Pakistan'ın ‘nükleer silah teknolojisinin babası’ ev hapsinde öldü

Dr. Abdul Kadir Han, teknolojiyi İran, Libya ve Kuzey Kore'ye sağlayan geniş bir ağın arkasındaki isimdi.

Eski Pakistan Devlet Başkanı Muhammed Refik Tarar, Nükleer fizikçi Abdul Kadir Han'ı 1999'da İslamabad'daki Ulusal Gün Ödül Töreni’nde, sivillere verilen en yüksek ödül olan ‘Pakistan İmtiyaz Nişanı’ ile onurlandırdı. (AFP)
Eski Pakistan Devlet Başkanı Muhammed Refik Tarar, Nükleer fizikçi Abdul Kadir Han'ı 1999'da İslamabad'daki Ulusal Gün Ödül Töreni’nde, sivillere verilen en yüksek ödül olan ‘Pakistan İmtiyaz Nişanı’ ile onurlandırdı. (AFP)
TT

Pakistan'ın ‘nükleer silah teknolojisinin babası’ ev hapsinde öldü

Eski Pakistan Devlet Başkanı Muhammed Refik Tarar, Nükleer fizikçi Abdul Kadir Han'ı 1999'da İslamabad'daki Ulusal Gün Ödül Töreni’nde, sivillere verilen en yüksek ödül olan ‘Pakistan İmtiyaz Nişanı’ ile onurlandırdı. (AFP)
Eski Pakistan Devlet Başkanı Muhammed Refik Tarar, Nükleer fizikçi Abdul Kadir Han'ı 1999'da İslamabad'daki Ulusal Gün Ödül Töreni’nde, sivillere verilen en yüksek ödül olan ‘Pakistan İmtiyaz Nişanı’ ile onurlandırdı. (AFP)

İnci Mecdi*
Yerel basında çıkan haberlere göre ‘Pakistan'ın nükleer silah teknolojisinin babası’ olarak bilinen nükleer fizikçi Abdul Kadir Han, koronavirüse (Kovid-19) yakalandı ve akciğer sorunları nedeniyle hastaneye kaldırılmasının ardından, 85 yaşında yaşamını yitirdi. Pakistan İçişleri Bakanı Şeyh Reşid Ahmed’in verdiği bilgiye göre Han’ın naaşı10 Ekim Pazar günü, başkent İslamabad’daki Faysal Camii’nin bahçesindeki kabristana defnedildi. 1988 yılında bir uçak kazasında yaşamını yitiren eski Pakistan Devlet Başkanı General Muhammed Ziya’ül Hak da aynı kabristanda defnedilmişti.
‘Pakistan'ın nükleer silah teknolojisinin babası’ olarak da anılan Pakistanlı fizikçi, nükleer bombaya sahip ilk Müslüman ülke olması nedeniyle ülkesinde uzun süredir ulusal bir kahraman olarak görülüyordu. Pakistan Başbakanı İmran Han, Twitter hesabından başsağlığı dilediği açıklmaasında şu ifadeleri kullandı:
“Milletimiz onu, bizi nükleer bir ulus yapmaya kararlı katkılarından dolayı sevdi… (Hindistan'a atıfta bulunarak) Bu bize çok daha büyük saldırgan bir nükleer komşuya karşı güvenlik sağladı. Pakistan halkı için ulusal bir semboldü.”
Ancak Han aynı zamanda Libya, İran ve Kuzey Kore'ye santrifüj tasarımları da dahil olmak üzere gizli bilgiler sağladığına dair uluslararası suçlamaların da hedefindeydi. Pakistanlı yetkililer ABD’nin talebi üzerine  Han'ı 2004 yılında ev hapsine aldı. 2009'da yerel televizyondaki itirafından sonra dönemin Devlet Başkanı Pervez Müşerref onu affetti. Fakat sıkı gözetim altında kalmaya devam etti. Her hareketini yetkililere bildirmesi gerekiyordu. İtirafında devlet yetkililerinin bilgisi olmadan tek başına hareket ettiğini söylemişti. Fakat daha sonra günah keçisi olduğunu söyledi.
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre dönemin ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Han’ın ‘nükleer silah geliştirmek isteyen ülkeler için nükleer ekipmanın ve bilginin yayılması için çalışan uluslararası bir ağı’ yönettiği belirtildi. ABD Dışişleri Bakanlığı'na göre bu ağın eylemleri ‘(nükleer) yayılma ortamını geri döndürülemez bir şekilde değiştirdi ve bunun uluslararası güvenlik üzerinde kalıcı yankıları’ oldu.

