında bir engel olmadığını kaydetti.

Pompeo: 3 yılın meyvesi
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, barış anlaşmalarının ABD yönetiminin üç yıllık çalışmasının sonucu olduğuna işaret ederek, yakında başka ülkelerin de barış sürecine katılacağını vurguladı. Pompeo, bölgedeki istikrarsızlığın sebebinin İsrail-Filistin çekişmesi değil, İran olduğunu ve barış anlaşmalarını yalnızca Türkiye ve İran’ın eleştirdiğini söyledi.

İsrail’in güvenliği
Beyaz Saray’dan üst düzey bir yetkili, önceki akşam gazetecilere yaptığı açıklamada, İsrail ve BAE arasındaki anlaşma belgesinin İsrail ve Bahreyn arasında ilan edilen barış anlaşmasından daha büyük olacağını söyledi. Yetkili, bu durumun, 13 Ağustos’ta ilan edilen İsrail ve BAE arasındaki anlaşmanın tamamlanması için harcanan sürenin Bahreyn ile yapılan anlaşmadan daha uzun olmasından kaynaklandığını belirtti. Yetkili, İsrail’in Batı Şeria’nın bazı bölgelerini ilhak edip etmeyeceği sorusuna verdiği yanıtta, ortak açıklamada bu meselenin net bir şekilde ifade edildiğine işaret ederek, İsrail’in BAE ve Bahreyn ile diplomatik ilişkiler kurmasının karşılığında ilhak meselesini ‘askıya’ almayı kabul ettiğini ifade etti. ABD yönetiminin barış anlaşmalarına daha fazla ülkenin katılması için çalıştığını kaydeden yetkili, ABD’nin İsrail’in güvenliğini hiçbir şekilde tehlikeye atmama taahhüdünün altını çizdi.

Kushner: Canlı bir gelecek
Kushner, anlaşmanın imzalanmasından birkaç saat önce gazetecilere yaptığı açıklamada, anlaşmaların imzalanmasının Başkan Trump'ın güçlü liderliğinin ödülü olduğunu ve BAE, Bahreyn Krallığı ve İsrail Devleti liderlerinin vizyonunu yansıttığını söyledi. Anlaşmaların üç ülkenin ‘büyük başarısı’ olduğunu ve çatışmalara odaklanmak yerine bölgede iyimserlik ve umudu güçlendireceğini belirten Kushner, “Şu an herkes sınırsız imkanlarla dolu canlı bir gelecek oluşturmaya odaklanıyor” dedi. Analistler, Abraham (İbrahim) Anlaşması’nın özel bir önemi olduğuna dikkat çekerek, bu önemin Trump yönetiminin ‘pragmatik barış’ anlayışını kabul ettirmesinden kaynaklandığını ifade ediyorlar. Analistlere göre Trump yönetimi bu anlayış doğrultusunda ekonomik, güvenlik, askeri, sağlık, tarım ve bilimsel anlaşmalara kapı aralıyor ve aynı zamanda BAE ve Bahreyn gibi diğer Arap ülkeleri İsrail’in üstün teknolojisinden, savunma sisteminden ve tarım alanındaki ilerleyişinden faydalanmaya teşvik ediyor.



Sudan'da İslamcıları nasıl bir gelecek bekliyor?

Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)
Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)
TT

Sudan'da İslamcıları nasıl bir gelecek bekliyor?

Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)
Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)

Amani el-Tavil

Sudan Ulusal İslam Cephesi liderlerinden ve eski cumhurbaşkanı Beşir'in yardımcısı Nafi Ali Nafi'nin konuşması, 2019'a kadar iktidarda olan ve şu anda geniş İslami Hareket çatısı altında toplanan Sudanlı İslamcıların bir kesimini oluşturan, Sudan Ulusal Kongre Partisi içindeki krizin derinliğini yansıtıyordu. Nafi’nin konuşması, ne ideolojik ve siyasi bir hareket olarak kendileri ne de her kesimden Sudanlı bir belirsizlik örtüsü altında dünyanın dört bir yanına mülteci olarak dağılmışken, iki yıldan fazla bir süredir uçurumun kenarında yaşayan Sudan için henüz tanımlanmamış bir geleceğe doğru son bir sıçrama girişimi olabilir.

 

Öncelikle, Nafi Ali Nafi'nin konuşmasının, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldiğini belirtelim. Partinin önemli bir kesimi, partinin geleceğini, bu aşamadaki araçlarının geçerliliğini belirlemek için bir Şura Konseyi toplanmasını talep ediyor. Söz konusu kesim her şeyden önce, Sudan'daki tüm siyasal İslam deneyinin başarısızlığına önemli katkısını göz önüne alarak, partinin mevcut liderliğinin meşruiyetinin değerlendirilmesini de talep ediyor. Zira Ulusal Kongre Partisi, bölgesel düzeyde başka İslamcı partilerin elde edemediği bir fırsat elde edip iktidarı ele geçirerek, tam 30 yıl boyunca iktidarını sürdürdü.

Bu kriz, Nafi Ali Nafi'nin konuşmasına hem özellikleri hem de içeriğiyle yansıdı ve çeşitli noktalarda kendini gösterdi. Bu noktalardan biri de, Sudan ve bölgede, özellikle Müslüman Kardeşler başta olmak üzere, siyasi İslam akımına karşı tutumda yaşanan değişimlerin niteliğinin, parti liderliği tarafından anlaşılmamış olmasıdır. Nafi konuşmasında Ulusal İslami Cephe ile aynı tarihsel ideolojik konumdan yola çıkarak, bu deneyin başarısızlığını ve Sudan halkı tarafından iki kez reddedilmesiyle siyasi ve düşünsel meşruiyetinin çökmüş olduğunu tamamen göz ardı etti. Sudan halkı ilk kez 2013'teki geniş çaplı ayaklanma, ikinci olarak da 2018'deki tam ölçekli devrim ile bu deneyi reddettiğini gösterdi.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre Nafi konuşmasında, iki yol arasında ayrım yapmak için bir mekanizma olarak kutuplaşmaya dayandı. Partisinin, Sudan kaynaklarını kontrol etmeyi amaçlayan Batılı-Siyonist Haçlı projesine karşı koyan en milliyetçi yol olduğunu iddia etti. Hem de hareketi ve partisi, son otuz yıldır halkın değil, örgütün çıkarı için Sudan kaynaklarını yağmalamakla suçlanırken. Bu suçlama, Sudan Başsavcılığı'nın raporları ve Tijani Abdulkadir'in İslami dini hareketine ve benimsediği yozlaşmış mali uygulamaların doğasına karşı eleştirel bir duruş sergileyip, öne sürdüğü deliller ile kanıtlanmıştı.

Nafi, gerçekçilik için gerekli koşullardan yoksun olabilecek bir çabayla, partinin kalan tabanını korumak için bu kutuplaştırıcı söylemi kullandı. Gerçekçilikten yoksun dedik çünkü Sudan ve Arap kamuoyları artık komplo teorileri ve dış güçler tarafından hedef alınma fikrine ilgi duymuyor. Herhangi bir ülkenin kaderini şekillendirmede iç siyasi bileşenin rolünün daha fazla farkına vardılar; yeter ki bu bileşen, genel ulusal çıkarı fikri nitelikteki ideolojik pratiğin ve operasyonel boyuttaki siyasi pratiğin temel belirleyicisi olarak ele alan sağlam mekanizmalara ve gerçekçi fikirlere bağlı kalsın.

Nafi ayrıca, bir tür belirsizlik ve karartma uygulamaya çalıştı ve bunun, kendisinin, partisinin ve belki de akımının, savaştan sonraki gün Sudan siyasi denklemlerinde önemli bir taviz vermeden yeniden konumlanmalarını sağlayacağını düşündü. Bu konuda mevcut savaşta geniş İslamcı akımın üyelerinin muharebelerde gösterdiği performansa güveniyordu. Sudan ordusunun, müttefiklerinin ve düşmanlarının sahip olmadığı bölgesel ve uluslararası meşruiyete sahip olması nedeniyle, tüm sorunlarına ve karşılaştığı zorluklara rağmen Sudan'ın iç ritmini kontrol edebilecek güç olduğu gerçeğini ise göz ardı etti.