Avrupa'nın davranışlarından şüphesi
Han, Hollanda Delft Teknik Üniversitesi'nden metalurji mühendisliği diplomasına sahipti. Doktora derecesini 1972 yılında Belçika'nın Leuven Katolik Üniversitesi'nden aldı. Aynı yıl Hollanda tarafından Urenco Group’un taşeron firması konumunda olan Physics Dynamics Research Laboratory’de (FDO) çalışmaya başladı. Çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra Hollanda istihbaratı Han'ı izlemeye başladı. Üzerinde çalıştığı projelerle ilgili olmayan teknik bilgileri sık sık sorgulaması nedeniyle endişelere yol açtı.
Hindistan 18 Mayıs 1974'te ilk nükleer deneyimini gerçekleştirirken, Han aynı yılın eylül ayında dönemin Pakistan Başbakanı Zülfikar Ali Butto'ya  Pakistan nükleer programı konusundaki hizmetlerini ve uzmanlığını anlatan bir mektup yazdı. İslamabad, 1975 yılının ağustos ayında Urenco tedarikçilerinden uranyum zenginleştirme programı için bileşenler satın almaya başladı. Han ile bağlantılı Hollanda'daki şirketlerden santrifüj satın alımları hızlandı.
Ancak Han 1975 yılının ekim ayında FDO'daki zenginleştirme çalışmasından uzaklaştırıldı. Hollandalı yetkililer faaliyetlerinden giderek daha fazla endişe duymaya başladılar. Resmi raporlara göre Han'ın İsviçre'deki bir nükleer ticaret fuarında ‘şüpheli sorular’ yönelttiği gözlemlendi. Washington'daki Carnegie Uluslararası Barış Vakfı tarafından 2005 yılında yayınlanan bir rapora göre ABD istihbarat birimleri 1970'lerin sonlarında Hollandalı yetkilileri, faaliyetlerini daha fazla izlemek için  Han'ı tutuklamama konusunda iki kez ikna etti.
Han 15 Aralık 1975 tarihinde aniden Hollanda araştırma laboratuvarından ayrıldı ve yanında kopyaladığı santrifüj bileşenleri ve malzemeleri tedarik eden 100'e yakın şirketin şemaları ve iletişim bilgileri ile Pakistan’a gitti. Bunun ardından Pakistan'ın nükleer programı üzerinde resmi olarak çalışmaları başladı.

İran'a nükleer teknoloji satışı
Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın raporuna göre Han'ın 1980'lerde Pakistan'ın uranyum zenginleştirme programındaki ilk başarılarını, B-2 santrifüjleri için daha gelişmiş tasarım ve teknolojileri izledi. Bu, önceki B-1 santrifüjünden iki kat daha hızlı çalışan Alman G-2'nin değiştirilmiş bir versiyonu olarak biliniyor. Han, B-1 bileşenlerinin fazla stokunu tutarken, daha sonra santrifüj bileşenlerini ithal ve ihraç etmek için kullandığı aynı kanallardan B-2 bileşenlerini satın almaya başladı. Han bu dönemde, İran'a nükleer satışlar yaptı. Irak'a ve belki de diğerler yönetimlere de teknoloji sağladı.
Abdul Kadir Han, 1980’lerin ortalarından 1990’ların ortalarına kadar kendi ticaret ağını geliştirmeye başladı. Orijinal Pakistan programına gerekenden iki kat daha fazla bileşen istedi. Carnegie’nin raporuna göre bu geçiş onu bir santrifüj bileşeni ithalatçısından, yalnızca Pakistan'ın yerel nükleer silah programı üzerinde çalıştığına inanan Batılı istihbarat teşkilatlarını tamamen gözden kaçırmış gibi görünen bir santrifüj bileşeni ihracatçısına dönüştürdü.
Tahran ve İslamabad'ın 1980'lerin sonlarında barışçıl nükleer iş birliği konusunda gizli bir anlaşma imzaladıklarından şüpheleniliyor. İddiaya göre anlaşma, Pakistan'daki en az altı İranlının başkentin Nükleer Bilim ve Teknoloji Enstitüsü ve Nükleer Araştırmalar Enstitüsü'nde eğitilmesine yönelik bir hüküm içeriyordu. İranlı bilim adamları ayrıca Abdul Kadir Han Araştırma Laboratuvarları’nda santrifüj eğitimi almış olabilir.
Han’ın ayrıca 1986 yılının şubat ayında ve 1987 yılının ocak ayında Buşehr’deki İran reaktörünü ziyaret ettiğinden şüpheleniliyor. Alman istihbaratı, Pakistan'ın uranyum dönüştürme ile ilgili operasyonlarda Irak'a ve muhtemelen İran ve Kuzey Kore'ye potansiyel destek sağladığını düşünüyor.