Nafi, partisi ile hareketinin Sudan'daki değişimi engellemeyi başarmış olsalar da, artık alıştıkları ve aşina oldukları devletin tüm dizginlerini ellerinde tutmadıklarını, tam aksine, önemli zorluklar şemsiyesi altında artık devletin sadece bir bölümünü kontrol ettiklerini de görmezden geldi. Nitekim bu savaşta zafer kazanılsa bile, bu zafer, Sudan'ın eski ihtişamına dönmesi anlamına gelmiyor. Gayrıresmi aktörler artık güçlerini ve geleneksel derin devlet adı verilen otoriteyi reddetme veya ona direnme yeteneklerini takviye eden ek ekonomik ve muharebe araçlarına sahip.

Nafi'nin son konuşmasında yaptığı değişiklikler oldukça sınırlıydı. “Medeniyet projesi” terimini, “istikrar projesi” olarak adlandırdığı kavramla değiştirdi, istikrarın fikri ve siyasi kutuplaşma pratiğiyle değil, Sudan denkleminde diğer siyasi güçlerin varlığını kabul etmek ve tanımak anlamına gelen ulusal mutabakatla tanımlandığı gerçeğini göz ardı etti. Zira Nafi'nin temsil ettiği Ulusal Kongre Partisi, geçiş döneminde herhangi bir şeyin dışında tutulmuştu ve tutulmaya da devam ediliyor. Bu, siyasi sistemi Sudan İslamcılarının sembolü olan cumhurbaşkanı Beşir’in iktidarına karşı çıkan geniş bir halk kesiminin kendisini reddettiğini ifadesiydi.

Dolayısıyla, Nafi, Harun ve Karti'nin söylemleri ve Ulusal Kongre Partisi, şu anda her düzeyde gerçek varoluşsal zorluklarla karşı karşıya bulunuyor. Fikri düzeyde, meşruiyet, kimlik ve liderlik krizi yaşıyor. Siyasi düzeyde, marjinalleşme ve halk meşruiyetini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Örgütsel düzeyde ise bölünmelerden muzdarip. Ayrıca, bazı figürleri ve liderleri hakkında uluslararası ve bölgesel yasal kovuşturma olasılığıyla da karşı karşıya. Bu olasılık, ister yerel ister uluslararası olsun, partinin figürlerine yönelik yolsuzluk ve insan hakları ihlalleri suçlamaları sebebiyle daha sonraki bir aşamada gündeme gelebilir.

Bu birleşik zorluklar, Nafi'nin iddialarının aksine, özellikle Sudan'daki devam eden siyasi dönüşümler ve partinin mirasının toplumda yaygın olarak reddedilmesi ışığında, partinin geleceğini ciddi şekilde şüpheli hale getiriyor.

Bölgesel ve uluslararası düzeylerde, Ulusal Kongre Partisi'ndeki siyasi tezahürleriyle Sudan İslam Hareketi'ni örgütlü bir terörist yapı olarak sınıflandırmaya çalışan eğilimler bulunuyor. Bu eğilimlerin kaynağında, Beşir yönetimi altındaki faaliyetlerinin, özellikle de Darfur'daki faaliyetlerinin doğası, mevcut savaşta bazı üyelerinin uygulamaları yatıyor. Doğal olarak, Arap bölgesel güçler de bu eğilime katkıda bulunuyor. Bu bağlamda, şu anda önerilen senaryolar birkaç süreç şeklinde belirginleşebilir.

Birinci senaryo, özellikle Ahmed Harun, Ali Karti ve en son Nafi Ali Nafi'nin söylemleri ışığında, yerel reddetme, bölgesel ve uluslararası baskılar nedeniyle İslamcıların Sudan'da gelecekteki yönetim yapılarından tamamen siyasi olarak dışlanmasıdır. İkinci senaryo ise terör örgütü olarak sınıflandırılmasıdır. Grubun resmi olarak terör örgütü olarak tanımlanması olasılığı, ABD Kongresi'nde Müslüman Kardeşler hakkında devam eden tartışmaların da kanıtladığı gibi, hareketin hayatta kalması konusunda kendisi için büyük bir endişe oluşturmaktadır.

Üçüncü senaryo, Sudan İslami Hareketi'nin devam edebileceğini öne sürüyor, ancak bunun bazı koşullara bağlı olduğuna işaret ediyor. Bunlardan en önemlileri şunlar; birincisi, devam eden değişikliklerin, özellikle de Sudan ordusunun İslami Hareket'in ideolojik ve politik projesine dahil olma potansiyelinin zayıflığıyla ilgili değişikliklerin doğasının kabul edilmesidir. Nedeni de buna karşı karşı bölgesel ve uluslararası bir direniş bulunması ve hareketin derin iç krizleri nedeniyle bu direnişle yüzleşemeyecek olmasıdır.