Libya’nın nükleer programı
İran'a yapılan ilk nükleer transferlerden sonra Han'ın müşteri ağını Libya ve Kuzey Kore'yi de kapsayacak şekilde genişlettiğine inanılıyor. Han'ın ağı, bileşenleri gevşek kontroller tarafından engellenmeden sevk eden uluslararası tedarikçilerden oluşan karmaşık bir yapıya dayanıyordu. Carnegie’in raporunda Han'ın finansal olarak motive olmuş gibi göründüğü ve yalnızca Libya'ya 100 milyon dolardan fazla satış yaptığı bilgisi yer aldı.
Libya lideri Muammer Kaddafi rejiminin ABD ile yapılan anlaşma kapsamında nükleer programından vazgeçtiğini açıkladığı 2003 yılının sonlarında Libya'ya yapılan satışlarla ilgili bir dizi ayrıntı ortaya çıktı. Bu ayrıntılar, Trablus'un Lockerbie bombalamasının sorumluluğunu üstlenmesini ve ülkeye karşı uluslararası yaptırımların kaldırılması karşılığında kurbanların ailelerine tazminat ödemesini içeriyordu. Trablus, nükleer programı bıraktığını açıkladıktan sonra tüm yabancı alımları duyurmak da dahil olmak üzere programın ayrıntılarını Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'na tam olarak açıklamaya başladı.
Pan American World Airways'e ait Boeing 747-121 yolcu uçağı 1988 yılının aralık ayında İskoçya'nın Lockerbie kenti semalarındayken düşürüldü. Libya istihbarat subayı Abdulbasit el-Mukrahi, uçağın bombalanmasından ve tüm yolcuların ölmesi nedeniyle 270 cinayetten suçlu bulundu ve ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
Kaddafi rejimi uçağın bombalandığı tarihten 2003 yılına kadar saldırı emri verdiğini kabul etmeyerek sorumluluğu kabul etmedi.  Ancak uluslararası yaptırımların baskısı altında ve ortak bir düşman haline gelen terörist ‘El Kaide’ örgütünün yükselişiyle Kaddafi, ülkesinin uluslararası izolasyonunu sona erdirmek için çeşitli girişimlerde bulundu. Bu girişimler arasında, nükleer cephanelikten vazgeçmek, Lockerbie saldırısının sorumluluğunu üstlenmek ve kurbanların ailelerine tazminat ödemek de vardı.

Pakistan'ın Washington'ı endişelendiren nükleer gücü
Pakistan'ın 102'si karadan füze, altı balistik füze ve 24 nükleer roketli F-16 savaş uçağı da dahil olmak üzere yaklaşık 160 nükleer savaş başlığından oluşan bir cephaneliği var. Pakistan, 1998'de ilk kez bir nükleer savaş başlığını test etti. Böylece dünyada bunu resmi olarak gerçekleştiren yedinci ülke oldu. İslamabad yönetimi söz konusu cephaneliği, ilk nükleer başlığını 1974'te test eden Hindistan'a karşı savunma silahı olarak kabul ediliyor.
Pakistan'ın nükleer programı halihazırda Batı ülkelerini, özellikle de ABD'yi endişelendirmeye devam ediyor. Üst düzey ABD'li generaller, ABD Senatosu Silahlı Hizmetler Komitesi huzurunda geçen ayın sonlarında gerçekleştirilen bir oturumda Başkan Joe Biden'ı Afganistan'dan hızlı bir şekilde çekilmenin Pakistan'ın nükleer silahlarına ve ülkenin güvenliğine yönelik riskleri artırabileceği konusunda uyardılar. ABD Genelkurmay Başkanı Mark Milley yaptığı açıklamada Afganistan'dan hızlı bir şekilde çekilmenin bölgesel istikrarsızlığa ilişkin riskleri ve Pakistan'ın nükleer cephaneliklerinin güvenliğine ilişkin tehditleri artıracağı konusunda uyarıda bulunduklarını söyledi. Milley, “Pakistan’ın rolünü tam olarak incelememiz gerekiyor” ifadelerini kullanarak, Taliban'ın 20 yıl boyunca ABD askeri baskısına nasıl direndiğini araştırmanın gerekli olduğunu vurguladı.
ABD’li generaller, Pakistan'ın nükleer silahları ve teröristlerin eline geçme olasılığı hakkında daha fazla bilgi vermediler. Bu ve diğer hassas konuları senatörlerle gerçekleştirilecek kapalı oturumda görüşeceklerini vurguladılar.
Eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton verdiği bir röportajda, aşırılık yanlısı grupların İslamabad'ı kontrol etmesi halinde Pakistan'ın nükleer silahlarının Taliban’ın eline geçme olasılığı olduğuna dikkat çekti.  Bolton açıklamasında şu ifadeleri kullandı:
“Afganistan'ın Taliban’ın kontrolüne girmesi, teröristlerin Pakistan'ın da kontrolünü ele geçirmesi konusunda tehdit oluşturuyor. Bu, belki de 150 nükleer silahın teröristlerin eline geçeceği anlamına geliyor.”