İkinci koşul, ideolojik ve politik düzeylerde gerçek ve ciddi bir yeniden konumlandırmanın gerekliliği, hareketin ve liderlerinin yaşanan başarısızlıktaki sorumluluğunun kapsamının kabul edilmesidir. Hareketin yanlışlarının kınanması ve hatta Sudan halkından özür dilemesi elzemdir. En önemli sorumluluğu da, Beşir rejimini korumak amacıyla Sudan Silahlı Kuvvetleri pahasına Hızlı Destek Kuvvetleri'ni kurmasıdır.

Üçüncüsü, ötekini kabul etmek ve onunla birlikte yaşamak, yani mutlak güç ideolojisini ve mekanizmalarını reddetmek, Aralık Devrimi'nde ortaya çıkan tüm tezahürleriyle Sudan siyasi güçleriyle ortak bir zemin oluşturmaktır. Bu, Sudan ulusal mutabakatı için bir yuvarlak masanın kurulmasının yolunu açacaktır. Nafi'nin Haçlı-Siyonist projesi olarak adlandırdığı şeyi yenmenin tek yolu budur; Sudan ve Sudanlıları birleştirecek gelecekteki bir projeye karşı popülist sloganlar, seferberlik çağrıları ve kışkırtmalar değil.


İki Devletli çözüme yönelik bir yol haritası: New York Deklarasyonu’nu özel kılan ne?

New York Bildirisi 142 ülkenin desteğini aldı (BM internet sitesi)
New York Bildirisi 142 ülkenin desteğini aldı (BM internet sitesi)
TT

İki Devletli çözüme yönelik bir yol haritası: New York Deklarasyonu’nu özel kılan ne?

New York Bildirisi 142 ülkenin desteğini aldı (BM internet sitesi)
New York Bildirisi 142 ülkenin desteğini aldı (BM internet sitesi)

İnci Mecdi

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurul toplantılarının cuma günü yapılan oturumunda Filistin-İsrail çatışmasında iki devletli çözüme yeni bir ivme kazandırmayı amaçlayan ‘New York Deklarasyonu’nu ezici çoğunlukla kabul etti. Fransa ve Suudi Arabistan tarafından sunulan deklarasyon, barışçıl bir ‘iki devletli çözüme’ yönelik adımları belirliyor.

BM onlarca yıldır, Filistin devletinin tanınması veya ‘iki devletli çözümün’ benimsenmesi ile ilgili deklarasyonlara tanık oldu. BM’nin 1947 yılında aldığı, 181 sayılı karar, Filistin Arap devleti ile Yahudi devleti arasında toprakların bölünmesini önerdi, ancak bu öneri Arap devletleri tarafından reddedildi. BMGK bu yılın başlarında, iki devletli çözüm çağrısı yapan 2002 tarihli 1307 sayılı kararı kabul etti. BM Genel Kurulu o tarihten ‘New York Deklarasyonu’na kadar, Filistin sorununun barışçıl çözümü ve iki devletli çözümü vurgulayan birçok karar kabul etti. Peki, yeni deklarasyon ne sunuyor?

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, dün BM Genel Kurulu'nun Filistin-İsrail çatışmasında iki devletli çözüme yeni bir ivme kazandırmayı amaçlayan New York Deklarasyonu'nu kabul etmesini memnuniyetle karşılarken bunu ‘barışa giden ve geri dönüşü olmayan yolda’ atılmış bir adım olarak nitelendirdi.

Yeni olan ne?

New York Deklarasyonu'nu önceki BM kararlarından ayıran özellik, İsrail ile Filistinliler arasında iki devletli çözüme yönelik bir yol haritası ve ‘somut, zaman sınırlı ve geri dönüşü olmayan adımlar’ sunması oldu. Bunlar sadece açıklamalardan ibaret değil, zira yedi sayfalık deklarasyon Gazze'nin yönetimi ve Filistin Yönetimi'nin rolüne ilişkin hükümleri de barındırırken acil ve zaman sınırlı uygulama adımları öngörüyor. Ayrıca ilk kez Hamas'ın kınandığı bir metin olmanın yanında Hamas’ın resmi olarak sahneden dışlanmasını salık veriyor.

Önceki kararlar veya deklarasyonlar genellikle iki devletli çözüm ilkesine verilen desteği yeniden teyit etmiş, ancak bağlayıcılık veya uygulanabilirlik açısından daha zayıf kalmıştır.

Deklarasyon, BM’nin Hamas'a yönelttiği en sert eleştirilerden bazılarını içeriyor. Fransa Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre BM tarafından duyurulan metinde Hamas'ın 7 Ekim 2023'te gerçekleştirdiği saldırılar ilk kez kınanırken Hamas'ın silahsızlandırılması ve Gazze Şeridi'nin yönetiminden çıkarılması çağrısı yapıldı.

Önceki uluslararası metinler genellikle şiddeti genel olarak kınamış olsa da, Hamas'ı bu kadar açık bir şekilde kınayan ve iktidardan uzaklaştırılmasını talep eden bir metin, New York Deklarasyonu'nda çok net bir şekilde ortaya konmuş oldu. Deklarasyonda, “Gazze'deki savaşı sona erdirmek bağlamında, Hamas, egemen ve bağımsız bir Filistin devleti kurma hedefine uygun olarak, uluslararası destek ve taahhütle, Gazze Şeridi'ndeki iktidarını sona erdirmeli ve silahlarını Filistin Yönetimi'ne teslim etmeli” ifadeleri yer aldı.

Siyasi yol haritasını acil insani ihtiyaçlarla ilişkilendiren deklarasyonda, Gazze'deki savaşın sona erdirilmesi ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun Gazze Şeridi'nde saldırıları yoğunlaştırarak ulaşmaya çalıştığı zorla yerinden edilmenin durdurulması gerektiğini belirtildi. Ayrıca, rehinelerin serbest bırakılması gerektiği vurgulanan deklarasyonda bu noktalar, 2024 yılının aralık ayında önceki kararlarında ele alınmamış ve iki devletli çözümün Ortadoğu'da ‘kalıcı barışı sağlamanın tek yolu’ olduğu belirtilmişti.

Dün yayınlanan bu son deklarasyon BMGK’nın yetkisi altında Gazze'ye geçici bir uluslararası istikrar misyonu gönderilmesini desteklerken İsrail'in Gazze'deki sivillere, sivil altyapıya yönelik saldırılarını, ablukayı ve açlık politikasını kınıyor.

İsrail karar aleyhinde oy kullanmış olsa da Washington'da bulunan bir araştırma kuruluşu olan Uluslararası Kriz Grubu'nun (ICG) Üyesi Richard Gowan, BM Genel Kurulu’nun Hamas'ı doğrudan kınayan bir metni desteklemesinin önemli olduğunu belirtti.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre Gazze Şeridi’nde yaklaşık iki yıldır süren savaş ve İsrailliler ile Filistinliler arasındaki daha geniş çaplı çatışma, 22 Eylül'de başlayacak olan BM Genel Kurulu'daki yıllık toplantıda dünya liderlerinin gündemini domine etmesi bekleniyor. Filistinliler, halihazırda Filistin Devleti'ni tanıyan 145'ten fazla ülkeye en az 10 ülke daha eklenmesini umduklarını belirtiyor.

Filistin'in BM Daimi Temsilcisi Riyad Mansur, kararın desteklenmesinin ‘neredeyse tüm uluslararası toplumun barış seçeneğine kapı açma arzusunu’ yansıttığını söyledi. İsrail'in adını anmayan Mansur, “Savaş ve yıkımı sürdürmeye devam eden, Filistin halkını ortadan kaldırmaya ve topraklarını çalmaya çalışan tarafa, mantığın sesini, mantığın sesini dinlemeye, bu sorunu barışçıl bir şekilde çözmeye ve bugün Genel Kurul'da yankılanan ezici mesajı dinlemeye çağırıyoruz” diye ekledi.

Retler ve eleştiriler

İsrail dün, bu kararın sadece Hamas'ın yararına olduğunu öne sürerek kararı reddetti. İsrail'in BM Daimi Temsilcisi Danny Danon, bu tek taraflı bildirinin barışa doğru atılmış bir adım olarak değil, BM Genel Kurul’un güvenilirliğini zedeleyen bir başka boş jest olarak hatırlanacağını söyledi. Öte yandan İsrail Başbakanı Netanyahu, işgal altındaki Batı Şeria'daki bir İsrail yerleşim birimini ziyareti sırasında bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını istemediğini yineleyerek, “burası bizim” diye vurguladı.