İran’ın ikinci Rehberi, birinci Pehlevi deneyiminden ders çıkardı mı?

İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, Tahran’da düzenlenen İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaptığı konuşmanın ardından medya mensuplarına hitap etmek üzere kürsüye çıkıyor, 28 Haziran 2024 (AFP)
İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, Tahran’da düzenlenen İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaptığı konuşmanın ardından medya mensuplarına hitap etmek üzere kürsüye çıkıyor, 28 Haziran 2024 (AFP)
TT

İran’ın ikinci Rehberi, birinci Pehlevi deneyiminden ders çıkardı mı?

İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, Tahran’da düzenlenen İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaptığı konuşmanın ardından medya mensuplarına hitap etmek üzere kürsüye çıkıyor, 28 Haziran 2024 (AFP)
İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, Tahran’da düzenlenen İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaptığı konuşmanın ardından medya mensuplarına hitap etmek üzere kürsüye çıkıyor, 28 Haziran 2024 (AFP)

Sami Mubayyed

Başkent Tahran bugün İsrail ordusu tarafından acımasızca bombalanıyor. Bu şehir ilk kez bu tür şiddetli saldırılara maruz kalmıyor. Modern tarihinde daha önce de bombalanmıştı, ancak koşullar ve nedenler farklıydı. İran'daki tüm yaşlılar, 1941 yılının o kavurucu yazını hatırlar. O zamanlar çocuk olanlar, İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası ile ilişkilerini kesmeyi reddeden Şah Rıza'yı caydırmak için İngiltere ve Sovyetler Birliği'nin askeri müdahalesine tanık olmuşlardı.

Şah Rıza, bu müdahaleden iki yıl önce İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde İran'ın tarafsızlığını ilan etti ve Birinci Dünya Savaşı'nda olduğu gibi uluslararası çatışmaların ülkesine sıçramasını istemedi. Ülkesi, çatışan tüm Avrupa ülkeleriyle, özellikle de fabrikaların ve demiryollarının yönetiminde uzmanlarına büyük ölçüde güvendiği Almanya ile sağlam ticari ilişkilere sahipti.

İngiltere, Adolf Hitler’in yönettiği Nazi Almanyası ile olan ilişkilerinden dolayı İran’a öfkelendi ve Şah’tan ülkedeki bin Alman uzmanı sınır dışı etmesini istedi, ancak o bunu yapmadı. İngiltere ilk uyarısını 19 Temmuz'da, ikincisini ise 17 Ağustos'ta yaptı. Fakat İran bu uyarıları da görmezden geldi. Bunun üzerine 25 Ağustos'ta İngiliz kuvvetleri Irak'tan İran'a girdi ve İran'ın başkentini bombaladı, Sovyet ordusu ise Tebriz ve İran’ın diğer şehirlerini bombaladı.

İran ordusu hızla çöktü ve Şah Rıza, tahtını 16 Eylül 1941'de Batı'nın talepleri karşısında daha uysal olacağına söz veren oğlu Muhammed Rıza Pehlevi'ye devretmek zorunda kaldı. Rıza Pehlevi, 1979'da İslam Devrimi onu devirene kadar sözünü tam olarak yerine getirdi. Babası Şah Rıza önce Mauritius adasına, ardından Güney Afrika'ya sürgün edildi ve 26 Temmuz 1946'da vefat etti. Oğlu ise 27 Temmuz 1980'de sürgün olduğu Mısır'da vefat etti ve Kahire'de toprağa verildi.