İsrail'in en yakın müttefiki olan ABD de aynı görüşü dile getirdi. ABD Başkanı Donald Trump'ın Orta Doğu Özel Temsilci Yardımcısı Morgan Ortagus, bu kararı, çatışmayı sona erdirmek için yapılan ciddi diplomatik çabaları baltalayan, yanıltıcı ve zamansız bir reklam kampanyası olarak nitelendirdi. Ortagus, Söz konusu kararın Hamas'a bir hediye olduğunu öne sürdü. Bu karar aynı zamanda, ciddi bir dış politika gündeminden çok iç politikadan kaynaklanan alaycı bir karardı.

Ancak Boston Üniversitesi profesörü Susan M. Akram'a göre bu karar Filistin yanlısı kesim tarafından da eleştiriliyor. Çünkü bu kesime göre karar Filistinlilere baskı uygulayan eski stratejileri yeniden kullanıyor. Akram, geçtiğimiz ağustos ayı ortalarında Washington’daki Arap Merkezi tarafından yayınlanan bir makalede, BM'nin temmuz ayında gerçekleştirdiği iki devletli çözüm konulu konferansının ilk bölümünde, aralarında birkaç Arap devletinin de bulunduğu 17 ülke tarafından imzalanan New York Deklarasyonu’nun imzacılarının taahhüt ettiği çerçeve, Arap ve Batı ülkeleri ile Avrupa Birliği'nin (AB) on yıllardır izlediği stratejiyi yansıttığını yazdı. Makaleye göre bu strateji, Filistinlilere, uluslararası toplumun iki devletli çözümü gerçekleştirme vaadiyle, İsrail'e karşı ‘silahlı mücadeleyi’ sona erdirip müzakere masasına oturmaları için baskı uyguluyor.


İki ABD'li yetkili, Afganistan'da gözaltına alınan ABD vatandaşları konusunu Kabil'de görüştü

Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki, 13 Eylül 2025 tarihinde Afganistan'ın Kabil kentinde ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ile bir araya geldi. (Reuters)
Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki, 13 Eylül 2025 tarihinde Afganistan'ın Kabil kentinde ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ile bir araya geldi. (Reuters)
TT

İki ABD'li yetkili, Afganistan'da gözaltına alınan ABD vatandaşları konusunu Kabil'de görüştü

Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki, 13 Eylül 2025 tarihinde Afganistan'ın Kabil kentinde ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ile bir araya geldi. (Reuters)
Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki, 13 Eylül 2025 tarihinde Afganistan'ın Kabil kentinde ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ile bir araya geldi. (Reuters)

Beyaz Saray, yurtdışında haksız olarak gözaltına alındığını düşündüğü vatandaşlarının serbest bırakılmasını sağlamak için çaba gösterirken, Afganistan’daki Taliban hükümetinin Dışişleri Bakanlığı, iki Amerikalı yetkilinin dün Kabil'deki yetkililerle Afganistan'da gözaltında tutulan Amerikalılar hakkında görüşmeler yaptığını açıkladı.

hyjukı
Taliban Ekonomi Bakanlığı tarafından yayınlanan fotoğrafta, Ekonomi İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Molla Abdulgani Birader (soldan üçüncü), ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler (solda) ve ABD'nin Afganistan eski Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad (soldan ikinci) ile birlikte (EPA)

ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ve ABD'nin Afganistan eski Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad, Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki ile bir araya geldi.

Afganistan Dışişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan açıklamada, “İki taraf, ikili ilişkilerde, özellikle de birbirlerinin ülkelerinde tutuklu bulunan vatandaşlarla ilgili çeşitli güncel ve gelecekteki konularda görüşmelerin devam edeceğini teyit etti” denildi.

ABD Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray henüz yorum taleplerine yanıt vermedi. Halilzad da yorum talebiyle yapılan telefon görüşmesine henüz yanıt vermedi.

Trump yönetiminin çizgisine yakın bir kaynak, Taliban'ın rehinelerle ilgili uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmemesinden dolayı Washington'da hayal kırıklığı olduğunu ve bunun nadir toprak elementleri veya daha geniş kapsamlı ilişkilerin iyileştirilmesi konusunda bir anlaşma olasılığını azalttığını söyledi.