İran ile İsrail arasında 13 Haziran'da başlayan son çatışmayla Rıza Pehlevi'nin torunu, Taht-ı Tavus'un meşru varisi ve Ali Hamaney'in rejiminin düşmesi halinde İran'ın başına geçmesi beklenen şahı Rıza Pehlevi'nin adı yeniden gündeme geldi.

Şah Rıza mavi kan değildi. Ne Avrupa ne de dünyadaki hanedanlarla boy ölçüşebilirdi. Bu yüzden kendisi ve ardından gelen çocukları için özel bir hanedan kurdu ve ona ‘Pehlevi’ adını verdi. Bu, onun ailesinin adı değil, eski bir Farsça kelimeydi.

Birinci Şah Rıza

Rıza Han, 1789-1925 yılları arasında İran'ı yöneten Kaçar Hanedanlığı döneminde küçük bir subaydı. Sertliği ve soğukkanlılığıyla tanınırdı, ancak eğitimli değildi, daha çok bir dağ adamı gibiydi. Babasının (o da bir subaydı) aşırı yoksulluğundan kurtulup, İran'ı birçok alanda dünyaya açan büyük bir hanedanlık kurdu, ancak bu hanedanlık, Humeyni’nin İslam devrimi ile yıkıldı.

ı8ı
ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi'nin İsviçre'de çekilmiş bir fotoğrafı, 18 Şubat 1975

İngiltere, 1919 anlaşmasıyla İran'da geniş siyasi haklar elde etti. Aynı zamanda 20 Şubat 1921'de Rıza Han'ın Şah Ahmed'e karşı yaptığı askeri darbenin arkasındaki ana itici güç olduğu düşünülüyor. Hukukçu Seyyid Ziyaeddin Tabatabai ile iş birliği yaparak onu başbakan olarak atadı, kendisi ise savunma bakanı olarak atanmadan önce genelkurmay başkanlığı görevini üstlendi. Ülkeyi perde arkasından yöneten Rıza Han, iki yıl sonra Şah'ı Avrupa'ya sürgüne gönderdi ve İran için istediği siyasi sistemi düşünmeye başladı. Rıza Han, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk'e hayrandı ve İran'ı bir cumhuriyete dönüştürmeyi ve onun ilk cumhurbaşkanı olmayı ciddi olarak düşünüyordu. Ancak dini kurumlar İslam dininin cumhuriyetleri tanımadığını ve uzun tarihinde sadece monarşi veya halifeliği tanıdığını söyleyerek bu eğilime karşı çıktı. İran parlamentosu 1925 yılının ekim ayında Kaçar Hanedanlığını düşürdü ve aynı yılın sonunda Şah Rıza ülkenin yöneticisi olarak ilan edildi ve 25 Nisan 1926'da taç giydi.

Şah döneminde eğitim yaygınlaştı ve devlet okulları uzak bölgelere yayıldı, Fransa'dan eğitim müfredatı getirildi ve bu müfredata Fars milliyetçiliği fikirleri aşılandı.

Reformcu Şah

Yeni Şah, İran'ı gelişmiş bir ülkeye dönüştürmek istiyordu. Bu amaçla yargı, eğitim ve askeri kurumlarda iddialı bir reform programı başlattı. Alman disiplinine ve Alman sanayisine hayran olan Şah, Alman üniversitelerinde eğitim görmüş danışmanlarla çevresini donattı. Emniyet Teşkilatı’nı Savunma Bakanlığı'ndan alıp Savaş Bakanlığı'na bağladı. Hava Kuvvetlerini kurdu, donanmayı örnek bir şekilde geliştirdi ve subaylarını Fransız, İngiliz ve Alman askeri enstitülerinde uzmanlık eğitimleri almaları için bu ülkelere gönderdi. 1941 yılına gelindiğinde, Savunma Bakanlığı'nın genel bütçeden aldığı pay yüzde 30'a ulaşmış, zorunlu askerlik süresi iki yıla çıkarılmış ve ordu 1925'te 40 bin kişilik bir güce sahipken, 1940'ta 120 bini aşan bir güç olmuştu. Suçluları cezalandırmak, muhalifleri tutuklamak ve vergileri tahsil etmek için orduyu kullandı. Demir yumruk yönetimiyle tanınan Şah, kendisine destekleyenler de dahil olmak üzere tüm siyasi partileri yasakladı ve özel gazeteleri kapattı.