İlişkilerin iyileştirilmesinin önündeki engel

Washington, Amerikan vatandaşlığına sahip Mahmud Habibi'yi ABD'nin en önemli tutuklusu olarak görüyor. Taliban ise onu gözaltına aldığını reddediyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı, Habibi'nin tutukluluğunu Afganistan ile iş birliğini geliştirmenin önündeki en büyük engel olarak nitelendiriyor. Taliban ise,Habibi'nin Kabil'de ortadan kaybolmasından üç yıl sonra onun nerede olduğunu bilmediğini söylüyor.

Taliban, geçen yıl Guantanamo askeri hapishanesindeki son Afgan tutuklu olan Mhammed Rahim'in iadesi karşılığında Habibi'yi serbest bırakma teklifini reddetti. Muhammed Rahim'in Usame bin Ladin'in yardımcısı olduğu söyleniyor.

Washington, ABD'nin Afganistan'da 20 yıl süren askeri müdahalesinin ardından 2021'de iktidara gelen Taliban hükümetini tanımıyor.

İki ABD'li yetkili, Halilzad ile barış müzakerelerinde Taliban ekibine liderlik eden Ekonomi İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Molla Abdulgani Birader ile görüştü.

hyjuı
Afganistan Dışişleri Bakanlığı tarafından 20 Mart 2025 tarihinde yayınlanan bu fotoğrafta, ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler (soldan üçüncü) ve ABD'nin Afganistan eski Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad (soldan ikinci) Kabil'de Taliban Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki (sağdan dördüncü) ile bir toplantıda (AFP)

Birader'in ofisi, nadir toprak elementleri de dahil olmak üzere Afganistan'daki yatırım fırsatlarının gözden geçirildiğini söyledi. Birader, ABD heyetinden ‘Afganistan'da çatışma yerine diyalog arayışında olmalarını ve ABD'nin Afganistan'ın yeniden inşasında rol oynamasını’ istedi.

Yurtdışında tutuklu bulunanlar Trump için öncelikli

ABD Başkanı Donald Trump, yurtdışında tutuklu bulunan Amerikalıların serbest bırakılmasını en önemli önceliği haline getirdi ve Afganistan, Rusya ve Venezuela dahil olmak üzere birçok ülkede onlarca kişinin serbest bırakılmasını sağladı.

Bu ay Trump, Washington'un yasadışı gözaltıları destekleyen ülkeleri belirlemesine ve Amerikalıları yasadışı olarak gözaltına aldığını iddia ettiği ülkelere yaptırımlar da dahil olmak üzere cezai önlemler uygulamasına yol açan bir başkanlık kararnamesi imzaladı.

Boehler mart ayında, 2022 yılında Afganistan'ı turist olarak gezerken gözaltına alınan Amerikalı George Glezmann ile birlikte Kabil'i ziyaret etti. Geçen ocak ayında ABD, Afganistan'da tutuklu bulunan Amerikan vatandaşlarının serbest bırakılması karşılığında, bir ABD mahkemesi tarafından uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm suçlarından mahkûm edilen bir Afgan vatandaşını serbest bıraktı.

Boehler ile görüşmesinin ardından Birader'in ofisi, “Boehler, Afganistan ve ABD'de tutuklu bulunan vatandaşlar konusunda iki ülkenin tutukluları takas edeceğini söyledi” açıklamasını yaptı.

zdfg
Taliban Ekonomi Bakanlığı tarafından yayınlanan fotoğrafta, Ekonomi İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Molla Abdulgani Birader (sağda), ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler (ortada) ve ABD'nin Afganistan eski Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad (solda) ile birlikte (EPA)

ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ise bu takası doğrulamadı ve Boehler'in ‘olasılıkları araştırmak için’ Kabil'i ziyaret ettiğini belirtti.

Rubio, İsrail'e giderken gazetecilere verdiği demeçte, “Yasadışı olarak gözaltına alınan kişilerle ilgili özel temsilcimiz bir süredir görüşmeler yürütüyor. Herhangi bir anlaşma veya takas kararı Başkan Donald Trump’a ait. Ancak her Amerikalı veya yasadışı olarak gözaltına alınan herkesin serbest bırakılmasını çok istiyoruz. Boehler, bunu başarmanın yollarını görüşmek için oraya gitti” ifadelerini kullandı.

Rubio, Mahmud Habibi'nin Afganistan'da tutulduğuna inanıyor. ABD, Habibi'nin nerede olduğu hakkında bilgi verenlere 5 milyon dolar ödül vaat ederken, Taliban 2022'deki kayboluşuyla herhangi bir ilgisi olduğunu reddediyor.

Geçtiğimiz mart ayında, Taliban tarafından iki yıldan fazla bir süre gözaltında tutulan eski uçak teknisyeni George Glezmann, Boehler'in Kabil'i ziyaretinin ardından serbest bırakıldı.

Boehler, Afganistan Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki ile yaptığı görüşmelerde tutuklular konusunu gündeme getirdi.

Afganistan Hükümet Sözcüsü Yardımcısı Hamdullah Fitrat, X platformu üzerinden yaptığı paylaşımda, “Her iki taraf da, ikili ilişkilerde çeşitli güncel meseleleri, özellikle de her iki ülkede tutuklu bulunan vatandaşlar meselesini görüşmeye devam edeceğini teyit etti” ifadesine yer verdi.

Taliban yetkilileri, ABD güçlerinin çekilmesinin ardından Ağustos 2021'de iktidara döndüklerinden bu yana onlarca yabancı uyruklu kişiyi gözaltına aldı.

Rusya Dışişleri Bakanlığı bu hafta, yaklaşık iki aydır Afganistan'da gözaltında tutulan bir Rus vatandaşının geri döndüğünü duyurdu.

Rusya Dışişleri Bakanlığı, vatandaşının ‘geçen temmuz ayından bu yana çeşitli suçlar işlediği iddiasıyla Afganistan'da gözaltında olduğunu’ açıkladı. Afgan yetkililer, Taliban yetkililerini tanıyan tek ülke olan Rusya ile Afganistan arasındaki dostane ilişkiler nedeniyle, Rus tarafının talebi üzerine vatandaşı serbest bıraktı.

Temmuz 2024'te Kabil, Washington ile tutuklu sorununu görüştüğünü duyurdu ve geçtiğimiz ocak ayında, uyuşturucu kaçakçılığıyla bağlantılı terör suçundan hüküm giymiş Afgan savaşçı Han Muhammed'in serbest bırakılması karşılığında iki Amerikalı serbest bırakıldı.

Taliban hükümeti, aralarındaki 20 yıllık savaşa rağmen, diğer ülkelerle, özellikle de ABD ile iyi ilişkiler sürdürmek istediğini defalarca dile getirdi. Pakistan, Çin, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İran dahil olmak üzere birçok ülke, 2021'den sonra Kabil'deki büyükelçiliklerini açık tuttu.

Taliban, görüşmenin ayrıntılarını açıklamazken, Beyaz Saray da Kabil'deki toplantı veya Taliban'ın açıklaması hakkında yorum yapmadı. Taliban, Dışişleri Bakanı Emir Han Muttaki'nin, ABD Başkanı Donald Trump'ın rehine işlerinden sorumlu özel temsilcisi Adam Boehler ve bir başka ABD temsilcisiyle birlikte bir odada çekilmiş fotoğraflarını yayınladı. Taliban yaptığı açıklamada, Boeler'in ‘iki tarafın tutukluların takasını gerçekleştireceğini teyit ettiğini’ belirtti, ancak tutukluların sayısı, kimlikleri veya tutuklanma nedenleri hakkında bilgi vermedi.

Toplantı, Taliban'ın mart ayında Afganistan gezisi sırasında kaçırılan Amerikan vatandaşı George Glezmann'ı serbest bırakmasının ardından gerçekleşti. Glezmann, Başkan Donald Trump'ın göreve gelmesinden bu yana Taliban tarafından serbest bırakılan üçüncü rehine oldu.

Görüşmeler, Taliban'ın Trump'ın Afganistanlıların ABD'ye girişini yasaklama kararını sert bir şekilde eleştirmesinin ardından gerçekleşti.

Açıklamada, ‘iki ülke arasındaki ikili ilişkilerin geliştirilmesi, vatandaşlarla ilgili konular ve Afganistan'daki yatırım fırsatları hakkında kapsamlı görüşmeler yapıldığı’ da belirtildi. Açıklamada, Amerikan heyetinin geçen ayın sonunda Afganistan'ın doğusunu vuran yıkıcı depremin kurbanları için taziyelerini ilettiği de kaydedildi.