Şah döneminde eğitim yaygınlaştı ve devlet okulları uzak bölgelere yayıldı, Fransa'dan eğitim müfredatı getirildi ve bu müfredata Fars milliyetçiliği fikirleri aşılandı. Şah rejimi 1941 yılında devrilmeden önce, devlete ait 2 bin 300 ilkokulda okuyan erkek öğrenci sayısı 280 bine ulaşmıştı, 28 bin öğrenci de ortaokullarda eğitimlerine devam ediyordu. Politeknik Enstitüsü'nü kuran Şah, 1936 yılında Tahran Üniversitesi’nin kapılarını erkek ve kız öğrencilere açtı ve üniversite tıp, mühendislik, hukuk ve tarım bilimleri alanlarında uluslararası geçerliliği olan bilimsel diplomalar vermeye başladı.

Şah, bakanların ve subayların eşlerine başörtüsü yasağı getirdi. Bazen polisler, Şah'ın kararını reddeden kadınların başörtülerini zorla çıkarmak için müdahale ediyordu.

Kadınların özgürlüğü

Şah Rıza, İranlı kadınların eğitimli ve toplumda aktif olmasını istiyordu. Eğitimlerinin yanı sıra, kadınların devlet memuru olmasına, kafelere, restoranlara, otellere ve sinemalara girmesine izin verdi. En ünlü ve en cesur kararı, 1936 yılında Kum ve Meşhed'deki dini otoritelere karşı gelerek çadoru (İran'da kadınlar tarafından giyilen bir çarşaf) yasaklamasıydı. Bir molla (din adamı) camide oturma eylemi yaptı. Bunun üzerine Şah, caminin basılması talimatı verdi. Şah Rıza takvimler 8 Ocak 1936'yı gösterdiğinde başı açık haldeki eşi ve kızlarıyla birlikte Tahran'da öğretmen okulunun açılışına katıldı.

Ayrıca İranlılara tek tip ve batılı kıyafetler giymelerini zorunlu kılan Şah, Avrupa'da giyilen kıyafetleri giyerlerse zamanla Avrupalılar gibi bir düşünce tarzına ve kişiliğe bürüneceklerini ve elbette giyim tarzı açısından da Avrupalılara benzeyeceklerini söyledi. 1927'de erkeklere ‘Pehlevi şapkası’ takmaları zorunluluğu getirildi. İki yıl sonra da mollalar ve medrese öğrencileri dışındaki herkese batı tarzı resmi şapkayı takmalarını zorunlu kıldı. Şah, 1935 yılında ülkesinin adını Pers yerine ‘İran’ olarak değiştirdi. Çünkü yeni ismin ilerleme ve refahı çağrıştırdığını, eski ismin ise tarihe ve geçmişe bağlılığı çağrıştırdığını, geleceğe atıfta bulunmadığını düşünüyordu.

sdfgrt
Tahran'daki parlamento binası önünde düzenlenen bir protesto gösterisine katılan İranlı kadınlar, 11 Nisan 1999 (AFP)

Şah’ın tüm bu reformları onu muhaliflerinin doğrudan hedefi haline getirdi. Bir yandan anayasacılar ve laikler, diğer yanda dindarlar ve radikaller olmak üzere muhaliflerinin sayısı çoktu. Bunların arasında elbette İslam devrimini yöneten (ve birinci Rehber olan) Ruhullah Humeyni de vardı. Humeyni, Şah ve oğlundan intikam almak için 1979'da Fransa'daki sürgünden döndü. Arkadaşı Ali Hamaney'e Şah Rıza’dan ya da 1941’deki İngiltere-Sovyetler Birliği işgalinden bahsedip bahsetmediğini bilmiyoruz, çünkü İran’ın mevcut Dini Lideri (Rehber) Hamaney o zamanlar henüz iki yaşındaydı. Fakat babası Cevad Hamaney, bu olayları çok iyi biliyordu, çünkü onları yakından yaşamıştı ve 1986'da vefat etmeden önce oğluna da anlatmış olduğundan eminim. Şimdi sorulması gereken soru şu: Ali Hamaney, 1941 deneyiminden ders çıkardı mı?

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.